İSLÂM BİNASI

Aslında varlık (kâinat) binası demem lâzımdı ama kâinatın binasını (düzenini) bizler kurmadığımız için daha özel ve bizi ilgilendiren bir “binadan” söz edeceğim.

Kâinat binasını da din (İslâm) binasını da Allah kurar ve yönetir (idare eder), O, El-Hayy-el Kayyûm’dur.

Bu yazı, din binasının ana unsurlarını konu ediniyor.

Bu binanın odağında (merkezinde) Tevhîd (Allah) vardır; binanın diğer unsurları/elemanları O’nun “etrafında” yerlerini alırlar. Allah, merkezden çekilirse tüm yapı çöker.

Din binasının (dinin) teorik-kavramsal düzeyde de anlaşılabilmesi için, yine merkeze “Allah Kavramını” koymalıyız. O “Kavram” olmadan, dinî her kavram iyi ve doğru anlaşılamaz. Ne Peygamber, ne Kitâb, ne İbâdet, ne Hesap (Âhiret), ne Şefaat, ne Zikir (Tesbih), ... hiçbir dinî kavram anlaşılamaz; her kavram serseri mayın gibi düzensizleşir ve içi boşalır.

Din, bir kavramsal yapı (düşünce sistemi ise)! ise, onun zihin ve dil düzeyinde anlaşılabilmesi için bu kavramların düzenli bir örgüsünün, örgütlü bir yapısının olması şarttır. Bu yapıyı (tabiî kâinatı da) ayakta ve düzende tutan, Tevhîd’dir (Lâ ilâhe illâ Allah’dır); Tevhîd çökerse yapı da çöker, dağılır; her kavram kendini bağımsız/özerk ilan etmeye kalkar.

Şefaat kavramı ekseninde, bu teoriyi pratik hâle getirelim. Şefaat, kulun suçlarının (günahlarının) Allah tarafından bağışlanması için birinin aracılık etmesidir; bu aracı Peygamber de velî de olabilir. “Gerçek aracılar, şefaatçiler” zaten Allah’ı merkezden çekerek (Allah’ı unutarak) biz “şefaatçiyiz” demezler ama onlardan şefaat umanlar = dilenenler için çoook ciddî sıkıntılar vardır.!. Bir başka sıkıntı da şefaati istismar edenlerdedir; en tehlikelisi de bunlardır.

Allah, (Zümer, 43 ilâ 46. âyetlerde) şefaatin tümü Allah’ındır derken, O’nun kendilerine “şefaat yetkisi” vermediği kimseler, ‘bizde şefaat yetkisi var’! diye insanları kandırıyorlar ve maddî-manevî tüm parsayı topluyorlar, dinî istibdat kuruyorlar, müritlerine huzurumda gassalın önündeki meyyit/ölü gibi olun/durun, bana kayıtsız-şartsız itaat edin diyorlar.

Allah bile! ‘aklını, iradeni iptal et de Bana öyle itaat et/kulluk et’ demiyor. Ben, sana akıl/fikir ve özgür irade verdim ve sana doğru yolu da gösterdim, seni zorlamadım; düşün-taşın ona göre, ister itaat et, ister isyan et, karar senin, diyor. 

Bizim şefaatçiler, kendilerine kayıtsız-şartsız itaat istiyor, kendilerini günahsız/ma’sum (sütten çıkmış ak kaşık) sanıyor ve eleştiriye hiç gelemiyorlar. 

Ma’sum olan Efendimiz bile, kızı Fatımâ annemize ‘Babana (Babanın şefaatine) güvenme, Allah’tan nefsini satın almazsan, vallahi Ben bile senin namına bişey yapamam.’ demişti. (Müslim, İman, 89.)

...

Pekiî, birinin şefaatçi (şefaat yetkisinin) olup-olmadığını nasıl anlarız? Bunu anlamanın yolu yok. Pekiî çaresiz miyiz? Hayır. Allah’a imanımızda (güvenimizde) samimî isek, Allah(ın Kendisi) bize bizzat/doğrudan şefaat (yardım, inâyet) etmez!; bize bir yardımcı (şefaatçi) gönderir ve o şefaatçi de aslâ ‘beni Allah gönderdi’ demez.

Kâinataki her şey ve herkes O’nun şefaati (yardımı ve inâyeti) ile yaşamıyor, ayakta durmuyor mu? Bunu bilene, Rabbimiz biraz daha fazla şefaat ediyor ve onları sevdiği kulları (evliyâları/dostları) arasına katıyor; şımarırlarsa!, onların düşüşü çook kötü oluyor, sağlam biyerleri kalmıyor; bunu bildiklerinden çook dikkatli ve hassas davranıyorlar.

Bizler de onların bu hassasiyet ve dikkatlerini fark edebilirsek, onlara yoldaş ve dost olmak için biçaba sarf edebiliriz.

Onlar bizi çağırmaz; biz dikkatli olmalı ve onları fark etmeliyiz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET