NE VAR, NE YOK?

Hem gündelik dilde hem de felsefî dilde çook sık kullanılan bir soru bu. Bu sorunun gündelik dildeki karşılığı olup-bitenler/yaşananlar hakkında muhataptan “haber” almaktır;  felsefî dilde ise bu soru, çook temel hatta en temel “varlık” sorusudur, ontolojiktir, ontiktir. Her felsefî soru, bir ontolojiye dayanır ama felsefe, bitürlü ontolojide anlaşamaz; daha doğrusu ontolojiyi parçalar, bütünleyemez. Ontolojik bütünlük, tevhiddir; felsefe, tevhidin yanından bile geçemez; çünkü varlığı “bir bütün” olarak kuşatamaz.

Varlığı bir bütün olarak kuşatan, sadece Allah’tır; O, “arşa istivâ etmiştir.”

Bizler, ilâhî bilgiden = vahiyden yardım almazsak = vahyin rehberliğini kabul etmez de kendi aklımıza güvenirsek, ki felsefe bunu yaptığı için kuşatıcı değildir, her ne kadar en kuşatıcı bilim, felsefedir dense de, varlığa bütüncül = tevhîdî bakamayız, parçalı bakarız.

İşte bu parçalı bakışla varlık, kabaca üçe ayrılır. (Varlığın Arapça karşılığı Vücûddur.) Vacib-ul Vücûd. Mümkün-ül Vücûd. Mümten-il Vücûd. Vacib-ul Vücûd, Allah’tır. Mümkün-ül Vücûd, Allah’ın yarattığı varlık/lar = kâinattır. Mümten-il Vücûd, varlığı/var olması aklen imkânsız = mümkün olmayan varlıklardır. Meselâ Allah’ın eşinin/denginin/benzerinin, şerîkinin olması imkânsızdır, ya da yuvarlak bir karenin olması imkânsızdır, cennetle cehennemin (cennetliklerle cehennemliklerin) aynı olması imkânsızdır, vs.

Mümkün varlık, Allah’ın yaratması iledir. Allah, başka mümkün varlıklar da yaratabilir. İmkânsız varlık ise, bize göre, bizim aklımıza göredir. Aklımızın (ve kâinatın) yasalarını da Allah koymuştur ve buna O “sünnetullah” demiştir. O’nun Sünnet’ini sadece O değiştirebilir; O, başka tür bir varlıklar = kâinatlar yaratarak onlara başka Sünnet’ler = Yasalar koyabilir. Burada ve şimdi, bize koyduğu Sünnet’e “Din”, bu Sünnet’in pratik hayat hâline gelmişine de (Efendimizin) Sünnet’i = Hayatı diyoruz.

Yokluk, nâ-mevcut olan, olmayandır. Nâ olumsuzluk ön eki, Farsçadır, oradan da bize (Osmanlıcaya) geçmiştir, nâ, Arapça lâ gibidir; yokluk, lâ-mevcuttur. Bir insanın yokluğunu (öldüğünü) düşünmek, onu yok yapmaz ya da olmayan bir insanı oldurmak, onun yokluktan varlığa geldiğini düşündürmez. Yoktan yaratma, yokluktan yaratmadır, ki bu, anlaşılmayan bişeydir. Şunu demek istiyorum : Varlık (var olanlar), yokluğa dayanmaz/yaslanmaz, aksine “Yok Olmayan = Bâkî Bir Varlık’a” dayanır/yaslanır, buna (İslâm) felsefe(sin)de Vacib-ul Vücûd denir. Vacib-ul Vücûd, aslâ yok olmayan Varlık’tır = Allah’tır.

Aynı “Var’dan” var olduk ama kimimiz altın, kimimiz gümüş, kimimiz teneke, ...

Bu nasıl oluyor?

Çünkü insanın olması, kendine bırakılmış!. İnsanın olması için gereken tüm “imkânlar, malzemeler” (akıl/fikir, irade, duyu, duygu, sezgi, hayal, ilim, hikmet vb.) ve ortam (dünya = hava-su, yiyecek, giyecek, âlet-edavât vb.) insana verilmiş ve o (insan) bunları ‘altın’ (insan-ı kâmil) olmak için de kullanır, teneke (rezil, sefil/esfel) olmak için de.

Normal tenekeden altın olmaz, biliyorum ama insandaki mayada tenekelik de var altınlık da; o (insan), varlığın özü (hulâsası) ve en son yaratılanı ve ‘yaratıcı’ olanı.

İnsan, varoluşçuların (existansiyalistlerin) kullandığı anlamda yarattıkları ile kendini yaratır. İnsanın işi/ameli, kendidir ve insan, amelinin/işinin karşılığını alacak, işiyle/ameliyle var olacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET