HALİFE : SON CANLI, İNSAN
Halife, sonra/dan gelen, selefin zıddı. Selef, önceki; halef, sonraki.
İnsan, halifedir. Tüm canlıların en son “yaratılanı”!. Bu yaratma
“ceale” fiili ile ifâde edilir. “innî câilun fil ardı halife” (2/30)
Araf, 172. âyetteki “elest bezmine” de değinerek, yaratılış
ve halifelik arasındaki ilişkiyi kurmayı deneyeceğim. Âyet, "Hani Rabbin Âdemoğullarının
“sırtlarından” (= zuhûrihim) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine (= kendi
nefislerine) şahit tutmuş, kıyamet günü herhangi bir mazeretleri olmasın diye (onlara
sormuştu) : Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!. Onlar da : “Evet”, demişlerdi..." (7/172)
Zuhur, zahrın çoğulu; zahr, arka, geri, sırt, demek; mealler
bu kelimeye bel anlamı verir. Bence bu kelimenin daha ontik bir anlamı var. O da
şu : çook daha gerilerde total = tümel bir insan (= insanlık) var; o total = tümel
bir insandan (= insanlıktan = insaniyetten) biz, tikel/tekil insanlar = Ali’ler,
Ahmet’ler, Mehmet’ler, Ayşe’ler, Fatma'lar, ... yaratılıyoruz. = “... halaqaküm
min nefsin vâhidetin, ve haleqa innâ zevcehâ ...” (4/1)
İnsan, ahlât bir canlı. Ahlât, karışım demek. Ahlât-ı Erbaâ,
dört karışım. Anasır-ı Erbâ : Toprak, su, ateş ve hava. Ahlât-ı Erbaâ, kan, balgam,
sar safra ve kara safra. İnsan, topraktan ama bu toprak, su ile yoğrulmuş; ateş
ile pişirilmiş; içine hava (ruh/rıyh) üflenmiş. Karışımların oranı (yüzdesi) mizacımızda
etkili ama belirleyici değil; belirleyici olan bizim kendi kararımız (= irademiz).
Hepimiz, “tümel/total insanın” (büyük insanlık ailesinin) elemanlarıyız
ve mizacımızı oluşturan unsurlar üzerinde egemeniz. Bünyemizdeki bu unsurları dengeli
tutabilirsek, dengeli (mu’tedil; kelime, adâletten) bir insan oluruz; tutamazsak,
adâleti bozar, zâlim oluruz.
Din, bizim bu dengeyi korumamız için var; halifeliğimiz, bu
dengeye bağlı.
Zâlim bir ‘halifeye’ kim itaat eder?!.
Halifelik, yönetim sorumluluğu almadır. Kendi yönetimini âdil
(= mu’tedil) bir şekilde başaramayalar (= çok veya az yiyenler, uyuyanlar, konuşanlar,
= bedenini aşırı veya az besleyenler ama ruhunu (= duygularını ve aklını) hiç beslemeyenler
ya da kötü besleyenler, vs.;), başkalarını yönetemezler. = Hâkimiyet, kişinin kendinden
başlar; kişiye şeytan (= kötülük, gaflet, şehvet, vb. duygular) hâkimse, o kişinin
iyi bir halife (= yönetici) olması mümkün değildir.
...
Allah, insanı selîm fıtrat (= tabiat) üzere yaratmıştır. = “ellezî
halaqake fesevvâke feadalek = seni yarattı, şekil verdi ve i’tidalli kıldı.” (82/7)
(Görünür ve görünmez adalelerine bir denge koydu?!.) İnsan, bu fıtratı bozmazsa,
insandır; bozarsa, insan görünümlü hayvandır.
A’raf 173. âyet, bir başka bahaneyi daha bertaraf eder : “Önceki
atalarımız böyle yapmıştı, biz de öyle yapıyoruz.” Hayır. Herkesin kendi, bizzat
bu şahitliği yaptı; kimse kimsenin yükünü (suçunu) çekmez. (= “ve lâ teziru vâziretün
vizra uhra.”)
Tekil/tikel insanlar, tümel/total insandan kopmadan (ayrılmadan) mutluydu; kopunca mutsuz oldular. Bunu, daha alt/sonraki bir düzeyde Otto Rank ‘doğum travması’ olarak okur; oysa, bu kopuşun tarihi çook daha gerilerdedir, eskidir.
Ayrılıklar, hep hüzünlüdür ama “bir gün” tekrar kavuşacağımıza
dair umudumuz varsa; “o günü” hiç unutmamış, “o güne” kavuşmak için çalışıyor, çabalıyorsak,
bu bizi insan (= kul) kılacaktır.
...
“Allah Rasulü Hz. Muhammed (a.s.), Allah’a ve âhiret gününe
kavuşmayı unutmayanlar, Allah’ı çookça zikredenler için çook güzel bir örnek = üsve-i
hasene’dir.” (33/21)
O, insanlığın (ve insana yüklenen halifeliğin) en güzel örneğidir.
Salât ve Selâm Onun üzerine olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder