İSLÂM MEDÎNE'DE

Medine, medeniyet ve şehir demek. İslâm gelmeden Yesrib olan bu şehir, İslâm’la medeniyete kavuştu. (Yesrib, Serebe’den azarlamak, hatayı yüzüne vurmak. Peltek Se). Yesrib’de o zaman çoğunluk Yahudiler ve Araplar, -bunlar, Kaynuka, Nadr, Kureyza, Evs ve Hazreç kabileleri başta- olmak üzere az sayıda Hristiyan ve Müslüman yaşamakta. Burada yaşayan Müslümanlara Ensar, Mekke’den hicret edenlere Muhacir denecektir. Hicretten önce Medine’de/Yesrib’de kaos ve kargaşa hakimdir. Evs ve Hazreç kendi arasında kan davası dolayısıyla savaşta = rekabettedir. Akabe biatınlarında Efendimizle anlaşan Mü'minler, Efendimizi hem şehri yönetmek (liderlik yapmak) hem de yeni dini anlatmak için çağırmışlardı. Miladî : 622’deki hicret/göç, İslâm’ın çook önemli bir dönüm noktasıdır.

Mekke-Medine arası yaklaşık 500 km. Efendimizin anne tarafından akrabaları var Medine’de; babası Abdullah, Medine’de metfun. Yıl : 570’ler, 500 km uzaklardan oğluna gelin alan ve onlarla hısım olan dede Abdulmuttalib ve onun babası Hâşim, etraf şehirlerdeki kabilelerle tanışmış, dostluklar kurmuş, güvenli ticaret için antlaşmalar yapmıştır, -Kur'ân buna îlaf diyor-, Mekke’de zemzemi bulmuş, kuyuyu açmış, ... ahâliyi suya ve ekmeğe (=bolluğa) kavuşturmuş, Hâşim ve Abdulmuttalib sayesinde Kureyş’in itibarı artmıştı; Kureyş içinde de Haşimoğulları seçkinleşmişti; daha sonra bu kol, Ümeyyeoğulları ve Abbasoğulları şeklinde rekâbete girecek; iş, Emevîler ve Abbâsîlere kadar varacaktır.

...

Bugünün Türkiye’sinin insanları -ki İslâm dünyasında en batılı ülkedir Türkiye-, 100-150 yıl öncesine kadar 20-30 km ötedeki şehirleri, köyleri bilmez, kendi köyünde kasabasında yaşar,  kendi yağı ile kavrulurdu; daha dün denebilecek bir zamanda bu insanlar ülke içini ve ülke dışını tanıdı. (Özal dışa açtı bu ülkeyi; kapalı yaşıyorduk.) Oysa bundan 1500 sene önce Kureyş’in tüccarları beynelmilel/uluslararası ticaret yapıyor; Bizans’ı, Pers’i tanıyordu.

...

Efendimiz (ve Ashabı), o 500 km yolu en yakın arkadaşı Ebu Bekr ile yayan ve deve ile katettiğinde (hicret ettiğinde), Medine’de ilk yaptığı iş : Yeni bir Anayasa/Sözleşme oluşturmak, birlikte/beraber yaşamanın kurallarını belirlemek olmuştur. Her kabileye sordu : “Nasıl yaşamak istersiniz? Yazın verin!. Görüş bildirin!.” (=Şûrâ) dedi. Görüşlerin yaklaşık %50’si ortaktı. Yıllarca çatışma yaşamış kabileler huzuru ön plana alan maddeleri/şartları yazdılar/söylediler; insan olmak, her şeyden önce güvenli, huzurlu, mutlu bir hayat yaşamak demekti; yaşamak için de sağlık (yeme-içme, giyinme/bürünme-barınma) ve güvenlik/emniyet olmazsa olmazdı; geri kalan %50, ideolojik/dinî farklardı, nasıl yaşanacağına dair olanlardı. Efendimiz, ‘önce ortak olanlar.’ dedi ve bu ortak olanlardan Medine Sözleşmesini (anayasasını) oluşturdu ve her kabileye onaylattı. Efendimiz, burada bir Peygamber olarak değil “organize eden bir lider” (koordinatör, organizatör) olarak işlev gördü, elbet Peygamberliği de adâlet ve hakkaniyet olarak devrede idi ama ön planda değildi; ortak yaşamı belirleyen ilk siyasî metin (anayasa) bu şekilde oluşturuldu.

Siyasî alanda yaptığı ilk iş buydu; iktisadî alanda yaptığı ilk iş ise pazardır.

İslâm’ın Mekke'si sabır, tahammül ve akîde/formüldür, o formül (akîde) ‘Lâ ilâhe illâ Allah’tır; Medine’si bu akîdenin/kâidenin uygulandığı tavır, tekâmül ve müeyyidedir. Mekke, baskı altındaki bireysel İslâm; Medine, özgür toplumsal, siyasal ve ekonomik İslâm’dır.

Mekke, dar-ül harb; Medine, dar-ül İslâm’dır.

(Dar-ül Harb : Egemenliğin gayr-ı müslimlerde olduğu toplum; Dar-ül İslâm : Egemenliğin Müslimlerde (Allah’ta) olduğu toplum.)

Efendimizin Medine’de yaptığı ikinci önemli iş : Pazardır. Medine’de dört aktif pazar vardı, bunların üçü Yahudilerin, biri de Hristiyanların elinde idi; dördünde de “serbest piyasa şartları egemen” değil kabilevî çıkarlar egemendi. Efendimiz, bir Yahudiye ait araziyi pazar kurmak için satın aldığında, Yahudilerin lideri Kâ'b b. Eşref itiraz etti; ‘ben Yahudi toprağında Müslümanlara pazar kudurmam.’ dedi. Hz. Ömer hiddetlendi; Efendimiz : “Sakin ol! Ya Ömer; bu kılıçla çözülecek bir mesele değil iktisadî bir mesele, bu işi iktisaden çözmeliyiz.” dedi. Medine’ye gidenler bilir, Efendimiz, Mescidinin (Mescid-i Nebevî'nin) 100-150 m ötesindeki Cennet-ül Bâkî mezarlığının aşağısındaki düz araziyi yeni pazara tahsis etti. O pazarla Efendimizin kabri arasında küçük bir tepe vardır, o tepede sahabe mezarları/kabirleri vardır; ben o mezarlıkta yaklaşık 1-2 saatimi geçirdim, alt kısım düzdür, pazara uygundur. Efendimiz, bir pazarda olmazsa olmaz üç şartın varlığını zarurî/zorunlu görmüştür.

1) Pazarın düz olması (düzlük). Bu, pazarda ‘ne var ne yok’, herkes rahatça görsün ve fiyatlar ona göre rahat/serbest oluşsun içindir. Buna modern iktisatta simetrik enformasyon deniyor, zıttı asimetrik enformasyondur. Nedir simetrik enformasyon? Rekabeti bozacak gizli bilginin olmaması/oluşmaması, herkesin o bilgiye (ve mala) kolay ulaşabilmesi. Bugüne uyarlarsak, bir malın -bu para da olabilir, para da bir çeşit maldır- değerini arz-talep (doğal denge) ve şeffaflık belirlesin, demektir; sözgelimi sizin arkadaşınız Merkez Bankası Başkanı, ve sadece size dolara/dövize müdahale edeceği bilgisini veriyor, siz de o müdahale etmeden elinizdeki dövizi TL’ye çeviriyorsunuz, müdahale edince de tekrar döviz alıyorsunuz, böylece yüklü miktarda haksız kazanç elde ediyorsunuz; bu mal, petrol, altın vb. de olabilir; Amerika’nın İran’ı, Irak’ı vuracağı bilgisine sahipseniz, önceden yüklü miktarda petrolü, varili 20-30 dolardan alır, savaş çıkınca da 80-100 dolardan satarsınız gibi gibi...

2) Pazar düz olacak ama bir pazar yerinde her yer aynı değerde olmaz; onun için pazardaki yerler kişilere tahsisli olmayacak, siyasî otorite (sözgelimi her ay) pazardaki yerleri kura ile belirleyecek; bu yerler babadan oğula da devredemeyecek ve pazar tekeli oluşmayacak.

3) Pazara girişler ücretsiz olacak. Satıcı sattığı mal üzerinden elde ettiği kârdan pazar yeri ücretini/vergisini verecek; satamaz ya da zarar ederse ücret ödemeyecek.

Bu üç temel ilke (şeffaflık, kura ile belirlenen dönüşümlü tezgâh/yer kullanımı ve ücret/vergi adaleti) uygulanınca fiyatlar diğer pazarlara göre daha mâkul olmaya; Müslümanlar dışındaki insanlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) da Efendimizin kurduğu yeni pazara gelmeye başladılar, pazar canlandı, Müslümanlar da “kanlandı”!. Abdurrahman bin Avf gibi sahabiler kısa zamanda zengin oldu.

Bir devletin üç önemli gücü olur : Ekonomik, Siyasî ve Askerî. Ekonomisi güçlü devletler, siyaseten de askerî olarak da güçlüdür. Bugün ekonomik gücün en önemli göstergesi paradır, paranın değeridir. Beynelmilel/uluslar arası ticaret yapan ülkeler, pazarda paralarını konuşturur. Pazar, modern savaş alanıdır; devletler bu alanı diplomatik/siyasî ve askerî olarak korur ve genişletirler. Bu yönüyle barış zamanlarında doğrudan değil ama dolaylı olarak ekonomik ve siyasî silahların kullanıldığı alanlardır pazarlar; pazarlardaki çıkar çatışmaları iktisaden ve siyaseten çözülemezse ateşli silâhlar devreye girer ve savaş çıkar.

Bu açıdan bugün dünya, büyük bir pazara, pazar kapma yarışına dönüşmüştür ve artık pazarlarda ilkeler değil güçlüler egemendir.

Pazarlara İslâm’ın adaletini getirmeden hayatlara İslâm’ın mesajını sunmak mümkün değildir. Bu da mülkiyet ve çıkar (kazanç/kâr) meselesi ile doğrudan ilişkilidir.

Kapitalist zihinle müslümanca yaşamak, kapitalizme islâm elbisesi giydirmektir; moda tabirle ‘kapitalizme abdest aldırmaktır’; böyle düşünüp böyle yaşayanlara (davrananlara) da ‘abdestli kapitalist’ deniyor; bu da Müslümanların gözünde kapitalizmi meşrulaştırıyor. Bu tip insanlar (böyle düşünenler), parayı nasıl ve ne şekilde kazandığına bakmadan, Müslüman her şeyin en iyisine (en güzeline) layıktır diyerek; en güzel arabayı, katı-yatı (atı, avradı ve silahı) kullanıyor!...

Hz. Ebu Bekr, Hz. Osman (r. anhâ) böyle davranmamıştı. Efendimiz, Hz. Hatice vâlidemiz ile evlenince nispeten ‘zenginle(ş)mişti’ ama Hz. Ebu Bekr’in de Hz. Osman’ın da Efendimizin de o “zenginliği” Medine’ye hicret ettiklerinde “sıfıra inmişti”!...

Onlar zenginliği başka yerde arıyorlardı.

Efendimizin Medîne’de yaptığı üçüncü iş : Ensar-Muhacir Kardeşliği = Muâhât ya da Uhuvvet’tir.

Efendimiz, Medine’ye hicretten yaklaşık beş ay sonra Müslümanların yeni hayata kolay uyum sağlamaları, iktisadî açıdan rahatlamaları,  Medine’de yaşayan diğer topluluklara (Yahudi ve Hıristiyanlara) karşı güçlü olmaları, her şeyden önemlisi Müslümanlar arasında işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın sağlanması ve artması için bir Muhaciri bir Ensar ile kardeş (ilân) etmiştir. Bu kardeşlik kana dayalı değil imana dayalı olarak kurulmuştur, adına da din kardeşliği anlamında uhuvvet/muâhât denilmiştir. Bu kardeşlik, sadece teorik bir birliktelik değil pratik bir yârenlik, harbîlik idi, maddî-manevî her şeyi paylaşma ve yardımlaşmaya dayanıyor idi.

Allah için (= Allah'ın dini için) varını-yoğunu Mekke’de bırakan Muhacir/ler, züğürt (parasız-pulsuz, yoksul) gelmişti Medine’ye. Ne getirebilirlerdi o zorlu 500 km'lik yolculuk boyunca, neleri vardı Müslümanların?. 10 yıl zulüm, yokluk ve abluka (izolasyon) yaşamışlardı... Medine’deki Müslümanlar (Ensar) da zengin değillerdi ama iyi-kötü yerleşik bir düzenleri, meskenleri/evleri ve işleri vardı. Medine’nin zenginleri Yahudiler, orta-sınıfı Hıristiyanlar ve en fakirleri de az sayıda Müslümandı. Efendimiz, Müslümanları madden ve ma’nen güçlü kılmak için onlar arasında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşmanın olması gerektiğini düşündü; bunu sadece Medine’ye (yaşanan o zamana) has/özgü olarak da düşünmedi, Müslümanların yaşadığı her yer ve zamana model olmasını istedi ve böyle bir kardeşliği hayata geçirdi. 

Neler içeriyordu bu muâhât ya da uhuvvet?

1) Her Ensar bir Muhacir  ile evini ve malını paylaşacaktı.

2) Ensar, mal varlığının yarısını Muhacir kardeşine devretmek istemişti ama Efendimiz ve bu teklifi kabul etmemişti. 

3) Mülkiyet, Ensar’da kalmak şartı ile emek ortaklığı, dolayısıyla kazanç/ürün ortaklığı yapılmıştı.

4) Ensar, Îsar dediğimiz kendini kardeşine tercih etme fedakarlığını göstermiş; kardeşi Muhacir de bunu aslâ istismar etmemişti (yan gelip yatmamıştı.).

5) Ensar ile Muhacir arasında bu kardeşlik dinin daha iyi ve kolay öğrenilmesine de büyük katkı yapmıştı.

6) Ensar, Muhacirleri psikolojik olarak da Medine yaşamına hazırlamıştı.

7) Ensar, Efendimizden bi mesele dinlemiş-öğrenmişse akşam kardeşine öğretmişti; Muhacir dinlemişse Ensar’a öğretmişti.

8) Bu dayanışma ve yardımlaşma (muâhât/uhuvvet), Yahudilerin Müslümanlar üzerindeki iktisadî, siyasî ve psikolojik üstünlüğünü kırmış/zayıflatmıştı.

9) Savaşa Ensar gider de şehit olursa Muhacir, Muhacir gider de şehit olursa Ensar, şehit olan kardeşinin evinin (çoluk-çocuğunun) tüm ihtiyaçlarını karşılamıştı.

10) İstisna olmakla beraber Abdurrahman bin Avf ile kardeş olan Sâ'd bin Rebî’, benim iki hanımım var, hangisini istersen onu boşayayım onunla evlen demişti ama Abdurrahman bin Avf, bu teklifi kabul etmemişti; bunun üzerine ‘ben zenginim malımın yarısı senin olsun’ dediğinde Abdurrahman bin Avf, bana pazarın (kazancın) yolunu (ticareti) öğret yeter, demiş; kısa zamanda Medine’nin zenginleri arasına girmişti.

...

Bu muâhât/uhuvvet maalesef uzun sürmemiş, Efendimizin vefâtıyla Sakifet-ü Benî Saide’de bozulmuş; daha Efendimizin naaşı ortadan kalkmadan Ensar, halifenin kendilerinden olmasını istemiş, o gölgelikte/çardakta (sakife, çardak/gölgelik demek) toplanmışlardı, durumu haber alan Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer gibi ashabın ileri gelenleri olaya müdahil olmuş ve Hz. Ebu Bekr’i I. halife seçmişlerdi; ... III. Halife Hz. Osman zamanında muâhât/uhuvvet, kardeşlik kabileciliğe dönüşmüş, Hz. Osman öldürülmüş; IV. Halife Hz. Ali zamanında da maalesef “kardeşler” birbirlerinin kanlarını dökmüştü. (Cemel ve Sıffin.)

Rabbim, hepsine rahmeti ile muamele eyleye.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET