ÇARE

Çare : “Lâ ilâhe illâ-l Allah Muhammed-ur Rasûlüllah.” demede ve bu deyişin (Sözün) arkasında durmada.

Hz. Muhammed de çare arıyordu, en az 15 yıl aradı; o yıllar arasında (25 ilâ 40 yaş, 585 ilâ 610) başka hiçbir iş yapmadı. Tüm siyer kitapları bu yılları boş geçer; sadece Kâbe’nin onarımı sonrasında Hacer-ül Esved taşının yerine konulmasında Onu tekrar sahneye çıkarır, görünür kılarlar. Her kabile, bu “şerefin/onurun” kendilerine ait olmasını ister; aralarında çook ciddî anlaşmazlık çıkar, taşı kimin yerine koyacağına bir türlü karar veremezler; Efendimiz bir yaygı ile meseleyi çözer.

...

Efendimiz neyi dert edinmişti ve nasıl bir çare arıyordu?!.

Toplumsal adâletsizliği, insanların çektiği eziyeti/sıkıntıyı dert edinmişti; bunu :

Zengin olup, insanlara yardım ederek çözebilirdi. 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendiğinde, elinde epey ticarî sermaye vardı; bu işi (ticareti) de biliyordu... Mekke’nin en zengini olabilir, kazancını garibanlara verebilirdi.

Dedesi Abdulmuttalip ve amcası Ebû Tâlib reis’lerdi, kendi itibarlı (= Muhammed-ül Emîn) idi. Dâr-un Nedve’ye (= Meclise) girer, Mekke’ye reislik ederek çözebilirdi. Nitekim, Kureyş uluları Ona 40 yaşında bu teklifi yaptılar. O : ‘Bir elime Ayı, öbür elime Güneşi verseniz, olmaz.’ dedi.

Bunlar da bir yoldu, çareydi; üstelik bu yollar çok daha kolaydı. Niye bu yolları seçmedi de “Lâ ilâhe illâ-l Allah” demede ısrar etti?!. Çünkü her iki yolun da bir çook ilâhı vardı. Ticaret de siyaset de o ilâhların “gölgesinde” yapılıyordu. O ilâhlardı = o ilâhlara tapanlardı, o toplumda adâletsizlik ve zulüm üretenler.

Âdil, Bir ve Tek İlâh bulunmadan ve O İlâh’a (= Allah’a) tapılmadan, zulümle mücadele edilemezdi. “Lâ ilâhe illâ-l Allah” buydu, bu demekti.

O, O İlâh’ı (= Allah’ı) buldu!. Yoksa O İlâh (= Allah), Ondaki samimîyeti gördü de Onu mu buldu?!.

İkisi de mümkün.

Bizler de, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.” diyerek İslâm’a (Müslümanlığa) giriyoruz ama “Lâ ilâhe illâ-l Allah”ı söylerken Onun gibi, sosyolojiyi, psikolojiyi, siyaseti, ticareti okuyarak mı söylüyoruz?!. Onun gibi, sosyolojide (toplumda) psikolojide (insanın iç dünyasında) siyasette (toplumun yönetiminde) ticarette Âdil, Bir-Tek İlâh (= Allah) hâkim olsun mu istiyoruz?!. Bu alanlardaki tüm ilâhları reddederek, bu alanların tümüne Bir-Tek İlâh’ı (= Allah’ı) davet ederek mi bu Sözü söylüyoruz?!.

Kureyş uluları da Allah’ı biliyor ve O’nu en büyük ilâh olarak kabul ediyorlardı ama düzen (din) kurucu ilâhları Hubel’di, Lât’tı, Menât’tı, Uzza’ydı; irili-ufaklı bir çoook (360) ilâhları = putları vardı.

İlâh, tektir; O, göklere de yere de hükmeder. Onların ilâhları (= ilâh bildikleri), kâinatı parsellemişti; göğün ilâhı ayrı; yerin ilâhı ayrı; her kabilenin ilâhı ayrıydı; ilâhı güçlü olan kabile de güçlü kabileydi; savaş, ilâhların arasındaydı...

Bu ilâhlara “Lâ = Hayır” denilmeden, bu ilâhların tümü reddedilmeden ve mükemmel özelliklere sahip (= Esmâ-ül Hüsnâ) Bir-Tek İlâh’a (= Allah’a = Otoriteye) “Evet” (illâ) denilmeden, bu mesele (zulm = haksızlık, adâletsizlik) çözülemez; bu ilâhlarla = bu ilâhlara kulluk yapanlarla, tapanlarla işbirliği ve güç birliği yapılamazdı.

Yapmadı. “Lâ ilâhe illâ-l Allah” demekte ısrar etti.

Bizler de “Muhammed-ur Rasûlüllah.” diyorsak, ki bu cümle, aynı zamanda Onu örnek/model alma sözümüzdür, Onun yaptığını yapmak, Allah dışındaki tüm ilâhlarla bağımızı (ilişkimizi) koparmak zorundayız; “Lâ ilâhe illâ-l Allah” demek, bu demek.

“Allah dışında zaten başka bir ilâh yok ki!!...”

Öyle diyorsak, gözlerimiz kör, iyi/doğru okuma/görme yapamıyor; kulaklarımız sağır, söylenenleri duyamıyor; bu akıl, dışarda olup-bitenleri = yaşananları fark edemiyor, idrak edemiyor...

“Onların gözleri var, görmez; kulakları var, işitmez; kalpleri var, idrak etmez; onlar hayvanlar gibidir, belki de daha edall/aşağı...” (7/179.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM