BELKİ?!...

Belki, olabilir ki, umulur ki, muhtemeldir ki anlamında ilk etapta şansı/ihtimali çağrıştıran bir edattır.

Arapçada bel (بل) ve alle (عل), belki anlamındaki edatlardır; alle’nin başına gelen le (ل), te’kid lâmıdır, belki’ye kesinlik (kat’ıyyet) verir ve ondaki ihtimâliyeti yok eder; le ile bu edat lealle (لعل) şeklini alır. Bu edatın sonuna siz (küm) zamirinin eklenmiş (لعلكم) hâli, Kitâb’ta çook sık kullanılır.

Bakara 21. âyette de bu edat (لعلكم) vardır. Ben bu âyete verilen üç meali vererek konuya giriyorum.

"Ey İnsanlar!,  Rabbinize ibâdet edin, ki O (= ellezîne ve vellezî) sizi  ve sizden öncekileri yaratmıştır; umulur ki (= belki لعلكم) taqvâlı olursunuz." (Muhammed Hamidullah. Azîz Kur'ân.)

"Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız." (Diyanet Meali.) لعلكم, yokmuş ya da metne yedirilmiş veya metinde kaybolmuş! gibi!...

"Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin [O’nun için çalışın] ki, Allah bilincine varasınız." (Salih Akdemir. Son Çağrı Kur'ân.) لعلكم, şart cümlesini sonuç cümlesine bağlıyor gibi?!.

...

İbâdet edince mi Allah’a karşı gelmekten sakınılmış (ya da Allah'tan korkulmuş) olunur, yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınılınca (Allah’tan korkulunca) mı Allah’a ibâdet edilmiş olunur?!.

İkisi birbirinden ayrılamaz; bu, bir kuşun iki kanadına benzer.

...

Salih Akdemir’in verdiği meal, Allah bilincine varmanın (taqvânın) şartını ibâdet (Allah için çalışma) olarak görüyor gibidir!. O, bu kanaate, A.Ü. SBE’nde 2004’de Nermin Akça’nın yaptığı Doktora tezine dayanarak ibâdete (daha doğrusu ABeDe/عبد fiiline), Allah için çalışma anlamı verince ulaşmıştır; bunu mealinin Giriş kısmında XVI. sayfada, 10 numaralı dipnotta verir. Ben, ötekini de (=bilinci, korkuyu, taqvâyı da) şart olarak görüyorum. Neyi, kimin için yaptığımızı bilmezsek, işe ve kendimize yabancılaşırız. (Bknz. Bertell Ollman. Yabancılaşma.)

Biz, ibâdeti dar anlamıyla “belli ritüelleri” yerine getirmek; geniş anlamıyla Allah’ın yap! dediğini yapmak; yapma! dediğini yapmamak = kulluk olarak biliyoruz. 

‘Kullukta taqvâ’yı yakalamak, bir sebep-sonuç ilişkisi meselesi ise, ibâdeti geniş anlamıyla ele almalı, Allah için çalışmalı, Allah için yaşamalı, işi ibâdet gibi, ibâdeti de iş gibi! yapmalıyız; işten ve ibâdetten sıkılmamak için bu şarttır. Ama bizlerin yılın belli günlerinde, günün belli saatlerinde, yıllın belli ayında yaptığımız ibâdetler, bizde Allah Bilinci oluşturmaya yetmiyorsa, -- yetenler için sözüm yok, -- dar anlamıyla ibâdet ediyoruz, Allah'ı her zaman hatırlamıyoruz (= zikir), bazı zamanlar O'nu unutuyor, başka ilâhlar için iş yapıyor, çalışıyoruz; böyle bir hayat da bizde taqvâya yol açmıyor demektir; hele de taqvâyı, Allah bilinci = şuuru (God Consciousness. M. Esed.) değil de Allah korkusu olarak görüyorsak, bu korku, bize akıl almaz şeyler yaptırır, yaptırıyor, aklımızı başımızdan alır, alıyor...

...

İbâdeti geniş anlamıyla ele alırsak, yaptığımız her işi Allah için yaparız; Allah da bize bilinç (consciousness) verir ve Kendini bize bildirir. (mi?!).

Belki!.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET