HOŞ

Dünkü ‘Unutuş ve Hatırlayış’ yazımdaki “bi hoş” olma sözünü açmam isteniyor. 

Hoş kelimesini çok sık kullanırız; daha çok da bir fiille. Hoş geldin. Hoş buldum/k. Hoş gör(ün)mek. Hoş tut(ul)mak. Hoş(una)a gitmek. Hoş geçmek. Hoşsohbet etmek gibi.

Hoş (خوش) kelimesinin orijinali Farsça olsa da ben bu kelimenin, Arapça Haşyet (خشية) -- korku, çekinme, endişe -- kelimesinin bozulmuş hâli olduğunu düşünüyorum.

“Evimize” bir misafir geldiğinde, “hoş geldin” deriz. 

Misafir, “kısmeti ile” gelir, kısmetini de getirir; biz, onun ne getirdiğini bilemeyiz.

Bazen de misafirliğe gideriz; gittiğimiz yere de herhalde! “kısmetimizi” götürürüz.

Gelen, aslında “Tanrı misafiri”dir. Tanrı misafirini “Tanrı gibi”! ağırlarsak, bir gün hanemize “Tanrı” da gelebilir.

Misafire “hoş geldin” diyen ve onu “hoş” tutan, bir gün “Tanrı’ya” da misafir olur ya da “Tanrı’yı” da ‘hanesinde’ misafir edebilir!.

“Kısmetimiz”, misafir gelince mi, yoksa misafirliğe gidince mi ‘gelecektir = açılacaktır’, bunu biz bilemeyiz.

Mûsâ’nın (bu Mûsâ’nın, Peygamber Mûsâ a.s. olup-olmadığı hakkında kuşkularım var) bir yolculuk = misafirlik esnasında “kısmeti” açılmıştı. Onun aradığı “kısmet”, “iki denizin birleştiği yeri” (= mecmea’l bahreyn’i = zâhir ile bâtını) görmekti. O orada “bir kul” ile karşılaştı. O kula Rabbi katından bir rahmet verilmiş ve Ona ledün ilmi (yine katından bir ilim) öğretilmişti. = “... âteynâhu rahmeten min ı’ndinâ ve allemnâhu min ledünnâ ılmâ.” (18/65.) ama Mûsâ, O kula ‘sabredemedi’!...

Mûsâ, gemi, çocuk ve duvar ile üç kere imtihan edildi = denendi ve kısmetini “tepti”!.

...

Bize gelen ve bizim gittiğimiz “misafirliklere” de ‘sabredemezsek = onlara ‘hoş geldin’! diyemezsek, onları hoş karşılayamazsak, misafiri olduğumuz hanede misafir gibi davranamazsak = hane halkının kahrını çekemezsek’, biz de kısmetimizi tepebiliriz...

Misafir ağırlamak da, misafir olmak da kolay bir iş değildir, zordur; “kısmet”, bu zorluğun sonucunda gelir.

Mûsâ, misafirliğe gittiğinde “kafasındaki sorulara” cevap arıyordu ve bunun için uzun ve meşakkatli bir yolculuğu göze aldı ama ...

Bazen de biz, “o meşakkati = zorluğu” çekersek, “misafir” ayağımıza = hanemize gelir, gelebilir. O geldiğinde, bizi de “bi hoş” eder. Eğer “o hoşluğa” sabredemezsek, Mûsâ gibi oluruz. O “hoşluk”, çook dikkatli ve çook sabırlı olmayı gerektirir ve kişiye “ağır sorumluluklar = ağır görevler” yükler...

Gelen misafir, bir yandan bizi “rahatlatırken”, bir yandan da “dener.”!. Misafirin yanında “şımarıklık = yaramazlık = laubâlilik” yapılmaz...

İleri tasavvuf, “Misafir” geldiğinde ev sahibi “uyumaz”, Onun etrafında “döner = tavaf eder”; hatta O Misafir’in yanında kendini kaybeder (= fenâ hâlini yaşar), der.

...

Siz, Allah’ın Evine = Beytullah’a misafirliğe gittiğinizde = Allah’a misafir olduğunuzda, O Evi tavaf etmiyor musunuz?!... benim gibi çoğu misafir (= hacı ya da umreci), O Evin etrafında dönüyor, dönüyor, dönüyor ama O Eve girip bitürlü misafir olamıyor!...

...

Ben umreye gittiğimde bu hâli yaşadım.

...

Medine’de Efendimizin hanesinde de... Ravza’nın etrafını kaç tur attım bilmiyorum; içerdeki “güvenlikler”! beni Onun Evine = Hanesine sokmadı. Ben de Onun bir yakınını = arkadaşını (ashabını) bulayım diye Cennet-ül Bâkî’ye gittim; orada da kimse yüzüme bakmadı...

Oradan hoş değil boş döndüm.

Bir daha gitsem, acaba misafir kabul ederler mi diye düşünüyorken, bir dostum : “Sen O’nu (Onları) misafir etmeye hazır ol, sen hazır olduğunda, O (Onlar) sana gelir, oraya kadar gitmene gerek yok.” dedi; ben de bu hazırlıkla meşgulüm.

...

İşte bu hazırlık beni “bi hoş” ediyor.

O yazıda demek istediğim buydu ama siz, “yaşadığım o duyguyu” açıklamamı istiyorsanız, ben duyguları ifâde eden kelimelere sahip değilim. Düşünce ifadeye dökülebilir ama duygu dökülebilir mi, bilmiyorum. Duyguyu ifadeye dökmek, düşünceyi ifadeye dökmekten çook daha zor olmalı; ben bunu beceremem.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET