BEN-SEN

Ben

Ben, beden ve ruhtan oluşan bir varlığım; ben, sadece beden varlığı değil, bedenli bir varlığım. Bedenimle dış (= fizik) âlemle irtibat kurarım; ruhumla iç ve gayb (= metafizik) âlemi ile. Bedenimi yok (= önemsiz) sayarsam, dünyayı; ruhumu yok (= önemsiz) sayarsam, âhireti ihmal ederim. Ben, dünya ve ukbâ (= âhiret) varlığıyım; sen de öyle/sin.

Sen

İki sen var : Benim gibi olan öteki ben’lerden oluşan = sen’ler ve benim gibi olmayan Mutlak Sen (= Tanrı). Ben, benim gibi ben’leri Tanrı edinirsem, kendimi = kendim gibi âciz ben’leri Tanrı edinmiş olur ve bölünürüm. Mutlak Sen’i Tanrı edinirsem, bendeki ben’i ve ben’liklerini bilen tüm ben’leri “Bir ‘noktada,! Bir’leştiririm.”!. (Kastım vahdet-i vücud = panteizm değil, birlik, tevhîd, vahdet.)

Mutlak Sen

Mutlak Sen, İlâh (= Kral) kabul edilmesi gereken Ben’dir. O İlâh, bizi çağırdığında (= bize emrettiğinde) bizim O'nun emrine/çağrısına “hazır = emre âmâde” olmamız gereken Ben’dir = Sen’dir.!.

Öyle miyiz?!.

Buna, ezan bağlamında bakalım.

Ezan, bir çağrıdır; Mutlak Ben’in = Sen’in bizi çağırmasıdır.

Bizim (= ben'lerden olışan bizlerin) bu çağrıya karşı tavrımız :

1. Duymamak = Çağrıyı yok saymak (= inkâr) şeklinde,

2. Duymuyormuş gibi davranmak = Çağrıyı önemsememek, (= duymak ama gitmemek) şeklinde,

3. Duymak ama kalıpla (= bedenle) gitmek, sadece orada bulunmak ve görünmek! şeklinde,

4. Duymak, bedenle ve ruhla (= tüm benliğimizle) orada bulunarak ve gereğini yaparak tam teslim olmak şeklinde,

....

(Buradan sonrası benim anlayamadım tasavvufun naz makamıdır.)

5.  Duymak ama gitmek için nazlanmak!. = Tanrı’ya (= Mutlak Sen’e) naz yapmak için gitmemek ve Tanrı’nın vereceği “cezayı”! göze almak şeklinde!.

Burada bir “aşk ilişkisi”! söz konusu. Normal bir “aşk ilişkisinde” âşık, mâşûk’una naz edebilir; ‘hep ben mi geleceğim, bi de sen gel’, diyebilir ama tasavvufun aşkında, taraflar aynı statüde değildir. Tasavvufta taraflara aynı statünün verilmesi çook tehlikeli bir noktadır. Sanki, bu naz makamında, “ontolojik bir eşitlik” varmış gibi bir hâl söz konusudur. Normal bir aşk ilişkisinde bile âşık, mâşûk’unda (eriyerek) var olur, mâşûk’unu “üzmez ve ona naz etmez”!. İlâhî aşkta, (Mâşûk (= Mutlak Sen) tarafından bakınca), herkes, âşık olan ben’lerden oluşmaz ve âşık olan ben’lerin hepsi de aynı düzeyde âşık olmaz. (= her aşkın seviyesi aynı/bir değildir.) Böyle bakınca, âşığın eziyetle = kendisine verilecek ceza ile daha çok âşık olmak için, çağrıya/davete icabet etmemesini anlayabiliriz, ama bu, yine de bence “akıllıca bir iş, bir tutum, bir tavır” değildir; akıllıca olan, tam teslimiyettir (= islâm oluştur). Aksi hâlde üçüncü şahıslar (= diğer ben’ler) açısından, iman olmadığı için çağrıya uymamakla (1. ve 2. hâl ile), imanlı çağrıya uymamak (tasavvufun naz hâli) arasında bir fark kalmaz; ikisi de “görünüşte = zâhirde, dışardan bakınca” itaatsizlik, teslîmiyetsizlik, islâm dışılık olmuş olur. Bâtındaki durum ise, âşıkla Mâşûk’u arasındadır ama tasavvuf (dolayısıyla Mâşûk’una naz yapan mürîd), kendini şeriatla bağlar. (Şeriat, hakikat ve tarikât, der, biri olmadan öteki/lerin de olmayacağını söyler.)

Velîlik ile deliliğin birbirine yakın olması böyle bir hâl olsa gerek; ben, aklım başımdayken böyle bir hâli anlayamam, anlayamıyorum.

Siz anlayabiliyor musunuz?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET