GİBİ

Gibi, benzerlik edatı. Kahramanlar gibi savaştı. Aslan gibi cesur. Her şeyi biliyormuş gibi konuşuyor... Aslında kahraman değil ama bir kahraman gibi savaştı. Aslan kadar değil ama aslan gibi cesur. Her şeyi bilmesi mümkün değil ama biliyormuş gibi konuşuyor...

Ortada bir “benzetme” var; benzetmede, benzeyen ve benzetilen olur. Kendisine benzetilen bilinmezse, ona benzeyen, hiç mi hiç bilinemez.

“... leyse kemislihî şey’ün... = O, hiç bir şeye benzemez (= benzetilemez)!. (42/11.)

Bu âyette, hem ke hem misl, benzetme anlamındadır, ilki edat, ikincisi kelime; ke, gibi; misli, benzer; yâni, bu âyette iki benzetme kullanılmıştır. Burada benzetilen, O; benzeyenler, şeyler. Âyette iki benzetme olduğu için (= kemislihî), bu benzetmeyi tersine de çevirebiliriz. Benzeyenler, O’na benzemezler.

Benzetme : Şeklen ve Ma’nen olur. ‘Şu ev, bu eve benziyor.’ (= Şu ev, bu ev gibi) sözündeki benzetme, şeklen benzetmedir. ‘Huyu, babasına benziyor.’ sözündeki benzetme, ma’nen benzetmedir ama ikisine de sûret (= benzerlik) denir. Sûret, ilk bakışta (= zâhiren) dış görünüştür; ama bakış derinleştikçe (= içe doğru kaydıkça) bu görü/nü/ş, “özelliklere, sıfatlara” ilişir; benzeyen, benzetilenle; benzetilen de benzeyenle, dış görünüşten çok, ortak “özellikler, sıfatlar/niteliklerle” karşılaştırılır; sûret, dış hakikatten (= görünüşten = fenomenden) iç hakikate (= numene) doğru evrilir.

Felsefe sûreti, dışa (= dış görünüşe = fenomene) hasreder; içe (= görünmeyene = numene) cevher der. 

Dinde, iç-dış (= fenomen-numen) ayrımı yoktur ama zihin bunu otomatik yapar. Çünkü, anlama en basit düzeyden (= dışardan, dış kabuktan, görünenler üzerinden) başlar ve devam eder. Zihnin kemâli, “içe, öze, cevhere doğru” yolculukla sürer. Aslında, gerçekte iç ve dış diye bişey yoktur. Zihin, gerçekliği bölmeden (= analiz etmeden) kavrayamaz, sürekli böler, (atom dâhil); böldükçe de kaybolur ve sonunda, dağıttıklarını toparlayamaz hâle gelir; aslında ‘ortada hiçbişey yokmuş’ (gibi)! noktasına varır... (= nihilizm veya post-modernizm)

Dinin hakikati, gayb ve şehâdet diye bölmesi de insanın anlamasını kolaylaştırmak içindir; hakikatte de tevhîd (= birlik, bütünlük) esastır.

...

Tanrı’nın “şeklen”! insana benzetilmesine (= teşbihe, antropomorfizme) de böyle bakmak, Tanrı’nın Elini (= yedullah), Tanrı’nın Yüzünü (= vechullah) böyle okumak gerek. Bu benzetme bize, Yahudilikten gelmiştir. (Yaratılış, 1/26)  Zihin, zâhirden bâtına = şeklî benzetmeden sûrî (= imajinal) benzetmeye, oradan da “özelliklere, sıfatlara” sıçramak zorundadır; aksi hâlde Tanrı, puta dönüşür. Tanrı görür, insan da görür; Tanrı bilir, insan da bilir; ... ama Tanrı’nın görmesi ile insanın görmesi; Tanrı’nın bilmesiyle insanın bilmesi aynı değildir, sadece benzerdir. (= İnsan, Tanrı’nın görmesi gibi görür; bilmesi gibi bilir...) ama Tanrı, insanın bilmesi gibi bilmez, görmesi gibi görmez; O’nun bilmesi, görmesi, ... çoook mükemmeldir.

İnsan, Tanrı’ya yaklaştıkça, yakınlaştıkça, “Tanrı gibi”! bilmeye, görmeye, ...; O’ndan uzaklaştıkça da bilmesi, görmesi, ... bozulmaya başlar.

...

Put, görünüşü aşamamış (= zahirî) zihnin tanrısıdır. Bu zihin biraz yol alınca o görünüşün altındaki “manaları” görmeye, onun bişeyleri temsil ettiğini anlamaya başlar; o putu kutsar. İbranicede sûreti karşılayan kelime, tsalem; Arapçada putu verilen isim, sanem. Tsalem de sanem de içinde anlamın donduğu, taşlaştığı, katılaştığı şeye karşılık gelir.

Düşünmek, görüntüyü canlı kılmak (= canlandırmak), onu gidebildiği yere kadar götürmek, sonunda da tevhide varmak (Mükemmel Bir İlâh’a inanmak) demek. Tevhîde varmayan her düşünce, savruktur, orada-burada aylak aylak (deli gibi) gezinir durur; tevhîd, düşüncenin amacıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM