FECR
Bugün çok erken kalktım. Balkona çıktım ve fecri seyrettim, göğün ve yerin (= göktekilerin ve yerdekilerin) aydınlanmasını (= ışımasını) fark ettim.
Dün, Fecr Sûresini okumuş, üzerinde biraz tefekkür etmiştim. Sûrenin ilk dört âyeti yemin.
5. âyetteki hicre, tüm mealler akıl anlamı veriyor. (lizî hicr = akıl sahipleri).
Sûre, 14. âyete, hatta sonuna kadar, azgın kavimlerden söz ediyor. Bu kavimlerden
biri de ashab-ı hicr, Sâlih (a.s.)’ın kavmi; onlar, kayaları (= hicr, kaya/taş demek)
yontarak kendilerine evler yapan bir millet/kavim. 9. âyetteki sahr, sert kaya,
sert taş. Ben sûre bütünlüğünü hesaba katarak, 5. âyetteki lizî hicre, akıl sahipleri
değil, aklı/yüreği taşlamışlar anlamını vermek, böyle okumak istiyorum. Çünkü, akıl
sahipleri için üst-üste dört kez yemin etmeye gerek yok; akıl sahipleri, akıllarını
kullanarak, söylenenleri düşünürler, anlarlar. 5. âyet, bu yeminler (bile) o taşlaşmış
(donmuş, artık çalışmayan) akıllara tesir etmeyecek mi, şeklinde de okunabilir.
Neyse, benim gündemim ilk âyet = "velfecr" (89/1).
Fecr,
tan yerinin ağarması, Güneşin doğması. Aynı kökten gelen fücûr; günahkârlık, ahlâksızlık
anlamında. Kelimenin fiil formuna, te ekleniyor ve cim şeddeli okunuyor = tefeccere;
anlamı : fışkırmak, kaynak. Bakara, 74. âyette, hem hicr (= hicâre) hem de tefeccere
(= yetefeccera) kullanılıyor. Lütfen bu âyet üzerinde tefekkür edin; bu âyet bizi
anlatıyor.
Güneş
doğunca (= tan ağarınca, fecr atınca), dış dünyayı (= şeyleri : evleri, arabaları,
cadde ve sokakları, vs.) görmeye başlıyoruz. O saatlerde etrafta çok fazla insan
görünmüyor; ben de kendimi göremiyorum. Şeyleri görüyorum ama kendimi göremiyorum.
Fecrin
atmaya başladığı o saatte kendimi nasıl görürüm, diye düşündüm. İçimdeki ses, gördüklerinin
arkasındaki sırrı görürsen, onlar da sana kendini gösterir. Sen onlara camdan (cam
gibi bir gözden cam gibi) bakıyorsun; onların sana kendini göstermesi için, onları bir “ayna” (= âyet) gibi görmelisin. Bunun
için de, kafa gözünü değil, kalp gözünü kullanmalısın. Onlardaki “sırrı” göremezsen,
onlar da sana kendini göstermez, dedi.
İknâ
oldum ama tatmin olmadım. (İknâ, söylenen şeyi o ân kabul etme; tatmin olmama, o
sözü yeterli bulmama ve o süzün kişide sürekli rahatlığı sağlamaması.)
Pekiî,
kendimi nasıl göreceğim ve kendimi görünce ne olacak (ki)?!, dedim kendi
kendime.
Kendini
de, kendindeki “sırrı” görünce (= fark edince) göreceksin, dedi içimdeki ses.
Bu
nasıl olacak?!. (dedim)
Sende
(= senin içinde) fecr (= Güneş) doğacak. Sana, Rabbinin emri ile melekleri ve Ruh
tenezzül edecek. = “tenezzelül melâiketü ver-Rûhu fîhâ, bi-izni Rabbihim...” (97/4)
İçindeki
fecr (= Güneş) doğarsa, selâmete erersin; doğmazsa, eremezsin; kendini de şeyleri
de “olduğu gibi” göremezsin. “selâmün hiye hattâ matlaı-l fecr.” (97/5) İşte o zaman,
sendeki “iyi hazine” tefeccür eder = fışkırır; kötülükler (= fücûr) yok olur, kaybolur.
Kendini,
kendinde göremezsen, kendini bilemezsin. Kendini bilemezsen, Rabbini hiç bilemezsin.
Buradaki bilmek, çift katlı; aklın ve kalbin bilmesi = arafe.
“men
arafe nefsehû, fekad arefe Rabbehû”
Yorumlar
Yorum Gönder