TERCÜME

Daha önce (25 Şubat 2024 tarihinde) bir tercüme yazısı yazdım. Bu yazı, konuya bir başka açıdan/boyuttan bakacak ve iki yazı birbirini tamamlayacak, inş. Bu yazıyı okumadan o yazıyı okursanız, meseleyi biraz daha iyi anlarsınız. O yazının adresi: https://draft.blogger.com/blog/post/edit/6371708412990113227/7786014205175840852

Bu yazı da Kur'ân’ın hayatımıza tercümesini konu alacak.

Tercüme, bir dildeki bir yazının, başka bir dile aktarımıdır. Orijinal dilin başka bir dile aktarımı kolay bir iş değildir. Bu, Kur'ân Dili (Tercümeleri, Mealleri) için de geçerlidir. 

Orijinal dil, metnin oluştuğu, içine doğduğu dildir; bu dil, bir kültürün (bir hayatın) içinde oluşur. Orijinal dilde yazan yazar, içinde yaşadığı coğrafyanın, kültürün, bilgi birikiminin, dünya görüşünün etkisinde yazar; kelimelerine, cümlelerine (= metnine) bu durum yansır.

Kur'ân Metni de (Mushaf da), Arap (Kureyş) coğrafyasını, kültürünü, bilgi birikimini, dünya görüşünü, yaşayış biçimini dikkate alarak, hesap ederek oluşmuş = konuşmuş; ama o yaşayışı değiştirmek için inmiş/indirilmiştir. Bu yüzden o günkü Araplar (Kureyş), bu dili, başka bir dile tercüme etme ihtiyacı duymadan Kur'ân’ın ne dediğini net bir şekilde anlıyorlardı.

Biz, bugün anlayamıyor; o dili, kendi dilimize tercüme ediyoruz. 

Bir M/metni tercüme ederken : Yazar’ın (= Kur'ân, kendine Kitâb dediği için Yazar dedim; bu konu daha önce başıma dert açtı, yeni bir dert açsın, istemiyorum.) kastını (= ne demek istediğini) tam bilmezsek; -- bunu bilebilmemiz için o gün yaşanan kültürü (hayatı) bilmemiz ve Rabbimizin bu hayatı nasıl, ne şekilde değiştirmek istediğini görmemiz gerekiyor – O M/metni tam anlayamayız. Bunun için, iyi bir orijinal dil (= Arapça) bilgisi yanında Sünnet ve Sîret bilgisi de şarttır. Bu iki bilgiden yoksun mealler (ve tefsirler), kötü tercümelerdir. Biz bu kötü tercümeleri, tecrübeleri daha önce iki kere daha yaşadık. 1) Abbasîler döneminde Yunan metinleri tercüme edilirken. 2) Cumhuriyet döneminde (Hasan Ali Yücel) Batı Klasikleri dilimize çevrilirken. Bu yüzden (= bu kötü tercümeler yüzünden), ne Kur'ân’ı ne de batıyı doğru-dürüst anlayabiliyoruz.

İyi mütercimler, tercüme ettiği metnin dilini, o dilin oluştuğu kültürü -- dil, kültüre; kültür, dile etki eder --, metnin neyi beğenmediğini ve nasıl bir değişim yapmak istediğini çook iyi bilmelidirler.

Kur'ân, bütün bunları bilerek “yazılmış! = Kitâb olmuş, Kitâb şeklini almış” ve konuşmuştur. Biz, Bu Yazıyı (= Kitâb’ı = bize de yazılan Bu İlâhî Mektub’u) böyle okumak = Rabbimizin bizde de, bizim hayatımızda da beğenmediği ve değiştirmek istediği hususların (yanların, yönlerin) olduğunu bilerek ve görerek okumak zorundayız. Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) hayatla teması bu şekilde kurulur; Kitâb (= Kur'ân), yaşadığımız dile, hayata bu şekilde tercüme edilir.

Kelimeler, hayattaki şeylerin (= olgu ve olayların) zihnî karşılıklarıdır. Kur'ân Kelimelerinin (= cümlelerinin = âyetlerinin) hayatımızdaki doğru karşılığını bulmak, Onu doğru tercüme etmek; O karşılıkları ıskalamak, Onları/Onu taşlamaktır; tercümenin bir anlamı da taşlamadır, recmdir; tercüme ile recm aynı köktür. (Yukarı adresini verdiğim yazıya atıf; bu konu orada işlendi.)

Bu yüzden bazı tercümanlar, anlamı taşlarlar; bazıları da (doğru) anlamı çağırırlar, davet ederler. Kur'ân’ın en doğru anlamını hayatına çağıran (= anlayan) ve doğru bir şekilde yaşayan, hiç şüphesiz Efendimizdir. Bizler, Ona ne kadar yak(ın)laşabilirsek, Kur'ân’ı (ve Onu) o kadar iyi anlarız, vesselâm.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM