Kayıtlar

Temmuz, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GERÇEK MÜ'MİNLER KİMLERDİR?!.

Bunun için Enfal Sûresi 2 ilâ 4. âyetlere bakmamız gerekiyor. Bu âyetlerin meallerini vererek söze başlıyorum. “Mü’minler o kimselerdir ki Allah anılınca kalpleri titrer = ürperir; Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler.” (8/2) “Salâtı ikâme ederler ve kendilerine verilen rızıktan infâk ederler.” (8/3) “İşte bunlardır gerçek Mü’minler, onların da Rableri katında dereceleri vardır, mağfiret ve kerim rızk onlarındır.” (8/4) Bu özellikleri bir kez daha sıralayalım : 1. Allah anılınca kalbin ürpermesi = titremesi. 2. Allah’ın âyetleri okununca imanın artması. 3. Allah’a tevekkül. 4. Salâtı ikâme, ve 5. İnfâk.  Kalp ürpermesi = titremesi, kalbin cııız etmesi, saygı ile karışık korkudan ve verilen vazifenin hakkıyla yerine getirilememesi endişesinden; Allah’ın âyetleri okununca imanın artması, acizlikten (eksiklikten) olur. Allah’a tevekkül, Allah’ı vekil tutmadır. Allah’ı vekil tutma = tevekkül : Allah’ım, ben yapamıyorum, (yapsam da

MUHKEM & MUTEŞÂBİH

Kur'ân’ın sözlerinin (cümlelerinin) çoğu muhkem; bazısı müteşâbihtir ama hepsi âyettir; âyet ise, işarettir. Kur'ân’ın sözlerine (cümlelerine) neden âyet denir, neden bu sözlerin (cümlelerin) çoğu muhkem, bazısı da müteşâbihtir?!. Olgulara (şehâdete) işaret eden âyetler muhkem; değerlere (gayba) işaret eden âyetler müteşâbihtir; değerlerin kaynağı, Gayb’ta/Gayb’dır. Kur'ân, realiteyi, bu Gayb’a (Allah’a) işaret eder; reel olanları Allah’ın varlığının ve kudretinin birer işareti (alâmeti) olarak görür. Âlem, El-Âlim’i gösterir. Allah, âlemlerin Rabbidir. ... (Ey Habibim!) “Sen, bu Zikre (= Kur'ân’a) uyan (= tâbî olan) ve Gayb Olan Rahmân’dan “korkanları” uyarabilirsin. Onlara, mağfireti ve büyük ödülü müjdele.” (36/Yasin, 11.) Kur'ân’da ıvec (= çelişki) yoktur; Onun muhkem âyetleri ile müteşâbih âyetleri arasında tam bir uyum/tutarlılık vardır. Muhkem âyetler, yaşanan gerçekliğe dokunurken; müteşâbih âyetler, insanlara (= Müslümanlara) ufuk/vizyon ve misyon yüklerler

FRENOLOJİ

Loji, logos’dan (bilimden); fren, Yunanca phrenos’dan, (bizim bildiğimiz frenden değil), phrenos, zihin veya beyin; frenoloji de zihin bilim veya beyin bilim demek. Bu alanla bugün, nöroloji (sinirbilim) ilgileniyor ve felsefe ile iş ve güç birliği yaparak güçleniyor; nöro-felsefe diye bir bilim doğdu, hızla popülerleşiyor. Frenoloji, kafatasımızdaki beynimizin, kişilik özelliklerimiz ile olan ilgisini/alâkasını inceliyor; beynin hangi bölgesi veya noktası, hangi duyu, duygu, düşünce ve davranışlarımızı idare ve kontrol ediyor?!. Kitâb’ta beyin kelimesi geçiyor mu diye baktım; bir yerde, Enbiya, 18. âyette dimâğ (دماغ) kelimesine rastladım. “Biz, hakkı (hakikati) batılın üstüne (= alâ/başına) atarız; o, onun beynini parçalar (فيدمغه) ve derhal yok olur.” Önce, bu âyetin bağlamına bakalım; sonra da yorum yapalım. Önceki âyetler, inançsızların hâlini, neden inanmadıklarını, göklerin ve yerin boş yere ve oyun olsun diye yaratılmadığını söylüyor. İnançsızların : Şu bize hakkı getirdiğini s

KÖK SORU

Bu soru, bütün soruların kökünde (temelinde) yatan bir soru; bu soru, niye varız veya niye yaratılmışız?!, sorusudur; bütün sorular, bu sorunun cevabı ile anlamlı olur. Var olma, varlığa gelme, bizim elimizde değil. Dolayısıyla, bu sorunun cevabını (da) bizi varlığa Getiren, bilir. Bizi varlığa Getiren Bir’ine inanmasak, bu sorunun cevabını doğru bir şekilde bilemeyiz ve kendimize göre ‘sahte/tutarsız veya yanlış’ cevaplarla avunuruz. Bu ‘sahte/tutarsız veya yanlış’ cevaplara örnekler : • Ev, araba (= mal), ün-unvan, makam sahibi olmak için varız. Bütün Ankara (hatta bütün Türkiye ve dünya) bizim olsa, bütün (idarî-siyasî ve akademik) makamlara ulaşsak ne olur?!. Bunlara sahip olmayalım diye bir şeyi aslâ söylemiyorum; bunları kök/temel soruya göre “değerlendirelim”, diyorum. • Bu dünyada mutlu olmak için varız. Ölüm, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık gibi gerçekler bu mutluluğumuza gölge düşürüyor. Mutluluğu buraya hasretmek, kök/temel soruyu ıskalamaktır. ... Yaratıcı : ‘Ben, sizi B

GEÇİNME

Haziran ayı enflasyon oranı açıklandı. Yıllık enflasyon %70’şi; altı aylık enflasyon da %25’şi buldu/aştı; çalışanların ve emeklilerin maaş zamları da belli oldu. Çalışanların maddî/parasal anlamda bir geçim sıkıntısının olduğunu sanmıyorum ama emeklilerin büyük çoğunluğu maddî/parasal anlamda geçim sıkıntısı çekiyor, bu bir vakıa/gerçek.  İnsanları geçim zorluğuna = geçimsizliğe düşüren, sadece para değil, ahlâk. Çoğu eve çook para giriyor ama aileler yine geçinemiyor!. Eşler birbiriyle ve çocuklarıyla anlaşamıyor; esas sıkıntı burada; bu sıkıntıyı para çözmüyor. Ne kadar çok para verirseniz verin, bir ailede insan kalitesi yetersizse (= ahlâk yetersizliği varsa) o ailenin geçimini yoluna koyamazsınız. Bu anlamdaki geçimsizliklerin büyük oranda yüksek gelir grubuna mensup ailelerde yaşandığını tahmin ediyorum. Geçimin sadece para ile olmadığını bu aileleri izleyerek görüyorum. Bir ailede ahlâk yoksa veya yetersizse, o aileye giren az para (= yokluk) da çok para (= bolluk) da geçimsizl

MESAFE

Mesafe: Bir noktanın (yerin) başka bir noktaya (yere) uzaklığı. Mesafe, mekânî/mekânsaldır; mekânın ikiye (ve çoğa) bölünmesiyle gerçekleşir. İki (ve daha çok) mekân arasındaki mesafeyi kat etmek (?!) ise zamanî/zamansaldır. Kat etmek, hem (iki mesafeyi) birleştirmek hem de (birleşik olanı) kesmek demektir. Aslında mekân da zaman da bir bütündü/r. Su damları, sudan oluşur. Hava, su, toprak ve ateş de (= anâsır-ı erbâ) zamanında bir bütündü. “Allah, duman (buhar) hâlindeki göğe yönelmişti.” (41/11. 44/10) Her şey, bu bütünden “yoğunluğuna göre” bölündü ve varlıklar arasında bir hiyerarşi oluştu; kimi varlık göründü; kimi varlık da esrara büründü. (= şehadet ve gayb) Bu bölünme ve birleşme, “zamanla” oldu, olmakta... Zaman, mesafelerin (= mekânların) kat edilmesi = bölünmesi ve birleştirilmesidir. Bu açıdan veya buradan bakabilirsek, zaman, mekândan; mekân da zamandan ayrı değildir. Her fert, tür olarak insanın (insanlığın) bir parçasıdır. Fert, bir yerden (mekândan) başka bir yere (mekâ

MERHALE

Merhaleyi biz, aşama veya ara kademe olarak biliriz; kelimenin kökü RHL/RAHALE’dir; kelimenin sonuna yuvarlak he veya te gelir/getirilirse, isim olur; re harfi üstün ile okunursa, rahle; esre ile okunursa, rıhle diye okunur; rahle, bildiğimiz rahle = açılır-kapanır tahta masa; rıhle ise, yolculuk demek; ruhle ise, gidilecek (gidilen) yer. Dünya, bir rahle; âhiret, bir ruhle; dünyada kalış ise, bir rıhledir.  Kur'ân’ı (= Kitâb’ı) rahleye koyup okuduğumuz gibi, kendimiz de = biz de dünya rahlesinde “okunuyoruz”!. Hepimiz bu dünya merhalesinden geçiyoruz. = Âhirete irtihal ediyoruz; irtihalin kökü de RHL/RAHALE’dir. İrtihal, âhirete göçtür. Göç, bir yerden bir yere; iç göç ve dış göç şeklinde iki şekilde olur; ölüm (= irtihal) dış göçtür. Dünyaya geliş ve dünyada kalış, nasıl bir göçse, dünyadan gidiş de bir göçtür. Hepimiz göçebeyiz; bu dünya merhalesini hepimiz geçeceğiz. Kimler geldi, kimler geçti (= göçtü) bu dünyadan. Sultan Süleyman’a (bile) kalmayan dünya, bize mi kalacak; ölme

FIRKALAŞMA

Fırka, farktan; farkın, bütünden kopmuş ve kalıcı hâle gelmiş, hizipleşmiş, gruplaşmış şekli.  Eskiden partilere de fırka denirdi; Serbest Fırka. Halk Fırkası. İttihat ve Terakkî Fırkası gibi. Dindeki fırkalaşma, Efendimizin vefâtından sonradır ve siyasîdir; mezhepleri de büyük oranda bu siyasî duruş belirlemiştir. “Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılacak; bunların içinden sadece biri kurtulacak.” (= fırka-i nâciye; ötekiler batacak). Hadis. Herkes, kurtulacak olan fırkayı kendi fırkası sanıyor. Kim kurtulacak?!. Bu sorunun cevabı, Rum Sûresi 30 ilâ 32. âyetlerde saklı. “Yüzünü (= yönünü/istikâmetini), her türlü bâtıldan uzaklaştırarak hanîf olan dine çevir. O din, bütün insanların fıtratlarında (= batıl bulaşmamış özlerinde) yaratılan saf (= hanif = şirk bulaşmamış) dindir. Allah’ın bu yaratışını değiştirme!. Bu yaratılışta bir değişikliğe gitme!. (= lâ tebdîle li halqillah); kayyim/qayyım (= geçerli) olan din bu, ama bunu insanların çoğu bilmiyor. Bilenler, sadece O’na (= Allah’a) yönel

SENET

Senet veya sened: Sözle veya yazıyla verilen taahhüt (= taahhüd). Eskiden söz senetti,  Lâ ilâhe illâ Allah diyen biri, Rabbine sözle/sözlü senet veriyordu; yazı icat olunca bu, yazılı hâle geldi. Dinde senedi biz, Hadis literatüründen, Efendimizden gelen sözlerin (Hadislerin) doğruluğunu (sıhhatini/sahihliğini) test etmenin bir yolu olarak biliriz; senedi sağlam olan Hadisleri sahih/sıhhatli kabul ederiz; de, bu sözlerin (Hadislerin) fiiliyatına, uygulanma (= hayata aktarılma) şekline pek de dikkat etmeyiz!. Sözlerin sıhhati, uygulama ile test edilir. Hadis, Efendimizin ilmidir; Onun ilmi, amelinden ârî (soyulmuş/soyutlanmış) değildir. Bizler, Hadisin sıhhatini (senedini) sadece sözde = sözün bize gelişinde arıyoruz; oysa Hadis, Efendimizin fiilî yaşantısının söze dökülmüş hâlidir ve Efendimiz, bizim için en güzel örnek = üsve-i hasene’dir. Pekiî, Hadislerin fiilî senedini nasıl takip edebiliriz?!. Siyer okuyarak, okuduğumuz Hadislerin o günkü yaşantı ile ilişkisini kurarak ve Siyer (

SARMAK

Salgı bezi mi, sargı bezi mi?!. İkisi de. Vücudun salgıladığı iç salgı bezleri, bizi içerden sararlar; dış sargı bezleri de (bandajlar da) bizi dışardan sararlar. Sarmak, kuşatmaktır. Kişi, Allah’ın her şeyi “içerden ve dışardan” kuşattığını (= kişiye şah damarından daha yakın olduğunu ve arşı istivâ ettiğini) bilirse = buna inanırsa, içindeki ve dışındaki tüm “yaraları” iyi eder = huzura erer. Kâmil iman, böyle bir huzurdur. (= emn’dir, emniyettir); böyle bir emniyete eren kişi, hiç bir şeyden endişe etmez; ‘Allah var, gam/keder yok. = Allah ist, gam nist.’ veya ‘Allah bes, bâki heves. = Allah varken başkasına ihtiyaç yok.’ diyebilir; başına gelen kederleri (en büyük keder ölümdür) O’na kavuşma (şeb-i ârûs!) sebebi olarak görebilir. Yegâne Müsteân O’dur. “Ey iman edenler! Sabır ve salâtla (namazla) yardım dileyin. Kuşkusuz, Allah, sabredenlerle beraberdir.” يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ “İyyaKe nea’budu ve İyya

NAMAZ KILMAK

Kılmak fiili, Türklere özgü. Fiilin kökü, kıl ise; kıl, çok da olumlu bir anlamda kullanılmaz. Kıl kapmak. Kıl kuyruk. Kıl payı. Kıldan ince, kılıçtan keskin. Burnundan kıl aldırmamak, gibi deyimlerle kullanılır. Kıl, vücudun çook küçük ve çook önemsiz, belli bir büyüklüğe geldiğinde kesilip atılan parçasıdır (= traş). Kılın, namazla bir araya getirilişinden ne amaçlanmış olabilir?!. Haâ, bu fiil, namazla bir araya gelince anlam değişikliğine uğruyor, denirse; nasıl bir anlam değişikliğine uğradığı söylenmeli. Kılmak’ı (= kılmayı) biz başka kelimelerle de kullanıyoruz. Karar kılmak. Mümkün kılmak. Birini birine yardımcı kılmak. Bir hükmü geçersiz kılmak, vs. Karar kılmak’taki kılmak, yeterli görmek. Mümkün kılmak’taki kılmak, güç yetirmek veya izin vermek. Birini birine yardımcı kılmak’taki kılmak, atamak, görevlendirmek. Bir hükmü geçersiz kılmak’taki kılmak, ortadan kaldırmak... Namaz kılmak’taki kılmak, namazı ne kılmak?!. Namazı, kulluğun bir göstergesi kılmak mı, namazı kulluğa bi

NAMAZI OKUMAK

Okumak : Bir metnin anlamını çözerek, açığa çıkarmak. Birini bir davete (düğüne, toplantıya, vs.) çağırmak. Öğrenim görmek. Nazarın değmemesi için veya değmiş nazarı uzaklaştırmak için okumak. Argo da sövmek. ... Namazda okuduğumuz sûre ve duâlardan söz etmiyorum, bunlar namaz içi okumalar; bir bütün olarak namazdan, namazın kendisini okumaktan söz ediyorum, bu da namazı “dışardan” okuma/k. Namazı “dışardan” okuma/k da en az namaz içi okumalarımız kadar değerli; bu (dış) okumayı doğru yapabilirsek, namaz içi okumalarımızı da doğru yaparız. Bu dış okuma, namazın dışardan olan şartları gibi de değildir. ... Önce, namaz kılan birini hayal edelim ve onu çook dikkatli bir şekilde “izleyelim”; ama bu izleme, televizyon izleme gibi olmasın.  Yön, yöneliş (seccadeyi seriş); el hareketleri (tekbir, el bağlama, vs.); kıyam (ayakta duruş); eğiliş (rükû’); secdeye iniş/varış, oturuş (ka’de) ve selâm veriş.  Bir de namazın cemaatle/topluca edâ edilişini (kılınışını) izleyelim. Sonra bu cemaatin içi

RİVÂYET ve DİRÂYET

Biz bu iki kavramı tefsir türleri olarak biliriz. Rivâyet tefsir/ler/i ve Dirâyet tefsir/ler/i. Rivâyet tefsirleri, Kur'ân’ı selefin (Efendimizin, ashabının ve onlara tâbî olanların) nasıl anladığına (tefsir ettiğine) dair bize gelen haberleri toplarlar; dirâyet tefsirleri, tefsiri yapan(lar)ın kendi birikimini, anlayışını ve kavrayışını yansıtırlar. İlki, geçmişin; ikincisi, bugünün ürünüdürler. Dirâyet tefsirleri, aradaki zaman boşluğunu doldurabildiği oranda “başarılı” olurlar. Dirâyet tefsirlerinin tefsir ettiği Metin (= Mushaf) ile rivâyet tefsirlerinin tefsir ettiği Metin (= Mushaf), aynı Metin’dir, (= aynı Mushaf’tır). Dirâyet tefsirleri, bugünden düne gitmeye çalışırlarken, rivâyet tefsirleri dünden bügüne konuşur, dünde kalırlar. Etkili bir dirâyet tefsiri, düne giden/gidebilen ve dünü bugüne getirebilen, bugünle dünün bağını/bağlantısını kurabilen tefsirdir; böyle bir tefsir de ancak te’ville mümkündür. Te’vil, dünün bugüne; bugünün düne ve yarına yolculuğudur. Te’vil, ev