Kayıtlar

GEMİ

Geminin Arapçası fülk (فلك). Bu kelime felek, çoğulu eflâk, şeklinde de okunur; felek, yörünge demek. Bu kelime, Yasin 40. âyette felek; 41. âyette fülk şeklinde geçer. “O’nun Arşı su üzerinde idi... = ve kâne arşuHû ale-l mâi...” (11/7.) “... her şey bir felekte (yörüngede) yüzer (yüzerken tesbih eder.) = ... küllün fî felekin yesbehûn = tesbih eder.” (21/33) 1. Kâinat, bir “gemi” ise, bu “gemi” kaptansız mı ve bu “gemi” nereye gidiyor?!. 2. Bu “geminin kaptanı”, bizim bildiğimiz gemi kaptanları gibi, geminin içinde mi; böyle bir nisbet = benzetme mümkün mü?!. İlk sorunun cevabı : “Gemi”, kaptansız değil; Sahibine doğru gidiyor. “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” (2/156.) İkinci sorunun cevabı : “Kaptan”!, geminin içinde değil ama gemiye mutlak hâkim, yukarıdaki nisbet = benzetme, aklî = burhânî değil. Hepimiz, aynı gemideyiz; O’na doğru gidiyoruz. Varınca O, kimimize “hoşgeldiniz = selâmün aleyküm, tıbtüm” (39/73); kimimize de “sizin yolunuz cehennem/e”! (39/72) diyecek; melek

HAYATIN ANLAMINA DAİR

Her ne kadar hayatın anlamı desem de bu yazıyı sözcüklerin (kelime ve kavramların) anlamıyla beraber götürmeye çalışacağım. Hayatın (sözcüklerin) anlamı, hayatın (sözcüklerin) içinde midir, dışında mıdır, yoksa her ikisinde de midir?!. Ben, üçüncü şıkkı benimsiyorum. Hayatın karşıtı/zıttı ölüm değil; ölüm, hayatın sonu; doğum da başı/başlangıcı. Bizler hayatı, dünyada, dünya hayatı olarak bildiğimiz için, hayat deyince buradaki hayatı kastederiz. Bu hayat, doğumla başlar, ölümle “biter”! ama sürer. Hayat, (sırf) hayatın içinde/n anlaşılamaz; Tanrı hariç, hiçbir şey (= kimse), kendi kendine anlam veremez; hayatın anlamı, yaşanan bu hayatın (sınırlarının) dışındadır, bu hayattan daha büyük, daha değerli bir hayattır ama bu anlama, yaşanan hayatın içinden ulaşılır. Hayat, kendisinden daha değerli bişey için anlamlıdır. Şehitliği böyle okumalıyız. Bizler kendimizi “yırtsak”!, bu hayatın içindeyken bu hayatın anlamına aslâ ulaşamayız, çünkü yaşadığımız hayatın dışına çıkamayız ama bu hayatı

UÇMAK

Uçmak, havada yol almak; bir engele takılmadan çook hızlı gitmek. Yürümek, karada; yüzmek, suda (denizde); uçmak, havada olur. Kara, topraktır; su, sıvıdır; hava, gazdır. Anâsır-ı Erbânın bu üç unsurundan (diğeri de ateştir), en yoğunu toprak; sonra su; sonra havadır; ateş, toprakla hava arsındadır, suyla arası iyi değildir. Uçan cisimlere kuş (= tayr), tayyare (uçak) denir. Uçmak için kanatlara ihtiyaç vardır. Kitâb, melekleri de “kanatlı varlıklar = ulî ecnihatin mesnâ ve sülâse ve rubâ’...” (35/1) olarak niteler. Melekler de cisim değildirler, nurdan varlıklardır. Öyleyse onlardaki kanatları nasıl anlamalıyız?!. Onlardaki kanatları, hıza = onlara verilen emrin çook hızlı ce çook çabuk yerine getirildiğine işaret olarak okumalı, anlamalıyız. Onlar, hem toprak, su ve hava gibi “ağır varlıklar” değil, hem de kanatlılar.  Varlıkları, yoğunluklarına (= maddî/cismânî ağırlıklarına) göre sınıflarsak, taş-toprak (= bitki, hayvan, insan), su, ateş, hava, cin, şeytan, melek “ve Allah”! olarak

VASIFLANDIRMA

Vasıf, VSF (وصف) kökünden niteleme, sıfatlandırma, betimleme, tasvir etme.  Yesıfûn kelimesi, 14 yerde Allah için de kullanılır. Bu kullanımların hepsi, bizim (genelde müşriklerin) O’nu nitelemelerimizden müteâl (aşkın, berî) kılmak içindir. Bizler (müşrikler?!) O’nu nasıl niteleriz de O, “Ben sizin nitelemelerinizden münezzehim.” (= sübhânım) der?!. = “sübhâneHû ve Teâlâ ammâ yesufûn.” (6/100) “sübhâne RabbiKe Rabb-il Izzet-i ammâ yesufûn” (37/180) ve bunun gibi 12 âyet daha var.  Bizim O’nu vasıflandırmamız bize göredir. Biz, vasfı (sıfatı) cismanî bir ismin özelliği olarak biliriz. Sıfat, ismi niteler. Ali, görendir, duyandır, konuşandır, vs... Ali, gözle görendir; kulakla duyandır; dille (ağızla) konuşandır... Gören, göz müdür; duyan, kulak mıdır; konuşan, ağız mıdır?!... Biz, bir ağaca baktığımızda, ağacın konuşmasını nasıl duyarız; ağacın dili nedir; ağaç konuşur mu?!... Konuşur. İlkbaharda ayrı, sonbaharda ayrı, kışta ayrı konuşur; daha doğrusu “konuşturulur.”!. Ama Allah, bir c

BİR DEYİM

Bu deyim, “Gözün üzerinde olsun!.” Anlamı ne, bu deyimin?!. Sürekli/devamlı onu izle/gözet, kontrol et, takip et, yanlış yapmasına izin verme; yaparsa düzelt, yardım et, onu koru, ona sahip çık... ‘Gözümün önünden ayrılma!.’ ‘Göz önünde tut/mak.’, ‘Gözleri üzerinde olmak.’, gibi deyimlerde bir “tenbih ve takip” varken, ‘Gözünü alamamak.’ta bir “beğenme” var. Pekiî, Tûr 48. âyetteki, “Sen Bizim Gözlerimizin önündesin!.” (= gözetimimizdesin = “feinneke bi eayüninâ”) ibaresinde?!. Ben en iyisi âyetin tamamını vereyim. “Rabbinin hükmüne sabret!. (veya O’nun vereceği hükmü sabırla bekle!.) Sen Bizim Gözlerimizin önündesin (= gözetimimizdesin). (Her ne zaman bir iş için) Kalktığında, Rabbini Hamd ile Tesbih et.”  Buna benzer bir ifâde de, Nûh (a.s.)’ın gemiyi nasıl (veya ne şekilde) yapacağına dairdir. “vesneı’-l fülke bi eayüninâ ve vahyinâ... Gemiyi Bizim Gözlerimizin önünde (gözetimimizde) ve vahyimize göre yap!.” (11/37 ve 23/27) ‘Gözün üzerinde olsun!.’ bir tembih; biri, birine üçüncü b

MODEL ÖNERİSİ

Bu, adı üzerinde bir öneri, kesinliği yok, üzerinde çook çalışılması lâzım.  Neyin modeli?!. Küresel dünyada insanca toplu (= bir arada) yaşamanın. Günümüz dünyasında insanlar her ne kadar “ulusal sınırlar” içinde yaşıyorlarsa da, bu model, olabildiğince evrensel (= küresel) olacak; dayanağı da ahlâka ve fıtrata dayanacak.  Bu yüzden bu model, küresel (= evrensel) realitelere dayanmalı. Nedir bun realiteler?!. Çok dinlilik, çok etnisitelilik, çook dillilik. Semavî üç din (= Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm) var; bu dinlerin çook çeşitli “fraksiyonları, yorumları” (= mezhep, cemaat ve tarikatlar) var. Çook sayıda ırk (= Türk, Arap, Kürt, Alman, Rus, Yunan, vs.) var. Bu ırklar, kendi dillerini konuşuyor, konuşmak istiyor. Irkların kendi içlerinde de ırklar arasında da ekonomik olarak çook adâletsiz bir bölüşüm (= gelir dağılımı) var. Ve bu insanlar, hep bir arada yaşıyorlar. İşte bu model, bu insanların nasıl yönetileceğine dair olacak; bu model, ne İslâm’a ne Hıristiyanlığa ne Yahudiliğ

SEFÂLET

Sefil, çoğulu süfelâ; isim hâli sefâlet. Sefâlet : 1) Yoksul, fakir, perişan. 2) Âdî. Alçak. Bayağı. Bu 2. anlam, sefih/süfehâ ile aynı. Sefih/süfehâ, akılsız, aptal demek. İlk anlam, maddî yoksulluk, yoksunluk; ikinci anlam; ilmî yoksulluk, yoksunluk (= cahillik). İstisnâlar kaideyi bozmaz. Zenginlerimiz sefih. = parası var, aklı yok, parayı nereye harcayacağını bilmiyor. Yoksullarımız (= fakirlerimiz) sefil. = parası yok, sefâlet içinde yüzüyor. Mevcut ekonomik sistem (= kapitalizm), fakirlere zengin olma umudunu vererek ayakta duruyor. Oysa, açgözlüler (= açgözlülük) olduğu sürece fakirlerin zengin olması hayal. Mevcut emtia (= pasta), herkes içinken, onu (= o pastayı), elinde çok imkânı olanlar daha çok alıyor = gasp ediyor. Zengin, elindekini paylaşmıyor; fakir, zenginin bu hâline imreniyor, (olmayan) aklını ‘ben de nasıl gasp ederime’ yoruyor.  Kapitalizm (= batı aklı), işte böyle bir aklı (da) üretiyor. Anlayacağınız bu sistemde, zengin de sefâlet içinde, fakir de. Bu akıl, akıl

LÜTF

Lütuf veya Lutf : Hoşluk, kibarlık, yumuşaklık. Lütfetmek, hoş, kibar, yumuşak ve nazik davranarak, İNCİTMEDEN vermek, yardım etmek. Ancak böyle bir yardımı Lâtîf olan yapabilir. Lâtîf nedir?!. Şeffaf.  Şeffaf nedir?!. Kendi görünmeyen ama arkasındakileri gösteren. Şeffaf, “sanki”! cisim değildir; “cisim olsa bile”! herhangi bir rengi yoktur. Cisim ve renk, görüşü kapatır. Şeffaf bişeyde, ya hiçbir renk olmaz ya da bütün renkler ondadır. Renkli cam, içeriden ve dışarıdan görüntüyü keser; renk, perdedir.  Renksiz cam lâtiftir ama cisimdir; yanına yaklaşmayınca fark edilmez.  Hava lâtiftir. Havada renk olsaydı, ışık varken bile hiçbir şeyi göremezdik. Hava lâtif değil de katı (kesîf) bir cisim olsa, yürüyemez, içinden geçemez; onu içimize çekerken çook zorluk çeker, boğazımızı yırtardık. Lâtif olan, bir de Kerîm (cömert) ise, hem hissetmeden, acıtmadan, yumuşakça ve nazikçe, hem de kesintisiz ve bolca verir = ikram eder. ... El-Lâtif, Kitâb’ta Allah için, daha çok âyet sonlarında El-Habî

MELEK (ve ŞEYTAN)

Melek (ملك), melik, meleke, mülk, mülük ve milk şeklinde okunur; çoğulu melâikedir. Şeytan, ŞTN (شطن) kökünden isim; uzak olan, bağlı olup Rabbe yakınlaşamayan, hatta Rabbe isyan ettiği için Huzur’dan kovulan anlamında. Bu satırları yazan, elim (ben) mi, yoksa elimdeki (bendeki) güç ve kuvvet mi?!. Elimdeki bu gücü-kuvveti bana Veren, onu benden çekip alsa, ben tek satır yazı yazabilir miyim?!. Ben, bu güç ve kuvvetin, bana melekler vasıtasıyla verildiğine inanıyorum. Bunu aynı şekilde meleklere verilen güç ve kuvvet için düşünsek, nereye varırız?!. Bence şuraya : 1) Her şeyi Allah yaratmışsa, Allah, yarattığı şeylere (= hiçbir şeye, meleklere de) muhtaç olmaz. 2) Her şeyi Allah Kendi yaparsa (= yarattığı hiçbir şeyi ve hiç kimseyi kul-lanmazsa), O Allah, ilâh olmaz. O zaman O, yarattığı şeylerin (= kul-ların) bazılarına doğrudan emreder, (Melîk’in gücü, emrindedir) onlar da o emirleri zorunlu olarak yapar, yerine getirir; bazılarına da “dolaylı emreder” (= emirlerini teklif eder). Mel

KİME DİYOR?!

“Hayır, ona itaat etme (= onu dinleme)!; secde et ve yaklaş!. = kellâ lâ tütı’hu vescüd vakterib.” (96/19. Dikkat! Secde Âyeti) İtaat etme denen adam, kim?!. Azgın (19/6), müstağnî (19/7) ve salât eden kul/lar/a engel olan (19/9-10) adam/lar. O gün (610), bunlar, Ebu Cehil,  Ebû Leheb, Velid b. Muğîre gibileriydi; bugün (2024), bu adamlar kim?!. Azgın : Tağâ, tuğyan ve tağut da aynı kök; müstağnî : kendini, kendine yeter gören, şımarık “zengin”!; ğınâ, zenginlik; salât : namaz ama bu sûre indiğinde bizim bildiğimiz namaz henüz yok (farz değil); o zaman bu salât ne?!. Yardımlaşma, dayanışma, gariban, mazlum ve müstez’aflara (zayıf bırakılmışlara) destek verme, arka çıkma. O azgın ve müstağnî adam/lar, bu gariban, mazlum ve müstez’afları bu hâlde bırakarak azıyor, şımarıyorlar = onun/onların dininde/kurduğu düzende kendi/leri hep üstte, ötekiler de hep altta; bu da onu/onları şımartıyor. Sen, böyle bir adama itaat edersen, Rabbine yaklaşamazsın; sakın ona/onlara itaat etme; sadece Rabbin

OTURMAK

Oturmak, ayakta durmanın zıttı. Ayakta durmak da oturmak da bir hâl. Oturmak ve ayakta durmak, bir hâl değişimi; insanda bunun gibi bir çok hâl değişimleri var; uyumak, yatmak, eğilmek, vb. Bunların hepsi hareketle, hareketin hızı (yavaşlığı veya serîliği) ile ilgili durumlar; oturmada, yatmada ve uyumada gözle görünür bir hareket yoktur. Hareket etmek (harekete başlamak) için önce bi kalkmak gerekir; hareketi durdurmak için de oturmak. Pekiî, ‘işler rayına oturdu.’ cümlesindeki oturma ne?!. Tabiî ki de işler durdu demek değil; düzene girdi, tıkır tıkır yürüyor, demek, değil mi?!. İstivâ’ya oturma anlamı verirsek, Rahmân’ın Arşı istivâ etmesi de işte aynen bunun gibi!. Rahmân, bizim gibi hâlden hâle geçen (= kâh oturan, kâh kalkan) Bir’i değil. O’nda zerre kadar dahî bir hâl değişimi olmaz. O’nun Kendi Zâtı dışında başka bir hâli yoktur. Evrendeki hâl değişmeleri, O’nda değil, O’nun dışında, O’nun izniyle ve emriyledir.  Rahmân’ın Arşı istivâ etmesi, O’nun işlerinin tıkır tıkır (= O’nu

ARŞ ve KÜRS

Kelimelerin düz ve birbirinden bağımsız anlamları için arşa, çatı; kürse/kürsîye, temel; anlamını verilebiliriz. Bu kelimeleri kişi ile ilişkilendirirsek, arşı ve kürsüyü beraber düşünmeliyiz; arşa, yüce ve yüksek makam, kürse/kürsüye de bu makamın sağlamlığı demeliyiz. Kürsü taht, oturak, sandalyedir. Arş da, bu kürsünün yüceliğini, azametini gösterir. Kürsü Kitâb’ta iki kez geçer. Biri (2/255) Allah için;  öteki (38/34) Süleyman (a.s.) için. Arş ise, 33 kez geçer. Çatı, tavan, yüksek yer/makâm, çoğulu urûş, çardaklar anlamında kullanılır. İki kelime de Allah için kullanılır. “vesia kürsi-yyihüs-s semevâtı vel arz.” O’nun Kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. (2/255) Buradaki kürsü, elbet taht/makâm ama bu, bir yer işgal eden taht/makâm, sandalye değil. O’nu, kendimiz gibi cismanî = yer kaplayan bir varlık olarak düşünmemeliyiz; O “Nûrânî” bir Varlıktır. (24/35), her yerdedir, hiçbir yerdedir. O’nun Kürsüsü de (Makâmı da) her yere, her şeye hâkimdir ama herhangi bir yer kaplamaz. O’nun

MÜSLÜMANLARIN SİYASÎ TARİHİ

İslâm’ın değil, Müslümanların. İslâm, Allah’ın dini; Müslümanlık, Müslümanların bu dinden anladıkları ve uyguladıkları; ikisini birbirine karıştırmayalım. İslâm, insanı (= tüm insanları) muhatap alır; insanlar bu dinden (= İslâm’dan) anladıklarını İslâmîleştirerek hayata geçirirler. Siyaset de böyledir. Müslümanların kalitesi arttıkça, siyasetin de kalitesi artar. Siyaset, toplum (= devlet) yönetimidir. İslâm, topluma yönelik değişmez ahlâkî kurallar (= prensipler) koyar; insanlar, bu kuralları (= prensipleri) hayatın tüm alanlarına (= aile, ekonomi, eğitim-kültür, siyaset, vb.) uygularlar. ... Efendimizin vefâtından sonra, Müslümanların toplum (= devlet) yönetiminde “sorunlar” baş göstermiştir; vefât haberi duyulur-duyulmaz, daha Efendimizin defin işlemi bile yapılmadan Ensar, Benî Sakîfe’de toplanmış; halifenin kendilerinden olmasını istemiş; bunu haber alan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi sahabenin önde gelenleri duruma müdahale etmiş; gerekçe olarak da “İmamlar, Kureyş’ten olmalı. Ümm

MAKÂM ve MEKÂN

Arapçada makâm (مقام), hem rütbe hem yer bildirir. Harekeler Arapçaya (Kur'ân’a) sonradan konulmuştur; hatta şimdi bile Arapçada hareke yoktur; Osmanlıca da böyle. Harfin, dolayısıyla da kelimenin hangi sesle okunacağını, o kelimenin cümledeki yeri tayin eder. Makâmdaki me (mim) harfi, üstün ile (e/a sesiyle) okunursa, rütbe; ötre ile (u/ü sesiyle) okunursa (mukâm şeklinde), yer, ikametgâh, mesken (= mekân) anlamına gelir.  Mekân, kevn (= kâne, kün)’den, oluşun yeri. Makâm, bir mekândadır ama mekân, makâmda değildir. Herkesin mekânda bir makâmı vardır, ama hiç kimsenin makâmı aynı değildir. Makâm-ı Mahmud (= Övülmüş Makâm), Efendimizin makâmıdır. Mekânsız makâm olmaz. Makâmı yüksek (= a’lâ) olanlar ve alçak (= denî ve rezîl) olanlar var. Burası dünya. Her ne kadar dünyanın da denî kökü ile irtibatı varsa da, cehennemde dünyadan daha alçak, daha âdî makâmlar var; cennetin makâmları ise derece derece ve âlî.  Cennet de cehennem de birer mekân. Övülmüş bir makâm istiyorsak, gece bile

BEYTULLAH

Beytullah, Allah’ın Evi demek ama bu tâbir bu şekilde Kitâb’ta geçmez; “rabbe hàzel beyt” (106/3) şeklinde geçer. ... Şu gibi sözleri çoğumuz çok sık duyarız : ‘Benim mekânımda bana dayılık (artistlik) yapma!.’ veya ‘Benim mekânımda bana kim ne yapabilir?!.’ (sıkıysa yapsın!) ... Rabbin Mekânında (= haccda), belli yasaklar var. Ayrıntı için ilmihâl kitaplarına bakabilirsiniz. O bölge (= O mekân, O Evin civarı) harem bölgesidir; O Mescide (= Kâbe’ye) de Mescid-i Haram denir. Allah’ın Evinine giren (= hacı olmak için oraya giden) kişi, söz ve davranışlarına dikkat eder, etmelidir, değil mi?!. Soru şu. Allah'ın Evi sadece O bölge (= O mekân, O Evin civarı) mi; o yasaklara sadece O bölgede mi uyulacak; tüm yeryüzü (hatta kâinat) Allah’ın (Evi) değil mi?!. Allah’ın Evinden “çıkınca”!, istediğimizi yapabilir miyiz?!. Allah’ın Evi = Beytullah, bize hep böyle, buradaki gibi yaşayın diyen bir sembol (= olağanüstü bir dil). Burada “Allah’ın Evindeymiş gibi”! yaşayanlar, Allah’ın Evinden çıkı

UTANMA

Utanma = Hicâb. Hicâbın ilk anlamı örtünme. Örtünme, görmemek için mi göstermemek için mi?!. Göstermemek için, değil mi?!. İlk anlam, göstermemek; ikinci anlam ise görmemek. Birinin yüzüne bakamama, kişinin kendi yüzünü örtmedir; buna utanma denir. Utanan adam, utandığı adama göz ucuyla bakar, ona birden/doğrudan bakamaz; ondan korkar. Ya Tanrı’yı görmek isteyen?!. “Tanrı’dan utanmayan”!, Tanrı’yı birden/doğrudan görmek ister; “Tanrı’ya karşı yüzü olmayan”! ise, O’na ‘gözünü alıştırarak’ (veyahutta bir perde/örtü arkasından) bakar. Allah-u Alem, Mûsâ (a.s.), yanan çalıyı örtü olarak kullanmıştı. Tanrı’yı doğrudan (= örtüsüz, perdesiz) görmeye kimse dayanamaz. “Tanrı, dağa tecellî edince, dağ paramparça oluverdi.” (Bknz. 7/143.)

GİBİ

Gibi, benzerlik edatı. Kahramanlar gibi savaştı. Aslan gibi cesur. Her şeyi biliyormuş gibi konuşuyor... Aslında kahraman değil ama bir kahraman gibi savaştı. Aslan kadar değil ama aslan gibi cesur. Her şeyi bilmesi mümkün değil ama biliyormuş gibi konuşuyor... Ortada bir “benzetme” var; benzetmede, benzeyen ve benzetilen olur. Kendisine benzetilen bilinmezse, ona benzeyen, hiç mi hiç bilinemez. “... leyse kemislihî şey’ün... = O, hiç bir şeye benzemez (= benzetilemez)!. (42/11.) Bu âyette, hem ke hem misl, benzetme anlamındadır, ilki edat, ikincisi kelime; ke, gibi; misli, benzer; yâni, bu âyette iki benzetme kullanılmıştır. Burada benzetilen, O; benzeyenler, şeyler. Âyette iki benzetme olduğu için (= kemislihî), bu benzetmeyi tersine de çevirebiliriz. Benzeyenler, O’na benzemezler. Benzetme : Şeklen ve Ma’nen olur. ‘Şu ev, bu eve benziyor.’ (= Şu ev, bu ev gibi) sözündeki benzetme, şeklen benzetmedir. ‘Huyu, babasına benziyor.’ sözündeki benzetme, ma’nen benzetmedir ama ikisine de sû

AYDINLIK & KARANLIK METAFORU

Aydınlığın, karanlığın neresi metafor, demeyin; elbette bu iki kelimenin düz, herkes tarafından bilinen (= metaforik olmayan) anlamı da var. Aydınlık, karanlığın (= ışığın, nurun) yokluğu; karanlık da aydınlığın (= ışığın, nurun) varlığı. İçimiz kararırsa veya aydınlanırsa (= kendimizi huzursuz/mutsuz veya huzurlu/mutlu hissedersek), bu ışık nerden gelir?!. Başka bir deyişle, bu ışık, içerde mi dışarda mı?!. Aydınlığı ve karanlığı düz anlamı ile ele alır, anlarsak, ışık dışarıdadır; metaforik anlamı ile ele alır, anlarsak, ışık içeridedir.  "Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûr’unun misâli ..." (24/35.) O’nun Nûr’unun misâli, dışardaki nurdan/ışıktan yola çıkarak anlaşılabilir. Bu misal, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. Kandil, cam içindedir. Cam, sanki inciden (yapılmış) bir yıldız gibidir. Onun yakıtı, mübarek bir zeytin ağacındandır. O, ne doğudadır ne batıda. Ona (hiç) ateş değmese de o sürekli ışık verir (= ışıtır, aydınlatır). O, Nûr üstüne Nûr’dur (= ka

DİL, ÇOK KATMANLIDIR

Dili, gündelik hayatta ilk katmanı ile kullanırız; dilde (ilimde), derinleştikçe katmanlar açılır. (İlim, dil ile yapılır.) Gündelik dilde bile bir kelimeyi, bağlama bağılı olarak farklı anlamlarda kullanıyoruz.  Dilde kelimelerin düz anlamı, eş anlamı, yan anlamı, mecazî (= sembolik) anlamı, zıt anlamı, vs. vardır. Arapçada bunların karşılığı: müşterek, müsteâr ve müşekkektir. Müşterek, ortak demek. Meselâ canlı kelimesi, bitkiler, hayvanlar ve insanlar için ortaktır; hatta Tanrı da canlı/hayydır. Müsteâr, (şeyin) asıl anlamında değil, o şeyin başka bir şeye bir veya bir kaç cihetten benzemesi dolayısıyla kullanılır. Müşekkekte, o şeyin tam nasıl bişey olduğu, tam neye benzediği bilinmez ama yine de o şey, bişeye benzetilir; müşekkekte, hep bir şüphe (tereddüt) vardır. Müsteâr, o şeyi temsille, misalle, meselle anlatma; müşekkek, o şeyin tam ne olduğunu bilmeme ama bilmek için yine de bir yol aramadır.  Düz anlam, zâhire (görünene); mecaz anlam, bâtına (görünmeyene) yakındır. Şeyler (

KUR'AN ve AKIL

İslâm âlimleri akla, hidâyet-i âmme; Kur'ân’a hidâyet-i hâsse derler. Akıl da Kur'ân da “ileriyi, doğru yolu” gösterir. Akla ve Kur'ân’a sırtını dönenler, ileriye değil geriye bakarlar. Geriye ne zaman bakılır?!. Ne kadar yol yüründüğünü görmek için. “Özgün düşünür”, hep ileriye bakar ve akıbetini düşünür. “Taklitçi düşünür”! ise, hep geriye bakar ve geri geri gider. Ağaçlar bile göklere doğru yükselir; siz, hiç köklerine doğru büyüyen ağaç gördünüz mü?!. Kökleri büyüten, göklerdir. Kur'ân’ın rehberliğinde aklımızı kullanamazsak, bizleri hep, yeraltında yaşayan ölüler (yeraltından) idare etmeye devam ederler.

TEVHÎD

Tevhîd, sadece kavlî/sözlü olarak Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” deme, değil; bunu (= Bu Sözü) hayatın her alanında gösterme ve ispat etmedir. Bir başka deyişle Bu Sözün sadece teolojik (= kelâmî, akidevî) boyutları ile ilgilenme değil; Bu Sözü, topluma (= sosyolojiye), siyasete (= idareye), ekonomiye, gündelik hayatın her alanına taşıyabilmedir. Bu nasıl olacak?!. Allah’ın birliği, toplumda da siyasette de, ekonomide de birliğe (= yardımlaşmaya, dayanışmaya, adâlete, vb.) yol açacak; toplumdaki sosyal, siyasal, ekonomik eşitsizlik (= adâletsizlik) olabildiğince sona erdirilmeye çalışılacak. En büyük adâletsizlik (= eşitsizlik), İslâm toplumlarında. Neredeyse, dünyanın en zenginleri de en fakirleri de İslâm topraklarında yaşıyor. En lüks binalar da burada (Dubâi, vb.), en köhne binalar (Afganistan, vb.) da; halkından kopuk liderler de; ırk, mezhep çatışmaları bu topraklarda... oysa, bu topraklarda yaşayan tüm insanlar, Allah’ı ortak Rableri biliyor, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” di

USÛL İLMİ

Usûl, aslında bir ilim değil, yöntem. İlim, bir amaç (gaye/hedef) içindir; bu amaca götüren yola (yönteme, metoda) da usûl denir. Usûl, niyete benzer. Niyetin de usûlün de aslında başlangıç ve bitiş noktaları aynı yere varır. Usûl, asla (esasa) dönüştür. “İlim, bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” Hz. Ali (r.anh.) Bizler, geçmişte üretilen usûle (= üretim biçimine, mantığına, yönteme) değil, üretilenlere (= üretilen bilgilere) bakıyor, o bilgileri esas alıyoruz. Hâlbuki onlar (= Selef ulemâsı), ürettikleri bilgiyi, kendi çağlarında, kendi sorunlarını çözmek için ürettiler; bizler, onların ürettikleri bilgileri değil de sorun çözme yöntemlerini (= usûllerini) alıp, bugünün sorunlarını çözmeliyiz. Tabiî onların sorun çözme yöntemleri (usûlleri) Kur'ân’a uygunsa!. (‘Yarılma’ yazımda sözünü ettiğim durum yaşanmamışsa.) Bugün de aynı usûl geçerli olur mu?!. Olur. Şeytan, insan fıtratını bozmamışsa, insan muhakemesi aynı usûllerle (= esaslarla) çalışır. Fıtrat nasıl bozulmaz?!. Rabbi i

HAC MEKÂNLARININ ANTROPOLOJİK OKUMASI

Haccın mekânları : Kâbe = Beytullah. Arafat. Müzdelife. Mina. Safa ve Merve. Bu beş mekânın antropolojik okumasını yapacağım.  Merkez mekân, Kâbe = Beytullah. Onun yanıbaşında Safa ve Merve var. Arafat. Müzdelife ve Mina biraz uzakta. Kâbe ile Arafat’ın arası 21 km. Arafat Müzdelife arası 8 km. Arafat Mina arası 18 km. Müzdelife Mina arası 6 km. Kâbe Mina arası 8 km. Müzdelife ve Mina, Kâbe ile Arafat arasında. Müzdelife Arafat’a, Mina Kâbe’ye yakın. Kâbe, kalp. Arafat, akıl. Safa ve Merve, sa’y/çalışma, dünyalık arama. Müzdelife, Arafat’taki aklî ve kalbî “yakınlaşmanın” (= Müzdelife, zülüf’den yakınlaşma, yakın olma demek) Mina’da şeytanın (şeytanların) uzaklaştırılması (“taşlarla” kovulması) ile sonuçlanması; Kâbe’ye (kalbe) yaklaştırılmaması, yakınlaştırılmaması. ... Hacca ve umreye gidenler biliyor, gördüler; küresel şeytanlar tâ Kâbe’nin yanına kadar gelmişler, Kâbe’yi kuşatmışlar. Nasıl mı?!. Bakın o devasa binalara, onların altındaki firmalara, bankalara... bizler 8-10 km ötede

YARILMA

Yarılma : Bir bütünün ikiye ayrılması, düalizmin (ikiliğin) ortaya çıkması. İslâm düşüncesindeki yarılma, büyük ölçüde hicrî 2. yüzyılda başlamış ve bir daha bu bütünlük (vahdet mi desem, tevhid mi?!) sağlanamamıştır. Hicrî 2. yüzyılda ne oldu?!. İslâm dünyası Aristo mantığı ile tanıştı. O mantığın üç temel ilkesi vardı : Özdeşlik. Çelişmezlik ve Üçüncü hâlin imkânsızlığı. Özdeşlik: A = A. Çelişmezlik : A,  Mü’min ise münkir olamaz; Mü’minlikle münkirlik çelişir. Üçüncü hâl : A, ya A’dır ya da değildir, B’dir, ama C (üçüncü bir şık) olamaz. Özdeşlik (A = A), hayatta yok. A’dan başka yok, A, tek; her şey, nev-i şahsına münhasır. Çelişmezlik, hayatta var. İnsan, birbiriyle çelişen işler yapar; onda hem iyilik (= taqvâ) hem kötülük (= fücur) var. Üçüncü hâl, A, kendini hem Mü’min hem demokrat hem de laik vb. görebiliyor; A, bir sürü hâllere girebiliyor. Benim esas sözünü edeceğim ikilik = dualite. İslâm dünyası bu mantıkla tanışmadan önce düşüncede (mantıkta) bu ikilikle (dualite ile) tan

HÜZÜN YILI

Size tarihî bilgi vermeyeceğim, Hüzün Yılı bize ne söyler, ondan söz edeceğim. Bilmeyenler için Hüzün Yılı ne, kısa bilgi vereyim. Risâletin 10. yılında (620), Efendimizin en büyük destekçilerinden amcası Ebû Tâlib ve eşi Hz. Hatice’nin üçer gün arayla vefatı ve bunlardan sonra Müslümanların 9 ay sürecek boykota maruz kalmaları. Aynı yıl Efendimizin bir çare = çıkış yolu araması için Taif’e gitmesi ve orada taş yağmuruna tutulması.  Biz olsak, isyan etmez miyiz, “uğruna eziyet çektiğimiz Allah”!! bizi niye desteklemiyor, bize niye yardım etmiyor, demez miyiz?!. Yüzde 99.9’umuz der; “davasından” vaz geçer. Bu 99.9’umuz, Efendimizin Sünnetine (Hadislerine) dikkat eder; asıl Sünnet (Hadis) burada, bu gibi hâdiselerde. Efendimizin tüm Sözlerinin (= Hadislerinin) Onun hayatında bir karşılığı var; Onun hiçbir Sözü, yaşanmamış değildir = Sünnet’tir. Sünnet, Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) hayata aktarılmasıdır. Bizler, Onun hayatını (= Sünnet’ini) kendi hayatımıza, “kendi sünnetimiz”! olarak aktar

ÖZGÜR BATI AKLI!.

Batı aklı, her şeyden (Tanrı’dan da) kendini özgür kılınca, kendini Tanrılaştırdı, her şeyi ben bilirim demeye başladı; hiçbir şeye (= topluma, doğaya ve Tanrı’ya) karşı kendini sorumlu görmedi; güç bende! (= He-man) demeye başladı, hâlâ öyle. (He-man, güçlü, kaslı erkek, demek.) Bu aklı, yola/hizaya getirecek Güç, Tevhîd, Vahiy (= Tek Tanrı'ya iman = Lâ ilâhe illâ-l Allah.) Akla, Tevhîd, Vahiy yol göstermezse, akıl da azar. Bugün dünyada yaşanan tüm azgınlıkların (= tuğyânın, tâğutluğun) sebebi bu akıl; bu akıl, şeytanî akıl; bu akıl bizi “cennette” de kandıran akıl. Hâlâ akıllanmıyoruz; bu akla (bu batı aklına) güvenmeye devam diyoruz. Tüm müfredat programlarımızı bu batı aklına göre şekillendiriyoruz. Aklı özgürleştirmek, onu başıboş (= savruk ve sorumsuz) bırakmak değil; bu, çatışmaya (= kavgaya, savaşa, kargaşa ve karmaşaya) davetiye çıkarmaktır; onu birden çok Tanrı’nın emrine vermek de aynı şey. Her şeyin olduğu gibi aklın da bir tek Rabbi var; akıl, kendi kendisinin Rabbi d

BATIDA AKLIN SEYRİ

Batı, önce aklı dinden özgürleştirdi. Bunu Descartes, Spinoza ve Kant’la yaptı. Elbet bunun sosyal ve siyasal hayata da yansımaları oldu; her alanda, dinden bağımsız olarak kuralları akıl koydu; modernizm buydu. 19. yüzyılın birinci ve ikinci yarısında (1914 ve 1945’de) yaşanan iki dünya savaşı, bu aklın (Newton mekaniğinin) sorgulanmasına yol açtı; ve Einstein mekaniği ile göreliliğe, dolayısıyla da post-modern akla geçildi. Bu akıl, kendinden şüphe ediyor; neyi, neden yaptığını, yapacağını bilemiyordu, savruldu. Bu serüven, modernizm öncesi dinin (dînî anlayışın) yanlış uygulanması ile başladı ve iş, buralara kadar geldi. Sonunda bu savruk akıl, dünyayı bu hâle getirdi, hâlâ da getirmekte. Bu akla rehberlik edecek, onu doğru yöne sevk edecek (dizginleyecek demiyorum; akıl dizginlenmemeli, yönlendirilmeli) bir Güce ihtiyaç var. Bu Güç, İslâm’da. = İslâm’ın doğru yorumunda. Batı aklı (ve insanlık), İslâm’la = İslâm’ın doğru yorumu ile buluşmadığı sürece, savruk kalmaya, yıkmaya ve yakm

NİYET

Niyet, işin yapılışından önceki kararımız, planımız, amacımız; o işi niçin, niye yapacağımıza dair kastımızdır. İş, yapılmasa da olur mu?!. Olmaz, o zaman niyet ile düşünce arasında bir fark kalmaz; niyet edilen iş, yapılmalı, en azından yapılmaya başlanmalıdır. Niyet, eyleme, düşünceden daha yakındır. Şöyle de söyleyebiliriz. Düşünce, insanı kasıtlı ve bilinçli (= niyetli) eyleme hazırlar; o eylem, yapılmadan önce, niçin yapılacağına dair niyet edilir. Namaz kılmayı düşünüyorum ile niyet ettim namaz kılmaya, arasındaki farka bakın. Düşünce (düşünme), daha oluşmakta olan bişeyken; niyet, düşüncenin oluşmuş/olmuş bitmiş, eyleme çoook yakınlaşmış hâlidir.  Niyet de bir düşüncedir ama eyleme çoook yakın bir düşüncedir. Namaz kılmaya niyet eden bir adam, gider abdestini alır = namaza hazırlık yapar, kıbleye döner ve ‘niyet’ eder. Bu (sondaki) niyet (= namaza başlangıcındaki niyet), sözlü niyettir; öncekiler fiilî niyete (o işi yapmaya, o namazı kılmaya) hazırlıktır. Fark ettiyseniz, namaza

BATI AKLI

Akıl, eşyayı, iç ve dış dünyayı = âfâk ve enfüste olup-bitenleri (= olgu ve olayları) anlamak için çalıştırılır.  Pekiî, anlayınca ne olur?!. • Saygı, haşyet ve hayret duyulur.  • Anlaşılanlar üzerinde tahakküm kurulur. Batı aklı, ikinci gruba girer.

ALLAH İLE İLETİŞİMİMİZ

Bizim Allah ile iletişimimiz Kur'ân ile. Kur'ân, Arap dilinde. Ölü diller hariç, dil, yaşayan, dinamik, canlı bir kurum, varlık. Şurâ, 51. âyette “Allah, bir insanla ancak Vahy, perde arkasından veya Elçileri yoluyla konuşur (= iletişime geçer).” denir. Vahiy, Veren ile Alan arasında çook hızlı, çook gizli ve çook özel bir iletişim biçimidir; rüya gibidir. Rüyada çok kısa bir sürede çook şey görürüz. En uzun rüyalar 15-20 saniyeyi geçmez ama bize seneler geçmiş gibi gelir. Rüyanın da bir dili vardır ama o dil bizim bildiğimiz dile benzemez. Bizim bildiğimiz dil, seslerden ve harflerden oluşur ve onları telaffuz etmek (konuşmak) ve yazmak zaman alır. Farklı dil çeşitleri olabilir : İşaret dili. Doğal dil. Özel dil, Kuş Dili gibi. Kur'ân, bize yazılı bir Kitâb hâline gelmeden, Efendimizin kalbine “ÖZEL BİR DİL” olarak ilkâ edildi, indi, Efendimiz de O dili kavminin diline tercüme etti veya O dil Ona doğrudan Arapça indi; bunu sadece Efendimiz ve Rabbi Allah bildi. Ama bizim A

KUR'ÂN’IN DÜŞÜNCE DÜZEYİNDE MEHCŮR BIRAKILMASI

Kur'ân’ın düşünce düzeyinde mehcur bırakılması iki şekilde oluyor; ameldeki mehcůr bırakış ayrı bir tartışma konusu. Düşünce düzeyinde mehcûr bırakma zâhirî ve bâtınî şekilde oluyor. Zâhirîler, Onu dilin lafızlarının içine hapsediyor, donduruyor; anlamı ve maksadı, o lafızların içinde arıyor, dolayısıyla tarihselleştiriyorlar; bâtınîler de Ona reel/gerçek hayattan kopuk anlamlar veriyor, Onu uçurarak (= hayatta bi karşılığı olmayan anlamlar vererek) hayattan kovuyorlar. Kur'ân’ı hem yaşadığımız reel hayatın içine çekmeli, hem de yaşadığımız hayatı mükemmelleştirmeliyiz. İlkinin zâhirî boyutu ağır basarken; ikincinin bâtınî boyutu ağır basar; ama ikisi aslâ birbirinden koparılamaz. İlki, geri gidiş; ikincisi, ileri gidiştir. Kur'ân, hem geri gider = Hz. Nuh’tan, Hz. İbrahim’den Hz. Mûsâ ve İsâ’dan (ve kavimlerinden) söz eder, hem günü (bugünü) geleceğe uygun düzenler, hem de günün sonunda (âhirette) varılacak hayattan söz eder. Onda zaman, kesintisiz akar. Biz ise, Onun “bel

MEHCÛR (مهجور)

Mehcûr, metrûk (terk edilmiş) demek. Kelimenin kökü HCR, hicret de terk etme; bir yeri bırakıp başka bir yere gitme. Ölü dillere, lügat-ı mehcûr denir. Bu kalıp (= mehcůr), sadece Furkan, 30. âyette geçer. Pasaj, 21. âyetten itibaren 34. âyete kadar okunduğunda, Rabbe (ve Vahye) inanmayan, O’na kavuşmayı inkâr edenlerin, “bize de melekler inseydi, biz de Rabbimizi (rabbenâ diyorlar!) görseydik ya!...”, dediklerine; melekleri gerçekten gördüklerindeki hâllerine; Zikre (Kur'ân’a) değil de şeytana uydukları için keşke! ve eyvaah! deyişlerine, vurgu yapılır ve onlara gönderilen Elçinin : “Ya Rabbî işte bu kavmim (bunlar), Bu Kur'ân’ı (=Senin Kitâb’ını) mehcûr (= metrük) bıraktı = terk etti.”; demesine şahit oluruz. O kavim, hangi kavim, kim?!. Biz değiliz, değil mi?!!. Biz, Peygamberin kavminden miyiz?!!; bu kavim, olsa olsa bir Arap kavmi olur!!. Peygamber Arap. Biz, rahat olalım!!. Biz, O Kur'ân’ı öpüp başımıza koyuyoruz, yükseklerde tutuyoruz; Ona saygısızlık edenleri “linç”

MİHNE

Kelime anlamı eziyete (işkenceye) maruz bırakma. Mihnet de aynı kök, mihnenin isim hâli : Eziyet, işkence, sıkıntı, zahmet, meşakkat, demek. Mihne : 7. Abbasî halifesi Me’mun zamanında başlayan 10. halife Mütevekkil zamanında sona eren (= 833-852) 19-20 yıl süren “sıkıntılı” dönem. Me’mun, mu’tezilîdir, onun zamanında Yunancadan çook yoğun tercümeler yapılmıştır. Başta Ahmet b. Hanbel olmak üzere bir çok İslâm âlimi işkence görmüş, zindanlara atılmıştır. Mütevekkil ise mu’tezileye karşıdır, sünnîdir; Me’mun’un politikalarının tam tersi bir politika izlemiştir. Tabiî bütün bunlar, dönemin siyasî konjonktürü ile birlikte ele alınmalıdır. Taban tabana zıt bu iki politika (= iki farklı İslâm yorumu), sizce ne ifâde etmektedir?!. İslâm’a hizmeti mi, İslâm’ın siyasete hizmetini mi?!. Bu durumu (= İslâm’ın siyaseten kullanılmasını), sadece belli bir döneme hasretmek doğru değildir. Emevîler de İslâm’daki kaderi, kendi iktidarlarını tahkim etmek için yorumlamışlar; bizim sizin başınızda bulunm

DİN GANİMET DEĞİL, NİMETTİR.

Çoğumuz, dini ganimet elde etmenin aracı olarak görüyor, ganimet elde etmek için ‘din adına’ savaşıyor, sonunda bir ganimet yoksa ona dönüp de bakmıyor. Bugünün ganimeti : toprak, iktidar, itibar, makam ve unvan. Oysa din, kişisel çıkarlar için değil, (hakkaniyet, adâlet, merhamet gibi ölmez değerlere riayet ederek) bizi ilâhî rızaya ulaştırmak için gönderilmiş, indirilmiştir. Din, bizim (ekonomik, siyasî, mezhebî, vb.) dünyevî çıkarlarımızı tahkim ederse, sahipleniyoruz; bunlara zarar verirse, ‘din bu değil’! diyor, kendimize göre bir din uyduruyor = dini kendi çıkarlarımıza göre yorumluyoruz.  Tarihteki ve günümüzdeki iktidar değişimleri (Emevî, Abbasî devletlerinin kuruluşu), mezheplerin oluşumu (Mu’tezile ve diğer Ehl-i Sünnet ve Şiî mezhepleri) ve savaşlar (= Cemel, Sıffin, Kerbelâ ve Mihne olayları, vb. hâdiseler), dini, kişisel ve siyasî çıkarları/emelleri için kullananlarla, buna müsaade etmeyenler arasında olmuştur, olacaktır. Siz bu “mücadeleyi”, dini ganimet görenlerle nimet

ÇARESİZLİK

Yaptığımız işten memnun olmama ama yine de yapmak (çalışmak) zorunda kalma, bir çaresizlik mi?!. Çoğumuz, işimizi sevmiyoruz ama yine o işte çalışmak zorunda kalıyoruz. Bunun bir çok nedeni olabilir. Maddî gelirinin (elde edilen paranın/ücretin) azlığı. Patronun tavrı. İş arkadaşları. İşin eve uzaklığı, türü, vs. Benim amacın bunlardan bahsetmek değil, buna benzer bir durumu hayatımıza transfer etmek. Gidişattan memnun değiliz ama gidişata uyuyoruz.  Gidişatı açayım mı?!. Hadi biraz açayım. Faizi sevmiyoruz; faizli alış-verişler yapıyoruz. (arabalar, evler alıyoruz.) Eğitim sistemini beğenmiyoruz; çocuklarımızı bu eğitim sistemine teslim ediyoruz. Oysa, önceden kendimiz, bu sistemi denemiş, beğenmemiştik; değiştirmek için de hiçbir şey yapmıyoruz.  Batıyı beğenmiyoruz; batının ürettiği mallara ve kavramlara hücum ediyoruz; onların kulübüne (AB’ye) girmek için “kıvranıyoruz”!. Batı aklını beğenmiyoruz; batı aklıyla düşünüyoruz. Kendi toplumumuzda yaşanan İslâm’ı beğenmiyoruz; ‘gerçek İs

KAPALI KAPILAR ARDINDA...

Müslümanın içi-dışı birdir; Müslüman, kapalı kapılar ardında ancak hayır konuşur, hayır işleri için buluşur. İçerde başka, dışarda başka olmak/görünmek ve başka işler yapmak, münafığın karakteridir. Gerçi, bu ülkedeki Gazze eylemleri hız kesti ama hâlâ belli bir kesim, bu eylemlere ve İsrail mallarını boykota; bu kesimlerin desteklediği iktidara yakın şirketler de İsrail ile ticaret yapmaya devam ediyor. İktidar, bir türlü bu şirketlere “durun”! diyemiyor ama televizyonlarda İsrail’e karşı esip-gürlüyor.  Neden, çünkü iktidarı bu şirketler finanse ediyor; karşılıklı paslaşıyorlar. Sen bana ihale/iş ver, ben sana maddî destek (aş) vereyim. Dostlar, bilelim ki, kamera arkası ile kamera önünde işler aynı yürümüyor. Tecessüs günah, biliyorum ama bu konuda çook güçlü duyumlar (sağlam haberler) alıyorum. 

ŞEYTANA İBÂDET

İbâdet, Allah’a olur; şeytana ibâdet mi olur; bu nasıl söz?!. Bu sözü ben söylemiyorum, Rabbimiz Allah söylüyor. “Yâ Benî Âdem (= Ey Âdemoğulları), kesinlikle  (= en) şeytana ibâdet etmeyin = “en lâ yeabudu-ş şeytân”, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana ibâdet edin = “ve eni’budûnî...”, doğru yol budur.” (36/Yâsin, 60-61.) diyor. Demek ki, şeytana ibâdet edenler oluyormuş; yoksa Rabbimiz “boş yere” söz söylemez. Pekiî, şeytana ibâdet nasıl olur?!. Allah’ın sözüne (= emrine) muhalif emirleri (= âmirleri) dinleyerek. Bu âmirler, bazen içimizdeki şeytanî ses (= nefsi emmâre), bazen dış ses (= emirler) olur.  Allah’ın sözünü (= emrini) nasıl bileceğiz de O’nun sözünü (= emrini), O’na muhalif diğer sözlerden (= emirlerden) nasıl ayırt edeceğiz?!. Kur'ân’a bakacağız, kulak vereceğiz. Kur'ân’ın muhkem (= kesin, tartışmaya açık olmayan) emirleri var. Bunlardan bildiklerimizle amel edeceğiz; bilmediklerimizi de Rabbimiz bize, amellerimizdeki samimîyetimiz oranında öğretecek. Meselâ, faiz

REÇETE

Reçete : Doktorun hastalarına iyileşmesi için verdiği ilâçlar; hastalığın tespiti (= teşhisi, tanısı) için muayene gerekli; muayenesiz reçete/ilâç yazılmaz.  İslâm dünyası “hasta”!. İyileşmesi için ilâç gerekiyor ama bu hastalığa hangi ilâçların iyi geleceğini, “neredeyse hiç kimse”! bilmiyor; çünkü hastalığa iç bünyenin mi, dışarısının mı sebep olduğu noktasında herhangi bir netlik yok; kimi, içerden diyor, kimi de dışardan; ama mikrop kesin olarak içeride, içimizde. İçeri (= bağışıklık sistemi) sağlam olsaydı, vücut dışarıdan gelen mikroplara karşı dirençli olurdu. Demek ki, içerinin dayanaklılığı (direnci) zayıflamış veya kalmamış (çürümüş) ki, dışarının mikropları bünyeyi sarmış = hasta etmiş. Öyleyse tedavi, içeriye yönelik olmalı ve ona uygun ilâçlar bulunmalı, yazılmalı. Bunun için, hastalığın (= çürümenin, mikrobun) ne zaman ve nereden başladığına bakılmalı ve bünyeye panzehir etkisi güçlü olan ilâçlar verilmeli. Bu çürümenin ne zaman ve nasıl başladığını bilmek için tarihe = m

YALNIZLIK ve ŞIMARIKLIK

Daha önce, Yalnızlıkla ilgili üç yazı yazmışım; bu dördüncü. O yazıların tarihleri aşağıda. Bu yazıda, 19/Meryem 66 ilâ 88. âyetler arasında geçen “ferdâ” (yalnız, fert) kelimelerine; bir de 21/Enbiya, 89. âyette Hz. Zekeriyya (a.s.)’ın duâsına atıf yapacağım; orada, Hz. Zekeriyya (a.s.) : “Rabbim, Beni yalnız bırakma!...” diye Rabbine yalvarmıştı. 19/Meryem 66 ilâ 88. âyetlerin konusu, ÂHİRETİ İNKÂR EDEN ŞIMARIK, ZENGİN İNSAN. 75 ilâ 80. âyetlerin mealini veriyorum.  “Onlara de ki : Kim sapıklık içinde ise, Rahmân ona (mal ve evlat bolluğu) uzun bir mühlet verir; bu da, onun azgınlığını artırır. Nihayet kendilerine va’d edilen azabı, yahut kıyamet günü cehennemi gördükleri vakit, kimin mevkii daha fena, ve yardımcıları daha zayıfmış! bilecekler.” (75) “Allah, hidayeti kabul edenlere de, daha çok hidayet verir. Bâki kalacak olan salih ameller, Rabbinin katında sevap bakımından da, sonuç bakımından da daha hayırlıdır.” (76) Sen şimdi âyetlerimizi inkâr eden ve (ilerde/ötede de) ‘elbette

TEFSÎR, TAFSÎL ve TE'VÎL

Tefsir de tafsil de açıklamadır ama, tefsir, tafsilden daha dar; tafsil, tefsirden daha geniş bir açıklamadır; te’vil ise, bu açıklamaları “bir noktaya, bir merkeze” bağlamadır; biz te’vili, batılı anlamdaki yorum olarak karşılasak da, te’vil, anlamı evveline götürmedir. Şöyle : Bir metni “iç bağlamı” ile açıklamak, tefsirdir. Metin, cümlelerden ve paragraflardan oluşur ve metnin tümü (kendisi), bir konu hakkındadır. Cümlenin, cümleyi oluşturan kelimelerle (o kelimelerin anlamları ile) ilişkini doğru kurmak, o cümleyi doğru tefsir etmektir (= doğru anlamaktır). Cümlelerin, (paragrafı oluşturan) cümlelerle ve paragrafların (metni oluşturan) paragraflarla ilişkisi de aynı şekildedir. Ayrıca, metnin siyak ve sibak dediğimiz, hangi ortamda, hangi zamanda ve niçin yazıldığını yakalamaya çalışmak da, çook önemlidir; doğru bir tefsir, bunlara dikkat eder; ben buna, dar anlamlı açıklama (= tefsir) diyorum. Tafsil, tefsirin “dış bağlamını” da hesaba katan bir açıklamadır. Dış bağlam, elimizdeki

NE İÇİN OKUYORUZ?!.

Üniversite sınavları sonuçlandı; çok az insan sevindi; çoğu üzüldü. (Sevinenler ve üzülenler sadece öğrenciler değil, aynı zamanda onların aileleri de.) Genelde, prestijli liselerden mezun olanlar, prestijli okulların (= üniversitelerin), prestijli bölümlerine giriyorlar. Bu üniversiteleri prestijli kılan ne?!. Mezunlarının kolay ve yüksek gelirli (prestijli) iş bulması, çook para kazanması, bu parayla iyi semtte, iyi evde oturması, iyi arabalara binmesi, iyi giyinmesi, iyi restoranlarda iyi yemekler yemesi... Bütün bunları, onlara sağlayan şey, para. Pek çoğumuz, para için okuduk, okuyoruz.  Oysa Kur'ân bize, “Rabbinin Adı ile oku = İqra bismi RabbiK...”, diyor.  Para kazanmayalım mı?!. Tabiî ki de kazanalım ama para kazanmak tek (nihaî) amacımız olmasın; kazandığımız parayı, paradan daha yüksek amaçlar için kullanabilelim. Haâ para kazanırken, kazandığımız paranın helâl/temiz olmasına da azamî dikkati gösterelim. Para kazanırken Rabbin Adını/İsmini (= Rabbi) hatırlamamız, hem o p

ÖDEV

Öğretmenin verdiği ödevden (ev ödevinden) değil, gönüllü olarak bizim aldığımız ödevden söz edeceğim. Bu ödevi kimden (veya nereden) alırız?!. Kant : Kendimizden, der ve ahlâkını buna dayandırır. = Ödev Ahlâkı. Hadi, öyle olduğunu kabul edelim ve soralım. Bu ödev, yerine getirilmezse (= yapılmazsa), yaptırımı ne olacak, kişiye kim ceza verecek?!. Kendi mi, toplum mu, devlet mi, yoksa başka bir güç mü?!. Kendi ise, cezalandırma hakkı da kendinde; toplum veya devlet ise, cezalandırma hakkı hukukta. Hukuk, hem hak tayin eder hem de ceza. Ödev, hakla ilişkilidir; ceza da ödevle doğru orantılıdır; aksi, hukuksuzluğa, adâletsizliğe yol açar. Hak mahrumiyeti (= hakları kısıtlanmış) olanların bazı ödevleri yapmaları mümkün değildir. Kişinin ödev yapma hakkı elinden alınırsa, -- ki bunu, borca/borç ödemeye benzetirsek daha iyi anlarız. Kantçı anlamıyla ödev, kendimize olan borcumuzdur; ahlâkı sosyal tabana oturtanlar için ödev, topluma (birlikte yaşadığımız insanlara) olan borcumuzdur (sosyal a

ÖRTÜ/NME

İki tür/çeşit örtü var : Maddî ve manevî. Dolayısıyla da iki tür/çeşit örtünme var. Vücudu örten elbise ve başörtüsü : bunlar, cilbâb, qamïs, elbise, vb. Kalbi örten gışâe/gışâve/gişr, ekinne, vakr, vb. Aklı (= aklın ışığını) örten zulm/zulümât = cehâlet. Ahlâkı örten hicâb (= mahcûbiyet, utanma duygusu). Vücudunu örtenler, aklını ve kalbini örtmemeli. Vücut ne için örtülür?!.  Hicâb için, değil mi?!. Toplumsal hicâb, ayıbın (günahın) toplumdan gizlenmesidir. Dînî hicâb ise, ayıbın (günahın) Allah’tan gizlenmesidir = o ayıbın (günahın) hiç işlenmemesidir. Akıl ve kalp örtülü olursa, bunların farkına varılamaz. Allah’tan utanmayan, kuldan utanmaz.