Kayıtlar

MÜCRİM

Mücrim : Cürüm (suç) işleyen. Suç, yasa (= kural) ihlâli. Her düzende yasa (= kural) olur; yasalar düzen kurar; yasaları çiğneyenler de o düzeni ihlâl eder. Dinde suçun karşılığı günahtır (ism =اثم), ésim de günahkâr. Zenb, seyyie, mağsiye, hata, cürüm gibi kelimeler de günah karşılığı kullanılır. Her günahın cezası aynı değildir. Din, en büyük günah olarak şirki ve inkârı görür, çünkü bu günah, doğrudan dinin (âlemlerin) sahibi Allah’a karşı işlenmiştir. Şirk, Allah’a ortak koşmak; inkâr, O’nu yok saymak. Bir adam müşrikse, onun yaptığı hiçbir iyilik ondan kabul edilmez. (Bknz. 39/65.) Dikkat!, belki bizim yaptığımız iyilikler de kabul olmayacak!. Tarih boyunca, şirk koşanlar (müşrikler), inkâr edenlerden (atelerden) çok olmuştur; ateler = ateistler bile bir tanrıya inanırlar, Tanrı olmadan kimse yaşayamaz. Şirk ve inkâr dışındaki suçlar = günahlar, doğayı ve insanları (tabiatı) ilgilendirir, onlara zarar verir. Mesela namaz kılmamak, hem kılmayana hem kılmayan üzerinden topluma zarar

PUT

Put : İlâhın (ilâhların) somut hâli. Heykel/ler. Anıt/lar. Âbide/ler. Sanem/ler; çoğulu, esnâm. Cahiliye, putların (heykellerin) manevî güçleri olduğuna inanıyordu; o putlar, kabile üyelerini birbirlerine bağlıyordu. Hz. Nuh zamanında Ved, Yeus, Yesúg, Yevûq, Süvâq ve Nesr gibi putlar vardı; Hz. Nuh’un kavmi bunlara tapıyordu. Hz. İbrâhim zamanında da. İbrâhim : “Neye tapıyorsunuz?!.” diye sormuş; kavmi : “putlara (esnâme), onların “gölgesinde” yaşıyoruz (onlar bizi koruyor) onlara bağlılığımızı sürdürüyoruz.”, demişlerdi. “fenezallü lehâ âkifîn”. (26/71) (Akefe: bağlanma, bağlılık; âkif, bağlı.) Efendimiz zamanında da bir çok (360) put vardı, onlar da onlara bağlılıklarını sürdürüyorlardı. Putlar, sadece taştan, mermerden, çamurdan yapılmış bir takım heykeller (şekiller) değildir; o toplumların ekonomik, siyasî, kültürel hayatlarına şekil ve düzen de verirler; hayatın düzeni onların hatırası ile şekillenir; bu düzen, atalardan kalmadır, süregelen ve süregiden bir yaşamın simgeleridir.

NASIL BİR İLÂH?!...

Buna benzer, sorgulayıcı bir soruyu Şuara 23. âyette, Firavun sorar, orada sorulan rabdır; rabla ilâh müteradiftir; rab kimse, ilâh odur; ilâh kimse, rab odur. Firavun : “ve mâ rabbul âlemîn?!.” = âlemlerin rabbi de kim/miş (ben b/öyle bir rab tanımıyorum), ben varken başka bir rab/ilâh mı; böyle bir rabbin/ilâhın varlığını nerden çıkardın?! (Ey Mûsâ) diye sorar. Mûsâ da : Anlayışın açık olsaydı (= mûkınûn olsaydın) O’nun, göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların (= herkesin ve her şeyin = âlemlerin) rabbi olduğunu anlardın. “Ne dediğini duydunuz mu?!. ... bu bir deli = aklını yitirmiş...” (26/25-27) ... Bu diyalogu, bugüne taşıyalım ve meseleye inananlar ve inanmayanlar açısından bakalım. Mesele ne?!. Nasıl bir ilâha (= Allah’a, Rabbe) inanıyoruz?!. İnanmayanlar zaten inanmıyorlar ama, inananlara şöyle sorular soruyorlar :  Sizler her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’ya inanıyorsunuz, O’nu seviyorsunuz ama sefalet içinde yaşıyorsunuz, bir taraftan açlık, çaresizlik ve

ANLA(Ş)MA

Anlama ayrı; anlaşma ayrı. Anlama, büyük oranda bireysel; anlaşma ise, toplumsal (en az iki kişiyi gerekli kılar). Bişeyi (bir meseleyi, bir konuyu) anlarız, ama çoğu zaman, bir meselede, bir konuda anlaşamayız. Anlaşmayı söze dökmeye mukâvele; eyleme dökmeye sulh, denir; sözde (kavlde) anlaşamayanlar, eylemde (davranışta) anlaşamazlar. Müslümanla Müslümanın (= Müslümanların) anlaşmasını sağlayan en büyük SÖZ (= imkân), “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” sözüdür. Tekrar ediyorum : Sözde (kavlde) anlaşamayanlar, eylemde (davranışta) anlaşamazlar. ... Müslümanlar niye anlaşamıyor?!. Müslüman olmak, “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” Sözünü söylemek. Pekiî, Müslümanlar, bu Sözde anlaşabiliyorlar mı?!. Bunun için ilâhın ne anlama geldiğine bakmak; Şuara Sûresi, 10 ilâ 30. âyetleri arasını, özellikle 29. âyeti, çook iyi anlamak gerekiyor. 29. âyet, Firavun’un Hz. Mûsâ’ya söylediği şu sözü aktarır. “Eğer, benden başkasını ilâh tutarsan, Seni zindana atarım.” Aynı Firavun, Naziat, 24. âyette, "ben sizin yüc

ŞEYTANÎ GÜÇ/LER ve DÜZEN/LER

İşleyen (yürürlükteki) düzen/ler, şeytanî; başlarında da büyük şeytan var. Buna rahmetli Humeyni Amerika, demişti ama bence Amerika’nın arkasında da görünmeyen (kendilerini göstermeyen) daha büyük şeytanlar (= küresel güçler, sermayedarlar) var. Amerika’nın başındaki adam, “saçmalayan ve yürüyemeyen bir kukla”; onu da bu küresel güçler ve sermayedarlar idare ediyor; çıkarlarına ters düşen güçlere de meydanı dar ediyorlar. Eûzü çekerken, bu güçler aklımıza gelmezse, Allah’a sığınmamız mümkün olmaz. Bu güçlerden Allah’a sığınma, Allah’ın dediğini yapma = Allah’ın dinine göre yaşama sözünü verme demektir. Bu güçler, bizim önümüze (pazarımıza) biiir sürü “yasak ağaç/meyve” koyuyorlar ve ye!, tadına bak!, diyor; o meyveler (= evler, arabalar, vs.) bize tatlı geliyor. Yarın, bu güçlere baş kaldırır = isyan edersek, Filistin’e (= Gazze’ye) döneriz; o zaman da milyon dolarlara aldığımız bu evler ve arabalarla bir çuval un alamayız. ... Ötede ise, burada sahip olduklarımızın tamamını (dünyayı),

NEDEN FİLİSTİN (= GAZZE)?!...

Filistin, bu dünya sistemine (= sistemin tanrılarına) bağlılığı reddeden en âsi “çocuk”!; çocuk diyorum, çünkü daha akıl bâliğ olmamış; sistemin tanrılarıyla nasıl mücadele edeceğini bilmiyor. Sistemin tanrıları, siyonistleri kullanarak Filistinli “çocuklardan” öc alıyor. Buna, sistem tanrılarının gazabı da denebilir. Böyle “akılsızca”! tek Tanrı’ya inananların başına böyle büyüüük imtihanların, büyüüük musibetlerin gelmesi mukadder. Bu gibi imtihanlar, yarın biz akılsızların başına da gelebilir; bizler, gelmesin! diye o “büyük”! dünya sistemine (BOP’a, AB’ye, Kapitalizme) üye olmak = girmek için büyük çaba sarf ediyor, onun tanrılarına itaat ediyoruz. Bu da yanlış; bu da akıllı bir davranış değil; o tanrıların dünyayı cehenneme çevirdiğini görmüyoruz. Tüm dünyada, özelde de Filistin’de (= Gazze’de) yaşananlar : Ey insanlar, ey devlet olduğunu zanneden devletler!, eğer, benim kurduğum dünya sistemine entegre olmaktan vazgeçer, benim emrimden çıkarsanız, ‘işte size Filistin!.’ demek içi

HANGİ HAYMANLAR KURBAN OLUR?!.

Başlıkta bir yanlışlık yok. Siz, göz alışkanlığı ile hayvanlar diye yanlış okumuş olabilirsiniz. Öyle okuduysanız, onu da söyleyeyim. Kuyruğu kesik, boynuzu kırık olmayacak, yaşını doldurmuş (dişini atmış) olacak; daha fazla bilgi için ilmihâl kitaplarına bakın. Niye hayman yazdım. Filozoflar, insana konuşan hayvan, toplumsal (sosyal), siyasal hayvan, öğrenen hayvan, vs diyorlar; ben, insana hayvan dememek için hayman dedim; Arapçadan hay-ı, İngilizceden man-ı aldım; ona yaşayan adam (insan) dedim. Kurban, Allah (rızası) için, Allah yolunda kesilen hayvana (danaya, düveye, tosuna, deveye, koyuna) deniliyor, değil mi?!. Pekiî, bu hayvanlar kurban oluyor da haymanlar (= insanlar) niye kurban olmuyor; hayvanlar, insanlardan daha mı üstün?!. Bu soruya sizin cevap vermenizi isterim; ben şimdi cevap verirsem, yazının esprisi kalmaz.  İnsanlar, kendileri kurban olmaktan kaçındıkları (korktukları) için hayvan kurban ediyorlar. Oysa kurbanı, İbrâhim ve oğlu İsmail gibi, kendilerini, Allah’a tes

KARANLIK ve AYDINLIK

Karanlık, ışığın olmaması. Işık ne?!. Güneş, elektrik, (mi)?!. Çoğumuza göre evet.  Çook azımıza göre değil. “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35) Nûr, ışıktır. Karanlık, ışığın olmamasıdır. Aydınlanma İllimünation. Adam Weishaupt tarafından 1776’da kurulmuş masonik bir teşkilât. Fikir babaları aydınlanmacılar. Onlara göre aydınlanma, “Orta Çağ karanlığından” çıkış. Orta Çağ, karanlık mı?!. Evet karanlık, ama aydınlanma dedikleri şey de ondan karanlık. İllimünati (aydınlanma) teşkilatı, kilise dinine karşı kurulmuştur ama kendi de “gizemli bir din” olmuştur. Bu dinin kökleri rönesansa (ve reforma) kadar gider. Avrupa, 14 ve 15. yüzyıllarda kilise baskısından kurtulmak için Yunan felsefesi ve sanatına (tiyatro, heykel, vb.) sarılmış, aydınlanmayı (kurtuluşu) Yunan aklında aramıştı. Bu Yunan aklı, İslâm dünyasının da başına belâ olmuştu, güya modern İslâmcılara göre İslâm dünyası da Yunan aklı ile “aydınlandı”!. Esasında bu akıl, insanlığı karanlığa itti; hem de zifiri bir karan

KOPUŞ...

Kant’ın meşhur ‘Aydınlanma nedir?’ makalesi, “eskiden” (= metafizik bütünlükten) kopuşu ifâde eder; bunun üç ayağı vardır : • Tanrı’dan kopuş. = İnsanın bağımsızlığı. • İnsan aklına güvenme. = Vahyi terk etme.  • Dünyaya bağlanma. = Âhireti inkâr etme. Aydınlanma, insanı BÜYÜK olandan koparmış, çoook küçük olana bağlamış, buna da özgürlük demiştir. Yerseniz,... buyrun!. ... Tanrı’dan kopan insan, bir çook sahte tanrıya bağlanır. Akıl, vahye; vahiy, akla ters değildir. Dünya, âhiretin tarlasıdır; âhiret, dünyada kazanılır. Bunları birbirinden ayıran aydınlanma (= modernizm), ahlâkı dayandıracağı bir yer bulamamış, çoklu ahlâkta karar kılmış; ahlâkı da tanrılar gibi çoğaltmış; aynı tanrılar gibi ahlâkları da birbirleri ile çatıştırmıştır. 

UMUT

Umut, geleceğe yöneliktir, umudun yüzü geleceğe bakar; umut, gelecekte gerçek olmasını arzuladığımız şeyin yüksek beklentisidir. Gelecekten beklentisi olmayanlar, umutsuzdur. Umutsuzluk, yıkımdır. Kierkegaard, umutsuzluğa ‘ölümcül hastalık’ der. Umutsuz adam her şeyini yitirir; benliğini bile. Umut olmazsa, sabır da olmaz. “Büyük kafaların”! intihar etmesi, umutsuzluktan.  Öte (âhiret) umuttur. Âhiret yoksa, bütün umutlar (yapılan-edilenler ve ân) boşa çıkar. Umudun gerçekleşmemesi, insanı karamsarlığa (ye’se) sokar. Âhiret inancı, Müslümanın “can simididir”, onu bunca sıkıntıların/dertlerin, haksızlıkların (adâletsizliklerin) arasında “boğulmaktan” kurtarır; o, korku ile umut (= havf ve recâ) arasında yaşar. ... Umuda sarılmak, ona bugünden hazırlık yapmayı gerektirir. Umut yoksa, hazırlık da yoktur. Bize umut aşılayan en büyük motivasyon, âhirettir (= hesaptır, cennettir); daha büyük umut ise, Rıza-i İlâhîdir; ikisi birbirinden ayrılmaz; Rıza-i İlâhî’ye kavuşan, doğrudan cennettedir.

FİRÂK

Firâk, ayrılış, ayrılma, ayrılık. Fark, bişeyi, bişeyden ayıran şey. Müteferrik, farklı. Fırka, hizip, bölük, grup, cemaat. Furkân, doğruyu yanlıştan ayıran = Kur'ân. Kitâb’ta FRK kökü, 72 yerde geçer. (72 fırka sözü, sanki boşuna söylenmemiş gibi!) Bu yazı, doğrudan firak kelimesine odaklanacak. Firâk, bir yerde (Kıyamet, 28) harf-i tarifle; bir yerde de (Kehf, 78) harf-i tarifsiz geçer. Kıyamet, 28’deki harf-i tarifli firâk, ölüm ânındaki ayrılışa; Kehf, 78’deki harf-i tarifsiz firâk da Mûsâ ile Hızır’ın (= kendisine ilim ve rahmet verilen kulun, 65. âyet) ayrılışına işaret eder. Ayrılışlar zordur. Bu zorluk, sevdiklerimizden ayrılma, onları bir daha görememe zorluğudur. Burada, dünyadan ayrılışın (= ölümün) zorluğuna değinilecek. Kimi, malı çook sever; kimi makamı; kimi, eşini, evlâd-u iyâlini; kimi de “iyiliği, iyilik (hayr) yapmayı”... En çook sevdiklerimiz buradalarsa, dünyadan ayrılış (= ölüm) çook zor olacak; bunu bilelim, buna inanalım. Çünkü, onlar için gecemizi gündüzümü

BU HAYATIN SONU

Hayatın kısa vadeli sonu : herkesin tek tek ölümü; uzun vadeli sonu da kıyamet. (= her şeyin toptan ölümü) Ölüm sonrasını “bilmiyoruz” ama Bildiren’e inanıyoruz. Allah-u A’lem, ölen için, ölümden kıyamete kadar zaman duracak; birinci surla kıyamet kopacak; ikinci surla da “yeni bir hayat” başlayacak... Bu hayattan, o hayata götürebileceklerimiz, sadece amellerimiz; başka hiçbir şey, hiçbir işe yaramayacak.  Buradan götürdüğümüz amellerimize göre, orada bizim için “yeni/den bir hayat” başlayacak. Bundan sonrası için sözü, Kur'ân’ın Zümer Sûresi 68 ilâ 75. âyetlerine bırakalım. “O gün sûra üflenir; Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa kıyametin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonra sûra bir daha üflenir; bir de bakarsın ki, bütün ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış, merak ve endişe içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.” (68) “Yer, Rabbinin aydınlığı ile aydınlanır, kitap ortaya konur, Nebîler ve tanıklar getirilir; aralarında hakk ile karar veri

GÖRÜŞ

Görüş, görme sonucunda oluşur. Her görme (görüş) aynı değildir. Bu kısa notta, Hûd, 27. âyete değinilecek. Bu âyette, reâ fiili dört kez kullanılır. (3 nerâ, mâ ile olumsuz şekilde; 1 de re’ya şeklinde; mânerâ, biz görmüyoruz; ancak [Sana uyan] re’ya’yı = sığ/dar görüşlü insanları görüyoruz.) Sığ/dar görüşlü insanlar kimler?!. Nuh (a.s.)’a inananlar. Kavminin (memleketin) inkarcı ileri gelenleri (= meleleri) diyorlar ki Nuh (a.s.)’a : “biz, Seni bizim gibi bir adam (= beşer) olarak görüyoruz (= olağanüstü bir adam olarak görmüyoruz); Sana uyanları (tâbî olanları) da düşünmeden Sana inanan, sığ düşünen, dar görüşlü, aşağı tabakadan (sınıftan) adamlar olarak görüyoruz (= onlarda da olağanüstü bir üstünlük görmüyoruz); Sizin bizden üstün (faziletli) olduğunuzu da görmüyoruz. Bu üstünlüğü nereden alıyorsunuz?!. Siz de bizim gibisiniz, üstelik daha da aşağı!), bize göre (= nazunnuküm) Siz, yalancısınız.” (11/27) Bu kavmin gördüğü de bir görüş, ama sathî/yüzeysel, dış/sal bir görüş; onlar, s

RÜYÂ

Aslı, rü’yâ (رؤيا). Kelimenin fiil hâli : Reâ (رأى), re’y. Ehl-i Re’y (Ehl-i Hadis) de ismini buradan alır. Ehl-i Re’y, akılları ile görenler; Ehl-i Hadis, Efendimizin gördüğü ile yetinenler, demek; ru’yet (= rü’yet) ise, görüntü. Arapçada reâ gibi görmeyi karşılayan bir çok fiil var : Ayn. Basar. Nazar. Müşâhade. Énes (= Ünsiyet). Ayn : Kafa gözü ile görmek. Basar : Kalp gözü ile görmek (= Basîret). Nazar : Akıl ile görmek (= Nazariye). Müşahede : Şâhit olmak (= Şuhûd = Kanaat = İnanç!). Énes : Fark etmek (= “Énestü nâren”. 20/10) Bu âyette Hz. Mûsâ, gördüğü ateş için hem reâ hem énes kelimesini kullanı/lı/r ama önce reâ, sonra énes; reâ ile görülmeyene ünsiyet kesbedilmez = yaklaşılmaz.  ... Efendimize vahy, çoğunlukla rüyasında gelir/miş. Necm, ilk 20 âyete bakın. 11,12 ve 13. âyetlerde reâ fiili geçer; denir ki : “Gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi siz bu konuda Onunla tartışacak mısınız?!. Onu daha önce de görmüştü.” (İlk kez görmüyor.) Yine Efendimize, Sana mahsus (has) olmak üze

İSTİHARE (= استخاره)

Bir işin hakkımızda hayırlı olup-olamayacağını öğrenmek için abdest alarak ve duâ ederek uykuya yatma ve görülecek olanı uykuda (= rüyada) görme. İstihâreyi bize böyle öğrettiler de, böyle görülen/görülecek olan rüyanın doğru mu yanlış mı (sâdık bir rüya mı, kâzib bir rüya mı) olduğunu söylemediler. Bunu bilebilmek mümkün mü, nasıl?!. İstihâreye “uyanıkken yatarak”!; ve görülecek olanı uyanıkken (şuur yerinde, akıl başta iken) görmeye çalışarak (bilmek ve görmek) mümkün.  Secde, 15. âyette, ki secde âyetidir, geçen harrû ( kökü : harre veya hayr =خر/ خير) kelimesi, istihârenin de köküdür; harre : hayr görmek için secdeye kapanmak, kapaklanmak, “yatmak”, düşmek, yıkılmak, bayılmak gibi anlamlara gelir. Noktasız harre (حر) ise, sıcaklık ve özgürlük demektir; hürriyet (hurriyet, hurr) oradan gelir. Secde, Rabbe en yakın olunan ândır; secdedeki kişi, “mahvolan/yok olan” “üzerindeki her şeyi” (noktayı)! atan kişidir; orada onu ter (sıcaklık) basar... sonra “kendinden geçer”... sonra da hür/

BÜTÜN MESELE...

Bütün mesele, iktidar (güç) meselesi, o gücü elde etme ve elde tutma meselesi. Friedrich Nietzsche, meselenin sınırına kadar geldi (übermensch = üst/ün insan, dedi), o gücü yanlış adrese verdi; ve bu yüzden intiharı (çıldırması) kaçınılmaz oldu. Çünkü insan, bu kadar ağır (ve büyük) bir yükün altından kalkamaz; çünkü, âlemlerin rabbi insan değil.  Ama insan, yine de kendini âlemlerin rabbinin yerine koyuyor; her şeyi sahiplenerek, “benim” diyor.  “Benim” demek, güç bende, demek. Bu ev benim. Bu çocuklar benim. Bu ülke benim. Bu akıl benim. Bu din benim... “Benim”, demeyelim mi?!; diyelim de, bütün bunların üzerinde benim yegâne otorite sahibi olmadığımı; bunları benim yaratmadığımı, bunların bende emânet olarak bulunduğunu, bunlarla benim imtihan edildiğimi/zi de bilelim!... Bütün mesele, bunları “ele geçirme,  mülk edinme” ve bunlar üzerinde “mutlak hâkimiyet” kurma meselesi... Mutlak Hâkim biz değil de, Allah olursa -- ki bu, ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’ demenin pratik şeklidir --, bütün

HER İNSAN AYNI DEĞİL.

Kimse kimseye benzemez, benzemiyor; fiziken de metafiziken de; herkes “özel”; ama bu, insanları insan olmaktan, insanlık dairesinden çıkarmıyor. Bu, imanî alan için de geçerli. İman dairesi de, insanlık dairesi gibi (geniş). Herkesin imana dayalı söylediği sözlerin, yaptığı amellerin derecesi ve kalitesi aynı değil. Bu yüzden, cennetin de cehennemin de sayısız dereceleri (= deracât) var. İnsanlıkla, imanlılık arasında da karşılıklı bir korelasyon (orantı) var; insanlık arttıkça iman; iman/lılık arttıkça insanlık artar; düştükçe de düşer.

HASRET

Hasretin iki anlamı var : 1) Özlem, özleyiş. 2) Deriin pişmanlık. İkisi, birbiri ile bağlantılı/ilgili. İlki, eskiden yaşanan ama şimdi ‘yaşanmayan’ bir durumla ilgili; ikincisi, eskiden ‘yaşanmayan’ bir durumun pişmanlığı. Dikkat ettiyseniz, ikisinde de ‘yaşanmayan’ kelimesi ortak. Yasin, 30. âyet, bu iki duruma da hamledilebilir. Bunun gibi, Zümer, 56.; Hakka, 50. âyetlere de bakılabilir. Meryem, 39, hasret gününden (= yevm-ül hasret) söz eder. Enfal, 36 da, kâfirlerin, insanları Allah yolundan döndürmek (veya engellemek) için harcadıkları mallarının (paralarının), onların başına büyüüük dert açacağını/olacağını söylerken, hasret kelimesini kullanır; bu, çoook deriiin pişmanlığa karşılıktır. Bir insan, bu tür bir özlemi ve pişmanlığı (= hasreti) niye duyar?!. • Eskiden yaptığı iyilikleri, güzellikleri devam ettiremediği için. • Eskiden hiç iyilik, güzellik yapamadığı, hep kötülük ve çirkinlik yaptığı için. Eski ne, nere?!. Dünya, dünyada yaşadığı hayat, imtihan yeri, burası. İnsa

ŞEHÂDET

Şehâdet nedir?!. Şahit olma ve şehit/şehîd olmadır. Şahit olma, karşılıklı = iki yönlü; şehit olma, tek yönlüdür. Biz, Allah’ın ("varlığına"! ve Zâtına değil, O’nun Zâtına sadece Kendi şahittir.) tek ve yegâne ilâh olduğuna şahit oluruz, şehâdet ederiz; Allah da bizim her şeyimize = her yaptığımıza = bize, şâhit olur. Bu durum, Kitâb’ın çeşitli âyetleri ile sabittir. (Bknz. Maide, 111 ve 117. En’am, 19. Yunus, 46 ve 61. Ahzab, 55. Burûc, 9.) Peygamberler de şâhittir. (Bknz. Ahzab, 45. Fetih, 8 ve 28.) Kişi, kendi yaptığına da, kendine de şâhittir. O gün, onun elleri ayakları yaptıklarına şâhitlik edecektir. (Bknz. Kaf, 21. Yasin, 65.) Önemli olan, doğru şâhitliktir. Ötedeki şâhitliğin ille de sözle/dille olması gerekmiyor; her organın bir dili var; Yasin, 65 buna (da) işaret eder. Eylemleri (davranışları) ile Allah’tan başka ilâhlara tapanlar = onlara itaat edenler = Allah’ın emrine uymayan emirlerin/âmirlerin emirlerini dinleyenler, yalancı şâhittirler. Sadece Allah’a = Alla

WWW

World Wide Web = Dünya Ölçeğinde Ağ. Bu, iletişimin genelleşmesi ve evrenselleşmesi demek; oysa iletişim, özünde özeldir, kişiseldir, yüz yüzedir. İletişimin genelleşmesi, iletilen mesajı, bir veriye/dataya ve yığına (= veri yığınına, alınıp-satılan bir metâya) dönüştürmüş; kişiler arasındaki bağ kopmuştur. Oysa iletişim, kişiler arasında bağ/bağlantı kurmaya yarar; bu bağı mesajın kendisinden çok, mesajın sahibi kurar. İnternetle (www ile, daha önceden de yazı ile), o sahip ortadan kalkmış, kaybolmuş; mesaj, bakılıp-geçilen ve silinen bir takım işaretlere dönüşmüştür. Bu kadar bilgiye (= mâlumâta) rağmen insanların yine bildiğini okuması, bu yüzden.

TEK BOYUTLU İNSAN

Bu, 1964’te Herbert Marcuse tarafından yayınlanan kitabın adı. Kitap, küresel kapitalizmin insanları ekonomik, kültürel, siyasal, vb. olarak tek-tipleştirmesinden söz eder. Aradan 60 yıl geçti; sermaye (para/finans ve mallar) ve kültürler daha da küreselleşti; insanlar (toplumlar, kültürler, yaşam biçimleri) arasındaki farklar en aza indirgendi; artık, neredeyse herkes kapitalizmin dinine = kurduğu düzene göre yaşıyor; onun yat! dediği saatte yatıyor, kalk! dediği saate kalkıyor, aynı eşya ve araçları kullanıyor, aynı tip evlerde yaşıyor, benzer işyerlerinde/ofislerde çalışıyor, aynı şekilde giyiniyor... bu düzende (dinde) farklı olan, kendini “yabancı veya dışlanmış” hissediyor. Pekiî, bu insanlar bu kadar birbirlerine benzerken/benzemişken, bütün bu kavgalar nereden çıkıyor?!.  Tek-tipleşme, insan fıtratına ters. Her insan, “zenginleşmek”!, kendi olmak istiyor; olamayınca da geriliyor, gerginleşiyor ve hırsını/gerginliğini kendi gibi güçsüz insanlardan çıkarıyor. Oysa, çözüm/çare bu

ZENGİNLEŞME-FAKİRLEŞME

“Zengin, daha zengin olursa, fakir de zenginleşir.” Bu yargı, liberallerin (kapitalistlerin) yargısı. Doğru mu?!. Onlara göre doğru ama sağduyuya göre yanlış. Onların gerekçesi şu : Zengin, zenginlerse, fakirlere yeni iş/istihdam imkânları sağlar. (fabrikalar kurar, fakirlere iş = ekmek verir...) Zenginliği 100 üzerinden gelire oranlarsak; bu gelirden zengin 99.0, fakir 1.0 pay alır. Payda artarsa (pasta büyürse, sözgelimi payda 1000 birime yükselirse), aradaki makas daha da açılır; şöyle olur. Zengin, 999.1, fakir, 0.9 alır. Payda/pasta 100 iken fakir 1/100 (yüzde bir) alıyordu; 1000 iken aldığı pay yüzde birin altına düştü.  ... Bizim gibi gelişmekte (kararlı) olan! ülkeler, biz de zenginleşelim (kalkınalım) diye, dev küresel şirketlere (= zenginlere) kapılarını ardına kadar açtılar; kendi/yerli şirketlerine vermedikleri avantajları (bedava arsa, teşvik, vergi istisnâsı, ucuz işgücü, tahkim, gibi avantajları) onlara verdiler. Belli bir süre sonra onlar, yerli şirketler (yerli üretim)

EMOJİ

Dilbilimciler, dilin kökenini işaret diline dayandırırlar. İşaretlerde ses yoktur; ifâde edilen, kendisine “benzer bir şekil/görüntü” ile karşılanır. Bu şekle/görüntüye sesi iletişenler verir. Yazı da, harflerle, harfler kullanılarak iletilen bir görüntüdür/şekildir. Yazıyı okuyan kişi, yazıya ses verir. İşaret dili, işaret edilene öyle ya da böyle biraz benzemek zorundayken; yazı dilinde bu benzerlik ortadan kalkar. İşaret dilinde kedi demek için, kediye benzer bir işaret/şekil kullanılır/dı ama yazı dilindeki kedi kelimesi, kediye hiç benzemez. Böyle bakınca yazı, dolayısıyla konuşma, konuşanları ve yazanları, gösterilenden (= ifâde edilen şeylerin kendilerinden) uzaklaştırır. Emojiler de bir işaret dilidir ve internetle her geçen gün yaygınlaşmaktadır. Sizce, aşırı bireyselleşmenin ve materyalleşmenin sonucu yalnızlaşan ve sessizleşen insanlar (yığınlar), bu emojilerle anlaşabilecek ve eskiden kullandıkları işaret diline geri dönerek evrenselleşebilecek mi?!. Hadi, emoji kullananlar

F1 = FORMULA-1

Bugün (26 Mayıs, Pazar, 2024), Monako’daki F1 yarışını izledim; izlenimlerimi sizinle paylaşacağım. Tüm oyunlar/sporun tüm alanları çoook büyük bir sektör; yarış oyununun en büyük sektörü de F1; bu sektörde milyar dolarlar dönüyor. Bir yarış aracı 150 milyon avro; bu aracın sadece direksiyonu 50 bin avro... iyi bir sürücünün (= yarış pilotunun) yıllık maaşı 150-160 milyon avro. Yüzlerce araç/araba, yüzlerce pilot, yüzlerce yarış ekibi (tekniker, mühendis, vs.) var... Bu kadar masraflı bir oyun, neden oynanır, sadece yarışma/k, stress atmak için mi?!. Hayır. Daha çoook kazanmak için. Bu şirketler kimden kazanıyorlar da bu kadar masraftan sonra kazanabiliyor = kâr edebiliyorlar?!. Seyircilerden. O yarışları yerinde izlemek/seyretmek = bilet almak için en az 10.000 TL’yi gözden çıkarmanız lâzım; ama esas gelir biletlerden değil; bilet gelirleri belki de toplam gelirin ¼ (dörtte biri) bile değil; esas gelir, reklâmlardan = sponsorlardan = küresel şirketlerden. Pekiî, bu sponsorlar (bu şirk

TESETTÜR ve KÜFÜR

Tesettürün küfürle ne ilgisi var, bu ne biçim bir başlık?!, demeyin, sabredin. Tesettürün kökü setr, örtme; tesettür de örtünme; küfür de örtme. Fark, nerede?!. Tesettür, bedenin (benin, benliğin?!) örtülmesi; küfür, o bedeni (her şeyi) yaratan Rabbin örtülmesi. Küfür, gösterilmesi gerekeni gizlemek = örtmek; tesettür, gösterilmemesi gerekeni gizlemek = örtmek. Tesettürün örttüğü ben, aslında olmayan (gizlenmesi gereken) bir ben; küfrün örttüğü Ben, hep Var Olan bir Ben’dir. (Rab de, Kendine “Ben = Ene”, der. Bknz. 21/11-14.) Not : Tesettürü, yalnız kadınlara has/mahsus kullanmadım. İnkâr da küfürdür ve Rabbi “aklen/zihnen ve kalben” örtme, gizlemedir. Rab, zaten gizilidir, Kendini örtmüştür, diye bir yargıya varılabilir. Doğrudur. O da Kendini âyetlerinin “arkasına”! gizlemiştir (örtmüştür) ama bizim o gizliliğin “arkasından”! O’nu görmemizi (= şehâdet getirmemizi) istemektedir.

KURBAN

Hedy. Nüsk. Nahr. Zibh. Bu kelimelerin hepsi kurban anlamında kullanılır. Kurban, Kur'ân, Furkan, Rahman, gibi aynı bâbdan; yaklaşma, yakınlaşma demek.  Esas/Asıl kurbanı, hacca gidenler keser; çünkü onlar, Allah’a (= Allah’ın Evine = Beytullah’a) yaklaşmışlardır; bizler de “yaklaşmak/yakınlaşmak” için kurban keseriz. Kesme, zibh’dir; mezbaha, hayvan kesilen yer, demektir. Nahr da kesmek, boğazlamak; ama nahrın başka anlamları da var, ustalaşmak, deneyim kazanmak, bunlardan biri. “Fesalli li RabbiKe venhar.”daki nahr, hem kurban kesmek, hem de namazla ustalaşmak, namaz kıla kıla (= namazı hayat kılarak) yakınlaşmak. Nüsk, temiz, sade, saf bir hayat yaşamak; çoğulu : menâsik, ibâdet şekli, yaşam tarzı. Hedy ile Hüdâ (hidâyet?!), aynı şekilde yazılır. (هدى). Yaklaştıkça, hidâyete erilir, Hüdâ bulunur. Hacc, bunun en güzel göstergesidir; orada meşâir vardır; meşâir, şiar’ın çoğuludur; şiar ile şuur, aynı kök; kafadaki saça da kafanın içindeki düşünceye de şiar denir; meşâir, hem hacc

ÂYET

Kelimenin sözlük anlamı, işaret, belirteç, nişan, alâmet ve mucize. Dindeki anlamı, Kur'ân cümlelerinin her biri. Kur'ân’ın büyük-küçük bölümlerine sûre deniyor; sûreler de âyetlerden oluşuyor. En kısa sûre, 3 âyet (Kevser ve Asr); en uzun sûre, 286 âyettir (Bakara). ... Göstergelim (= semiyoloji, bence buna imoloji de denebilir) dili, bir âlet olarak görür ve bu âlete üç temel işlev yükler. Gösteren, gösterilen ve gösterge. Gösteren, göstergede olanlar; bunlar görüntü/şekil, ses, vb. olabilir, bunun dindeki karşılığı âyettir. Gösteren, gösterilene işaret eder, gösterilen, anlamdır, ma’nâdır. Gösterge, olanı gösterendir. Benzin göstergesi, benzinin ne kadar kaldığını; hız göstergesi, ne kadar hız yapıldığını; duman, ateşin varlığını; çocuk, ana-babanın varlığını, (ana-baba da bir/er çocuktu/r.); ... gösterir.  Kitâb (= Kur'ân); işi burada bırakmaz; gitmesi gereken “yere/noktaya”! kadar götürür. Şöyle der : “Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün ard-ar

EVRENSEL İLÂHÎ İLKELER NELERDİR?!.

Bunları, maddeler hâlinde sıralayayım. Bunlar, önceki vahiylerde On Emir diye de anılıyordu. Ben, onları 12 olarak özetledim, daha da fazla olabilir; ilmihâller 32 veya 54 diyor; ilmihâllerdekiler sadece Müslümanları bağlıyor; oysa bu ilkeler evrensel ve değişmez, herkesi bağlar/bağlamalı. 1. Bu ilkeleri koyabilecek yegâne Gücün, âlemlerin Rabbi Allah olduğuna inanmak. = “eşhedü en Lâ ilâhe illâ-l Allah.” 2. Bu Gücün son müdahaleyi Abdullah oğlu Muhammed ile yaptığını bilmek. = “ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû.” 3. Bu Gücün, insanlardan (hiç kimseden) hiçbir çıkarının olmadığını görmek. O’nun bu ilkeleri, insanların (ve âlemin) iyiliği (ve uyumu) için vazettiğine kanaat getirmek. 4. Müslim olsun, gayri müslim olsun, insanlar arasında ayrım gözetmemek, herkesi O’nun kulu bilmek ve insanlar arasında adâletten şaşmamak. 5. Mülkü Allah’ın bilmek, malı (parayı), bir hegemonik güç/baskı aracı olarak kullanmamak. “Mal, sizden belli insanlar (zenginler) arasında dönüp d

SON KİTÂB, SON MÜDAHALE

Son Kitâb, Kur'ân. Allah’ın hayata son (ilâhî) müdahalesi. Bundan sonra, ilâhî bir müdahale olmayacak. Bu müdahale, M.610 ilâ 632 arasında Hz. Muhammed yoluyla/eliyle oldu ama Hz. Muhammed, 632’de öldü. Şimdi ne yapacağız?!. Hz. Muhammed’in bu müdahalede fonksiyonu neydi?!. Allah’ın bu son müdahalesini tüm insanlara duyurmak ve kendi yaşadığı dönemde de uygulamak. (O müdahaleyi Sünnet kılmak.) Din, Hz. Muhammed’in o günkü uygulaması mı, yoksa O ilâhî müdahalenin kendisi mi?!. İkincisi. İlâhî müdahale, hayatın ilkelerini belirler; din, bu ilkeler, bu ilkelere göre yaşanan hayattır. Bu ilkelere muhatap olan herkes, Hz. Muhammed’in o günkü uygulamasını da (= Sünneti de) dikkate alarak, o ilkeleri yaşadıkları çağa taşırlar. Uygulamalar değişebilir ama ilkeler değişmez. Uygulamaların değişikliğine, içinde yaşanılan (sosyo-kültürel, siyasal, ekonomik, coğrafî, vb.) şartların ve imkânların farklılığı etki eder. Değişken uygulamaları ilke hâline getirmek, dini (dolayısıyla da Kur'ân’ı!

SALÂ ve QUALİA

Qualia yazım, bazılarının kafasını karıştırmış; haklılar; o yazı hakikati “görece ve subjektif” kılıyor ama iş biraz da öyle. Bunu olabildiğince açıklamak/açımlamak için, salâ ile qualia’yı karşılaştıracağım.  Salâ, genelde ölümü haber vermek için verilir; Cuma akşamları yatsı ezanından, Cuma günü öğle ezanından önce verilen salâları saymazsak. Bu salâlar niye verilir, onu da anlamış değilim. Cuma’yı hatırlatmak için mi?!. Türkiye özelinde, bu salâları duyup da Cuma’ya “özel olarak” hazırlanan kaç kişi var?!. Cenaze salâlarını duyunca, yine biri ölmüş diyoruz, ölümü hatırlıyoruz ama ölen kişinin “ölüm deneyimini” hiçbirimiz yaşamıyor, yaşayamıyoruz. Ölüm deneyimini ölünce herkes kendi yaşayacak ve bu, herkeste “aynı” olmayacak!. Bu, aslâ birinin öldüğünü bilmek = duymak gibi olmayacak. Ölen kişiyi tanımıyorsak bu duyumdan farklı; tanıyorsak, -- hele de o, yakınımız, sevdiğimiz biri ise (çook) -- farklı etkileniyoruz; yine de bunlar, bize göre “başkasının ölümü”!. Bizim ölümümüz çoook m

VESVESE

Önce kelimenin ses (fonetik) yapısına kulak verin. Sııss... yılan tıslaması gibi bir ses duydunuz, değil mi?!. İsrâiliyyata göre! cennette Âdem ve Havva’yı bu ses (yılan?!) kandırmıştı.  Vesvese, şeytanî = kötü bir sestir; sadece sestir; kişilerin içinden çıkar. Bu ses, bizden bize ve başkalarına seslenirse, iç ses; başka kişilerden bize seslenilirse, dış ses olarak algılanır. Şeytan, içimizdedir; dışarda, bizlerin dışında şeytan yoktur. İnsanlar kötü olurlarsa, birbirlerine şeytan olur, şeytanlık yaparak vesvese verirler. Herkesin içine “potansiyel olarak”! taqvâ ve fücur yüklenmiştir. (91/8) Şeytanın gücü yoktur, sadece seslenir. (= vesvese verir, va’d eder, söz verir ama sözünü tutmaz.); bunu kendi(miz) de biliriz, itiraf eder(iz). Bknz. 14/22. Pekiî, bir sesin vesvese (= kötü = fücur bir ses) olduğunu nasıl bilir/anlarız?!. Taqvâ tarafımızı uyandırarak. Taqvâ, Allah’tan ve akl-ı selîm’den (= sağduyudan) takviye, destek (güç) almaktır. Râgıb El-İsfehâni’ye göre selîm akıl, insanın i

HEMZ & LEMZ

Hemz’den hümeze; lemz’den lümeze. Hemz, sözle/dille mahmuzlamak/kışkırtmak, dedi-kodu = gıybet etmek, arkadan konuşmak, ayıp-kusur aramak, ayıplamak. Lemz, kaş-göz, el-kol ve baş hareketleri ile alay etmek, küçümsemek. Bunları yapanlara veyl = yazıklar olsun. “veyl-ül likülli hümezeti-l lümeze/h.” (104/1) Kim yapar bunları?!. Malına (parasına) güvenen, üst-üste  mal biriktirip sayan/yığan. “ellezî cemea mâlen ve addede/h.” (104/2) O, malının kendini ebedî kılacağını (kurtaracağını) sanar. “yehsebü enne mâlehû ehlede/h.” (104/3) Allah’a değil, malına güvenir. Allah’ı değil, malı (= mal biriktirmeyi) sever. Onun kalbinde mal sevgisi, Allah sevgisinden büyüktür... O, kesinlikle hutameye atılacak. “kellâ leyünbezenne fil hutame/h.” (104/4) Hutame nedir, bilir misin?!. “ve mâ edrâke fil hutame/h.” (104/5) Allah’ın tutuşturduğu ateş!. “nârullah-il mûgade/h.” (104/6) O öyle bir ateş ki, gönüllere (kalplere) işler. “elletî tettaliu al-el ef’ide/h.” (104/7) Burada onların gönüllerinde (kalpleri

OYALANMAK

Oyalanmak : Esas işi (= maksadı) unutarak, başka bir işe takılıp kalmak; vakti eğlence ile geçirmek.  Tekâsür Sûresi, böyle bir hâli anlatır. Esas işimiz nedir de  mal çokluğu ile kabre (ölene) kadar (kabirlerimizin, ölmüş kabilelerimizin çokluğu ile bile) oyalanıyor/övünüyoruz; mal için, mal (= para için, para) biriktiriyoruz?!.  Esas işimizi (= görevimizi) ne zaman bilecek/öğreneceğiz?!. “kellâ sevfe tealemûn” (102/3) İşin (= meselenin) öyle (= bizim anladığımız gibi) olmadığını ne zaman bilecek/anlayacağız?!. “sümme kellâ sevfe tealemûn” (102/4) Şimdi bilemezsek, bir gün kesinlikle (=ilme-l yakîn olarak) bileceğiz. “kellâ lev tealemûne ılme-l yakîn” (102/5) Şimdi bilemezsek o zaman iş, işten geçmiş olacak. Cehennemi (ateşi) göreceğiz (boylayacağız). “leteravünne-l cahîm” (102/6) Onu/o cahîmi (= cehennemi) kesin bir şekilde göreceksiniz. “sümme leteravünnehâ ayne-l yakîn” (102/7) O zaman da (o topladığınız, sizi oyalayan) tüm nimetlerden sorguya çekileceksiniz. “sümme letüselünne yev

QUALİA

Qualia : Olgu, bilgi ve değer alanında kişinin öznel/özel deneyimi. Bu deneyim, algı (duyu), bilgi (akıl), duygu (his ve kalp) alanları için de kullanılır. Ben, ben olarak görür, duyar, tadarım; benim anladığımı, aynen benim gibi kimse anlayamaz; benim duygulandığım gibi kimse duygulanamaz; benim inandığım gibi kimse inanamaz, vs... ben de sizin duygulandığınız, anladığınız, inandığınız gibi duygulanamam, anlayamam, inanamam... Herkes, kendine özeldir. Kimse, kimsenin gördüğünü göremez; anladığını anlayamaz, inandığına inanamaz... Bu durum, hakikati herkese özel kılar; ya da hakikat, herkese “farklı/başka” görünür. ... Sorsam (?!). Hakikat, Efendimize göründüğü gibi herkese (bize de) görünür mü?!. Veya, hakikat, Efendimize her zaman aynı şekilde mi göründü?!. ... Zihin felsefesinde qualia terimi anahtar terimdir. Her göz, aynı mı görür, her zihin, aynı mı anlar, ...?!. Gözle, zihin (beyin) arasındaki bağ/lantı, her canlıda aynı mıdır?!. Köpeğin gözü ile, insanın gözü, aynı ânda bişeye

FERT ve CEMİYET (CEMAAT)

Birey ve toplum. Cemaatle cemiyet arasında nüans farklılığı olmasına rağmen, genelde aynı anlamda kullanılır. Toplum, bireylerin oluşturduğu “toplamdır” ama bu “toplam”, rastgele oluşmaz; toplamı, toplumsal normlar (ve değerler) birbirine bağlar; bu normlar (ve değerler) zayıflarsa, toplum, toplama (= yığına, kitleye) dönüşür. Bireyin değer ve normları ile toplumun (onun organize yapısı devletin) değer ve normları uyuşmazsa, birey kendini o topluma ait hissetmez veya toplum (devlet) o bireyi dışlar, (cezalandırır). (Mahalle baskısı, ayıp olur hissi ve hapis cezası) Yalnızlık, bu normlar ve değerler zayıfladığında ortaya çıkar; kişinin bir başkası ile paylaşacağı hiçbir değer veya norm kalmamışsa, o kişi (= o fert, o birey), yalnız değil, yapayalnız olduğunu hisseder. Her toplumun normları (ve değerleri) birbirinden farklılık arz eder; buna kültür de denir/denebilir; ulusal kültürler böyledir. Ulusları (milletleri) birbirinden ayıran, bir unsur da kültürdür. Bu, çoğu zaman dil ve yaşant

MÜCADELE ALANLARI

İnsanın bu dünyadaki mücadelesi hiç bitmiyor. Mücadele karşılıklıdır; düşük ve yüksek yoğunluklu olabilir; yüksek yoğunluklu mücadeleye çatışma denir. Mücadele alanları : İnsanın kendi ile ve kendi gibi insanlarla (= toplumla ve toplumlarla); toplumun (toplumların) insanla (insanlarla) mücadelesi, İnsanın devletle (devletlerle), devletin (devletlerin) insanla (insanlarla); toplumla (toplumlarla) ve şirketle (şirketlerle) mücadelesi ve tersi, Devletlerin devletlerle mücadelesi, İnsanın Tanrı ile (ve tanrılar ile) mücadelesi ve tersi, şeklinde gruplamak mümkün. Bu kadar çook ve çetin mücadeleye, bir insanın dayanabilmesi mümkün değil. Çare : Bu mücadelelerdeki her aktörün (esas/asıl faktör, insan/insanlar) “ORTAK KELİME’de” (= Lâ ilâhe illâ-l Allah’da) buluşması; başka çare yok, görünmüyor. Herkes de “ORTAK KELİME’de” buluşamayacağına göre, bu mücadele ölene kadar sürecek; ölünce, “ORTAK KELİME’de” karar kılanlar gülecek; kılamayanlar, deriiin pişmanlıklar ve çook büyük acılar çekecek.

YALNIZLIK

Yalnızlık = Loneliness : Kişinin yanında, duygu ve düşüncelerini paylaşacak, kendisini anlayacak kimsenin bulunmaması (olmaması) durumu. Modern insan, kalabalıklar içinde yalnız.  Yalnızlığı iki gruba ayırmak gerekiyor : • İradî yalnızlık • Gayr-i iradî yalnızlık. İradî yalnızlık, o kadar da kötü bişey değil. Gayr-i iradî yalnızlığı da : Suçluların yalnızlığı = hapse (hücreye) atılması; ve hiç bir suçu olmayanların yalnızlığı şeklinde ikiye ayırabiliriz. Kalabalıklar içindeki yalnızlık, suçlu olmayanların yalnızlığı. Bunlar (bu insanlar), birbirlerine (hiç kimseye) güven duyamıyorlar ve kendi kabuklarına çekiliyorlar = çekilmek zorunda kalıyorlar. Evlilikler de bu yüzden yürümüyor... Pekiî, insanlar, bu tür bir yalnızlıkla baş edebiliyorlar mı?!. Hayır. Çoğu bunalıma veya  depresyona giriyor, ilâç (hap) kullanıyor; intiharlar artıyor. Yaşlıların yalnızlığı da ayrı bir dert.  Toplum çürüyor, çürümekte...  Parası olanlar da yalnız. Eğlence, gezme, vs. onları yalnızlıktan kurtaramıyor

YORUM (= TE'VİL veya TEFSİR)

Amme Sûresinin yorumu, benim yorumum. Yorum, yorar. Sizler (de) yorulursanız, bu yorumu okumayabilirsiniz. Bence sûre, yorumu gerektirmeyecek kadar yeterince açık. Onlar (bizler de dâhil), hayatın sonunu = anlamını birbirlerine (birbirimize) sorup-duruyor(lar/uz); bu konuda yazılmış kitapları okuyor(uz/lar), bilen bir âlimi, bir kâhini!) arıyor(uz/lar)... Kendi kendimize de bu soruyu (= hayatın anlamı nedir?!, sorusunu) sormaktan kaçınamıyoruz. Aslında bu soru, bütün bilgilerin (bilgilerimizin), bilginlerin ve bilmelerin dayandığı en son soru. Bütün felsefeciler, teologlar (= din bilginleri ve kâhinler), bu sorunun cevabını arıyorlar, aradılar. Bu sorunun doğru cevabını, vahiy hariç, hiç kimse bu kadar netlikte, kuşatıcılıkta ve doğrulukta veremez, verememiştir. Rabbimiz, bizim bu sorumuzu cevaplamak için işe kâinatın yaratılışından başlıyor; bu kâinatı (ve sizi) boşuna yaratmadım, diyor. Yeryüzünü size yurt (döşek) yapmak için; geceyi ve uykuyu dinlenmeniz için; gündüzü mâişetinizi ka

AMME (عم)

Umumî (genel) manasındaki amme’den değil, 78. sûreden söz edeceğim. Amme, 78. Sûrenin ilk âyetinin ilk kelimesi; açılımı : an (عن) ve mâ (ما); ân, harf-i cer; mâ, ne anlamındaki soru edatı. “Amme yeteséelûn” demek, ‘an-mâ yeteséelûn’ demektir; anlamı : birbirlerine (daha) neyi/neleri (neden) sorup-suruş/(t/d)uruyorlar?!, demek. O büyük haberi mi = o büyük haberden mi?!. “an-in nebe-in azîm.” (78/2.) Ki onlar bu konuda aslâ anlaşamıyorlar. (78/3) Hayır, kesinlikle yakında anlaşacaklar!. (78/4) Tekrar tekrar söylüyorum ki, kesinlikle yakında anlaşacaklar!. (78/5)  Onlar : Bizim yeryüzünü kendileri için bir “döşek” kıldığımızı, (78/6) Ona (= o yeryüzüne) dağları kazık yaptığımızı, (78/7) Kendilerini erkek ve kadın olarak çift yarattığımızı, (78/8) Onlara uykuyu istirahat; geceyi de örtü kıldığımızı, (78/9-10) Gündüzü de mâişet (geçim) zamanı yaptığımızı, (78/11) Üstlerindeki göğü de yedi kat yarattığımızı = göğe yedi sağlam kubbe diktiğimizi, (78/12) Ona (o gökyüzüne) pırıl pırıl yanan bi

BESLENME

Beslenme : Yaşamak için gerekli gıdaları alma. Bizler, genelde gıda deyince midemize girenleri anlarız, oysa aklımıza giren bilgi de, kalbimize giren sevgi de, birer gıdadır. Aklı ve kalbi beslemek, mideyi beslemekten daha önemli ve daha değerli görülmedikçe insan, insan olamaz, hayvanlıktan (= hayavanlıktan; bu tabiri Aristocu anlamıyla kullandım) kurtulamaz. Ayrıca, bugün mideye giren gıdaların, akla ve kalbe (olumlu-olumsuz) etkisinin olduğu da biliniyor. Bir çok insan, midesini beslemek için çalışıyor; hoş, çoğu insan, bunu bile beceremiyor. İnsanların çook önemli bir kısmı, (kapitalist) sisteme midesinden bağlı. Oruç, bu bağı çözmek için var/tutulur. Zekât, bu bağı çözmek için verilir. Midesinden (kapitalist) sisteme bağlı olanlar, modern kölelerdir. Bu çağın “fekku rakabe”si (90/13), bu bağı çözmek, bu şekilde köle yapılmış (müstez’af bırakılmış) insanları mâlen ve fikren özgürlüklerine kavuşturmaktır. ... Akıl ve kalp, temiz gıdalarla beslemezse, özgürlük hayaldir. ... Bugün, mi

HACC

Hacc mevsimi (sezonu) geldi; insanlar bölük bölük (grup grup), akın akın hacca gidiyor, oluk oluk paralar veriyor. Çok parası olanlar VIP hacı oluyor; onlar  “ağır misafir”! oldukları için, Kâbe onların ayaklarına seriliyor, “Allah”! da onları çok katlı Kâbe manzaralı 7 yıldızlı otellerde ağırlıyor... Paralı olanlar üç-beş yılda bir veya her yıl hacca veya umreye gidebiliyor. Oysa fıkıh, ömürde bir haccı/haccetmeyi yeterli görüyor. Garibanlar (= müstezaflar = zayıf bırakılmışlar) da, ömürlerinde bir kere olsun hacca gitmek, haccetmek için çırpınıyorlar. ... Hacc, Kitâb’ta 33 yerde geçer. Kelimenin kökü hâcce veya hacece. Anlamı, ciddî, sağlam ve kesin delillerle bir meseleyi tartışma (= müzakere etme) demek; huccet, delil. Hacc, zengine farzdır. Zengin kimdir?!. Geçim derdini hâlletmiş kişi. Kitâb, zengine der ki : Artık senin geçim derdin kalmadı; dertli olanları dert edin, onların dertlerine el at!. Müslüman zengin, içinde yaşadığı toplumun derdi ile ilgilenir/ilgilenmelidir, çözebil

HÂRİCÎLER

Hâricîler, kendilerini çook dindar görüyorlar, aramızda Kur'ân hakem olsun, diyorlardı; onlar Kur'ân’ı bir “âlet”! olarak kullandılar. Hz. Ali, amcaoğlu İbn-i Abbas’a : onlara Kur'ân’dan değil, Sünnet’ten delil getir, zîra Kur'ân zûvucûhtur = çok anlamlıdır, demişti. Kur'ân da kendini “müteşâbihen mesânî = teşbihli ve ikili bir yapıda” (39/23) olarak niteler. Kur'ân’ın ana-fikrini = ana paradigmasını = indiriliş/gönderiliş sebebini anlayamayan herkes, Kur'ân’da/n kendi görüşüne uygun deliller bulabilir. Herkes, elindeki delilini, karşı/t delille test etmelidir; Kur'ân’a tek boyutlu yaklaşmamalıdır. Kur'ân, bir yandan, insanî iradeyi yok sayarken; (sözgelimi, ‘o oku sen/kendin/kendi iradenle atmadın, Allah attı, derken, 8/17); bir yandan da herkes kendi yaptığından sorumludur, hesaba çekilecektir, der. Bunlardan birini görüp de ötekini görmemek, Kur'ân’ı (= dini) bölmektir. Hâricîler ve hâricî kafalılar, Kur'ân’ı böldüler, bölüyorlar; Kur'

KUR'ÂN

Kur'ân, ilâhî kelâmdır; Rabbimizin önce Efendimize, sonra da bize hitabıdır. Kelâm, konuşmadır. Mushaf (= Kitâb), bu konuşmanın yazıya geçirilmesidir.  Rabbimiz olan İlâh = El-İlâh = Allah, Elçisi ile konuşmuş, Elçisi de bu konuşmayı kavminin dili Arapçaya dökmüştür. Başka türlü kavmi ile anlaşması mümkün olmazdı. Her şeyden önce Efendimiz Rabbi ile bu konuşmasını yaşamına dökmüş, buna da Sünnet denmiştir. Bu konuşmanın mâhiyetini bizler bilemiyoruz ama şunu biliyoruz. Konuşma olmadan yazma (yazı) olmaz. Çocuklar, 3-4 yaşında konuşmaya başlayınca okula okuma-yazmaya gönderilirler. Konuşamayan çocuklar, işaret dili ile konuşur, bu dilin “alfabesini, harflerini” öğrenirler. Efendimizin Rabbimizle hangi dilde konuştuğunu biz bilmiyoruz ama O konuşma bize Arap dili ile geldi (= Mushaf). Kur'ân, her dilin işaret sistemine âyet der. Her alfabe gibi, Arap alfabesi de bir âyetttir. Biz o Arap dilinde yazıya geçmiş Konuşma’yı (= Kelâm’ı), kendi dilimize transfer ederek anlarız. Bunun iç

TEMİZLİK = TAHÂRET

Temizlik = Tahâret : Bedenin ve onun yaşadığı çevrenin temizlenmesi. Buna maddî temizlik denir. Bir de manevî temizlik var. Manevî temizlik Kelime-i Şehâdet ile başlar. Kelime-i Şehâdet = “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” ruhu, kalbi, içi (duyguları ve düşünceleri) temizler; çünkü şirk, pisliktir. ... Abdest ve gusül, (bakışa/niyete bağlı olarak) hem dışı hem içi temizler. Abdestsiz namaz olmaz.  Zekât, malı temizler. Oruç, Allah içindir; Allah dışındaki her türlü “pis niyeti”! temizler; kişiyi mâsivâdan uzaklaştırır, Allah’a yakınlaştırır. Hac, toplumu ve siyaseti temizler... Bütün ibâdetler, niyetsiz olmaz. Niyet temizlenmezse ibâdetler, ibâdet olmaz. Niyet, kalpte olandır. Kalpte mâsivâ = Allah’tan başka bişey varsa, ibâdetlerdeki niyet (ibâdetler), saf = temiz olmaz.  (Bknz. Nur, 26.) Cennete tayyib = temiz olanlar girecek. Onlara : “selâmün aleyküm, tıbtüm.” denecek. (Bknz. 39/73.)

GIYÂBEN & VİCÂHEN

Gıyâben & Vicâhen = Görmeden & Görerek. “Onu gıyâben tanıyorum.” demek, onu hiç görmedim ama nasıl biri olduğunu biliyorum, demektir. “Onu vicâhen (de) tanıyorum.”, demek, onunla yüz yüze (de) görüştüm, demektir. (Vech : Yüz, demek.) ... Bizler, ne Rabbimizi, ne de Efendimizi vicâhen görmedik, tanımıyoruz. ... Hadid, 25. âyette, “...ve li yealeme-lAllahu men yensuruhû ve rusuleHû bi-l gayb...” denir ve bu ibare/ifâde, genelde, “gayba inanarak, Allah’a ve O’nun Rasullerine (Rasûlüne değil) yardım edenler.”, şeklinde çevrilir. Bence, bu  ibare/ifâde : ‘Allah’a ve O’nun Rasullerine gıyâben yardım ederler.’, şeklinde de çevrilebilmeli; çünkü bağlam, iman esasları ile ilgili değil; bilgi, hikmet, hak-hukuk-adâlet, güç (demir) ve bunların kullanımı (= yardım) ile ilgili. Bu şekilde bir çeviri, daha kapsamlı ve daha evrensel. Allah’ı zaten kimse “göremiyor”, Efendimizi de vicâhen (= yüz yüze) görenlerin sayısı ümmeti ile kıyaslanınca çoook az... Bizler, Allah’ı ve O’nun Rasullerini vi

FIRKALARA AYRILMA

Dinde bölünme, hizipleşme, şûbelere, gruplara ayrılma. = “ferregû dînehüm ve kànû şiyeaâ.” (30/32) Bu nasıl oldu?, diye çok düşündüm. Bu gözle, İslâm Tarihini okudum. İşin siyasî ayağının başat rol oynadığına, dînî eserlerin de (kitapların da) bu zeminden beslenerek yazıldığına kanaat getirdim; bizde oluşan (şekillenen) dînî bilgi/din bilgisi de bu zemine dayanıyor. Bakın! en temel ilmihâl kitaplarına ve bütün din kitaplarındaki sınıflamalara/tasniflere. Dînî bilgideki bölünme, dinde de (din algısında da) bölünmelere yol açıyor. Bilgide sınıflama (= tasnif/bölme, ayrıştırma) olmadan, tüm bilgiyi anlamak elbette zordur; ama o bilgi, bölünmüş bir şekilde kalır, bütünlenemezse, kişinin kendi içinde ve dışında (= toplumda), tefrika (= hizipleşme, fırkalara ayrılma) kaçınılmaz olur. En temel (= basit) ilmihâl kitaplarımız, dini : iman, ibâdet, ahlâk ve muamelât olarak dörde böler; hoş, son yıllarda muamelâtı da dinden uzaklaştırdık ya!. Gazalî’nin dev eseri ‘İhyâ-u Ulûm-ud Dîn’ kitabındaki

BENDE İKTİDAR KİM?!.

Bende iktidar kim?!. Herkes bu soruyu kendine sormalı. Bu sorunun diğer versiyonları : Beni kim yönetiyor?!. Beni, ben mi; yoksa başka biri mi yönetiyor?!. Ben, kimin dediğini yapıyorum?!. Bende iktidar : • Benim, kendim. • Sevdiklerim. • Sevmediklerim. Herkes kendini yönetirse, insanlar kendi aralarında anlaşabilirler mi; böyle bir hâl, uyumlu/huzurlu bir toplumu mümkün kılar mı; kılarsa, devlet niye var?!. Sevdiklerimin dediğini yapıyorsam, herkesi sevebilir miyim; sevemezsem, sevmediklerimle çatışma kaçınılmaz olmaz mı?!.  Sevmediklerimin dediğini yapıyorsam, baskı altındayım, özgür/hür değilim = mahkûmun, tutsağım, demek değil mi?!. Ne yapmalıyım ki, kendimi rahat hissedebileyim?!. Kendimin dedikleri ile sevdiklerimin dediklerini aynı kılmalı; sevmediklerimle de mücadele etmeliyim. Bu mücadeleyi kazanır da herkesi sevebilirsem, herkes de beni sever ve ortada bir sorun kalmaz ama bu, aslâ mümkün değil; herkes beni, ben de herkesi sevemem. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” diyen herkes/