Kayıtlar

Nisan, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

VÜCUH İLMİ = İLM-İ VÜCUH

Kur'ân-ı Kerim’i okuma şekilleri/biçimleri. Bu ilim, klâsik anlayışı ifâde ediyor; ama ben bunu, “modern = güncel” okuma şekillerine/biçimlerine transfer etmek istiyorum. Umarım başarırım. Bunlar : • Anlamadan yüzünden okuma. • Selefî veya Geleneksel okuma. ve • Modern okuma. Modern okumayı da : Modernist okuma (= Batı aklı ile okuma) ve (Çağa) Özgü/n okuma şeklinde ikiye ayırıyorum. Kur'ân okumalarımızın çoğu anlamadan, “sevap kazanmak”! için yüzünden okuma. Anlamak için okuyanlarımız da, Onu, ya eskilerin anladığı gibi okuyor ya da batı aklı ile okuyor. İki okuma da bize yeterli faydayı sağlamıyor. Çünkü : Selefî-Geleneksel okuma, geçmişin okuması. Bu okuma, geçmişteki sorunları çözmek için okundu. Modernist (buna tarihsel okuma da denilebilir) okuma ise, batının İncil ve Tevrat okumasını taklit; batıdan transfer. Batı, İncil ve Tevrat’ı yapı söküme (bozuma) uğrattı; aynı şeyi modernistler (= tarihselciler) Kur'ân’a tatbik etmeye çalışıyorlar; çook tehlikeli bir oku

BU GİDİŞ NEREYE?!.

Gidiş, gelişle irtibatlı. Burayı (burada bulunmayı) röper alırsak – ki başka çare de yok --, gidiş, ölüm; geliş, doğumdur. O zaman, doğru tabir, geliş-gidiş; bu yazının konusu, bu geliş-gidişin istikâmeti (= yönü, kıblesi). Herkes, geliyor, geldiği yeri “biliyor”! da acaba gittiği yeri biliyor mu?!. Tüm vahiyler, insanoğlunun gidiş istikâmeti bozulunca inmişler; en son vahiy, M.610’da bu istikâmeti düzeltmek için inmeye başlamış; 23 yılda tamamlanmış. Aradan 1400 yıl geçmiş, istikâmet “bozulmuş” ama inen vahiy (= Kur'ân) bozulmamış. Kur'ân, bu istikâmeti kıble olarak isimlendirir, kıbleye de “sembolik olarak” Beytullah (= Allah’ın Evi) der. Bugün yeryüzünde kaç insan, Beytullah’a (= Allah’ın Evi’ne) yöneliyor?!. Beytullah’a şeklen yönelme, fiilen (= gerçekten) doğru istikâmeti (= sırat-ı müsteqîmi) garanti ediyor mu?!. Bu sorulara olumlu cevap vermek (= evet demek) mümkün değil. Çünkü, Beytullah’a (= Allah’ın Evi’ne) yönelenlerin (= namaz kılanların) çoğu da fiilen yönelmeyenle

KUR'AN-I BATI AKLI İLE OKUMAK

Modernistler, Kur'ân’ı batı aklı ile okuyor ve anlıyorlar. Gelenekçilerin aklı ise tarihe/geçmişe takılı = anakronik ve taklitçi; her iki akılda özgün değil. Modernist akıl, batı aklını; gelenekçi akıl, eski aklı = eskide/n kalmış aklı aynen taklit eder. Selefî aklı (da), gelenekçi akla dahil etmenin bence bir sakıncası yok. Batı (aklı), kilisenin tasallutundan (= engizisyonundan) ve tekelinden çok çektiği için, başta Descartes, Spinoza ve Kant olmak üzere, aklı bu kurumsal dinin (kilisenin) tekel ve tasallutundan kurtarmak için “özgürleştirmişlerdir”! ama bu özgürleştirme, basbayağı bir kopuştur. Olması gereken bu muydu?!. Buydu. Çünkü her kopuşun kendi şartları var ve o şartlar, oluşan yeni aklı da şekillendirir. Bu aklı biz, oradan/onlardan aynen alırsak, bizim şartlarımıza uymaz, uymuyor. Batıda dinden kopuşa, Yunan aklı çok büyük destek vermiş, bu aklı, (= batı aklını) gökten yere indirmiş, maddeye indirgemiştir, onu sadece doğaya hasretmiş, insanın (= toplumun) Tanrı ile bağı

ÜÇ TARZ-I SİYÂSET

Osmanlının son yüzyılında izlenen siyaset : Batılılaşma. İslâmlaşma. Türkleşme. Batılılaşma taraftarları, redd-i miras edenlerden ama batının mirasını alanlardan, İslâmlaşma taraftarları (= İslâmcılar), İslâm’ı modern okumaya tâbî tutanlardan,  Türkleşme taraftarı, İslâm öncesi daha eski döneme giderek, eski mirastan beslenmek isteyenlerden oluşur. Bunların “yenilerini” de Osmanlılaşma (= Osmanlıcılık) taraftarları oluşturur. Osmanlılaşma taraftarları, İslâmlaşma ile Türkleşmeyi, kısmen de Batılılaşmayı karıştıranlardır. Bunlar da Fransız Devriminden = Batı Modernleşmesinden etkilenmişlerdir, milliyetçidirler. Buradaki milliyetçilik, ırkçılıktır; asıl (orijinal) milliyetçilik, “dinciliktir”!. Batılı anlamda milliyetçilik (= ırkçılık), modern bir kavramdır; bizdeki isim babaları da Ziya Gökalp ile Tevfik Fikret’tir.  Modern İslâmcılar, alınan dînî mirası, batı pazarında “satmaya”!, daha doğru bir ifâde ile batı tarzı bir düşünceye kurban etmeye cüret etmişler/edebilmişlerdir. Bu yüzden

MİRAS

İlk anlamı atadan (= anadan-babadan) kalan mal, ama miras sadece maddî olmaz, manevî de olur. Sözgelimi iyi bir eğitim (terbiye), en iyi mirastır. Miras, devreder. Kitâb (ve Sünnet), bize Efendimizin mirasıdır. Kendilerine miras kalan vârisler, mirası : • Hor kullanarak, çar-çur edebilir. • İktisatlı kullanabilir. • Onu daha da “zenginleştirebilir, geliştirebilir.”! Bu üç hususa Fatır, 32. âyette işaret ediliyor gibi!. “Sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimselere Kitâb’ı miras bıraktık. Onlardan bir kısmı kendilerine zulmeder, bir kısmı ortalama bir yol tutar, bir kısmı da Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır. İşte büyük fazilet budur.” Miras, dünden bugüne intikal eden, üzerinde bizim emeğimizin olmadığı ama bizim “kullanımınıza”! sunulan şeydir. Kitâb bize miras kaldı, Onu çok hor kullanıyoruz, O ne diyor, anlamıyoruz ama Onun üzerinden geçiniyoruz. (?!) Mirasyedilik yapıyoruz. Bu yüzden, çoğumuz ilk gruptayız.  İkinci grupta olanlar da Onu anlamıyor, Onu “kullanmıyor” ama koruyor,

MÜRÜVVET

Kelimenin kökü mer’/mer’ün (مرء). Anlamı er/kek kişi (= zevc. Bknz. 2/102. Buradaki mer’ harf-i tariflidir). Mer’etün (مرأة) veya imraetün (إمرأة) de kadın (= zevce). Mir’etün (مرأة) de ayna. (Acaba, kadın, erkeğinin aynası mı?!.) Mer’, Kitâb’ta 38 yerde geçer; çoğu nekradır = harf-i tarifsizdir. Harf-i tarifli yerler : Abese, 34 = “yevme yefirrul mer’ü min ehî/h = O gün kişi, kardeşinden (bile) kaçar.” Nebe 40 = yevme yenzurul mer’ü mâ kaddeme-d yehâhu = O gün kişi, kendi elleri ile hazırladığına (gönderdiğine) bakar. Ve Enfal 24 = inne-lAllah’e yuhûlü beyne-l mer’i ve kalbi/hî = Allah, kişi ile kalbi arasına girer (= hulûl eder). ... Mürüvvet, mertlik, yiğitlik demek. Mürüvvetini görmek, erkeğin erkekliğini; kadının kadınlığını görmek demek, bu da evlilikte olur. Evlilik, öyle bir yakınlıktır ki aradaki ayrımı (cinsiyet farkını) kaldırır. Harf-i tarifsiz mer’lerde kadın-erkek ayrımı zaten yok. Bu yüzden mürüvvet, hem erkek hem kadın (ismi) için geçerli; = erkek de kadın da mert, yiği

YATIRIM

Herkes, maddî-manevî gelirine göre gelecekte daha çok kazanmak için kısa veya uzun vadeli yatırımlar yapar. Bu yatırımların semeresi/getirisi dünyada alınacaksa, kısa vade, 3, 5 aylık veya yıllık; uzun vade ise, 3, 5 yıllıktır. Bu semere/getiri, öte dünyada alınacaksa milyon, milyar yıllıktır = sonsuzdur ama neticede bunların hepsi yine de “ticarî, hesapçı kafanın” yatırımlarıdır.  İnanan, “ticarî, hesapçı kafaya göre” yatırım yapmaz, çünkü o kafa, mülkü (tamamen) Allah’ın bilir ve tüm yatırımlarını da Allah’ın rızasını “kazanmak”! için yapar = “ve rıdvân-un min-elAllah’i ekber.” (9/72) Bakın yine kazanmak, dedim. Allah’ın rızası kazanılınca, Allah mülkünden onlara sınırsızca verir, yatırımcının ayrıca bir hesap yapmasına gerek kalmaz. Yoksa siz, altına, dövize veya borsaya mı yatırım yapıyorsunuz?!.

EVRENSEL ve YEREL

Değerler evrenseldir ama o değerler belli bir yere (= bölgeye, coğrafyaya) indiğinde “yerel” özellik kazanır ve ‘yerel elbiseler’ giyer/ler = inzâl. Kur'ân’ın Arap toplumuna (= Arap yarımadasına) indiği gibi. Biz, Kur'ân’ın evrenselliğini yerelliğinden çıkarmaya gayret edeceksek, ki, başka bir şansımız da yoktur, Onun diline (Arapça’nın lafzına) değil, o dilin (Arapça’nın) taşıdığı değerlere (= o dilin anlamına) yoğunlaşmalıyız ve o dilden kendi dilimize bu değerleri (anlamları) ‘bişekilde’! taşımalı/aktarmalıyız. Bu da, iyi Arapça bilmeyi, bildiğimizi (anladığımızı) yaşamayı ve hayata geçirmeyi gerekli ve zorunlu kılar. Dil, hayattan (yaşamdan) kopuk değildir; hayattan kopuk dil, yaşamaz = kalıcı olmaz. Anlamları her ne kadar dil taşısa da, dilin taşıdığı anlam, yaşamın (amelin) taşıdığı anlam gibi etkili olmaz; çünkü dil, hayattan soyutlanabilen bişeydir. Ağzı olan konuşur; yaşanmayan, hayata aktarılmayan şeyler de konuşmaya malzeme/konu olur. Yerele takılı kalanlar (= milliy

YAKIN-UZAK

Veya yakınlık-uzaklık. Kasıt, fiziksel mesafe değil; başka bişey; o şeyin ne olduğunu esasen ben de bilmiyorum. Birine fiziksel (maddî) olarak uzak olsak da metafiziksel (ma’nen) olarak yakın olabiliriz, değil mi?!. Eğer O (Bir’i), bize hem fiziksel (maddî) hem de metafiziksel (ma’nen) olarak yakınsa, ki O, “Ben size, sizin şahdamarınızdan daha yakınım.” (50/16); “Ben, kişi ile kalbi arasına girerim.” (8/24) diyor. Ama biz bu yakınlığın farkında değiliz; sanki O, bize çok ‘uzakmış gibi’! davranıyor, yaşıyoruz. Biraz “mesafeyi” uzatalım!. “... feinneke bieayüninâ... Sen, Bizim gözlerimizin önündesin!.” (52/48) ... Daha fazla yazarsam, saçmalarım diye korkuyorum. ... Îkân, yakînin ism-i tafdılidir. Hicr, 99. âyetteki yakîn, = “fe’abud rabbeke hattâ ye’tiyeke-l yakîn.” (15/99), ölüm diye meallendirilir; ben de bu yakîni önceleri ölüm olarak okurdum, şimdi öyle okumuyorum; ibâdette = kullukta kalitenin ve Rabbe yakınlaşmanın en üst sınırı olarak okuyorum ve buraya varanın mi’raca çıkacağın

VÂCİB-UL VUCÛD = ALLAH

Vucûb ve Vucûd = 2V. İlki (وجوب), zorunluluk, gereklilik; ikincisi (وجود), varlık, mevcûdiyet. İlki, değer; ikincisi, olgu. Olgu ve Değer, felsefenin (= Ahlâk Felsefesinin) en temel konusudur. Fenomenoloji (batı felsefesi), olgudan değer çıkarmaya çalışır. Olgudan (vâkıadan, olandan) değer çıkmaz; değer, olması gerekene aittir; olguya değer yüklenir, (= değer, olguya yüklenir) ki, olgu değerli olsun ve hayat, değerli yaşansın. Dinde (= İslâm’da) değerler fıtrata (= yaratılışta insan ‘genlerine’!) yüklenmiştir. İnsan, kendinin ve başkalarının varlığı ile karşılaştığında (yaşadığında), onlara (şeylere) kendi içindeki (olumlu-olumsuz) değerleri yükler. = “feelhemehâ fucûrehâ ve taqvâhâ; kad efleha men zekkâhâ, ve kad hâbe men dessehâ.” (91/8-10) Ahlâk budur. Kimi insan, ahlâklı; kimi insan da ahlâksızdır. Ahlâk, bizde çoook kademeli (katmanlı) bir yapı arz eder; pozitif (= olumlu, iyi) anlamda en yüksek kademeli, dereceli ahlâk Efendimiz (s.a.v.)’e aittir; Efendimiz, ahlâkı tamamlamak içi

EY İMAN EDENLER!...

Ey İman edenler!... Bu sesleniş (hitab), Kitâb’ın bir çok yerinde geçer. Ben, burada Bakara, 153. âyettekine değineceğim. Önce âyet : “Ey İman edenler!. Sabır ve salât (namaz) ile yardım dilenin (isteyin). Kesinlikle Allah, sabredenlerle beraberdir.” Dilenin (isteyin) diye çevrilen kelimenin (اسْتَعِينُوا) kökü, avn. Bu kelime Kitâb’ta 11 yerde geçer. Fatihâ’daki “iyyaKe na’budu ve iyyaKe nesteîn”deki de avn’dır (nesteîn); teâvun (تعاون) da yardımlaşma, iş ve güç birliği yapmadır. Sabır, başa gelen musibetlere karşı dayanma ve direnme. Salât (namaz), başa gelen/gelecek olan iyilikler (hayr) ve kötülükler (şerr) için Allah’a yönelme. Kişi, namazla kendini yetiştirmezse, başına gelen iyilikleri kendinden bilir, kötülüklere (musibetlere) de sabredemez, isyan eder. Namaz, salâttır. Salât’ın kökü de SALÂ ve SALLÂ (صلى). Bu kelime de Kitâb’ta 99 yerde geçer. İsim olarak geçtiği yerler, namaz anlamında; fiil olarak geçtiği yerler, yaslanma, destek alma anlamındadır. 111/3’de = Tebbet’te “seye

DOĞRULUK-İYİLİK-GÜZELLİK

Her alanda doğruluk, güzel ahlâktır. Güzel ahlâk, hılkate (yaratılışa) ve fıtrata uygunluktur. Ahlâk (اخلق), halk’ın/yaratmanın ve hulk’un (خلق) ism-i tafdılidir.  Fıtrat (فطرة) ise, yaratılışın kodları ve hayatın/varlığın ortaya çıkışıdır. Kişi, bu kodlara uygun yaşarsa, ahlâkta kemâl mümkün olur; aksi zevâldir. Bazı ahlâkçılar, ahlâk, ruhun fıtrî eylemleridir, derler ve ahlâkı bendenle ruhun uyumuna bağlarlar. Mâlum, bedeni de ruhu da yaratan Allah’tır. Beden, ruhla; ruh, bedenle çatışırsa, kişi güzel ahlâklı ol(a)maz. Ahlâk, için dışa; dışın içe uyumudur; münafık, (en) ahlâksız adamdır. Ben, pozitif ruhların kendi aralarındaki uyumsuzluğuna inanmam. Her şeyin, kendi düzeyinde bir ruhu vardır; Cebrail, büyük ve güçlü (= cebr) Ruh’tur; şeytan ise, yaratılışın/fıtratın aksine hareket eden negatif ruhtur. Pozitif ruhlar, negatif ruhlarla; negatif ruhlar, pozitif ruhlarla karşılaştıklarında çatışırlar.  Güzel ahlâk (= iyilik, güzellik, doğruluk), pozitif ruhu büyütür, güçlendirir; kötü a

HIZIR-MÛSÂ HİKÂYESİ

Herkesin bir hayat hikâyesi (kıssası) var. Hızır-Mûsâ kıssası da onların hayat hikâyesinden bir kesit. Öğrenilen her şey, bu hikâyenin içinde öğrenilir ve herkes “kalitesini” bu hikâyenin içinde belli eder. Kiminin hikâyesi mutlu sonla biter, kimininki de acı sonla. Kimi sabreder, kimi de isyan eder. Mûsâ, Hızır ile yaşadığı hikâyeye sabredemedi ve hayatının künhüne vâkıf olamadı. Her hikâyenin senaryosu Rab tarafından yazılır (= kader) ve bizler (çoğu zaman) bu senaryoları bilmeden hayatlarımızı yaşamaya devam ederiz. Bu senaryoyu çoook az kişi bilir. Hızır, “bütün bunları ben kendiliğimden yapmadım.” demişti. (18/82) Hızır’ın iradesi Küllî İradeye (= İlâhî Senaryoya) tâbî olarak hareket ediyordu. Biz, irademiz İlâhî İradeye (Senaryoya) uymazsa isyan ediyoruz, İlâh’ın (Allah’ın) hükmüne sabredemiyoruz. “Onlara bir iyilik isâbet etse, Allah’tandır; bir musibet isâbet etse, ‘senin yüzündendir’ derler. De ki : Hepsi Allah’tandır.” (4/78.) Çook az insan, bir musibet ile karşılaştığında, “

TÜRKİYE YÜZYILI MEB TASLAĞI ve EĞİTİM-ÖĞRETİM MESELESİ

Hasbelkader 30 yıla yakın eğitim almış, 10 yıl eğitim vermiş biri olarak, ne aldığım ne de verdiğim eğitimden memnunum; ne aldıysam “kendim”! aldım; tüm eğitimimi kitaplara ve bir kaç hocaya borçluyum; onların (o hocaların) da öğrettiklerine değil, tavırlarına, yaklaşımlarına ve davranışlarına. Öğrenciyi karşıya (karşımıza) alıp, bilgiyi onlara “dikte etmek”, eğitim-öğretim değildir; mevcut okul/sınıf sistemi eğitmiyor, öğretmiyor. Öğrenci, öğreticinin (hocanın) tavır, tutum ve davranışlarına ve samimiyetine bakıyor. Ben öyle yaptım; sizi bilmem.  Ana-babalarda, ailede de durum aynı. Ana-babalar, çocuklarını karşılarına alıp onlara bişey öğretmeye (söylemeye) kalktıklarında, çocuklar, ana-babalarındaki samimiyete ve tutarlılığa (yaşadıkları hayata) bakıyorlar; belki ayıp olmasın, saygısızlık olmasın diye, o ân onları dinliyorlar ama sonra yine bildiklerini ve gördüklerini okuyorlar, yapıyorlar... Bilgiye (gerçeğe) aç çocuklar, merak ediyor, araştırıyor; mevcutla yetinmiyor. Öğretim, öğ

ANLAŞ(IL)MAK

Düşünce söz konusu olunca, insanlarla aynı düşüncede olmak = anlaşmak veya anlaşılmak zor zanaat. Çünkü, herkes aynı (şekilde) düşün(e)müyor. Aynı geçmişi, aynı endişeleri, aynı beklentileri yaşamıyor... Bu adam okumuş (bu konuda uzman, doktora yapmış, doçent, profesör olmuş; bu konuda kitap yazmış (bu adam/a şair-yazar unvanı almış/verilmiş, vs.); görmüş-geçirmiş; ‘bu beni anlar veya ben bu adamı anlarım’ dediğimiz adamlarla bile anlaşamıyoruz, onlar tarafından bile anlaşılamıyoruz. Üstelik bunlar kendilerini konunun uzmanı (kompetanı) gördükleri için size acımasızca ve kabaca saldırıyor ve sizi cahillikle suçluyorlar... (Okumamışların (= az-çok mürekkep yalamamışların) hâli ise tepkisizlik. Bu tepkisizlik yüzünden onların bizi/sizi anlayıp-anlamadığı belirsizliğini koruyor.) Bilgi, insanı olgunlaştırmalı, rüşte ulaştırmalı. Rüşt, muhataba davranışta; muhatabın herhangi bir yanlışına (veya doğrusuna) verilen tepkinin biçiminde (savunma veya saldırıda) açığa çıkıyor. 5-10 yıllık yazı (

TASAVVUF ve FELSEFE

Tasavvuf felsefesi. Bizde İbn-i Arabî, Rûmî ve Yunus ile tasavvuf felsefesi gelişmiş; felsefe gelişmemiştir. Esasen, tasavvuf bir felsefe değil, fiilî bir arınma/saflaşma idi. Bu arınmanın/saflaşmanın fikrî temelleri, tasavvuf felsefesini oluşturdu. Bu yüzden, kelâmla tasavvuf felsefesini ayıran nokta “flûdur”!. İkisinin de dayandıkları nokta “aynıdır”!. İkisi de aklı kullanırlar.  Batılı anlamda felsefe de aklı kullanır ama onun kullandığı akıl, dinle (= fıtratla, hılkatle) kayıtlı bir akıl değildir; savruk akıldır. İslâmî anlamda felsefenin adı Hikmet’tir. Hikmet, doğru işi, doğru amaç için yapma; bu amaca ulaşmak için doğru araçları kullanma demektir. Bunun için saflık (= saflaşma, tasavvuf) şarttır. Kelâm da selim (= saf, tertemiz, Yunan kiri bulaşmamış) akılla iş yaparsa Hikmeti yakalar, ama ... “Kime Hikmet verilmişse, ona çook hayr (= şey) verilmiştir...” (2/269) Verilmiş kelimesine dikkat çekmek isterim. İsteyene verilir; bu istek de fiilî çaba ile olur. Kendisine Hikmet verile

COGİTO

“Cogito ergo sum = Düşünüyorum, öyleyse varım.” Bu cümle, Descartes’e ait. Descartes, düşünmeyi, var olmakla özdeşleştirmişti. Kişinin kendini bilmesi için düşünmesi şart, ama başkasının onu bilmesi, düşünce ile mümkün olmuyor; gözle görülür bir eylem (iş, amel) yapması gerekiyor. Yazı da düşüncenin bir eylemi. Allah (da) “bize göre bir başkası”! ise, O'nu eylemleri (efâli, yarattıkları) ile biliyorsak, O’nun bizi bilmesi için de iyi-kötü bişeyler yapmamız şart; gerçi Allah, bizim düşüncelerimizi, bizim gönlümüzden geçenleri de en ince ayrıntısıyla bilir; O, Âlîm-un bizâti’s sudûr’dur. Kendimizi bilmemiz için düşüncemiz/düşünmemiz yeterli olsa da, birbirimizi ve Allah’ı bilmemiz için sâlih amel yapmamız şart; “salt düşünce” ile, Allah bizi bilse/bulsa da biz Allah’ı bilemeyiz. En iyi öğretici, ameldir; hem iyi hem kötü amel (= deneyim/tecrübe), kişiye aslâ unutamayacağı şeyleri öğretir. 

AHLÂK

Ahlâk, hilkate (= yaratılışa, hulka = fabrika ayarlarına) uygun davranıştır; zıttı da ahlâksızlıktır. Kimse, ahlâksızlığı kabul etmek istemez ama çoğu kimse ahlâkı dinden (= yaratılıştan) ayırır ve onu sekülerleştirir. Kant’ın felsefesi ahlâkı dinden (= yaratılıştan) ayırma ve onu sekülerleştirme felsefesidir. O (= Kant), aklı, teorik (saf/nazarî) ve pratik akıl diye ikiye ayrınca, ahlâkı da dinden ayıracağını sandı, ama pratikte bunu başaramadı; sadece aklı bölmüş/parçalamış oldu. “İnanca (= ahlâka) yer açmak için bilgiyi (= aklı) inkâr ettim.” sözü ona aittir. ... Ahlâkın Yaptırımı Hukuk da (töre de, her türlü norm da) ahlâktır. Hukukun yaptırımı maddî; ahlâkın yaptırımı manevîdir. Esasında maddî-manevî ayrımı da yapaydır. Bu ayrım, dünyevî-uhrevî ayrımını getirir; oysa dünyevî olan, uhrevîdir = âhiret, dünyada kazanılır. İyi ahlâklı olanın âhireti iyi; kötü ahlâklı olanın âhireti kötü olur. Din (= İslâm), iyi ahlâktır; diğer dinler ise kötü ahlâk. Müslüman/ın ahlâkı, dünyevî ve uhre

BEN KİMİM?!.

Herkes bu soruyu kendine sorabilir. Bende, değişen ve değişmeyen şeyler var. Değişen şeyler, hem bendeki (değişmeyen) şeyleri değiştirmiyor hem de ben, değişen şeylerin toplamıyım. Hepimiz öyleyiz.  60 yaşındaki ben, çocukluğumdaki benle, hem aynı ben, hem de farklı ben. Beni değiştiren ben, yaşadıklarım = üzerimden zamanın geçmesi. Beni değiştirmeyen ben, benim “zaman üstü”! olmam. Zaman üstü olmam, zaman (ve mekân) üstü Olan’ın bendeki nefesi. Zamana ve mekâna tâbî olan, değişir; zamana ve mekâna tâbî olmayan, değişmez. Tanrı, zamana ve mekâna tâbî değildir. Zamana ve mekâna tâbî olmayan “değerlere”, kalıcı (ahlâkî = dînî) değerler denir. Bu değerler, her zaman muhafaza edilmelidir. Bu değerler, ilk insanda da son insanda da aynıdır. Adâlet, merhamet, şefkat, değerli olana hürmet, ehliyet-liyâkat, hakkaniyet gibi... Bu değerleri, insan ve insanlar (toplum ve devletler) belirleyemez, onlar bunları kendilerine yontarlar; bunları, EN DEĞERLİ OLAN ve hiçbir şeye muhtaç Olmayan belirler.

MUHAFAZAKÂRLIK

Muhafaza etme, koruma, ama bunu neyi muhafaza edeceğimizi, koruyacağımızı bilerek yapma/k. Hiçbir şeyi muhafaza etmez, değerini bilmez ve her şeyi kola kutusu gibi kaldırıp atarsak, kimliğimiz ve kişiliğimiz oluşmaz, dolayısı ile de oturmaz. Her şeyi olduğu gibi muhafaza edersek de çöp eve (çöplüğe) döneriz. Öyleyse, bazı (önemli/değerli) şeyler, muhafaza edilmeli; bazı şeyler de işi bitince atılmalı. Önemli ve değerli şeylerin ne olduğunu nasıl bileceğiz?!. • Geçmişlerin tecrübesinden yararlanacağız. • Kendi tecrübemiz, deneyimlerimiz (= aklımız) bize yol gösterir. • Rabbimiz bize yol gösterir.  İlk yol, tarih bilinci ile = iyi bir tarih okumasıyla; ikinci yol, mevcut imkân ve şartların iyi değerlendirilmesi ile; üçüncü yol, her ikisinin birlikte ele alınması ve geleceğin öngörülmesi ile mümkün. Böyle bakınca muhafazakârlık, körü körüne geçmişi taklit veya aynen tekrar değildir. Kelimenin karşıtı modernlik (= yenilikçilik) de, eski olan her şeyi atıp, yeni olan her şeye dört ell

MÂLİK-İ YEVM-İD DÎN

"Mâlik-i/Mâlik-i Yevm-id Dîn." (1/3) Bu cümle, Fatihâ Sûresinin 3. âyetinde geçer; iki şekilde de okunur. Cümlede üç kelime (kavram) var : Melik/Mâlik. Yevm ve Din. Şu şekilde meallendiriliyor : Din Gününün Sahibi. Melik, yönetici-kral; Mâlik, mülkün sahibi demek. Yevm, gün. Nekra. Din, düzen kuran, kural/yasa koyan. Yevm-id Dîn tamlaması : Din Günü = Hesap Günü. Bu, bence oldukça dar bir anlamlandırma. Sûre bütünlüğü ile birlikte düşündüğümüzde, --- ki sûre, Kitâb’ın özetidir --- bu üç kavramın birbiri ile ilişkisi sadece öte dünyadaki Hesap Gününe hasredilemez/hapsedilemez. Kitâb, daha çok buradaki hayatı düzenlemek = burada bir din kurmak için inmiştir ve insan, iradesini burada kullanacaktır. Melik (= Kral), düzen (= din) kurmak ve kurduğu düzeni (= dini) sürdürmek için kurallar koyar ve koyduğu kurallara (= dine) uyulmasını = uygun yaşanılmasını emreder. Çünkü O, Mâlik’tir, Sâhip’tir, Hâkim’dir. O Melik’in mülkünde yaşayan bizler (= herkes), O’nun koyduğu kurallara (= di

KİTÂB'IN ANLAŞILMASI

Kitâb’ın “kutsallığına = Allah’tan geldiğine” inanılması ve inanmayanların, anlama samimîyeti göstermesi. O okunurken Allah’la = âlemlerin Rabbi ile = Rabbimle konuşuyorum = Allah beni, ben Allah’ı muhatap alıyorum diye okunması ve Eûzü-Besmele çekilmesi. Ondaki eğitim-terbiye metodunun = Allah’ın Rabliğinin, tedricî olduğunun bilinmesi ve bu eğitime nereden başlayacağının fark edilmesi ve bu eğitimin amelle sağlamlaştırılması. Kur'ân’dan okuduğunu hayatına uygulamayanlar, Onu ya papağan gibi ya da bant kaydı gibi okurlar. Kur'ân’ın her emrinin bir sistematiği ve sırası vardır. Sözgelimi, namazın (= sadece Allah’a ibâdetin), kendisine farz olduğuna inanan biri, başkalarına ibadeti (= kulluğu) ‘mümkün mertebe’! kesmek zorundadır. Yine, toplu cihat (= savaş) emri, henüz bir cemaat oluşturamamış insanlar için uygulanabilir değildir, vs... Amel, kıraatten çook daha etkili bir eğitim-öğretimdir. Kur'ân’ın kendi içindeki tutarlığının ve kurmak istediği yaşam biçiminin (= dinin),

İLİŞKİ

Mülabese. Münasebet. Râbıta. İlgi-Alâka. İnsanın içinde ve dışındaki her şey, her şeyle ilişkili. İnsan, kabaca, duyu, duygu, akıl ve gönül (kalp) varlığıdır. Duyular (= göz, kulak, dil, deri ve burun) duygularla; duygular, akılla; akıl, gönülle (kalple) ilişkilidir. Bunların karşılıklı, ikili ve çoklu ilişkisi nerdeyse “sınırsızdır”!. Doğru gören (işiten, tadan, koklayan, vs.), doğru duygulanır (hisseder); doğru hisseden, doğru akleder; doğru akleden, doğru iman eder... Duyular ve duygular, aklı doğru beslerse, akıl doğru çalışır ve kişi doğru hareket eder (davranır); (doğru veya yanlış) davranış (amel = deneyim/tecrübe), kişiye daha çok şey öğretir. “Bildiklerinizle amel edin ki Allah size bilmediklerinizi öğretsin.” Hadis-i Şerif. “... Allah’tan korkun!. = ittiqâ edin! ki, Allah size öğretsin!...” (2/282) İttiqâ (= taqvâ), hem duygusal hem aklî hem de kalbî (= bedenî) amelle olur. İnsanın tüm melekeleri (organları) birbiri ile madden ve ma’nen (= işlevsel olarak) ilişkilidir; insan

AKLIN YOLU

Aklın yolu gerçekten bir mi?!. Bu soru, bütün akıllar aynı şekilde mi çalışır?, sorusu ile irtibatlı.  Batı (= Aristo) aklında (= mantığında), tüm akıllar aynı çalışır. Her akıl, bir (her) şeye aynı şekilde doğru veya yanlış (iyi veya kötü, güzel veya çirkin) der. Oysa, o şeyin doğruluğunu veya yanlışlığını (iyiliğini veya kötülüğünü, güzelliğini veya çirkinliğini) sadece akıl = mantık belirlemez, o şeyin içinde bulunduğu diğer şartlar da belirler. Böyle bakarsak, çoklu akıllardan (= çoklu veya fuzyy/bulanık mantıktan) söz edebiliriz. Daha düne kadar (hâlâ!) (pozitivist) bilim, ikili (siyah-beyaz) Aristo aklına (= 0-1, var-yok mantığına) yaslanmış/dayanmıştı; son yıllarda (kısmen) bilimde akıllar (= bilime mantıksal yaklaşımlar) çoğaldı; bilim, çok boyutlu (= inter-disipliner) hâle geldi. (Gelmeye başladı mı?!. Ben bilimden uzaklaşalı 10 yıl oldu.) Her yerden her yere veya bir yere; bir yerden her yere gidilebilir; önemli olan, “gideceğimiz yeri” bilmemizdir. İllâki birileri bize, ‘gid

NANKÖR

“inne-l insane li rabbihî lekenûd. Kesinlikle insan, Rabbine karşı nankördür.” (100/6) Nankör kelimesi bize Farsçadan geçmiş. Nan, ekmek; kör, kör. Ekmek verene karşı kör demek. Tâbî buradaki ekmek, geniş anlamda verilen her şeyi kapsar.  Kitâb’ta kelime, başında tekid lâ’sı ile sadece 100/6’da le-kenûd olarak geçer ama bu anlamda kullanılan küfür kelimesi çook yerde geçer. Nankörlük bir küfrân-ı nimettir = nimet vereni örtme, görmezden/tanımazdan gelmedir. Açık (sözle inkâr) küfür = kâfirlik zaten şirktir. Nankörlük de bir tür inkârdır.  Nasıl bir inkârdır?!. İnsan, kendini bir damla (damla bile değil) değersiz, atılan sudan (meniden) yaratan, ona göz-kulak, el-ayak, sağlık-sıhhat, güç-kuvvet-kudret, mal-mülk-evlat, sevgi-bilgi, ilim-irfan, ... veren Rabbini unutuyor, sanki O, ona hiçbir şey vermemiş gibi davranıyor; hatta ‘verdiysen verdin, ben de kazanır veririm,  gün gelir Sana borcumu öderim, al!’, diyebiliyor. Din (dindarlık), deyn’den borç ödeme demek. Dindar, borç öderken (= di

RU'YETULLAH

Ru’yetullah : Allah’ın “görülmesi”!. Allah’ı bu (kafa) gözlerimizle görebilir miyiz?!. Mûsâ (a.s.), Allah ile konuştuğunda Rabbini kafa gözleri ile görmedi, Sesini duydu. Allah konuştuğunda, herhangi bir iş yaptığında (= Esmâ), “görülmez”; O, yaptığı iş ile görülür!. Kıyame/t Sûresi 22 ve 23. âyetlerde = “vucûhun yevmeizin nâdıra/h, ilâ Rabbihâ nâzira/h.” sözü edilen “görme”, nazarî = aklî görmedir, nazardır, basar değil. Görmenin bir çok çeşidi var : Ayn. Basar. Nazar. Müşahede. Rü’ya. Rüyada görmek için de, akletmek için de göze ihtiyacımız yoktur. Göz, bu dünyada ihtiyacımız olan şeyleri görmek için vardır; onları yaratan Allah’ı, bu dünyada da âhirette de “akıl = nazar” görür. Belki de (= Allah-u A’lem), bunun için kafa gözüne (bedene) ihtiyacımız olamayacak, ama aynı sûrenin 3 ve 4. âyetleri bedenin parmak uçlarındaki farklılıklara kadar top/ar/lanacağını söyler. Bu dünyada aklını (= nazarını) çalıştırmayanlar, kullanmayanlar (= Allah’ı aklen ve kalben göremeyenler), hiç heveslenm

KONUŞMA

İlk görüşte konuşma ağızda başlar gibi görünür ama esasında ağız, konuşmanın son durağıdır; konuşmanın ‘ilk durağını’ bilen, beri gelsin!. Aslında konuşan ağız (dudaklar, damak, vs.) değildir. Ağız, sesin çıktığı yerdir. Ses, can olmadan çıkmaz = ölü konuşamaz. Aynı şey, kulak, göz, el, ayak, ... için de geçerlidir. Pekiî, bütün bu eylemleri “kim” yapmaktadır; biz mi, yoksa bizi Yaratan mı?!. “Lâ Havle ve lâ Quvvete illâ bi Allah”ı bir de bu gözle “okuyalım”!. ... Mûsâ (a.s.), Rabbi ile konuştuğunda, konuşan “çalı” idi, ses çalıdan çıkıyor/geliyordu ama “ESAS KONUŞAN”, Mûsâ'nın Rabbi Allah idi. Allah, konuşmak için yarattığı her şeyi kullanır; her şey O’nun kuludur; kul, kul-lanılır. Önemli olan, insanın kendisini kimin kullandığını bilmesi, kimin kullandığının farkına varmasıdır. “Lâ ilâhe illâ-l Allah” diyen bir kul, sadece kendini Allah’ın kul-lanmasına açık eder; diğerlerinin kul-lanmasına kapatır.

HAYVAN-I NÂTIK

Hayvan-ı Nâtık : Konuşan hayvan. İnsan. İnsan, hayavânlar (= canlılar) arasında konuşabilen tek canlı. Diğer hay(a)vanlar, konuşamazlar, havlarlar, hırlarlar, öterler, melerler, ulurlar, ... ama konuşamazlar. Konuşma, sadece günlük = dünyevî yaşamsal ihtiyaçları (= yeme-içme, barınma-bürünme, korunma, çiftleşme, vb.) giderme değildir. Hayvanlar, günlük = dünyevî yaşamsal ihtiyaçlarını (= yeme-içme, barınma-bürünme, korunma, çiftleşme, vb.) havlamayla, hırlamayla, ötmeyle, melemeyle ulumayla karşılayabilirler. Konuşma, günlük = dünyevî yaşamsal ihtiyaçları aşan bir etkinliktir. İnsanlar konuşarak, “daha iyi bir gelecek” kurmayı hedeflerler.  “Er-Rahmân. Alleme-l Kur'ân. Halaq-al insân. Allemehül Beyân.” (55/1-4) İnsana beyânın öğretilmesi, dünyanın Kur'ân’a (= Allah’ın Emrine) göre yaşanması = Allah’a kulluk yapılması içindir. Allah’a kulluğun yapılmadığı bir hayat, “hayvanca” bir hayattır. İnsan, konuşmayı/konuşmasını Allah’a kulluğa endekslemediği sürece “hayvanlar gibi” yaşar

DELÂLET

Eskiden dil okulları vardı. Basra Dil Okulu. Kûfe Dil Okulu gibi. Bu okullar, dilin “demek istedikleri” ile ilgilenirlerdi. Demek istenilen şey, kasıttır, maksattır, makâsıddır. (Makâsıd, maksadın çoğulu). Kasıt (= maksat, makâsıd), geçmişten (= gelenekten) güç alır, geleceği şekillendirir. Bunu dil (söylem ve eylem) yapar; eylem de bir dildir. Modern dilbilim, dilde, sözdizim, anlambilim, edim/eylembilim, erekbilim konularına; bunların birbirleri ile ilişkilerine ve bağlama; eski tâbirle siyak ve sibaka odaklanır. Bir cümlenin ve cümlelerden oluşan metnin söz dizimi/yapısı, bağlama, anlama (= o metnin içerdiği anlama), okurdan istediği/beklediği eyleme/edime, okuru götürmek/vardırmak istediği hedefe/amaca, ereğe/gayeye bir bütünlük hâlinde odaklanırsa, o metin “güçlü bir metin” olur. Tabiî, amaç/hedef doğru bir şekilde belirlenmiş ve ona uygun kelime/kavramlar seçilmilse. Bir metin, bizi “rastgele, boş ve anlamsız hedeflere” yönlendiriyorsa, bizi oyalıyordur. Böyle baktığımızda çoğu m

MATERYALİST AKIL = ŞÜPHE!

“Allah bizimle (bizzat) konuşsa, ya da bize bir âyet/işâret indirse/gönderse ya derler, o bilmeyenler. Onlardan öncekiler de böyle (buna benzer şeyler) söylemişlerdi, kalpleri ne kadar da benzeşti...” (2/118) İman, kalp işi; pozitivist mantığın ve aklın işi değil. Nice akıllılar (yarım akıllılar!), imana gelmiyor; kendilerini bişey sanıyor Rable bizzat konuşmak istiyor O’ndan somut ve âyetler/işâretler, deliller istiyor; “dolaylı ve soyut delillerle”! yetinmiyor; bizzat Yapan’ı (Yaratan’ı) görmek, O’nunla konuşmak istiyor.  Âyet, çoook ilginçtir, “Biz âyetlerimizi gerçeği iyice, yakînen, şüpheye yer bırakmadan bilmek isteyenler için apaçık kıldık.” (= beyân ettik), şeklinde biter. Allah’a (= Allah’ın varlığına) iman, nasıl bişey?!. Kendisi ile konuşulmayan bir Varlık’a inanmak nasıl bişey?!. O’nunla konuşarak, O’na iman etseydik, kalbimiz daha mı mutmain olurdu?!. Kendileri ile hiiç konuşmadığımız, karşılaşmadığımız kişilerin varlığına inanmıyor, onlara güvenmiyor muyuz; bunun için onl

BİD'AT

Bir geleneğe bağlı olmayan, kökü bulunmayan bir şeyi icat etme veya yeni/yepyeni bir geleneği (uygulamayı) başlatmadır bid’at. Bid’atlar (icatlar!) süreklilik ve bütünlük arz etmediği, toplum tarafından benimsenmediği sürece tutunamaz, kök salamazlar. Bid’at ile yenilik arasındaki farkı, geçmişte yaşanan hayat ile şu ân yaşanmakta olan hayatın uyumluluğu veya uyumsuzluğu, tutarlılığı veya tutarsızlığı belirler. Bid’atte, geçmişte yaşanan hayatla, şu ân yaşanmakta olan hayat uyumsuzdur, çatışır; yenilik, şu ân yaşanmakta olan hayatı, geçmişte yaşanan hayata göre daha kolay ve daha rahat kılar. Şu ân yaşanmakta olan hayatı, geçmişte yaşanan hayata uydurmak = döndürmek ise, şu ân yaşanmakta olan hayatı zorlaştırmaktır. Şimdi (şu ân) yaşanan hayat, geçmişte yaşanan hayata göre daha zor, diyenlerimiz olabilir. O zaman, bid’at de yenilik de bir icat olarak görülmez; olsa olsa bir ıslah olarak görülür ama bu, bir geriye gidiştir; geriye gidiş, belli oranda yıkım gerektirir. Oysa, hayat hiç ge

KİM-LİK SORGULAMASI

Kimlik sorgulaması, kim olduğumuzu sorgulamadır.  Kişi, önce evlât; sonra kardeş; sonra öğrenci-hoca; sonra eş; sonra ana-baba; sonra vatandaştır... Evlât ana-babadan, ana-baba evlâttan; kardeş kardeşten; öğrenci hocadan, hoca öğrenciden; eş eşten; vatandaş devletten, devlet vatandaştan memnun mudur?!. Kimlik sorgulaması, bu memnunluğun kalitesine göre şekillenir. Kulluk da bir kimliktir, hem de en asîl kimliktir. Bu kimlikte de “karşılıklı memnuniyet” esastır. Kul, Rabbinden memnun değilse (= Rabbinden gelene razı değilse), Allah-u A’lem, Rab de kulundan memnun (razı) değildir. 

AKIL ÇEŞİTLERİ

Akıl, aklı çeşitli şekillerde sınıflar, bunu yaparken zaman ve mekânı (bugünü ve yarını) ve çalışma şeklini düşünür. Mekâna göre akıl : Meâş ve Meâd. Meâş, bu dünya için, bu dünya mâişeti (geçimi) için çalışan akıl; Meâd, öbür dünya için çalışan akıl, demek. Zamana göre akıl : Aklı Evvel (= İlk Akıl), ilk yaratılan akıl veya Faal akıl. Faal akla daha “aşağı = sonraki” bir düzeyde işlev verirler. Şu ândaki akıl (yürütme) :  Felsefede, Nazarî/Teorik/Saf Akıl, Pratik/Amelî Akıl. (Kant) Ratio, İntellektio, Us, Episteme, Understand, Mind. Kelâm ve Tasavvufta, Beyan, İrfan, Burhan. Mücerret (Soyut) Akıl, Müsedded Akıl, Müeyyed Akıl. (Taha Abdurrahman) Irka göre akıl : Arap Aklı (Câbirî). Türk Aklı... Kültür ve coğrafyaya göre akıl : Batı aklı. Doğu aklı... Bu kadar çok akıl, aklın çok farklı seviyelerde çok farklı çalıştığını göstermez mi?!. Bütün bu farklılıklar arasında düzenli/uyumlu bir ilişki kuracak ve onları ortak bir istikâmete sevk edecek olan, sadece Tevhîd’dir; aksi, (aklî) şirkti

AKLI ŞEKİLLENDİREN...

Akıl, sahibinin içinde bulunduğu şartlara göre şekillenir = çalışır; her akıl aynı şekilde çalışmaz. Bu da demektir ki, akılların çalışma şekilleri arasında fark vardır. Batı aklı, batılı şartlarda; doğu aklı, doğulu şartlarda çalışır; batı doğuya, doğu batıya akıl dayatırsa, taraflara aklî tahakküm uygulanır. Akıl, Kitâb’ta isim olarak değil, fiil (= eylem) olarak geçer; eylemi, eylemin şeklini belirleyen de içinde bulunulan şartlardır. Çölün şartları ile yaylanın veya kutbun şartları aynı değildir; her yerde aynı akıl işlemez. Tarım toplumunda yaşayanla, sanayi toplumunda yaşayan, aynı şekilde akıl yürütmez... ama her yürütülen akıl, aynı istikamete (= hedefe, amaca) yönelebilmeli, yönelmeli ve eylemlerini Tevhîd’e (= Tek İlâh’a kulluğa) yönlendirilebilmelidir = kıble; aksi hâlde, trafik (= akılların trafiği) karışır ve düşünce keşmekeşi yaşanır. Din, akıllara ve hayata düzen vermek için vardır. Dinsiz bilim ve felsefe, aklı ve hayatı (= insanı ve toplumu) içinden çıkılamaz bir keşme

HADİS

Önce, kelimenin etimolojik anlamı; sonra, dindeki anlamı (= karşılığı). Hads, hudûs (حدث/حدوث), hâdise : yeni ortaya çıkan (vukû bulan) olay; ihdas (احداث) : sonradan var olan = önceden olmamış olan; istihdâs (استحداث) : ilk defa yapılan/uygulanan, modern/çağdaş olan, demek. Hadisin dindeki anlamı : Efendimizin “sözlü ve fiilî” olarak söyledikleri ve yaptıkları. (= Sünneti, uygulamaları) Efendimizin o günkü Sünneti ve uygulamaları, o güne göre “yeni ve orijinal” idi; her ne kadar o Sünnetin ve uygulamaların dayandığı temel ilkeler (= Tevhîd) eski veya kadîm olsa da. Her çağın sünneti ve uygulamaları o temel ilke Tevhid’e dayanırsa “yeni” (hâdis) olur. Kelâm’daki (= İslâm felsefesindeki) hudus delili de sonradan meydana gelenlere (= yaratılmış olanlara) dayanır. = Bu delille sonradan yaratılanlardan Yaratıcı’ya gidilir. Allah (c.c.), ‘muhalefet-ün lil havâdis’tir. = sonradan yaratılanlara benzemez. Gelenekteki ek, yeniyi (hâdis olanı) temsil eder; ek olmazsa, o gelenek donuk ve ölü kalı

DİNİN TAMAMLANMASI

“el-yevme ekmeltü leküm dîneküm... Bugün dininizi tamamladım...” (5/3.) Buradaki tamamlamaya karşılık gelen kelime kemâl = ekmeltü. Kemâl, oluşta zirve, mükemmellik, olgunluk. Teorik din, pratik yaşamla tamam olur. Bu din, Efendimizin pratik yaşamında tam tamam, tam mükemmel olmuştur. Gelen vahiy, eklene eklene sahih bir gelenek oluşturmuş ve o gelenek (= Sünnet), “Onun zamanında” tam kıvamını bulmuştur. Bizim zamanımızdaki din, teorik olarak değil, gelenek (pratik yaşam ve sünnet) olarak mükemmel, tam değildir. Teorik tamlığın pratik tamlığa dönüşmesi, Kitâb’ta yazan O Teorinin günümüzün = zamanımız pratiğine dökülmesi veya dönüştürülmesi ile mümkündür. Bu nasıl olur, olacak?!. Teorik dinde değişmeyen sâbitelerin (= iman esasları ve ibâdet şekillerinin) bizi merkezde tutması; ve muamelât dediğimiz, toplum hayatını, sosyal işleri ilgilendiren hukukî işlemlerin yaşadığımız hayata adaptasyonunu sağlayarak. Bu adaptasyon, dinin temel, değişmez, sabit ahlâkî ilkelerine göre yapılmalı; hakk

GELEN-EK ve MODERNLİK

Gelenek, geçmişten gelene bugün eklenen ve ondan bugün etkilenen yaşanmışlık, demektir. Geleneği tümüyle reddediş, başka bir geleneği kabulleniştir. Modernlik de batının bir geleneğidir; hiçbir düşünce ve yaşam köksüz olmaz, yaşayamaz; gelenek köktür. Kendi geleneğini reddedip, batı geleneğini modernlik (çağdaşlık) addedenler, köksüzdürler; küçücük/güçsüz bir rüzgârın önünde savrulan yaprağa benzerler. Geleneğe aynen sarılmak, kendini yenilememek de, kuruyup kalmaktır; gelene ek yapmak ise, geleneği yenilemektir. Bu yenileme, âdetâ yaşlı ağacı budama gibidir; ağaç budandıkça gençleşir. Sünnet (ve onun sözlü ifadesi Hadis), İslâmî gelenektir, köktür, İslâm’ın ulu çınar ağacıdır; o ağacı “budamak”!, o gün yaşanan Sünneti, bugünkü sünnete dönüştürmektir. Eğer, ‘o ulu çınar ağacına’ “bakım”! yaparak bugüne taşıyamazsak, ağaç meyve veremez hâle gelir ve kurur. Her çağ, geleneğinden beslenen sünnetini (= yaşantısını) oluşturur ve bunu gelecek nesillere aktarır; o nesil bu mirası ya reddeder

İYİ-KÖTÜ

İyi-kötü = öyle ya da böyle, yaşayıp-gidiyoruz. Önceki sözün (veya davranışın) iyi idi; bu sözün (veya davranışın) kötü. Onun başına b/öyle bişeyin gelmesi, iyi oldu; o, yaptığının karşılığını gördü/buldu. Üç ayrı iyi ve kötü tanımı. İyi ve kötü, eskiden hüsn-kubuh, hayır ve şerr olarak ifâde edilirdi. Mutlak anlamda iyiyi-kötüyü, hüsnü ve kubuhu, hayrı ve şerri Allah bilir, ve Allah, iyiye, helâl der, serbest eder; kötüye, haram der, yasak eder. Akıl, iyiyi-kötüyü, hüsnü ve kubuhu, hayrı ve şerri ancak sınırlı anlamda bilebilir.  İyi-kötü, bir ahlâk terimidir. Ahlâk ile hulk, hilkat, yaratma/yaratılış, aynı köktür. Ahlâk, yaratılışı kemâle erdirmektir. Hüsn-kubuh ve hayır ve şerr ise, din terimidir. Dinin Sahibi, yaratmanın/yaratılışının da Sahibidir. Ahlâk, dini kemâle erdirmek; din, ahlâkı tamamlamaktır. Ahlâkın akla bakan kısmı eksiktir; ahlâkı din tamamlar. Bize, bizim aklımıza göre iyi olan bişey, kötü sonuç verebilir, kötü olabilir; kötü olan bişey de iyi sonuç verebilir, iyi ol

BÜYÜK UMUTLAR

Bu umutların, Charles Dickens’in ünlü romanı ile hiçbir ilişkisi yok. Umutlar ne kadar büyük olursa, sonuçları (= karşılıkları ve hayal kırıklıkları) da o kadar büyük olur.  Umut, gelecekte oluşacak olumlu beklentidir; hayal kırıklığı, bu beklentinin gerçekleşmemesi, boşa çıkmasıdır. Kişide umut nasıl oluşur?!. İçine doğar veya onu bize B/birileri va’d eder. İçe doğan ile va’d edilen aynılaşabilir/uyuşabilirse, umut çook güçlü bir motivasyona dönüşür, hayal kırıklığı akla bile gelmez. Allah’ın va’di = bize vadettiği sonuç = âhiret (= cennet veya Rızâ, bir güneş gibi) içimize doğmuşsa, artık geceler fecre dönüşmüş ve dünya o va’d için yaşanır hâle gelmiştir. O kişi artık hulus-u kalp ile (= inanarak, hiçbir hayal kırıklığı ve şüphe yaşamadan), “Allah va’dinden dönmez.” (3/9. 13/31. 22/47. 30/6. 39/20.) diyebilir ve o va’de göre bir hayat sürebilir. Va’di dikkate almayanlar için vaîd vardır; vaîd, azap, çook büyük hayal kırıklığı, cezâ demektir. Allah’a inandığını söyleyen bir insan (= b

İSTİĞNÂ

Kelimenin kökü, ğına, zenginlik. Zenginlik, her zaman “iyi” değildir, istiğna hâlinde çook kötüdür. = İstiğna, zenginliğin kötü hâli. İstiğna, zenginin kendini kendine yeterli görmesi, benim kimseye ihtiyacım yok, demesidir.  “emmâ men-istağnâ” (80/5.) “ve emmâ men behıle vesteğnâ” (92/8.) “en reâhu-steğnâ” (96/7.) Kendi kendine yetme, kimseye muhtaç olmama özelliğine sahip TEK VARLIK, Allah’tır. “vesteğnellah” (64/6.) O, El- Ğâniyy’dir. ... İnsanın eli üç kuruş görünce, kendini zengin (bişey) zannediyor, ben kimseye muhtaç değilim, diyor, üstelik bunu söylerken peşine bir de çok şükür ekliyor. ... İnsana bir durr (= zarar, yokluk, fakirlik, sıkıntı) dokunduğunda, bize her dâim yalvarır-yakarır (= duâ eder); ondan o zararı giderdiğimizde sanki bize (daha önce) hiç yalvarmamış gibi davranmaya devam eder. (Bknz. 10/12. 39/8 ve 49.) 39/49’u özellikle vereceğim. “İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır; sonra ona katımızdan bir nimet verdiğimizde, ‘bunu ancak bilgim (emeğim) sayesinde

GELDİ-GİTTİ DE...

Bu Ramazan, geldi-gitti/gidiyor da hayatımızda neyi değiştirdi, değiştiriyor?!. Değiştirdi mi; değiştirdi ise bu, bir aylık = geçici bir değişim mi idi?!. O (= Ramazan), her yıl bir aylık bir değişim için mi gelir?!. Bu sorunun cevabı, kendisinde inen = inmeye başlayan Kur'ân’da. Kur'ân, tüm hayatı değiştirmek için indiğine göre, her gelen Ramazan da, giden Ramazanlarda değişmeyen, değişmeye direnen insanların hayatını değiştirmek için gelir-gider. Bu Ramazanda da değişmeye (= değişime) direnmişsek veya sadece bir ay değişmişsek, ömrümüz varsa seneye Ramazan bizi değiştirmek için yine gelir, gelecektir.  Onun (= ve onda inen Kitâb’ın/Kur'ân’ın) istediği şekilde değişmeyenlerin, değişmek için direnenlerin bayramı sahte bayramdır; onlar, Ramazandan kurtulduk diye bayram ederler.

YOK

Yok : Var olmayan; herhangi bir yerde bulunmayan. Yokluk ise, herhangi bişeyin (elde veya herhangi bir yerde) bulunmaması, yoksunluk ve fakirlik hâli.  Yokluğuna alıştığımız ve artık yokluğu bizi rahatsız etmeyen şeyler ile, varlığını kesinlikle aradığımız (= arzuladığımız), olmazsa yaşayamayacağımız şeyler var. Cep telefonumuz olmadan yaşayabilir miyiz? Arabamız olmadan, elimiz-ayağımız olmadan, ...?!. Ne, neyimiz olmazsa yaşayamayız?!. Yeni nesil, internet olmazsa yaşayamayız diyor.   ... Bir yaratıcı (ve yönetici = Hayy-el Qayyûm olan) Tanrı (Allah) yoktur diyenler veya öyle Bir’i yokmuş gibi yaşayanlar ile; öyle Bir yaratıcı (ve yönetici) Tanrı (Allah) olmazsa ben yaşayamam diyenler, aynı şekilde mi yaşarlar?!. "Tanrı’nın yokluğuna"! alışanlar ile, O olmazsa yaşayamayız diyenler bir ve aynı mı olurlar?!. O, bizim yaşamamız için gerekli olan her şeyi bize Veren ve bizi var edendir.  Bize varlık (ve hayat) verenin Kendisi yok olur mu?!. Nasıl hüküm veriyor ve O yokmuş gibi

İTAAT

İtaat : Emre uyma, söz dinleme. Emir, âmir (idareci) tarafından verilir. Hangi âmirin (idarecinin) sözü dinlenir, hangisininki dinlenmez?!. Bu, Kitab’ta apaçık belirlenmiştir. İtaat, Kitâb’ta (türevleri ile birlikte) 129 kez geçer. İstita’ât da, güç (tâ’kat) yetirme, demektir; güç yetmeyen emir, yerine getiril(e)mez. Kitâb’ta, "ona itaat etme!." emri, dokuz yerde açıkça yer alır. Bunlar : Kehf, 28’de (dünya hayatının süsüne kapılarak, Zikrimizden, Bizi anmaktan yüz çeviren, keyfine (= hevâ ve hevesine) uyan kişiye itaat etme!.); Furkan, 52’de (kâfirlere itaat etme!.); Şuarâ, 151’de (müsriflere = aşırı gidenlere itaat etme!.); Lokman, 15’de (hakkında bilgin olmayan şeyi Bana ortak koşmayı Sana emredenlere itaat etme!.); Ahzab 1 ve 48’de (kâfir ve münafıklarla itaat etme!.); Kalem 10’da (çook yemin eden, aşağılık adamlara itaat etme!.); İnsan 24’de (günahkâr ve inkârcılara itaat etme!.) ve Alak, 19’da da (Hakkı yalanlayana, namaz kılanı = salât edeni = Allah’ın dini için çabala

MEVLÂ/NÂ

Mevlânın : Sözlükteki anlamı :  Hâmî (= koruyucu), efendi, sahip, dost.  Dindeki anlamı : Allah.  “Ente Mevlânâ = Sen’sin bizim Mevlâmız.” (2/286) (Nâ, bizim. Mevlânâ, Bizim Mevlâmız, Allah’ımız, Koruyucumuz.) Tasavvuftaki anlamı : Celaleddin Rûmî. ... Gündelik dildeki anlamı : Dost. “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” (Tirmizi, Mekâkıb, 19. İbn Mâce, Mukaddime, 11.) Dostlarımız (dostluklarımız), sürekli dost (dostluk) mu, bu dostlukları bir ömür sürdürebiliyor muyuz?!. Dostlarımızdan hiç “ihânet” görmüyor muyuz?!. Biz dostlarımıza, dostlarımız bize ne kadar emek veriyor/uz veya üzerimize/üzerlerine ne kadar titriyor/uz?!. 20-25 yıl emek verdiğimiz çocuklarımız, bizi 20-25 yıl büyütüp-besleyen ana-babalarımız, 50-60 yıl aynı yastığa baş koyduğumuz eşlerimiz, bizimle, biz onlarla ne kadar dostuz?!. ... Her ân aldığımız ve verdiğimiz nefes, Yediğimiz ekmek (her türlü gıda), içtiğimiz su,  Sağlık, sıhhat ve âfiyet (= akıl ve beden sağlığımız, huzurumuz), Ve Hidâyet, bize Rab