MEVLİD-İ NEBÎ
Mevlid-i Nebî, Nebî’nin, Efendimizin doğumu… O’nun doğumu, normal bir doğum değil, âlemlere rahmet…
Doğumu anlamlı kılan, yaşanan
hayattır; O’nun doğumunu da anlamlı ve değerli kılan, O’nun hayatıdır; O’nun
hayatı, Kur’ân’dır.
O doğmadan önce âlemler ne
âlemde idi?
Çok gerilere gidemem ama
miladî 5. yüzyılda dünyanın, özellikle Arap hinterlandının durumunu genel
hatları ile anlatabilirim.
O gün, Arabistan’ın
kuzey-batısı (Irak, Suriye vb.) Bizans’ın kontrolünde; kuzey-doğusu (İran)
Sasâni İmparatorluğunun/Perslerin kontrolünde; güneyinde (Yemen’de) Perslerin
desteklediği Himyerî Devleti (115-525) var, o devletin başında da sonradan
Yahudî olan ZûNuvas/Yusuf A’sar (ö. M/525.) var, ZûNuvas, Yahudiliği kabul
etmeyen Necran Hristiyanlarına; Yemen hükümdarı ve bir Hristiyan olan Ebrehe de
Mekke’ye saldırır. O (bu) günkü Yemen’in kuzeyinde, Irak ve Suriye’nin
güneyinde, İran’ın güney-batısında, ortada, pagan/putperest Mekke Şehir/Kabile
Devleti vardır; Mekke’nin etrafındaki şehirlerde (o zamanki adıyla Yesrib’te ve
Tâif’te) Yahudi ve Hristiyanların yanında müşrikler/putperestler yaşamaktadır.
Mekke, kışın güneye; yazın kuzeye yapılan ticaret (îlâf) ve hacc gelirleri ile
geçinmekte; bu gelirler mutlu bir azınlığın elinde toplanmakta; bu zenginler de
içerden ve dışardan (Etiyopya’dan) insanları köle olarak çalıştırmakta.
İnsanlar, köle/cariye-efendi, kadın-erkek şeklinde; kabileler de asil-sefil şeklinde
keskin bir biçimde ikiye bölünmekte… Zulüm, adaletsizlik ve düzensizlik her
yerde kol gezmekte.
Tüm yaşananların sebebi, çok
tanrıcılık, putçuluk… Putların da aralarında kast, eşitsizlik
(büyüklük-küçüklük) var. Büyük put Hubel, diğerleri onun arkasına sıralanıyor.
İnsanlar putperestlikte de samimî değiller, putlarını hamurdan ikonlar şeklinde
yapıyorlar, acıkınca da yiyorlardı.
Zulmün her türlüsünün
yaşandığı (fuhuş, faiz, talan/eşkıyalık, açlık, vb.) bu coğrafyada, 571 yılının
11 Rabîulevvel’inde Hz. Muhammed (a.s.) doğdu; doğmadan önce babasını, altı
yaşında iken de annesini kaybetti; bir süre Mekke’nin Reisi dedesi Abdulmuttalip’in,
uzun süre de amcası Ebû Tâlib’in himayesinde, çok küçükken de süt annesi Hz.
Halime’nin şefkati altında büyüdü. Bir süre çobanlık yaptı, sonra Hz.
Hatice’nin kervanı ile ticaret hayatına atıldı, Hz. Muhammed’in (o zamanki adı,
Abdullah oğlu Muhammed ya da Muhammed b. Abdullah); kervanı/nı iyi idare
etmesini ve dürüstlüğünü gören Hz. Hatice, O’na evlilik teklif etti, O da bu
teklifi kabul etti; evlendiklerinde Hz. Muhammed 25, Hz. Hatice 40 yaşındadır;
bu evlilikle ekonomik olarak Efendimiz rahatladı ve kendini düşünmeye/tefekküre
verdi; O’nun yapısında/fıtratında duyarlılık vardı/r, yaşanan adaletsizliklere
duyarlıydı ve sık sık Hira’ya çıkıyor, bir çare arıyordu.
Hıra’da Kendine “görev”
verildiği 40 yaş ile 25 yaş arasında geçen 15 yıllık bu süreyi, tefekkür ve
teemmül süresi olarak okumak/görmek yanlış olmasa gerek. O, günlerce,
haftalarca hiç inmeden (yiyeceğini-içeceğini eşi Hz. Hatice getiriyor ya da
gönderiyordu) Hıra’daydı; oraya yatmak, hava almak, dinlenmek için gitmiyordu;
“derdi vardı ve derdi” O’nu oraya vuruyordu; “o dert”! O’nda olmasaydı ‘gül
gibi’ geçinirdi, gözle görünür hiçbir sıkıntısı da yoktu; en azından “orta
halli” bir ailesi ve dört de çocuğu vardı; eşler de birbirlerini çok
seviyorlardı; etliye-sütlüye karışmasa, hiçbir şeyi dert etmese, onları tehdit
eden hiçbir şey de yoktu.
Bir gün, Hıra’da tek başına
iken “en yüksek ufukta = ufuq-ıl â’lâ’da” Güçlü Bir’ini (Cebrâil’i) görmüştü de
“kendinden geçmişti!”. “Korku ve endişe içinde” kendini eşi Hz. Hatice’nin
kollarına atmıştı; zaten sığınabileceği başka kimsesi de yoktu. Kabilesi
Kureyş’e sığınabilirdi ama O’nu dert sahibi yapan, Kureyş’ti, Kureyş’in
uygulamalarıydı.
Orada (Hıra’da) Rabbi O’na,
‘Ben, Senin (artık) dert ortağınım.’ demişti!
Rabbi orada O’ndaki samimiyeti
ve ciddiyeti görmüştü ve “Şu ândan itibaren Ben, sana ne yapacağını
söyleyeceğim; sana “dert ortağı olacağım!”, Sen, Benim söylediklerimi insanlara
“Söyle! = İqra! ve Yap!” yeter; Benim adımla, Benim adıma (Sen) Söyle ve Sen
Yap!. Sen, artık Benim Elçimsin; “bismi Rabbike, Senin Rabbin Ben’im…” demişti.
(96/Alak, 1.)
‘Rabbinin Söyledikleri’ daha
sonra Kitâb (Kur’ân), ‘Onun yaptıkları/yaşadıkları da daha sonra Sünnet şeklini
alacaktı/r.
Tabiî, bu bir süreçti, birden
olmuyordu ve belli bir zaman alıyordu.
Söylemeye (tebliğe) önce en
yakınlarından başladı. O’na ilk inanan ilk insan, eşi Hz. Hatice ve yeğeni Hz.
Ali idi. Mazlumlar (zulme uğramışlar) ve müstez’aflar (zayıf bırakılmışlar)
haricinde Mekke eşrafından arkadaşı Hz. Ebû Bekir ve yufka yürekli Hz. Osman
hariç, kimse O’na inanmıyordu. Çok sıkıntılar, işkenceler çekildi; bu
sıkıntıları aşmak, Müslüman köleleri zalimlerin elinden almak için Efendimizin,
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman’ın elindekiler tükendi. Üç koca yıl! sosyal ve
ekonomik baskı = boykot uygulandı. Efendimiz, ‘Habeşistan’a göçün/göç edin!’
dedi.
Görevin 9. yılında (M/619’da),
eşi Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib vefat etti. Efendimiz çaresiz, korumasız ve
kimsesiz kalmıştı. Hüzün yıllarıydı. Destek arıyordu. Tek başına Tâif’e gitti.
Tâif’te taş yağmuruna tutuldu; oradaki duâsı yürekleri parçalar.
“Allah’ım! Çaresizliğimi,
darlığımı, insanlar karşısındaki değersizliğimi (adam yerine konmayışımı) Sana
şikâyet ediyorum. Ey Merhametlilerin en Merhametlisi! darda kalmışların,
biçarelerin (çaresizlerin) Efendisi (Rabbi)! Mademki Sen benim Rabbimsin, beni
kimin/kimlerin ellerine teslim ediyorsun.”
(O’nun yüreğindeki sızıyı,
acıyı hissedebiliyor musunuz?)
Bizler hissedemesek de Rabbi
hissetti ve O’na şöyle nidâ etti :
“Kuşluk vaktine ve geceye
yemin ederim ki (gece, karanlık; kuşluk vakti, aydınlık.); Rabbin Seni
bırakmadı, Sana darılmadı! Geleceğin şimdinden daha iyi olacak (ve lelâhiratü
hayrun leke minel ûlâ). Rabbin Sana verecek (i’tâ), Sen de hoşnut kalacak/olacaksın.
O (Ben), Seni yetim buldu da yer-yurt sahibi yapıp-barındırmadı(m) mı? Sen (ne
yapacağını bilmez) şaşkın biriydin, Sana hidâyet vermedi(m) mi? Fakirdin,
zenginlik vermedi(m) mi? Öyleyse!, … anlatmaya (tebliğe) devam.” (93/Duhâ,
1-11.)
“Ben”, Sendeki darlığı
gidereceğim.
…
O yıl (619), Mekke’ye hacc
için gelen Yesriblilerle konuştu Efendimiz. Onlar da kan davası yüzünden
sıkıntıda idiler, Evs ve Hazreç birbirini öldürüyor, bir çare arıyorlardı; bu
görüşmeler iki yıl sürdü (1. ve 2. Akabe biatları) ve iki yılın sonunda Efendimiz
ashabı ile Yesrib’e davet edildi.
“De ki: Ey inanan kullarım!
Rabbinize karşı takvâlı olun. Bu dünyada, iyi olanlar için iyilik vardır.
Allah’ın arzı (yeryüzü) geniştir; ancak sabredenlere ödülleri hesapsız ödenir.”
قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ
أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا
يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ
(39/Zümer, 10.)
622’de Mekke’den Medîne’ye
hicret (hicretten sonra Yesrib, Medîne ismini almıştır) bir rahatlamadır
(kabz’dan bast’a geçiştir) ve bireysel İslam’ın, toplumsal ve siyasal İslam’a
dönüşerek devlet olmasıdır.
İslâm devlet olunca, belli bir
güce kavuşunca Efendimizin yaptığı üç önemli işi ve Mekke’nin Fethi esnasında
Efendimizin hâlini arz ederek yazıyı sonlandıracağım. İlk iş, Muâhede =
Ensar-Muhacir Kardeşliği; ikinci iş şurâ’ya dayalı yapılan Anayasa = Medine
Sözleşmesi; üçüncü iş âdil bir pazarın kurulması/oluşturulması. Bunlar
toplumsal/sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın olmazsa olmazları. Dış politika
da ihmal edilmedi; 630’da (Hicretten 8 yıl sonra) Mekke, kan dökülmeden
fethedildi. Efendimiz o fetih esnasında sürgün edildiği Mekke’ye “mağrur” bir
komutan gibi değil, “mahcub bir kul gibi”! Rabbine ‘tam bir hürmet ve saygı
ile’ boynu ve beli bükük olarak tevâzû ile girdi ve kimseye “kin”! (O’na kin
yakışmaz) beslemedi, herkese eman verdi.
Rabbim bizlere O’nu örnek
almayı nasip etsin. Amin.
(Bu yazı 26 Ekim 2021'de insaniyette yayınlandı.)
Yorumlar
Yorum Gönder