ŞÜKÜR

Şükür, nimeti Veren’e teşekkürdür.

Şükrün değeri, en çok nimetin yokluğunda fark edilir; bolluktaki şükür, ‘bizim açımızdan’ (?!) yokluktaki şükür kadar değerli değildir.

...

İyice acıkmadan sofraya oturuyoruz; sofradaki nimetlere çok kolay ulaşıyoruz, doyunca da elhamdulillah diyoruz ve bunu şükür zannediyoruz.

Asıl (= esas) şükür, yokluktaki = yoksulluktaki şükürdür. Günlerce aç-susuz kalmışız; elimize bir kaç bardak su, bir kaç dilim ekmek geçmiş!; bu suya ve ekmeğe bizim gibi muhtaç başka insanlar da var; ve biz o suyu ve ekmeği onlarla bölüşüyor, paylaşıyoruz. İşte asıl/esas şükür, bu paylaşımdadır, sözde ve sözle değil.

Oruç, bunun temrinidir. (Temrin: Alıştırma. Egzersiz.) Oruç, elimizde bol ve hazırda bir çook nimet varken, onlar yokmuş gibi yaşamak ve onları yoksullarla (= yoksunlarla) Allah için paylaşmak ve acıkınca da nimetin gerçek tadını almaktır.

(Bizim sadece midemiz acıkıyor; zihnimiz (= aklımız) ve kalbimiz sürekli tok!.)

Ne yapıyoruz oruç ve Kur'ân ayı Ramazan’da?!. İftarda mükellef sofralar kuruyoruz = 8-10 saat aç kalmanın “acısını”! çıkarıyoruz. Efendimiz, her hafta en az iki gün oruç tutarmış. Oruç sadece Ramazan’da tutulmaz; Ramazan’da tutulan oruç, cemaatle kılınan namaz gibidir.

Her nimetin şükrü, kendi cinsindendir. Elimizde ekmek varsa, şükrümüz ekmekle; bilgi, tavsiye, deneyim/tecrübe varsa, şükrümüz bilgi, tavsiye, deneyim/tecrübe iledir; para varsa, para iledir...

Bu şükür, prototip olarak bütün ibadetlere (= namaza, oruca, zekâta ve hacca) yansır; ibadetleri bir arada tutan = bütünleyen de Kelime-i Şehâdet’tir.

...

Dedem, Kurtuluş Savaşı gazisiydi; rahmetli, çook yoksulluk çektik, derdi. Bizler öyle yoksulluklar çekmedik; şükür, nerdeyse 100 yıldır ciddî savaşlar ve yıkımlar yaşamadık, yaşamıyoruz; bugün en yoksulumuz bile Kurtuluş Savaşı günlerini yaşamıyor ama yine ağlıyoruz = şükürsüzüz.

Niye?!.

Varlıklıları (= zenginleri) görüyoruz; onlar, lüks yaşamlarını gözümüzün içine sokuyorlar (= malları ile kendilerini gösteriyorlar); medya/tv dizileri, lüks hayatı özendiriyor = reklâm ediyor; biz de kendimizi onlarla mukayese ediyor = kıyaslıyoruz. 

Biraz da hepimiz (özellikle de zenginlerimiz) “aşağıya”! bakmalıyız. Gazze’lilere, Suriye’lilere, Afrika’nın bir deri bir kemik kalmış, aç ve susuz insanlarına...

Yoksa, biz de Karun gibi, ‘bize ne onlardan, onlar da bizim gibi çalışıp kazansalardı’ mı diyoruz. Şükürsüzlük işte bu!.

Şükür ise, vermede, paylaşmada. Verme = şükür, vereni = şükredeni temizler; aynı zamanda şükür, verileni artırır; yeter ki herhangi bir karşılık beklenmeden verelim.

Rabbimiz, âlemlere (bize) zerre karşılık beklemeden veriyor, O’nun bişeye ihtiyacı yok, O Samed’dir; bizi Kendi’sini bilmede (= kullukta) serbest = özgür bırakıyor. Hamd, O’na mahsustur = Elhamd’ü lillahi Rabb-il Âlemîn. O’nu bilmeyenler (= O’na kulluk etmeyenler = vefâsızlar), şükrü = şükretmeyi de bilmezler. O, verdiğini “başımıza kakmadığı”! hâlde böyleysek, “başımıza kaksa”! idi, temelli nankör olurduk. (Başa kakmak : Yapılan iyiliği sürekli söylemek, yüzüne vurmak.) O = Allah, bize yaptığı iyiliği bizim anlamamızı = bilmemizi istiyor ama biz, o kadar man = kalın kafalıyız ki O’nun bize yaptığı bin bir iyiliği (başta sağlık ve sayamayacağımız kadar nimeti) bi türlü anlayamıyor ve O’na gereği gibi şükredemiyoruz.

Nimet, karnı (= mideyi) doyurursa, şükür de ruhu doyurur. Midemiz dolunca = doyunca, ruhumuz boş kalmasın = şükredelim.

Küfür (= şirk) ve dalâlet (= sapıklık) dışında her hâlimize şükredelim. = 

اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET