DÜŞÜŞ

İslâm, ontik anlamda ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem’le; klasik anlamda son Peygamber Hz. Muhammed ile başlar. İslâm’ın tarihini tarihçiler, Hz. Muhammed’den başlatırlar. İlk dört halifeye Hülefâ-i Raşidîn derler; sonrakiler râşit/reşit değildir ama halifedir; onların halifeliği babadan oğula geçen saltanattır, sultanlıktır. Sultan, (siyasî) güç demektir; bu güç İslâm tarihinde sadece siyasî alanda = devlet katında oluşmamış (karşımıza çıkmamış); büyük oranda tasavvuftaki “silsile, zincir” de bu şekilde oluşmuştur. Şeyh “elini”, oğluna ya da damadına vermiş, erkek müritlere oğlanlar ya da damatlar; kadınlara da kızlar ya da gelinler mürşit olmuştur. Bugün de bu meratip (rütbeler, mertebeler) bozulmuyor. Bu rütbeleri kan çekiyor. O damarlarda asil kan/lar dolaşıyor!. O kan “kirletilmek”, başkalarına verilmek, başkaları ile paylaşılmak istenmiyor!.

Aslında paylaşılmayan rant.

Râşit halifelerden sonra Ömer b. Abdülaziz gibi bir kaç istisna dışında siyasî saltanatta (sultanlıkta) da, dinî saltanatta (hocalıkta, şeyhlikte) da çoğu zaman liyakat ve hizmet aşkı yok/tu, rant var/dı. Bugün de durum farklı değil. Siyasette baba-oğul, artık pek tutmuyor (İsmet-Erdal, Adnan-Aydın tutmadı; Hoca-Fatih (Erbakan) deneniyor, tutmayacak ama tasavvufta tutmuş gibi görünüyor; sözgelimi menzil hareketi bölünse de babadan oğula devam ediyor, bölünme aile içinde olunca cemaat de bölündü (Ankara, Afyon). Kâdîrîlik 12. yüzyılda Abdülkadir Geylanî tarafından kuruldu oğullar bu silsileyi devam ettirdi/ettiriyor. Mevlevîlikte de benzer süreç işliyor; çelebîlik babadan oğula geçer. Hüsameddin Çelebi, Arif Çelebi. Sultan Veled, Adil Çelebi, İshak Çelebi, ... Çelebiler hep akrabadır.

...

“Biyerde bipost (mevkî) kapan”, o posta oğlunu kızını oturtmak istiyor.

Tanıdığım biri diyanette müfettişti, iç denetçi oldu; oğlunu ve gelinini de müfettiş yapmadan emekli olmadı. Akademide de oğluna kızına kadro veren rektörler, dekanlar sıradanlaştı; devletin her kademesi böyle; adam düz memur, oğlunu ya da kızını çalıştığı kurumda biyere yerleştirmeden emekli olmuyor...

“Bal tutan, parmağını yalar.”, öyle mi? Ahh keşke sadece parmak yalama ile kalsa; bal avuçlanıyor, kovan tarumar ediliyor; devletin (milletin) malı deniz deniyor, israf içinde yüzülüyor. Bunu görmek için makam odaları ve arabaları yeterli. Görünmeyen kısımda ise rüşvet, ihalelerden alınan komisyonlar ve nepotizm var. Bakanlıkların ve üniversitelerin belli cemaatlere tahsisi ise ayrı bir facia.

Düşüş, yozlaşma, ehliyet ve liyakat değerden düştüğünde = önemsenmediğinde başlar; dünyevî ve dinî (aslında ikisi bir) sorumluluklar (makamlar) birer rant kapısı olarak görülür ve ehil olmayanların eline geçer, böylelikle çöküş hızlanır.

Kurumlar birden/âniden çökmezler, onların çöküşü belli bir zaman alır, önce yozlaşır/bozulurlar, sonra zayıflarlar, sonra düşüşe geçerler. Yozlaşma, zayıflama, düşüş aşamalarında müdahale edilmezse, çöküş/yıkılış çook yıkıcı olur ve çook pahalıya malolur.

İnsan hayatında yaşlılık (fizikî çöküş) kemâl (olgunluk) olarak görülür; şeyh, hem yaşlı (kurumamış!) hem pirdir; tecrübesiyle gençlere (müritlere) yol gösterir. Kurumların hayatında ve çöküşünde bu süreç işlemez; kurumların kalitesi, o kurumlardaki insanların kalitesi ile ölçülür; insan (tek insan değil tevârüs eden insan) çökünce, kurumlar da çöker. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü, insan-devlet ilişkisinin “kalite” bağlamına da uyarlanabilir. İnsan kaliteli olursa devlet (kurumlar = dernek, vakıf, tarikat vs.) de kaliteli olur; insan kalitesi düşerse devletin kalitesi de düşer.

Bence insan kalitemiz her geçen gün düşüyor; kurumlarımız da bundan nasipleniyor. 

Sizce durum farklı mı?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET