YARILMA

Yarılma : Bir bütünün ikiye ayrılması, düalizmin (ikiliğin) ortaya çıkması.

İslâm düşüncesindeki yarılma, büyük ölçüde hicrî 2. yüzyılda başlamış ve bir daha bu bütünlük (vahdet mi desem, tevhid mi?!) sağlanamamıştır.

Hicrî 2. yüzyılda ne oldu?!.

İslâm dünyası Aristo mantığı ile tanıştı. O mantığın üç temel ilkesi vardı : Özdeşlik. Çelişmezlik ve Üçüncü hâlin imkânsızlığı. Özdeşlik: A = A. Çelişmezlik : A,  Mü’min ise münkir olamaz; Mü’minlikle münkirlik çelişir. Üçüncü hâl : A, ya A’dır ya da değildir, B’dir, ama C (üçüncü bir şık) olamaz.

Özdeşlik (A = A), hayatta yok. A’dan başka yok, A, tek; her şey, nev-i şahsına münhasır.

Çelişmezlik, hayatta var. İnsan, birbiriyle çelişen işler yapar; onda hem iyilik (= taqvâ) hem kötülük (= fücur) var.

Üçüncü hâl, A, kendini hem Mü’min hem demokrat hem de laik vb. görebiliyor; A, bir sürü hâllere girebiliyor.

Benim esas sözünü edeceğim ikilik = dualite. İslâm dünyası bu mantıkla tanışmadan önce düşüncede (mantıkta) bu ikilikle (dualite ile) tanışmamıştı. Çoklukla (şirkle) tanışmıştı ama bu, “düşüncede keskin bir ayrılığa” yol açmamıştı; bir sürü put, arka planda tek bir ilâhta birleşiyordu; onlar o putları, o ilâha ulaşmanın aracı olarak görüyorlardı (39/3); “tam kopuş, keskin bir ayrılış ve yarılma” yoktu.

Aristo mantığı, bu kopuşu, keskin ayrılışı ve kalıcı yarılmayı kesinleştirdi. Artık insan, beden ve ruh olarak ikiye bölündü. Bedeni, zâhirîler, selefîler; ruhu, bâtınîler, ismailîler, mutasavvıflar sahiplendi. Beden, dünyevî iktidara; ruh, uhrevî iktidara talip oldu. İş burada da kalmadı; bu, Kur'ân anlayışlarına da yansıdı. Muhkem- Müteşâbih, Cebir-İhtiyar, Nübüvvet-Velâyet, Hudüs-Kıdem, Nâsih-Mensuh, Dünya-Âhiret gibi “ikili/düalist” kategoriler belirdi. Oysa, dünya, âhiretten; nâsih-mensuh, yaşanan hayatın gerçekliğinden; hudüs-kıdem, ontolojik bütünden; Nübüvvet-Velâyet, kulluktan; cebir-ihtiyar, insanî gerçeklikten/realiteden; muhkem-müteşâbih, epistemolojiden (insan bilgisinin sınırlılığından) ayrı değildi. Bu ayrımlar “anlamak” içindi, epistemolojikti; ontolojik (yapısal, kalıcı) hâle geldi; aralarındaki bağ/ilişki, irtibat koptu.

Nasıl, taqvâ ve fücur, insan bütünlüğü içinde bir arada/insanda ise, bunlar da böyleydi; Aristo mantığı bunları ayırdı. Bu, düşüncenin laikleşmesi idi; düşüncedeki bu laiklik, daha sonra sosyal ve siyasal hayata da yansıdı.

...

Kur'ân, bu tür (buna benzer) ikiliklerden (dualitelerden) söz eder; Onun akıllı ve iradeli olan insana hitap etmesi ve insanın denenmesi için ona böyle ikili (= iyi-kötü gibi) seçenekler sunması bunu (böyle bir durumu) gerektirir; ama O (= Kur'ân, Allah), insanı arada-derede, seçeneksiz ve çaresiz bırakmaz; iyiyi, güzeli, doğruyu seçmeye yöneltir, teşvik eder, ve insanın yaptığı tercihte, bu ikiliklerden biri, ötekine ulaşmak için birer araca dönüşür. İnsan, bedeni (= dünyayı) tercih ediyorsa, ruh (= âhiret) bedenin aracına; ruhu (= âhireti) tercih ediyorsa, beden (= dünya) ruhun (= âhiretin) aracına; muhkemler müteşabihlerin, müteşabihler muhkemlerin; cebir ihtiyarın, ihtiyar cebrin anlaşılmasına (aracına) dönüşürler... bunların hiçbiri birbirinden kopuk değildir; koparsa veya koparılırsa, doğru bir anlama da olmaz.

Dünya ahiretten kopuk yaşanırsa, dünya (işte) böyle! anlanır ve yaşanır; beden ruhtan koparılırsa, beden ruhsuz bir makinaya döner, vs...

Modernizm (= Batı aklı, Aristo mantığı) bize bunları yaşatıyor. İslâm dünyasının bir ân önce, tevhidî mantığa dönmesi, hayatı (dünya-âhiret, ruh-beden diye) bölmemesi gerekiyor.

Âhiret, dünyanın devamı; dünyadan kopuk (ayrı) değil.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM