NANKÖR

“inne-l insane li rabbihî lekenûd. Kesinlikle insan, Rabbine karşı nankördür.” (100/6)

Nankör kelimesi bize Farsçadan geçmiş. Nan, ekmek; kör, kör. Ekmek verene karşı kör demek. Tâbî buradaki ekmek, geniş anlamda verilen her şeyi kapsar. 

Kitâb’ta kelime, başında tekid lâ’sı ile sadece 100/6’da le-kenûd olarak geçer ama bu anlamda kullanılan küfür kelimesi çook yerde geçer. Nankörlük bir küfrân-ı nimettir = nimet vereni örtme, görmezden/tanımazdan gelmedir.

Açık (sözle inkâr) küfür = kâfirlik zaten şirktir.

Nankörlük de bir tür inkârdır. 

Nasıl bir inkârdır?!.

İnsan, kendini bir damla (damla bile değil) değersiz, atılan sudan (meniden) yaratan, ona göz-kulak, el-ayak, sağlık-sıhhat, güç-kuvvet-kudret, mal-mülk-evlat, sevgi-bilgi, ilim-irfan, ... veren Rabbini unutuyor, sanki O, ona hiçbir şey vermemiş gibi davranıyor; hatta ‘verdiysen verdin, ben de kazanır veririm,  gün gelir Sana borcumu öderim, al!’, diyebiliyor. Din (dindarlık), deyn’den borç ödeme demek. Dindar, borç öderken (= dindarlık ederken) afra-tafra (gösteriş vb.) yapıyorsa, onun Rabbi ile ilişkisi bozulmuş demektir.

“Ödediği (verdiği) borç” da O’nun, bu nankör insan, bunu da bilmiyor. 

Bu nankör insan genelde vermiyor, biriktiriyor/yığıyor veya kendi konforu/rahatı için harcıyor (da); eğer verirse/veriyorsa, verirken de öyle bir havalanıyor ki kendini “bişey” sanıyor; verdiği kişi kendisine minnet duymazsa homurdanıyor...

Bütün bunlar, insanın her şeyi kendine Veren’i bilmemesinden, kendini kendine yeter görmesinden yahut kendini bu hâle getireni unutmasından, unutunca da doğrudan (= kâfir) veya dolaylı (= nankör) olarak şımarmasından kaynaklanıyor. İnsanda nankörlük artarsa, işin sonu kâfirliğe (= inkâra) varır; çünkü insanın ‘kendine güveni’ (= müstağnîliği = kendine yeterliliği) artar. Ben, artık kimseye muhtaç değilim = kendi kendime yeterim, demeye başlar.

Zenginlerin büyük bölümünde kendini beğenmişlik, kendi kendine yeterlik duygusu var; çook az bir kesim fakr hâli yaşıyor.

Fakr, -- fakirlik değil --, fakirlik bilinci veya şuuru, Allah’a muhtaçlığı unutmadan yaşama; her şeyin olduğunda ama Allah’ı zikrin = hatırlamanın, O’na minnettarlığın = kulluğun = şükrün/teşekkürün yokluğunda hep bir eksiklik hâli yaşamak. Hiçbir şeyimiz yokken (= fakirken = yoksulken/yoksunken) de, O’na güvenmiyor, O’nu “yok sayıyorsak” kâfiriz, ateistiz; O “yokmuş gibi” davranıyor, O’nun varlığını ve bizim üzerimizdeki “emeğini”! unutuyorsak, nankörüz.

“Ey İman edenler!. Allah’ı çoook = her zaman = sabah-akşam hatırlayın = zikredin  = anın.” (Bknz. 33/41-42. 76/25. 48/9.)

Unutulacakları unutalım ama Allah’ı (= O’na kulluğu, O’nun dinine uygun yaşamayı, O’nu hatırlamayı ve hatırlatmayı) unutmayalım!. Zikr, hem hatırlama hem de hatırlatmadır. Bu işi tesbih ile yapma, hafıza problemi olan biz unutkanlar için olsa olsa bir başlangıç veya egzersiz olabilir.

Allah için yapılan her iyilik, zikirdir. Allah’ı zikir çook büyüktür. = “ve le zikrullahi ekber.” (29/45)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET