GARİB

“... kuşkusuz Allah’ın Rahmeti muhsin olanlara yakındır.”

إِنَّ رَحْمَتَ اللّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ

(7/A’raf, 56.)

Akraba, Kurban, Kurbet (Gurbet değil), Mukarreb, Takrîb (Takrîben), Gariban (ğaf'la olan gariban değil, kaf'la olan), kelimeleri aynı kök : KRB (قرب)

KRB (قرب) : Yakın olmak, yaklaşmak, yakınlık kurmak.

Yakın olmak için, en az iki kişinin olması ve kişilerden birinin sabit, öbürünün ona doğru; ya da ikisinin birbirlerine doğru hareket ediyor olması lâzım.

Rabbimiz, Aristo’nun dediği gibi “hareketsiz ilk muharrik” ise, bizim anladığımız gibi de O “her yerde” ise, O bize yakındır. Hâl böyleyse, biz O’na yakın olduğumuzu bilmiyoruz ya da O’na yaklaşamıyoruz!.

O’na yakın olur ya da O’na yaklaşmaya gayret edersek, O’nu daha yakından tanırız!. Ama bu yakınlık = yakınlaşma, birden, âniden olursa “yanarız, dayanamayız.”!. Bu yakınlık, kademe kademe, eski tabirle tedrîcî olmalıdır. O yakınlığa kendimizi alıştırarak “yol/mesafe” almalıyız. Aslında aramızda fizikî bir mesafe yok. Ne var? Bilinç/İman + Salih amel = İhsan eksikliğinden kaynaklanan “bişey = bi boşluk!” var. İmanı güçlü olan kişi, imanını salih amelle güçlendirmiştir; o kişi, belli bir “noktaya” gelince ihsan üzere yaşar. Efendimiz; ‘ihsanı, Allah’ı görüyormuş gibi yaşama’, diye tarif etmiştir. Yakın olan görülür!. İhsanın kişideki karşılığı kişiyi muhsin yapar. Yukarıya aldığım âyet, “Allah’ın Rahmeti (= Allah), muhsinlere yakındır.” diyor. 

28/Kasas, 77, “... ve ahsin kemâ ahsenellahu ileyk... Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et.” der.

Allah, bizi görerek bize ihsanda bulunuyor, (ama “görünmeden veriyor, ‘Ben verdim’ demiyor, verdiğini hissettirmeden veriyor, vs.”); bize de “Beni görüyormuş gibi”! ihsan edin, verin, diyor. Bu, nasıl bir hâldir? Yakınlık mıdııır, mahv/mahviyet mi? Böyle bir hâli yaşayarak verende, kendilik (benlik) var mıdır? Verdiğine nasıl davranır? Sözgelimi ‘ben veriyorum, bu benim.’ der mi?!.

Biz garibi, garibanı, kimsesi ve bişeyi olmayan ‘zavallı kişi’ olarak biliriz; doğrudur ama eksiktir. Zavallının iki anlamı vardır : Çaresiz = biçâre ve zeval’den helâk olan. Asıl garib/an, zavallının iki anlamını da bünyesinde barındıran, Rabbinden başka (kendi dahil) kimsesi ve bişeyi olmayan, Rabbine “yakın olunca yanandır”!.

O’nun Nûr’unun şiddeti O’na çoook yakın olanları yakar. Efendimiz O’na miraçta çook yaklaştığında, yanmamak için araya “perde” konmuştur; “o perde” kalksaydı, yanacaktı!.

Pekiî, Rabbimizin bize yakınlığı bizi niye yakmıyor?

O yakınlığı biz bilmiyoruz ve hissetmiyoruz da ondan.

Yanlış anlamaya meydan vermemek için nar (ateş) ile nuru (ışığı) aynı ve bir görmemeliyiz. Ateş, his düzeyinde, fizîken, somut varlıkları yakar; nurun yakması ise his ve fizik düzeyde değil, akıl, kalp ve ruh düzeyindedir, soyuttur/mücerrettir; aklı körelmiş, kalbi taşlaşmış, ruhunu hayavanlaştırmış olanlar bu yakınlığı ve yakmayı hissedemez ve anlayamazlar; onlar, O’nu kendilerine uzak görürler.

O’nu kendilerine “yakın” görenler, sabah-akşam, gece-gündüz (her zaman) O’na bağırarak değil, sessiz, içten, yakararak ve korkarak = çekinerek seslenir, ibâdet eder ve duâ ederler ve bu hâlleri onlarda bir tekebbüre (kibre, büyüklenmeye) yol açmaz. (Bknz. 7/205-206.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET