İSLÂMÎLEŞMENİN SEKÜLERLEŞMESİ

İslâm’ın değil; İslâm ayrı, islâmîleşme ayrı. İslâm, orijinal Allah’ın dini; islâmîleşme, bizim o dinden anladıklarımız ve pratiğe (yaşama/hayata) geçirdiklerimiz. 

İslâmîleşme, İslâm’ı bireysel, toplumsal ve siyasal bir düzen kılma, hayata aktarmadır. 

Bu yazı, işte bu islâmîleşmenin sekülerleşmesine değinecek ve bunu bireysel, toplumsal ve siyasal düzlemde, özet olarak ele alacak.

İslâm, bireyin hayatını da bireylerin ortak hayatlarını da (= sosyal/toplumsal, siyasal, kültürel olarak) düzenler. Bunu da belirleyici kurallar = yasalar koyarak yapar.

İslâm dışı düzenlerde bu kuralları = yasaları Allah değil, insanlar koyar/lar. Allah, insan hayatına dair genel ahlâkî kuralları koyar; ayrıntıya dair kuralları, insanın kendi eline = iradesine verir; Allah’ın koyduğu kurallar, insanların koyduğu kuralların/yasaların ruhunu da belirler, belirlemelidir.

Allah inancı olmayan (= içinde Allah’a iman = enm/emniyet olmayan) kişinin bireysel hayatı karmakarışıktır, onda iç çatışma vardır. O, kendi arzu ve isteklerine mi uyacağını, yoksa bir başka dış gücün (toplumun/devletin veya bir tiranın) emrine/hükmüne mi tâbî olacağını (= kime itaat edeceğini) bilemez = kestiremez. Bu, yasa koyucu kim, kime, nasıl itaat edilecek?!, sorularına cevap bulamamadır.

...

Modern devlette yasa koyma işi, halkın seçtiği temsilcilerde; bu yasaları uygulama işi, yürütmede = hükümette; bu yasaların yorumlanma işi de yargıdadır; bu yapı, erki/gücü üçe böler = Yasama. Yürütme ve Yargı. = Kuvvetler ayrılığı. Bu kuvvetlerin uyumlu çalışması çook zordur, problemlidir. Başkanlık ve Başbakanlık sistemi, bu uyumsuzluğun tezahürüdür. Yürütme ve emrindeki bürokratlar, yasamanın çıkardığı yasaları keyiflerine göre yorumlayarak uygularlar; beğenmezlerse, ya yasama ile aralarında çatışma çıkar, ya da yeni yasa teklifi verilir. Demokrasilerde genelde yasama, yürütmenin emrindedir; milletvekillerini = yasa koyucuları, yürütmenin başı belirler; yargı üyelerini de o atar. Yasamanın, yürütme üzerindeki yetkisi/etkisi, güven oyu mekanizmasıdır ama bu, çoğu zaman çalıştırılmaz. Yargı bağımsızlığı “ilkesi” özünde zaten sakattır; çünkü, yargı kendi yasa koyamaz, konulan yasaların anayasaya, yürütmenin ve milletin uygulamalarının yasalara uygunluğunu denetler. Onun yorumunda da çoğu zaman, anlaşma sağlanamaz; ya yasa iptaline gidilir ya da yaptırıma = ceza-i müeyyideye başvurulur. Yürütmenin yargı üzerindeki etkisi, görevden alma; yargının yürütme üzerindeki etkisi, ceza vermedir. Yargı üyeleri, görevden alınacakları korkusu ile “bağımsız/objektif” kararlar alamazlar; onların güçleri, anca/k gariban halka yeter.

İslâmî devlette (= İslâmî ilkeleri önemseyen ve buna göre “iyi-kötü”! bir devlet/düzen kurmuş bir toplumda) bu nasıl işler, işledi, işlemeli?!.

Şunu peşinen söyleyeyim. Tam, mükemmel (kemâl bulmuş) bir İslâmî devlet, ancak Efendimiz zamanında vücut buldu; sonra bu devlet, gittikçe bu mükemmellikten uzaklaştı. 

Nasıl?!.

İşte bu nasıl, (aynı zamanda) islâmîleşmenin sekülerleşmesine (= İslâm’dan uzaklaşılmasına) denk/karşılık geliyor. 

Bu nasıl, ‘neydi, ne oldu’? sorusunun da cevabı.

Şimdi sıra, bu soruların cevabında.

İdeal bir İslâmî devletin kuruluşu, miladî 622’de; ideal bir Lider ve Ona itaat eden bir avuç ideal Müslümanla mümkün oldu. O Liderin ve o bir avuç ideal Müslümanın yegâne gayesi : dünya ve âhiret saadeti için dünyada zulmün ortadan kaldırılması, adâletin sağlanması idi.

Adâlet, Âdil Olan’a itaat ile sağlanır. Âdil Olan’ın kimseden bir çıkarı yoktur; kimsenin hakkını yemez, kimseyi kayırmaz. Bunu yaparken, güvendiği kullarına (insanlara) yetki verir. (= yetkisini devreder)!. İdeal İslâmî devlet, bu yetkinin doğru ve yerinde kullanımı ile mümkündür. Bu yetki, kişisel, ailevî, kabilevî/toplumsal ve ulusal amaçlar/çıkarlar için kullanılırsa o devlet, adâletten uzaklaşır, uzaklaştı.

Risâletten sonra yürütmenin başı seçimle işbaşına geldi. Yasama, kadıların (= İslâm âlimlerinin) işiydi; kadılar şeriatı,  toplumların içinde yaşadığı şartları (toplumsal, coğrafî, iklimsel vb.) ve imkânları gözeterek yorumlarlar ve o toplumun içinden çıkarlardı; onlardan ayrı, elit bir grup/sınıf oluşturmazlardı. Bu yüzden İslâmî toplumdaki hukuk, çoğulcudur, tek-tip değildir ama ana çerçeve İslâmîdir, ahlâkîdir ve toplumun ihtiyaçlarından da kopuk değildir. İslâm, her toplumda ‘hem farklı hem aynı’ uygulanır; bu farklılık, aslâ bir ayrılığa yol açmaz/dı; ümmetin birliğini İslâmî ve ahlâkî ilkeler sağlar/dı, belirler/di. Bu İslâmî ve ahlâkî ilkeler, hem bireyleri hem toplumu bağlardı. Bireyler ve devlet, biyandan özgür, biyandan “bağımlıydı”!. Şeriat (= İslâm Hukuku), herkes için bağlayıcıdı. Haâ, bu şeriatın (= İslâm Hukukunun), bazı toplumlarda çook ileri (= kâmil) yorumu da uygulanabiliyordu; bunun önünde hiçbir engel yoktu. Her insan bir olmadığı gibi, her toplum da (devlet de) bir değildi/r. Herkesi birleme (= tek-tipleştirme), insan üzerinde baskı/hegemonya kurmaydı, kurmadır. 

İslâm’daki mezhep (yorum/içtihat) farklılıkları, böyle bir zenginliğin sonucuydu. Bunu, modern devlet başaramaz, başaramadı.

Bugün, İslâmî uygulamaların (= İslâm’ın!) lâikleşmesi, İslâmî hükümlerin bir sultanın/liderin veya belli elit/yönetici bir sınıfın elinde tekelleşmesi ile oluşmuş; hilafet, saltanata dönüşmüş; sultan “tek belirleyici güç” hâline gelmiştir.

İslâm’daki (= İslâm anlayışındaki) farklılıkları (= farklı yorumları, içtihadı) ortadan kaldırırsak, ortaya tahakküm/despotluk çıkar, sivillik ortadan kalkar. Sivillikteki “dağınıklığı”! (= çeşitliliği) de YEGÂNE, TEK ve MUTLAK OTORİTE OLAN ALLAH (= Şeriat) sağlar. Bunun en temel mottosu da ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır. ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’ unutulursa, o çeşitlilik, dağınıklığa (= parçalanmaya) ve keyfiliğe döner. ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’, bireylerin de toplumların da devletlerin de toparlayıcı, bütünleyici, birleştirici gücüdür.

Allah unutularak yahut yok sayılarak oluşturulan düzenlerde (= dinlerde), iç ve dış çatışmalar (= huzursuzluklar, adâletsizlikler, zulümler) kaçınılmazdır.

İslâm, ne kadar sekülerleşir (= dünyevîleşir) ise, huzursuzluk o kadar artar. İşte buna, islâmîleşmenin sekülerleşmesi diyorum. Bu, bizde Cumhuriyetle başlamadı; çok eskiden başladı; Cumhuriyet, bunun adını koydu.

Tarihsel tecrübeyi anlatmaya gerek görmüyorum; hepinizin ma’lumu olduğunu sanıyorum.

Bu yazı da kıyıda-köşede kalmasın, biişe yarasın diye paylaşıyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM