MÜSLÜMANLIĞIMIZI SORGULAMAK
“Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyerek Müslüman oluyoruz, da, bu söze uygun yaşıyor muyuz?!. Bu yazı, bunu sorgulayacak.
Bu sözü söylerken
ne demek istiyoruz, Rabbimiz olan Allah’a nasıl bir söz veriyoruz?!.
Yegâne ilâh Sen'sin,
Sen'den başka ilâh yok; Muhammed (a.s.) Sen'in Elçin.
İlâh, muhayyel bir
“Güç” değil, hayata müdahale eden, hayatı (= kâinatı) düzene koyan, kural koyan,
bu amaçla din va’zeden bir “Güç”. O’nun kurduğu düzende adâlet ve hakkâniyet olur.
Pekiî, birer Müslüman
olarak bizler, O’nun kurduğu düzene = adâlet ve hakkaniyete göre mi yaşıyoruz; yoksa,
başka “ilâhların” kurduğu düzenlere göre mi?!. Soru bu.
Yaşamımızın her
aşamasında (kişisel, sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan) mümkün mertebe haktan,
adâlet ve hakkâniyetten ayrılmıyorsak, Allah’ı ilâh kabul etmişiz demektir; ama
bozuk ve çarpık düzenlerin (= dinlerin) devamı için çalışıyorsak, ortada çook ciddî
bir çelişkinin olduğu âşikârdır. Bu alanların her birini bir kaç cümle ile açayım.
Kişisel açıdan Allah’ı
ilâh kabul etmek (= bilmek), kişisel ibâdetleri (başta namaz olmak üzere) yapmaktır.
Ben, ibâdetlerin kişisel boyutunu, sosyal, siyasal ve ekonomik boyutundan ayırmam, ama meselenin anlaşılması için böyle bir ayrım yapmak durumunda kaldım.
Sosyal (= toplumsal)
açıdan Allah’ı ilâh kabul etmek, toplumda adâletin sağlanması ile mümkün. Toplumda,
toplumsal adâleti bozan bir düzen egemense ve bu düzene verilen destekler, vicdanımızda
bir çelişki, bir rahatsızlık oluşturmuyorsa, Müslümanlığımızda ciddî bir sorun var demektir.
Zekât, yardımlaşma (muâvenet) ve dayanışma (tesânüt), birlik-beraberlik, kardeşlik
gibi ilkeler, toplumsal adâlet içindir.
Siyasal açıdan
Allah’ı ilâh kabul etmek, egemenliğin (= hâkimiyetin) Allah’a has/özgü kılınması demektir. Bu, ana/asıl
= ahlâkî ilkelerde kişisel re’ye (karara) imkân vermez; fürû’da (= teferruatta) ise
ortak re’yi (kollektif kararı, ortak aklı, şûrâyı) zorunlu kılar. Hacc, ortak aklın
evrensel/küresel düzeyini sembolize eder.
Ekonomik açıdan
Allah’ı ilâh kabul etmek, mülkü, mülkün Sahibine vermek ve mülkü emanet bilerek,
O’nun isteği doğrultuda kullanmaktır. Sadaka, zekât, îsar, faizsiz borç verme = karz-ı hasen,
hîbe, oruç, vb. tüm emirler, ekonomik adâletin sağlanması içindir.
Müslümanlık, sadece
O Ma’lum Sözü (= Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah) söyleyip, “içi boşaltılmış,
ruhu kaybolmuş”! ibâdetleri yapmak değildir, O Sözün Sahibinin dinini (= arzu ettiği
düzeni), hayatın her alanına hâkim kılmak için çalışmaktır.
Müslümanlığımızın
en belirgin ölçüsü, yaşantımızın diğer ilâhları (gerçekte ilâh olmayan ilâhları)
rahatsız edip-etmemesidir; o ilâhların kurduğu ve sürdürdüğü düzen, bizim varlığımıza
rağmen yaşıyorsa, hatta bizler de o düzene hizmet eden erler (askerler, kullar)
isek, Allah’a kulluğumuzu (= Müslümanlığımızı) çook ciddî bir şekilde sorgulamalıyız.
Zulüm = adâletsizlik üreten düzenlere verdiğimiz her destek, bizi Allah’a kulluktan uzaklaştırır. İyi
bir Müslüman olmak için önce bu destekleri azaltmak = asgarî düzeye indirmek zorundayız.
Hem zulme destek ver, hem de Müslüman ol veya kal, bu mümkün değil. Bu, temiz fıtrat/vicdan
açısından apaçık bir çelişkidir; belki de Allah katında (Allah-u A’lem) şirktir.
Mekke müşrikleri de Allah’a inanıyorlar ama zulüm düzenlerinin devamını arzuluyorlardı.
Hz. Muhammed (a.s.), bu düzeni değiştirmek istedi; ‘Muhammed-ür Rasûlüllah’ı buradan
da okumak gerekiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder