Kayıtlar

HALK OYUNA BAŞVURMA

Halk oyuna başvurmanın iki yolu var : Seçim ve Referandum. Hafta sonu seçim var; yerel yöneticileri seçeceğiz. Seçimle genel (= merkezî) ve yerel (= mahallî) yöneticiler seçilir. Referandum ise, genel (= merkezî) yönetimin (= hükûmetin) kritik kararlarda halkın görüşüne (reyine/oyuna) başvurmasıdır. Geçmişte Özal, siyasî yasaklar kalksın mı kalkmasın mı diye; yakın zamanda Erdoğan, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçilsin mi geçişmesin mi diye, referandumlar yaptılar. Seçimde, önümüze adaylar (partiler) çıkar; referandumda, kritik kararlar. Bu Pazar yapılacak seçimle birlikte referandum da yapılabilirdi. Neyin referandumu?!. Ülke, Gazze’ye (= Filistin’e) duyarlı bir ekip tarafından yönetiliyor. Emînim, bu ekip karar vermekte zorlanıyor, kıvranıyordur. Erdoğan’ın yerinde ben olsaydım, bu seçimle birlikte Gazze’ye askerî harekât düzenleyelim mi, düzenleyelim mi, referandumunu da yapardım. Bu, hem dünya kamuoyu açısından hem de Erdoğan’ın samimiyeti açısından çoook ses getirirdi

YETÎM

Yetîm: Babasız çocuk. = Babası ölen çocuk. “Normal” bakınca, ilkine, Hz. İsâ (a.s.)’ı; ikincisine, Hz. Muhammed (a.s.)’ı örnek verebiliriz.  Yetimin bir anlamı da az/nâdir bulunan, demek; dürr-ü yetîm = az/nâdir bulunan inci. Kelime, Kitâb’ta, çoğulu yetémâ ve Kehf 82’de geçen iki yetim (= yetîmeyni) ile birlikte 23 yerde geçer. Yetimlere ikram etmek, onları itip-kakmamak (kahr), koruyup-gözetmek (évà) Allah’ın emridir. (Bknz. Duhâ.) Nasrânîlerde (Hıristiyanlarda), yetim sevgisi o kadar “aşırıya” varmış olmalı ki Yetim İsâ’ya sonunda bir Baba bulmuşlar. Müslümanlarda yetim, ‘Yetim Muhammed’ (a.s.)’in biyolojik yanından/yönünden dolayı değerlidir; ama O, sadece bu açıdan değil bir çook yönden değerlidir = yetimdir. Rabbi Onu, sadece Kendisine muhtaç olsun diye yetim bırakmıştır. Bugün dünyada çoook yetim var ama artık Onun gibi bir yetim yok. Yetimler, ‘Onun gibi’! yetiştirilsin diye bizlere emânet.

Mİ'RAC

Mi’rac, urûc’tan (belki oruc da buradan esinlenilmiş?!) yukarı çıkmak, yükselmek anlamında; yükseğe merdivenle (şimdi asansörle) çıkıldığı için merdiven anlamı da var. Merdiven veya asansörle yukarı (katlara) çıkmayanlarımız yoktur; zenginlerimiz, yüksek katları tercih ediyor. Çok katlı binalar (rezidanslar) moda oldu. Bodrumlarda, kotlarda ‘garibanlar’ oturuyor. Ama mi’rac böyle bişey değil. O, ma’nevî  bir yükseliştir. Ona, normal merdiven veya asansörle çıkılmıyor, çıkılmaz. Efendimizin Mi’raca çıktığı “âletin”! adına Burak deniyor, Muhakkikler bu Burak’ı, ahlâk olarak okuyorlar, anlıyorlar. Namazın Mü’minin mi’racı olması, namaz kılan Mü’minin, iyi bir ahlâkî yaşam için ne yapması gerektiğine dair ahlâkî (= İslâmî) ilkeleri (= tâlimatları) Rabbinden alması ve bunları (bireysel ve sosyal/toplumsal) hayatında uygulaması (ferdî ve cemaatle kılınan namazlar!) olarak görmek, okumak ve namazı bu şuurla (bilinçle) kılmak içindir. Namaz bu şuurla kılınırsa, zannımca ‘her gün bir basamak’ ç

ÇÖKÜŞ YAPILARI

Eskinin muhteşem mimarî yapıları, ma’betleri. Genelde bu yapılar, imparatorlukların zayıfladığı dönemlerde yapılmıştır. Sultan Ahmed Camii 1610 ila 1618 arasında I. Ahmed tarafından; Dolmabahçe Sarayı 13 yılda (1843-1856) Abdülmecid tarafından yaptırılmış. Arada 250 yıl var demeyin; bu 250 yıl, 600 yıl yaşayan bir devletin yaşlılık/güçsüzlük (hastalık) dönemi olarak görülmeli. Bir de kurumsal yapılar var. Bunlar, sivil-asker bürokratik yapılar.  Osmanlı İmparatorluğu, kapıkulu sistemi ile yönetiliyordu. Bu sistem değiştiğinde, devlet ‘hastalık mikrobunu’ kaptı. Kapıkulu, ikiye ayrılıyordu: İç oğlanlar (= saray bürokratları) ve Dış oğlanlar (= yeniçeriler = asker bürokratlar). Bunların ikisi de devşirmelerden oluşuyor idi. Önce, yeniçerilik ‘sıradan’ ahaliye açıldı, eğitimleri ihmal edildi, içerdeki bütünlüğün bozulmasına (= mezhebî farklılaşmalara) göz yumuldu, sayı da astronomik bir şekilde artırıldı. 1600’lü yıllara gelindiğinde yeniçeri sayısı 20.000’den 100.000’in üzerine çıktı. İç

TAHIYYÂT

Namazlarda ilk iki rekatın ve dördüncü rekatın sonunda okuduğumuz duâ. Kelimenin başında harf-i tarif var = Et-Tahıyyât = El-Tahıyyât. Namaz, bize mi’raçta farz kılındı. Mi’raç, Efendimizin Rabbi ile “görüşmesi, buluşması”!, Mü’minin de mi’racı. Tahıyyat öncesinde secdeler var. Secde, Rabbimize en yakın olduğumuz ve “fiziken (ve rûhen) mahvolduğumuz”! ân. Secdeden doğrulunca Rabbimiz bize bir güç-kuvvet veriyor; oturuyor (ka’ide) ve Rabbimize ‘Et-Tahıyyât-ü lillah-i = Esas/Asıl Hayat, Allah içindir.’ diyoruz. ‘Ve’s Salavât-ü vet-Tayyıbât. Yardım/Destek ve Saflık/Temizlik de.’ Salavât için, 26 Temmuz ve 20 Mart’ta bloga yazdığım, ‘Salât, Salavât ve Salâ ile Namaz bize neyi yükler?’ yazılarıma bakabilirsiniz. https://bilmekisteyenlericin.blogspot.com İlk sözü Rabbimiz Efendimize (= bize?!) veriyor: ‘Et-Tahıyyât-ü lillahi ve’s Salavât-ü vet-Tayyıbât’ diyor/uz. Sonra, Rabbimiz: “Es-Selâm-ü Aleyke Eyyühe’n Nebiyyü ve Rahmetullah-i ve Berakâtüh. = Selâm, Allah’ın (= Benim) Rahmeti(m) ve Bere

FÜTÜVVET

Kelimenin kökü fetéa. Kehf, 60 ve 62. âyetlerde geçen kelime. Orada, Mûsâ’nın birlikte yola çıktığı genç yol arkadaşına fetéa denilmiştir. Bu genç, Mûsâ’ya iki denizin birleştiği (mecmeal bahreyn) yere kadar arkadaşlık (= fütüvvetlik) etmiş, Mûsâ’yı yarı yolda bırakmamıştır. Mûsâ’nın amacı (= hedefi) neydi; O, iki denizden ne/yi anlıyordu, ...?!. Bu denizler hangileriydi, Akdeniz’le Ege mi; Kızıldeniz ile Akdeniz mi, ...?!. Dünyada sadece iki deniz yok ki; ayrıca iki denizin birleştiği bir çok yer de var. Bunlar, bizim bildiğimiz denizler olmayabilir mi?!. Olmazsa/değilse, meselâ ne/ler olabilir?!. Hakikatin iki ucu : Zâhir ve Bâtın, olabilir mi?!. Mûsâ’nın o iki denizin birleştiği yerde karşılaştığı “o kul” ile yaşadığı üç olayın iç yüzü ve dış yüzünden bu hükmü çıkaramaz mıyız?! Yine de bilemedim. Yahu ben, fütüvvetten = arkadaşlıktan söz edecektim; söz nereye kaydı!. Bence, o genç (= fetéa/feta), Mûsâ’ya arkadaşlık etti, ama Mûsâ, “o kula” arkadaşlık edemedi = sabredemedi. Sizce?!.

KELİMELER-KAVRAMLAR

Kur'ân’ı (= İslâm’ı) anlamada dil (= dilbilimsel yöntem), belli bir yere kadar iş görür, sonra tıkanır. Dil, kelimeler ve kavramlar üzerinden iş görür; Müslümanlık, kelime ve kavram değil, yaşamdır. Yaşamın samimî (= içten) ve huzurlu olabilmesi için, içerde bir inancın (= imanın = güvenin) oluşması ve bu inancın (= güvenin) dışarıda/n sarsılmaması lâzımdır. Dışarıda olup-bitenler, bizdeki (iç) güveni (= imanı) sarsıyorsa = olup-bitenleri açıklamakta zorlanıyorsak, dil (= kelime ve kavramlar, Allah dışında kimse) bize yardım edemez. Hidâyet Allah’tandır; ama Allah, hidâyetini arayanlara gönderir. Hidâyet için kişi dil ile (vaaz edenlerle = konuşanlarla, yazanlarla = kitaplarla) epeyce bir boğuşmalı, sonra da Allah’tan hidayetini dile(n)meli. Ağlamayana meme/mama yok.

BİRAZ MATEMATİK

Matematikte kümelerin kaçıncı sınıf konusu olduğunu unuttum ama küme mantığını unutmadım. İnsanları anlayış (düşünce ve inanç) olarak tekbir kümenin içine dahil etmek oldukça zor; bir sürü din (düşünce, ideoloji) var; bunların herbiri kendi içinde birer kümedirler ve aralarında ilişkiler bulunur, olur; hele de bu internet çağında insanlar, fizikî gettolarda yaşasalar da fikrî gettolarda yaşamıyorlar, birbirlerinden kolay etkileniyorlar. Bu “etkileşim çağında” sadece iki küme (A ve B) olduğunu varsaysak; A kümesine Müslümanlar; B kümesine Müslüman olmayanlar (kâfirler) desek; bu iki kümenin etkileşiminden oluşan bir kesişim alanı muhakkak olur, olacaktır. Bu alanda olanlara, kalanlara ne diyeceğiz; A’dan bakarsak, Müslüman-kâfir; B’den bakarsak, Kâfir-müslüman mı?!. Merak etmeyin, Kitâb bunlara A’dan baktığında Fâsıq; B’den baktığında Hanîf diyor. Bir de, bu iki kümenin gerçek elemanı ol(a)mayan, oralarda devamlı dur(a)mayan mürâîler var; bunlara da münafıq diyor. Tabiî bu, iki kümeden

SEVİYE

Kimse, kimsenin Müslümanlık seviyesini ölçemez. Bir kimse “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyorsa, Müslümandır. İnsanların Müslümanlık seviyesini ölçme yetkisi sadece ve sadece  Allah-u Teâlâ’ya aittir. Müslüman olmayı (= Müslümanlığı), bir daireye benzetirsek, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyen herkes, bu dairenin içine girer; kişiyi dairenin merkezine doğru yaklaştıran da sâlih amelidir. Geçmişte (Haricîlikte) olduğu gibi, insanları tekfir etmeyelim; Haricîler de kendilerini çok dindar insanlar olarak görüyorlar, kendilerinden olmayanları tekfir ediyor (= büyük günah = mürtekeb-i kebîre işledikleri için küfre düşmüş sayıyorlardı);  bu, çook büyük vebaldir. Lütfen, eleştiri ile tekfiri karıştırmayalım.

... AYRI MI DEĞİL Mİ?!.

... ayrı mı değil mi? Üç noktanın yerine biçook şey konulabilir, ben, bu yazıda iman ve ameli koyuyorum.  Bu konu, önce İslâm ümmeti içinde, sonra İslâm ulemâsı (kelâmcıları) içinde ciddî çatışmalara ve hararetli tartışmalara yol açmıştır. 1. İman ayrı, amel ayrıdır. 2. İman ile amel birbirinden ayrılamaz.  Birinci görüşte ısrar, iki uca savrulmaya = ifrat ve tefrite yol açmış.  a) İmanla yetinilmiş = benim kalbim temiz denilmiş, amel önemsenmemiş. b) Kişideki iman, görünmez/bilinmez, kişinin imanlı (Mü’min) olup-olmadığı ameliyle bilinir; bu yüzden amel, iman için önemli bir göstergedir, denmiş. Dikkat ettiyseniz, ilk maddenin iki ucu, bizi ikinci maddeye taşıdı. Kişinin imanlı olup-olmadığını anlamak için kalbini yarıp bakamayız, baksak bile oradaki imanını göremeyiz. İman, kendini bize sâlih; küfür de kötü ameller ile gösterir, kişideki iki özellik de gizlenemez. Küfr, "aşikar"! Olan Allah'ı gizlemektir. Kişide amel yoksa, o ameli işleyecek beden de yoktur (o kişi

NAMAZ BİZE NE YÜKLER?!.

Buradaki yük, yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazifeye atıftır. Namaz, bize Rabbimizin yüklediği bir yüktür = vazifedir; dinin direğidir; aynı zamanda namaz, bize yük = yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazife yükler. Namaz = salât kelimesinin anlamı, Allah’tan destek almak ve Allah’ın dinine destek vermektir. Verilen bu destek, sâlih amel şeklinde tezahür eder. Namaz, insanı kötülüklerden (= fahşâdan) ve kötü işlerden (= münker/lerden) alıkoyar. (29/45.) Namazın Kitâb’taki orijinal adı salâttır; namaz kelimesi bize Farsçadan geçmiştir. Salât, Kitâb’ta 99 yerde geçer; her geçtiği yerde, bildiğimiz anlamda erkânı belli olan, beş vakit kıldığımız namaz anlamına gelmez. Salât, salâvât, musalli gibi isim formları yanında; salli, sallâ, yusalli ve yusallûne gibi fiil formlarında da kullanılır. Namaz, bireysel de (= tek başına da) cemaatle de (= topluca da) kılınır. Tek başına kılınan namaz, kişiye bireysel yükümlülük, sorumluluk, görev ve vazife yükler ama yükümlülüklerin (= sorumlulukların

On ve 13. yy'larda İSLÂMÎ HAYAT

Bu dönemler, Abbasî Halifeliği ve Selçukîler (= Selçuklular) dönemi.  Yunandan Platon (Eflâtun) ve Aristo’nun eserleri çevrilmiş; Arapça daha çok bilim ve din dili; Farsça da edebiyatın dili hâline gelmiş. Şair Firdevsî (934-1020), bilim adamı Birûnî (973-1048) ve Filozof İbn-i Sina (980-1037) gibi adamlar bu dönemde yaşamış. Dikkat!, bunlar Arap değil. İhvân’us Safâ topluluğu, ki, bunlar İsmâilî-Şiîdirler, ansiklopedi şeklinde dev risaleler yazmış/lar; yine İsmâilî-Şiî olan Fâtımîler Mısır-Kahire’de meşhur Ezher’i kurmuşlar...; şimdi Ezher Sünnî. Türklerde Farabî (870-950) ve Mâturidî (850-944) gibi devedişi gibi adamlar bu dönemin insanları; daha önce de Kindî (800-873) var, onun etnik kimliği Arap olsa gerek. Bu yüzyıllar İslâm’ın en parlak yüzyılları. 14-15. Yy’dan sonra İslâm (tabiki kasıt, yaşayan İslâm = İslâm kültürüdür) inzivaya çekilmiş. Türkler, Abdülkâdir Geylânî’yi (1077-1166) ve Şah-ı Nakşibendî’yi (1317-1389); Persler/İranlılar, Sühreverdî (1154-1191) ve İmam Rabbanî’yi

ÇİMENTO

Buradaki çimento, Müslümanlar arasındaki birliği sağlayan bir metafor olarak kullanılacaktır. İslâm, her ırkın (herkesin) dinidir, evrenseldir ama ilk, Arap toplumuna inmiştir. Efendimiz vefat edince ve İslâm, Arap coğrafyasının (Arabistan’ın) dışına yayılınca, farklı ırklardan (etnisitelerden) insanlar da İslâm ile tanıştılar = Müslüman oldular. Efendimiz vefat edince, Müslümanları kimin idare edeceği Ensar ve Muhacirler arasında sorun oldu; bu sorun  ‘Halife, Kureyş’tendir.’ ilkesi ile aşıldı. O zamana kadar İslâm’a en çok hizmeti Kureyş (= Kureyş’li Müslümanlar) vermişti. İlk dört Halife (Asr-ı Saadet, 632-661), Kureyş’tendi. Emeviler de  Arap ve Kureyş’tendi. (661-750, 89 yıl) Abbasiler de (750-1258, 508 yıl) Arap ve Kureyş’tendi ama Arap olmayanlara (= mevâliye) karşı Emevîlerde olduğu gibi nisbeten katı bir tutum takınmıyorlardı. 945’ten itibaren İranlı/Pers Büveyhîler Irak-Bağdat (Abbasi başkenti) üzerinde etkin oldular. 740-750’lerde de Emevîlerin devrilmesinde etkindiler; isti

FUNDAMENTALİZM

Bu kelime, Türkçeye köktendincilik olarak çevriliyor. Kavramı müsteşrik batılılar uydurmuşlar. Radikal İslâm/cılık, Siyasal İslâm gibi karşılıkları da var. Genelde entelektüel çevrelerde İslâm’ın “aşırı yorumu” olarak da biliniyor.  İslâm’ın aşırısı olur mu, olursa nasıl olur?!. Bu soruyu cevaplayacağım ama, önce bu kavramın kısa tarihçesine ve neye tekabül ettiğine kısaca değineyim. Yüksek Lisans dönemimde Hoca (M. Naci Bostancı) Oliver Roy’un ‘Siyasal İslâm’ın İflâsı’ kitabını okutmuştu ve benden kitap değerlendirmesi istemişti; ben de : ‘erken karar vermiş, bekleyelim’, demiştim. O zaman (muhtemelen 1994’tü), dünyada İhvan, Nahda, Cemaat-i İslâmî gibi Siyasal İslamcı örgütler yaşıyor; Türkiye’de de Siyasal İslam’ı temsil eden (rahmetli) Erbakan sağdı. Şimdi, ne İhvan, ne Nahda, ne de Cemaat-i İslâmî kaldı; Erbakan’ın izinden gittiğini söyleyen Siyasal İslamcılar da Türkiyede iyi bir sınav veremediler. Bu işin siyasal boyutu. Bir de işin toplumsal boyutu var. 80’li 90’li yıllarda rad

KİMİN İÇİN?!.

Bişey biri içindir, onun için işletilir. O şey, bir dükkân da olabilir koca bir devlet veya siyaset de. Ben, bu yazıda dünyada geçerli olan genel demokratik siyasetin (devlet yönetim biçiminin) kime hizmet ettiğine, kimin için olduğuna, kimin işine yaradığına şöyle bir dokunup-geçeceğim. Bi şekilde bi düzen kurulmuşsa, o düzenin kurucuları elbette bir amaç gözetmişler ve o düzenin tıkır-tıkır işleyişine özen göstermişlerdir. Amaç, kurulan düzenin kime ya da kimlere hizmet ettiği ile alâkalıdır; işleyiş, bu amaca uygun yürür ve bu işleyişte görev alan aktörler ona göre seçilirler. Kimlerdir onlar?!. Siyasetçiler. Bürokratlar (Memurlar). Yasa yapıcılar ve o yasaları uygulayıcılar (Hakimler. Savcılar...) Yasalara uymayanları cezalandırıcılar (Askerler. Polisler. Gardiyanlar vb.) Danışmanlar (Bilim adamları, İlâhiyatçılar dahil). Bunların hepsi, işleyen düzenin nihâi amacını bilmez, bilmeleri de (zaten) istenmez; onlar “parçalı bilgilerle” (= çeşitli uzmanlık alanları ile) oyalanmalı, onla

KALPTE OLAN

Kalp, insanın en değerli, en hassas yeridir; bir anlamda orada ne varsa, insan odur. İnsan kalbinde dört (4) oda bulunur; her bir odada da bir kral oturur. Sağ ve sol odacıklar, vücuttaki kirli kanı toplar; sağ ve sol kulakçıklar temizlenen kanı vücuda yeniden salarlar.  Her kalpte madden hem kirli kan hem temiz kan; ma’nen de belli oranlarda küfür ve iman vardır.  Beden, temiz kanla (= helâl gıda ile) beslenir; haram (= helâl/temiz olmayan gıda) da kanı kirletir. Temiz kanın bedeni beslediği gibi, temiz bilgi de kalbi (= ruhu) besler. İman, kalpteki temiz (tertemiz); küfür = şirk ise, kirli (pis) bilgidir. Bunu, bilginin saflığı, arılığı, temizliği ve kirliliği olarak da anlayabiliriz. İman, saf, arı-duru, temiz, insanı rahatsız etmeyen bilgi iken; küfür = şirk, insanı tedirgin/rahatsız eden bilgidir. Bilgi akıldadır demeyin; akıl, bilgiyi toplar ve işler, temizini-kirlisini ayırır ve kalbe gönderir; kalbin kirli kanı topladığı, temiz kanı bedene gönderdiği gibi. ... Hiç kimse yalnız/

ĞÂSİQ

Bu kelime, Kitâb’ta dört yerde geçer. (İsrâ, 78. Sâd, 57. Nebe, 25 ve Felaq, 3.) Ben Felaq 3’deki anlamına değineceğim. Orada, “ve min şerri ğâsiqın izâ veqab” şeklinde geçer ve karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden anlamı verilir. Ğasqın karanlık anlamı yanında, irin (Nebe, 25.); kokuşmuşluk (Sâd, 57.) anlamı da vardır. Veqab ise çukur demektir; Kitâb’ta sadece Felaq, 3’de geçer. Şimdi, “ve min şerri ğâsiqın izâ veqab”a : bağlama da (sûre bütünlüğüne de) dikkat ederek, fizîkî/doğal değil de sosyolojik/toplumsal (ve siyasî!) bir anlam veremez miyiz?!. Verirsek, verebilirsek, bu nasıl bir anlam olur, olabilir?!. Muhtemelen şöyle: Şafağın Rabbine sığınırım. (Felaq, şafak demektir. Şafak, karanlık sonrası aydınlıktır.) Yarattığı mahlukların (= şeylerin) şerrinden. (Onlar, o kadar şerli hâle geldiler ki, toplum ‘irin gibi’! kokuştu ve karanlık bir çukura düştü.) Ben, bu kokuşmuşluktan ve bataklıktan (uzak kalmak için) şafağın Rabbi olan Allah’a sığınırım. Onlar, o kadar şerliler ki nef

CİBRİL HADİSİ

Hadis ma’lum. Cibril = Cebrail = Vahiy Meleği, İslâm, İman ve İhsan kavramlarını Efendimize sorar ve Efendimizin verdiği cevapları tasdik eder, sonra da gider. Ben, bu kısa yazıda bu üç kavramın birbirleri ile ilişkisine değineceğim. Önce, bu kavramların sözlük anlamlarını kısaca vereyim. • İslâm, teslim olma. • İman, güvenme, inanma. • İhsan, işi severek ve güzel yapma. Birine güvenmeden, gönüllü teslim olunur mu?!. Silâh zoruyla teslimiyet de (zor kullanarak da) yok mu?!. Ama dinde zorlama, dine gir(dir)mek için silah kullanma söz konusu bile olamaz. Din = dindar olma işi, gönüllü bir teslimiyet işidir. Güvendiğimiz birinin dediğini mi, yoksa bizi zorla teslim alan birinin dediğini mi severek-isteyerek ve güzel bir şekilde yaparız?!. İman, teslimiyetten önceki güvendir. Allah’a güvenmeden, O’na = O’nun emirlerine (= dinine = İslâm’a) teslim olunmaz. (Haâ, adam öyle ya da böyle bişekilde teslim olmuş, teslim olunca da yaşadıkları onda bir güven duygusu oluşturmuş olabilir; o zam

ZORUN KOLAY, KOLAYIN ZOR KILINMASI

Leyl : 5-10. Leyl, gece, karanlık demek. Madden = fizîken gece, Güneşin yokluğu. Mânen = metafiziken gece, İlâhî Bilginin yokluğu. Leylin (= gecenin, karanlığın), gündüze (= aydınlığa, nûra) dönüşmesi, bu sûrenin 5 ilâ 7. âyetlerinde anlatılır. “veemmâ men e’atâ vetteqâ ve saddeqa bil hüsnâ fesenüyessirhu lil yüsrâ. = Kim verir ve sakınırsa, güzeli (güzel olanı) doğrularsa (tasdik ederse), Biz ona kolayı (çook daha) kolay kılarız.” (92/5-7.) Verme, cimriliği önler. İttiqâ (= taqvâ), Allah’tan korkma, sakınma.  Tasdik (= saddeqa), Allah’ın Sözünü doğrulama. Güzel (= hüsnâ), Allah’ın Sözü (= dini). Burada, bilgi (= teori), tasdik (= iman) ve ahlâk (= eylem) var. Bu üçü, birinde varsa, ona kolay olan, kolaylaşır. Kolay olan, dindir, dinin yaşanmasıdır; bu din, İlâhî de şeytanî de olabilir.  Dinin kolay yaşanması için, (Allah’ın Sözünün) bilinmesi; O bilgiye inanılması ve O bilginin bir ahlâk olarak pratiğe dökülmesi gerekir. Kolay olanın kolaylaşması, bu üçünün (= bilgi, iman ve amelin) k

MEDENİYET ve 18 MART

Çanakkale Savaşı’nı kastederek, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.’ demişti Âkif. Bugün (yarın) 18 Mart. Âkif’in sözünü ettiği medeniyete karşı yaptığımız o savaşın yıldönümü. Bugün bizler, medeniyeti, uygarlık karşılığında kıllanıyoruz ve uygarlığın karşısına da barbarlığı koyuyoruz. İbn-i Haldun buna hadaret demişti; karşıtı da bedâvetti. Dünya nüfusunun neredeyse %75-80’i şehirlerde (medinelerde) yaşıyor; köylerde yaşayan %20-25 de şehirlerle irtibat kuruyor; televizyonun ve telefonun girmediği köy (mezra, yayla) kalmadı. Soru şu : Şehir, insanı medenî (= uygar) kılabiliyor mu ve neden neredeyse her şehirde aynı medeniyet var?!. Ben, doğuda ve batıda 3-5 şehre gittim, yeni şehirler hep aynı; turistler yeni şehirleri gezmiyorlar; endüstri çağı öncesi kurulmuş şehirleri merak ediyorlar. Şehirlerin insanları medenî kılıp-kılmadığını bilmiyorum ama çoğu insanı yalnız kıldığını, yalnızlaştırdığını biliyorum.  Şehirde yaşayan çoğu insan, kalabalıklar içinde yalnız yaşıyor. Hele b

BİRR

Bu kelime, Türkçeye iyilik olarak çevriliyor; bence, bu kelime iyiliğin yanına kusursuzluğu da kapsıyor. Hadid, 22’deki nebrae, yaratma; başka yerlerdeki berae/t, temizlenme; berî, pislikten/kötülükten uzak olma; Allah’ın İsimlerinden El-Bârî, örneksiz, noksansız ve kusursuz yaratan kelimeleri de aynı kök. Her varlığın yaratılışı (= fıtratı), iyidir ve kusursuzdur; El-Bârî onları kusursuz yaratmıştır; kötülük, noksanlık ve kusurluluk varlıkların kendilerinden, kendi iradelerindendir. İyilik (= birr) yapmak, yaratılışa (= fıtrata) uygun hareket etmek, yaratılışı (= fıtratı) bozmamaktır. Kusursuz ve noksansız iyilik, ilk yaratılışa (= temiz fıtrata) dönüştür. Onlar, “Selâmün Aleyküm, tıbtüm” = Selâm Size, Hoş geldiniz.” (Ne kadar temiz, bozulmamış ve kusursuz bir hâlde geldiniz.) (39/73.) sözleri ile karşılanacaktır.

CÜMLETEN VÂHİDETEN

Bu ifade (ibare), Furkan Sûresi 32. âyette geçer. “Kafirler: Kur'an Ona bir defada ve topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Oysaki Biz Onu kalbine iyice yerleştirelim diye düzenli bir şekilde pekiştire pekiştire = sindire sindire (rattelnâhu tertîlâ) indirdik.” (25/32.) Kur'ân’ı tertîl ile okumak, pekiştire pekiştire = sindire sindire kalbe indirmek, oradan da hayatımıza aktarmaktır (= indirmektir). = Tenzîl. İndirme, önce Efendimizin kalbine, sonra hayatına, oradan da bize, bizim hayatımızadır. İnen = Kur'ân, önce kalbe yerleşir, iner; sonra da hayatta etkisini gösterir.  İndirme, birden = toptan (= cümleten vâhideten) olsaydı, İndirilen = Kur'ân, hayata geçirilemezdi. Veya hayat, birden = toptan (= cümleten vâhideten) yaşanır ve biterdi. Kur'ân, aşama aşama tüm hayatı düzenlemek için indirilmiştir. Bu indirme, Ramazanda başlamış ve bir ömür sürmüştür. Sanki bizler de -- teşbihte hata olmaz --  o kâfirlerin dediğini der gibi!, Kur'ân’ı Ramazanda toptan inmi

BÖLÜNME

İlk bölünme, Âdem Babamızın oğulları Hâbil ile Kâbil’in anlaşmazlığından. Hâbil’in çiftçi; Kâbil’in çoban olduğu söylenir. Aralarındaki anlaşmazlık da toprak yüzündendir; kadın yüzünden diyenler de vardır. İlk kan, o zaman dökülmüş; kan döken Kâbil, kardeşinin cesedini bir karganın toprağa ölü bir kargayı gömdüğünü görerek öğrenmiştir. (Bknz. 5/31.) Demek ki ya karga beyni kadar beyni yokmuş! ya da öğrenme dışarı bakarak yapılıyormuş!... ... Arada çoook bölünme vardır ama ben Efendimizin vefatından sonraki bölünmeye değineceğim. Efendimiz 632’de vefat ettiğinde, Bizanslılar ve Persler uzun süre savaşmış, içlerinden vizyon sahibi lider çıkaracak ta’katları kalmamış, çook yıpranmışlardı. Arap Yarımadası (Arabistan) ise sâkin ama kabile asabiyeti (hâlâ) etkindi. Efendimiz vefat ettiğinde, kabile asabiyeti yüzünden siyasî yönetici (= halife) “bizden olsun” diyenler çıktı. Hz. Ali, bu “bizden olsun’u” daha da özelleştirmek (veliaht olmak) istedi ama bu isteği kabul görmedi. Bu istek, ancak

ZORUNLULUK ve ÖZGÜRLÜK

Eski adı ile Cebr/iyye ve İhtiyar/iyye. Bir başka açıdan, Kaza ve Kadere uzanan süreç. İnsan, eylemlerinde özgür müdür, yoksa insanın tüm davranışları Tanrı tarafından mı belirlenir?!. İnsanda özgürlük (seçim), irade iledir ve ondaki irade, ona Tanrı tarafından verilmiştir. Tanrı, ÖZGÜR İRADESİ ile insana irade vermiştir. Tanrı, insana seçme (iradesi) vermeseydi, insan seçemezdi. Pekiî insan, bişeyi (bir davranışı) seçerken, “belirleyici olan” kim, Tanrı mı, kendi mi?!. İnsan “tarafından” bakınca, insan; Tanrı “tarafından” bakınca, Tanrı; yâni hem O, hem de o. Bizim dünyamızda biz; ‘O’nun Dünyasında’ O. Zorunluluğu (cebri) bahane ederek, sorumluluktan kaçamayız. Hesap var. Biline.

LAFZA-İ CELÂL

Bu tamlama, sadece Allah lafzı ve ismi için kullanılır. Lafızla isim aynı anlama gelmez. Lafız, içinde anlam (= ruh) barındırmaz, barındırmayabilir. Ama Allah Lafzı (= Lafza-i Celâl), hep = her zaman anlam barındırır; ama herkes O anlamı fark edemez ve boş lafzı tekrar eder-durur; çoğu zikirler de bu şekilde yapılır.  Anlam barındıran lafza, isim denir.  Allah’ın sonsuz sayıda güzel isimleri (= Esmâ-ül Hüsnâ) vardır; bunların hepsini = hepsinin manalarını = anlamlarını Allah İsmi kendinde toplar.  Kimse, Allah İsminin hakkını tam manasıyla veremez. İsmi hakkıyla tam verilemeyenin, Zâtı’nın hakkı hiç verilemez. ... Marifetullah Allah’ın bizler tarafından tanınması (bilinmesi). Allah, Zâtı ile bilinemez, tanınamaz; İsim, Sıfat ve Efâli ile bilinebilir, tanınabilir. Allah İsmini kullanarak kurduğumuz her yargı cümlesi (= önerme), O’nun Sıfat ve Efâl’ine dairdir. Allah-u Ekber (= Allah En Büyüktür.), dediğimizde EN BÜYÜK olma Sıfatını (= Kibriyâlığı) sadece O’na hasrediyoruz.  Sübhânellah,

MÂÛN SÛRESİ

Bu sûre, adını komşunun komşuya ödünç verdiği ‘kap-kacaktan’ alır; mâûn da iâre gibidir; mâûnun sınırı yok. Mâûnu engelleyenler : Dini yalanlayanlardır. (= yükezzibu bid-dîn). Gördün mü onları?!. (= e-raeytellezî). Bak işte ordalar. (= fe zélikellezî). Onlar, yetimi itip-kakanlardır. (= yedu’ul yetîm).  Onlar, yoksulu doyurmayanlardır. (= ve lâ yehuddu alâ taâm’il miskîn). (Bir de namaz kılarlar!.)  Yazıklar olsun, böyle = bu şekilde namaz kılanlara!. (= fe fevlül lil musallîn). (Esasen, buradaki namaz/salât değil, kara para ve vicdan aklamak için oluşturulan yardımlaşma dernek ve vakıfları  = modern-kapitalist ‘sosyal sorumluluk ve gönüllülük’ projeleri). Onların bu yaptığı salât (= onların dernek ve vakıfları, projeleri), sırf reklam ve gösteriş ve daha çok kazanmak içindir. (= ellezîne hüm yürâûn). Onlar, gerçekte, gerçek mâûnu (= karşılıksız yardımı, ödünç bişey vermeyi) engellerler. (= ve yemneûne-l mâûn).

İBÂDET

İbâdet deyince ne anlıyoruz?!. Allah’a kulluğu. Namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, hacca gitmeyi. (mi?!) Bu ibâdetleri, belli zaman dilimlerinde yapıyoruz. Namazı, günde beş vakit, hadi her vakte saat verelim, 2,5 saat; gün 24 saat. Orucu yılda bir ay tutuyoruz, yıl 12 ay. Zekâtı yılda bir veriyoruz; hacca, ömürde bir gidiyoruz... Diğer zamanlarda başka bir ilâha mı ibâdet ediyor = kulluk yapıyoruz?!. Tabiî ki de hayır. O zaman, her zaman Allah’a ibâdet ediyor = kulluk yapıyorsak, her ânımızı ibâdet bilinci ile geçirilmeliyiz. = Her yaptığımız işi ibâdet diye görmeliyiz. Belli zamanlara has ibâdetleri (= namazı, orucu, zekâtı, haccı), hayatın tüm ânına yaymalıyız, ki, başka bir ilâha ibâdet etmemiş = kulluk yapmamış olalım. Belli zamanlarda, Allah’a = Allah için yaptığımız ibâdetler, Allah’a ibâdeti her zaman yapmamızı, yapmamız gerektiğini bize öğreten provalar, alıştırmalar olsun. Bu ibâdetlere böyle “bakmazsak” (böyle yapmazsak)!, Allah korusun, diğer zamanlarda başka ilâhl

KUR'ÂN'A BAKIŞIMIZ

Bizim; inananlar olarak bizim bakışımız; inanmayanların bakışı farklı, ama bizim Ona (= Kur'ân’a) inancımız da bi acâip!. Kur'ân, kendisine en çok saygı gösterilen, en çok kutsanan, en çok satılan, en çok okunan, ... ama en az anlaşılan Kitâb. Ona saygı, sahifelerine, harflerine, seslerine; bu saygı, Onun kaliteli ciltlerle ciltlenmesine, yaldızlı harflerle yazılmasına, ahenkli seslerle okunmasına yol açmış ama anlaşılmasını sağlamamış. Her Ramazan Kur'ân-ı Kerim’i güzel okuma yarışması düzenliyoruz ama ‘anlamak için ne yapılmalı?!’, bunu dert etmiyoruz. Kur'ân bilenler, Onu yüzdenden okuyanlar; 15-20 gün Kur'ân Kursuna gitmiş, elif-bâ’yı (= elif cüzünü!) sökmüş olanlar. (Demek ki Kur'ân’ı okumak o kadar değerli imiş ki, Onu okuyabilmek için öğrenilen harfler ve kelimeler, bir cüzde toplanmış ve adına elif cüzü denmiş. Kur'ân da 30 cüzdür; cüz 20 sayfadan oluşur.) Arap alfabesini sökmek (bilmek), Kur'ân/Kur'ân’ı okumak; o alfabenin seslerine ahenk ve

KUR'ÂN MÛ'CİZEDİR.

Mu’cize, insan aklını â’ciz bırakan demektir. Kur'ân, insan aklını nasıl â’ciz bırakır?!. Çünkü Kur'ân, İlâhî bir Metin’dir. ... Bir metin biri tarafından yazılır.  ... Kur'ân Metni’nin orijinali, Allah’ın Kelâm’ıdır. Kur'ân, bir Kitâb’tır, Kitâb da bir Metin’dir. Metin,  bir maksat için ve okunmak için yazılır. Kur'ân Metni’nin maksadı, Allah’ın Kelâm’ını Onu okuyanların eliyle hayata hâkim kılmaktır. = Allah’ın Kelâm’ını hayata hâkim kılacak olan, O Kelâm’ı okuyan, okuyacak olanlardır; imtihanın gereği budur. ... Edebiyat kuramı ve dil felsefesi açısından bir metin : yazarı, okuru, metnin kendisi ve metnin yazıldığı ortam (= kültür) açısından değerlendirilir. ... İşe, Kur'ân açısından bakarsak, bir benzetme olarak yazar yerine Allah’ı koymakta bir sakınca olmasa gerek!. (Allah’a, Yazar demiyorum; daha önceki ‘Okur-Yazar Uyumu’ yazımda, “Allah, Yazardır.” demediğim hâlde, dersimi aldım!.) Normal bir kitabın yazarının bilgisi sınırlıdır; Allah’ın Bilgisi ise son

KUR'ÂN OKUMA

Teknik olarak Kur'ân okuma : Tecvit. Kıraat. Tilâvet ve Tertil olmak üzere dört çeşittir. Tecvit : Kur'ân kelimelerini ses düzenine (mahrece, gırtlaktan çıkış yerlerine) göre okuma. Kıraat : Kelimelerin ve cümlelerin anlamına dikkat etmeden “lafzen” okuma. Tilâvet : Kelimeleri ve cümleleri maksadına uygun okuma. Tertil : Kelimelerin ve cümlelerin manalarına ve maksatlarına göre/uygun okuma. Ben, bu okumalara beşinci bir okuma türü daha ilâve etmek istiyorum, o da : Kur'ân’ı yaşadığımız hayatla ilişkilendirerek, irtibatlandırarak okuma. Buna siz, “canlı okuma” da diyebilirsiniz. Bu yazı buna değinecek.  ... Kur'ân, sıradan kitaplar gibi bir Kitâb değildir. İlâhî bir Kitâb’tır. Kaynağı İlâhî’dir. Bir sistem (= düzen, din) kurmak için indirilmiştir. Onun muhatapları bu sistemi (= düzeni, dini) kurmak, hayata geçirmek için okurlar. Bu okuma da onların hayatla irtibatını kurar.  Bu Kitâb, hayâli (= fantastik) bir dünyaya inmemiş, indirilmemiştir, yaşanan hayatın gerçeklerini

OKUR-YAZAR UYUMU

(Bu metin, Hatip-Muhatap uyumunu da imler ve  benim zihnimdeki dünyayı = arka-planı açığa vurur.) Okur, bir metinle muhataptır ve o metni bir yazar yazmıştır. Yazarın içinde bulunduğu şartlar (= edebî, dînî, siyasî, ekonomik, kültürel, vb. iklim, coğrafya ve niyet. Niyet, amacı da kapsar) okurun şartları ile uyumlu değilse, o metin TAM olarak anlaşılamaz. Bu durum, söylenen söz (= edilen vaaz, yapılan konuşma) için de geçerlidir; buna, bağlam (= contex) diyoruz. Sözü uzatmadan, zihnimdeki konuya (= niyetime) gireyim; elimizdeki en sağlam, en sahih (dînî) Metin olan Kur'ân’a ve Onu okuyan bizlerin durumuna geleyim. Burada da “Yazar-Okur Uyumu”! sağlanmadan “O Metnin” (= Mushaf’ın) TAM anlaşılamayacağını söylemek zorundayım. Yazar (= Metin, burada Allah), okuru (= bizleri) etkiler ama biz okurlar, Yazar’ın! Niyetini (= Metni yazma maksadını) yakalayamamışsak, O Niyet’ten uzak kalırız ve O Metin bize çok fazla bişey söylemez = O Metni anlayamayız.  Öyleyse, asıl kritik soru şudur : “O

KORKUSUZ KORKAK!

"Korkusuz korkak!." Bu başlığı Aslıhan Polat’ın insaniyet’teki yazısından aldım. Aslıhan Polat’ı tebrik ediyorum, enfes bir yazı yazmış. Bizim korkaklığımızı ve Gazze’nin cesaretini çok güzel (edebî) bir şekilde anlatmış. Başlık, oksimoronik (= kendi içinde çelişkili) bir ifâde. Hem korkak, hem korkusuz. Bu çelişkiyi bizler tüm hücrelerimize kadar yaşarken, Gazze’nin çocukları (kadınları ve erkekleri) bu çelişkiyi ortadan kaldırıyor, yok ediyor ve bize korkaklığı, cesaretleri ile öğretiyorlar. Nasıl?!. İmanları ile. İman, çelişki kabul etmez. İman, ölümden bile korkmaz, herhangi bir stratejik (!) bahane (uluslararası denge vs.) üretmez; “bu sıcakta savaşa çıkmayın!.” (9/81.) diyenler gibi. İman, sadece Allah’tan korkar. ... Yetki (= oy) vererek başa getirdiğimiz İslâm ülkelerinin liderlerine, Kitâb’ın 4. Sûresinin (= Nîsâ) 71 ilâ 79. âyetlerini okumalarını ve üzerinde çook ciddî bir şekilde düşünmelerini hatırlatırım. 

ÂHİRET İNANCI

Âhiret inancını : • Mü’minlerin âhiret inancı. • Müşriklerin âhiret inancı. • Münkirlerin âhiret inancı. şeklinde üç grupta ele alacağım.  Mü’minlerin âhiret inancı, buradaki yapıp-etmelerimizden (= iyilik ve kötülüklerimizden) ötede hesaba çekilmemiz; iyiliklerimiz ağır basarsa, ebedî olarak cennete; kötülüklerimiz ağır basarsa ebedî olarak cehenneme gireceğinize dair inanç. Herkesin iyilik ve kötülüğünün “özgül ağırlığı” aynı olmadığından, herkes “aynı karşılığı” görmeyecek. Müşrikler, âhirette de aynı şekilde yaşayacaklarına inanıyorlar; onlar, kendilerini ibâdet ettikleri “Tanrı’nın adamı” (hizmetkârı, yeryüzündeki temsilcisi, Tanrı-Kral) olarak görüyorlar; o temsilci krala kulluk yapanlar da (boyun eğenler de), o kral sayesinde ötede rahat edeceklerine (paçayı sıyıracaklarına) inanıyorlar. Kendini yeryüzünde Tanrı-Kral olarak gören Firavunlar da (bunların çağdaşları da var), bunun böyle olacağını insanlara (= tebeasına) göstermek için kendilerine muhteşem mezar-anıtlar, anıt

MİSAFİR & MÛKİM

Misafir, geçici olarak gelen; mûkim, sürekli ikâmet eden. 4 gün sonra Ramazan geliyor.  O, kiminde hep mûkim, kimine (= bizlere) yılda bir gelir, 30 gün kalıp, tekrar gider/giden bir misafir, kimine de hiç gelmez, hiç uğramaz.  Ramazan nerede, nereden geliyor?!. O, Recep, Şaban, ... diğer 11 ay gibi bir “ay”!, zamanın bir “parçası”!. Zamanını iyi değerlendirenler için, her ân, Ramazan. = Onlar, her ânlarını Ramazan gibi değerlendirirler. Ramazan, bize her zamanı, her ânı iyi değerlendirelim diye geliyor. Ramazan gelince ne yapıyorsak, her zaman, her ân onu yapalım diye (Ramazan bize misafir olarak) geliyor. Gelen misafiri iyi ağırlamak lâzım; iyi ağırlamazsak, o misafir bize bir daha gelmez. Biz, millet olarak misafirperver bir milletiz (millet idik); gerçi son yıllarda artık “evlerimize” misafir de gelmez oldu. Ama Ramazan öyle vefâkar ki!, her şeye rağmen hâlâ geliyor ve biz o gelecek diye ciddî hazırlıklar yapıyoruz. Ne yapıyoruz?!. Ekstradan alış-verişler yapıyoruz, “evlerimizin” t

İNCE OKUMA

Bu yazıda, Yasin 2. sayfayı (her âyeti değil, karşılıklı öne sürülen argümanları/savları, 14 ilâ 19. âyetleri) ince okumaya (= yoruma) tâbî tutacağım.  14. âyette, Elçiler : ... Biz size (Allah = Rahmân tarafından) gönderildik, diyorlar. 15. âyette, halk : Siz, Bizim gibi birer beşersiniz, Rahmân, bişey indirmedi (= göndermedi), sizler yalancısınız, yalan söylüyorsunuz, diyorlar. (Dikkat! Rahmân’a inanıyorlar, Elçilere inanmıyorlar; Onlara (= O Elçilere), Siz yalancısınız, diyorlar.) 16. âyette, Elçiler : Rabbimiz biliyor ki Biz, kesinlikle (le) gönderildik (= le-Mürselûn), diye cevap veriyorlar. Benim, esas üzerinde duracağım âyet, bu âyet; geleceğim. 17. âyette, yine Elçiler : Bizim görevimiz (vazifemiz) sadece apaçık gerçekleri açıklamak = tebliğ/beyan etmektir, (zımnen, sizden herhangi bir karşılık/ücret beklemiyoruz) diyorlar.  18. âyette, tehdit var. Ahâli (= karye/şehir/kasaba sâkinleri ve onları örgütleyen mele, müfret = şımarık ileri gelenler; ki ahâli, kurulu düzenin desteği

BÜYÜK UYGARLIKLAR

Tarihin “büyük”! uygarlıkları Akdeniz havzasını yurt edinmişler; Büyük Peygamberle de oralara (o havzalara), Hz. İbrâhim, oğlu İshak ve İsmail, Sümer, Asur, Babil; Hz. Mûsâ, Hz. Süleyman, Hz. Davut, Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ, Mısır uygarlığına. Hz. Muhammed ise o bölgeye yakın ama neredeyse uygarlıktan nasipsiz bir çöle gönderilmişlerdir. Kitâb (= Kur'ân) onların kıssalarından kesitler sunar bize. Ben, bu kısa notta, bu bölgede geçen Yasin 2. sayfada sözü edilen, “vedrib lehüm meselen” diye başlayan ve sayfa sonuna kadar süren kıssaya  (= mesele) kısaca değineceğim. Onlara bir değil, iki Peygamber gönderilmiş; onlar ikisini de yalanlamış; Allah, bir üçüncü ile O ikisini desteklemiş ama yine onlar (o halk) : Siz de bizim gibisiniz (= bizim gibi birer insan/beşersiniz), yalancısınız, Rahman Size bişey indirmiş olamaz, demişlerdi. O Elçiler : Bizim gönderilmiş olduğumuzu Rabbimiz biliyor. Bizim görevimiz gerçekleri apaçık tebliğdir, demişlerdi. (Muhtemel ki aralarındaki tartışma uzamış, an

ZİKİR

Zikir, hem hatırlama hem hatırlatmadır. veZkür! = Hem hatırla ve hatırlat! demektir. Unutmamak için hatırlanır; unutursak, unutuluruz. “nesullaha fenesiyehüm = onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları!” (9/67.). “nesullaha feensâhüm enfüsehüm = Allah’ı unutanlara Allah, kendilerini unutturur.” (59/19.); ne yaptıklarını, kim olduklarını bilemezler. Zikri, sadece tesbih çekme zannedenler, (o kadar çok tesbih çekiyorlar ki!) ya hatırlamakta zorlanıyorlar ya da hatırlatma gereği duymayarak yarım iş yapıyorlar.

DİN

Din, nedir? (Kastım ilâhî din.) Din, ilâhî emir ve yasaklar bütünüdür. İlâhî emir ve yasaklar, ona muhatap olan insanlar eliyle ilâhî bir düzen kurmak için vardır. Ama, her emir ve her yasak, herkesi “ilgilendirmez”!. = Herkes, her emir ve yasağı yapamaz. Öyleyse, emir ve yasaklarda bir “hiyerarşi” olmalı ve bu hiyerarşiye göre insanlar dindarlığa hazırlanmalı. ... İlm-i hâl’deki İslâm, ahâlinin İslâm’ıdır. (= ahâlinin yaşaması gereken İslâm’dır.) = İlm-i hâl, İslâm’ın her emir ve yasaklarını içermez. Meselâ, İqra!. İzheb! = Git! (ilâ Firavun)!. Qum fe Enzir! (= Kalk ve Uyar!.) ve lâ temnun testeksir!. (= Yaptığın iyiliği başa kakma!. O iyilikten bir karşılık bekleme!.) Rabbin için Sabret!. Fezekkir in nefeati-z zikrâ!. (= Öğüt = zikir fayda verecekse öğüt ver = zikret!.) Feizâ ferağte fensab!. (= Boş kaldığında yorul! = boş durma!.) Fesalli li RabbiKe venhar!. (= Rabbin için = Rabbinin dininin hâkimiyeti için çalış-çabala!, kendini kurban et!.), gibi. Kevser Sûresi indiğinde, daha nam

RÜŞD

Reşit, yetişkin olma. Doğru yolu ve yönü bulma. Kişinin çocukluktan çıkarak artık kendi kararlarını kendinin alabilmesi. Dinde rüşd ile hidâyet arasında çook yakın ve sıkı ilişki vardır. Bunu oruç âyeti olarak bilinen Bakara 185 ve 186. âyetlerini yorumlayarak açacağım. 185. âyet : “Kur'ân Ramazanda indirilmiştir (= indirilmeye başlanmıştır). Niye?!. İnsanların doğruyu yanlıştan ayırabilmesi, (hidayete ulaştıran) Hüdâ’nın onları apaçık beyanlarla HİDAYET’e sevk etmesi için. İçinizden kim buna şahit olursa = “femen şehide minküm” (= inanırsa, kim bunu bilirse), oruç tutsun = savm etsin!. Hastaysa, seferdeyse (yolculuktaysa) başka zamana ertelesin. Rabbiniz Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez ama öyle ya da böyle sayıyı (Ramazanda bir ayı veya başka aylardaki bir aylık süreyi) tamamlayın ve size HİDÂYET nasip ettiği için Allah’ı tekbir edin = tekbir ile yüceltin!; umulur ki şükredersiniz.” 186. âyet : “Kullarım Beni Sana sorarlarsa Ben onlara çok yakınım. Duâ edenin (= Be

ORUÇ

Kelimenin Kur'ânî karşılığı savm. Savmın kökü sâme. Samed ve samut da aynı kök. Oruç, namaz gibi bize muhtemelen Farsça’dan geçmiş. (Urûze, urûz ve oruç.) Anlamı, kendini tutmak, demek; imsak gibi. İftar da fatırdan/fataradan açmak, ortaya çıkarmak, göstermek... Oruç, ilk etapta belli bir süre (= imsakla iftar arasında) boğazı (= yeme-içmeyi = mideyi) tutmaktır ama oruç, sadece mideyi (= yemeyi-içmeyi) tutmak değil, bütün organları (eli, beli, dili, gözü, kulağı, tüm azaları) tutmak ve onları belli bir süre susturmaktır. Samut, susmuştur; o, ya bütün sesleri içinde tutar ya da hiçbir sesi içine almadığı için konuşamaz. Samed, her şeyi yed-i kudretinde tutar; hiçbir şeye (ve hiç kimseye) ihtiyacı olmaz. Oruç, belli bir süre de olsa âdeta yaradılış öncesine dönüşün bir provası niteliğindedir; bu süre zarfında sadece Yaratıcı ile “ilgilenmedir”!. Yaratıcı, “oruç Benim içindir.” buyurmuştur. Rabbimiz âdeta/sanki! bizim imsakla iftar arasında sadece Kendisi ile “ilgilenmemizi” istemişti

HADİS & SÜNNET

Hadis kelimesinin etimolojik kökü HDS (= حدث). Yaşanan olay, hâdise ve o olayın haberini vermek, demek. Sünnet kelimesinin etimolojik kökü ise, SNN veya (= سنة/ سن). Kanun, yasa, gelenek, cârî = yüyürlükteki uygulama demek. Her iki kelime de Efendimize nisbet edildiğinde, Hadis, Efendimizin yaşadığı olaylar karşısındaki tepkisine (= açıklamalarına); Sünnet ise uygulamalarına karşılık gelir; her ikisi de bağlayıcıdır. Hadis kelimesi Kur'ân’da, “hadîs-i Mûsâ, ahsen-ül hadîs, hadîs-ül cünûd, hâze-l hadîs” ve emir kalıbında (= fehaddis = anlat!) şeklinde kullanılır. Sünnet kelimesi ise, sünen ve sünnetullah şeklinde geçer. Hadisi daha çok “teorik ve söz”; Sünneti de daha çok “uygulama ve amel” şeklinde anlamak da mümkündür. Elbette Kur'ân, Efendimizin hayatı ile hayat bulmuştur. Efendimiz, Kur'ân’ı hem konuşarak açıklamış, hem de uygulayarak = yaşayarak hayat/ın/a aktarmıştır. Efendimizin yaşantısından önce, Ona Kur'ân inmeden önce de (cahiliyede de, daha önce de) yaşayan b

MUHAMMED-ÜR RASÛLÜLLAH

Hep “Lâ ilâhe illâ-l Allah” dedik, ‘Muhammed-ür Rasûlüllah’dan bahsetmedik. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, ‘Muhammed-ür Rasûlüllah’ olmadan (= denilmeden) anlaşılamaz ve hayata aktarılamaz. Muhammed (a.s), Allah’ın Elçisidir; Odur bize Allah’ı tanıtan, Allah’tan bize Mesaj getiren. Her dönemde veya her çağda, insanlara Allah’ı tanıtan, Allah’ın Mesaj’ını getiren ve hayata taşıyan bir Elçi olmuştur. Bu dönemin, bu çağın Elçisi de Hz. Muhammed (a.s)’dır. “ve’alemû enne fîküm Rasülüllah... Bilin (= unutmayın) ki kesinlikle Allah’ın Elçisi aranızdadır.” (49/7.) O, hâlâ aramızda mı; yoksa, M. 632’de aramızdan ayrıldı mı?!. Bedenen aramızdan ayrıldı ama rûhen aramızda. O (a.s.), M. 632’de aramızdan ayrıldığında, Hz. Ömer, ‘O ölmedi’, demiş; Hz. Ebu Bekir de buna itiraz etmişti; aslında ikisi de haklıydı. O, “ölürse”!, Onun getirdiği Mesaj da “ölür”!. Biz Onsuz, Onun getirdiği Mesajı anlayamaz, hayatımıza aktaramayız; Onun rûhaniyeti ve örnekliği (= hayatı, siyer) aramızdadır!. Aksi hâlde, ‘Muhamme

TAKINTI!

Takıntı! : “Saplantı. Nevroz. Obsesyon. Sabit fikir. Bir türlü zihinden uzaklaştırılamayan düşünce...” Takıntılı adam, durgundur (= sâkindir?!). Ne yaparsa yapsın, neyle meşgul olursa olsun aklındakini bir türlü atamaz. Siz, buna "deli" (veya hasta!) diyorsunuz ama ben ona deli değil, veli diyorum. Delinin aklındaki ile velinin aklındaki “aynı” değildir. Delinin ‘takıntısı’ çok olur; velininki ise Tek.

KİM O?!.

Kim o?!. Haâ o mu?!. O, Ali. Veli’nin oğlu. Uzun boylu, siyah saçlı, spor giyimli. Üzerinde mavi eşofman, ayağında spor ayakkabı, gözünde siyah gözlük var... Bütün bunlar Ali mi, Ali’nin ta kendisi mi?! Hayır. O zaman Ali kim, ya da ben kimim, sen kimsin?!... Kendimizi nasıl ta’rif ederiz?!. Ârife ta’rif gerekmez; ârifseniz (kendinizi biliyorsanız). Kişi, başkasını kendi üzerinden ta’rif eder. Kendini biliyorsa, herkesi, hatta Rabbini bile bilebilir. Ali kim?!. Ali’yi Ali yapan, kendisi. Ali de herkes gibi bir bedene (ele, ayağa, göze, kulağa, ...) sahip, ama onlar ona verilmiş = emanet edilmiş; onlar, o değil; Ali, beden değil.  Ali ne?!. Ali, bir “ışık = nur”; ama “o ışığı = o nuru” içinde yakabilirse!. O nur, ona “üflenmiş”, o nur ile ona can verilmiş; onun, o nuru içinde tutuşturması ve onu ona “Üfleyenle” buluşturması gerekiyor ki Ali, Ali olduğunu bilebilsin.

ORTAYA KARIŞIK...

Bugünkü (1 Mart 2024) Cuma hutbesi alkol, kumar, internet bağımlılığı gibi akıl sağlığını bozan “alışkanlıklar” hakkında idi. Hutbede, devletin tüm kurumları (= okullar, camiler), sivil toplum kuruluşları ve aileler olarak bu zararlı alışkanlıklarla mücadele edelim, dendi.  Edelim, ama esas bizim akıl ve ruh sağlığımızı bozan, bizi bu tür zararlı alışkanlıklara sevk eden düşüncelerle (= ideolojilerle, yapılarla, dinlerle) de mücadele edelim. Tarafımızı belli edelim de ortaya konuşmayalım. ... Dün, biri bana Gazze’deki katliam ile ilgili bir video attı; altına da şu notu düşmüştü. Bu videoyu İsrail, sosyal medyadan kaldırmak için yoğun çaba harcıyor, paylaşalım. Tamam, paylaşalım ama sonuç ne?!. Asıl görev bu mu?!. Bitaraftan İsrail ile “iş tutacak, ticaret yapacaksınız”, diğer taraftan İsrail’in yaptığı zulmü sadece sosyal medyadan yayacaksınız. Bu, Gazze’ye merhem oluyor mu?!. Haâ, elimizden sadece bu geliyor, başka bişey yapamıyoruz diyorsak, oturup kendimizi ciddî bir şekilde sorguy

ZİP

Hayatımızı filme alıp ziplesek = bütün yaşadıklarımızı çoook kısa bir âna sıkıştırsak, âdetâ zamanı ortadan kaldırsak!, her şeyi bir ân’da gözümünüz önüne getirsek (= hatırlasak), nasıl bir “ruh hâli” yaşarız?!. Bu hâl (= böyle bir hâl), er-geç yaşanacak ve tüm yapıp-etmelerimizden (= tüm hayatımızdan) sorguya çekileceğiz. Yaşadığımız hayatın en küçük bir ânı dahî atlanmadan dosyalanıyor, amel defterimize zipleniyor, kaydediliyor. Gün gelecek, Oku! kitabını (= İqra! kitâbek, seyret hayat filmini) denecek. O kitabı okurkenki, o filmi seyrederkenki (ruh) hâlimizi düşünelim de ona göre yaşayalım. Utanmayalım!.

DİN DEĞİŞTİRME!...

Din değiştirme, bir dinden çıkıp, başka bir dine girmedir ama bu giriş-çıkış, bir eve, bir şehre giriş-çıkış gibi değildir. Din değiştirme, bir isim değiştirme de değildir. Nedir?!. Yaşam biçimini değiştirme; hayat tarzını, hayata bakış açısını, alışkanlıkları değiştirme; ruhen veya fikren değişme, “yeni bir adam”! olmadır. Değiştirdiğimiz din, bizi tatmin ve mutlu etmediği için, yeni dine geçer, gireriz. İçinde bulunduğumuz din, bizi mutlu-mesut ediyorsa, niye din değiştirelim?!. Dinler, yeni bir düzen (= sistem) kurmak için inerler, gelirler, gönderilirler. İslam indiğinde (geldiğinde, gönderildiğinde), Mekke’de cârî/geçerli olan din (= düzen), insanlara zulmediyordu. İslâm, şehri (= Mekke’yi) değiştirmek için değil, şehirdeki (= Mekke’deki ve tüm şehirlerdeki) yaşayışı (yaşantıyı) değiştirmek için geldi. Bunun için 12-13 yıl Mekke’de mücadele edildi. Eğer O insanlar (= Efendimiz ve Ashabı), mevcut, hakim ve cârî/geçerli din (= düzen ile) uzlaşsalar, o düzenin işleyişine katkı sağlas

ÖVÜNME

Nelerle övünmüyoruz ki!. Malımızla, mülkümüzle... Çoluğumuzla, çocuğumuzla... Makamımızla, toplumsal statümüzle... Bilgimizle, ahlâkımızla... Kısaca sahip olduklarımızla. Para bitiyor; mal tükeniyor; bir zamanlar “bizim” dediğimiz çoluk-çocuğumuz (evlenince) “başkalarının” oluyor.  Eşimizle aramızda problemler yaşanıyor,  ahlâklı veya iffetli isek boşanıyoruz; değilsek boşanmadan “başkalarının” oluyoruz. Bunların hiçbiri başımıza gelmese bile, ya bizi ya da onları toprak alıyor = ölüyoruz. Pekiî, bize ne kalıyor?!. İşte, gerçek ve kalıcı hayat, bu sorunun doğru cevabını bulabilmekte ve ona göre yaşayabilmekte!. Bizi aslâ terk etmeyecek Ölümsüz Bir’ini bulabilmekte ve O’nunla olabilmekte. Övünenler O’nunla övünsün!. Asıl övünç bu; ötekiler “yalan”!. Bunu erken anlayana ve ona göre yaşayana ne mutlu!. Ölünce, mezarımızın başında ‘Hüve-l Bâkî’ yazması, bir işimize yaramaz; ölmeden O Bâkî’yi = O Ölümsüz’ü bir ân evvel bulmamız gerekiyor.

TERCÜME veya TERCEME

Kelimenin kökünün recm olduğunu düşünüyorum. Recm. Tercüme. Mütercim/Tercüman.   رجم / ترجم / مترجم / ترجمان Tercüme, bir dilden başka bir dile çeviridir. Neyin çevirisi?!. Anlamın. Aslında anlam, çevrilirken hem orijinal anlam çağırılır hem de kovulur; çoğu zaman orijinal anlamdan uzaklaşılır. En iyi mütercim (= tercüman), bize kendisinin anladığı anlamı aktarır. Mütercimlerin (= tercümanların) “yeminli” olması bu yüzdendir. Tercümelerin çokluğu ve hermeneutik (= yorum), anlamı çoğalttı, yeni anlamlar oluşturdu. Bu da (= yorumların çokluğu da) bizleri yordu. Herkes, kendi içinde bulunduğu şartlar ve imkânlar (= ihtiyaçlar ve kültür) çerçevesinde söylenilen ve yazılanı (= mesajları) anladı ve ona göre yorumladı. Bu, kutsal metinler için de böyle oldu.  Cumhuriyetin ilk yıllarında Kur'ân tercümelerinin yapılmasındaki tereddüt (Âkif’in meal yapmayı reddetmesi ve yaptığı meali yakması) anlamın kayba (tahrifata) uğraması endişesindendi. Şimdilerde, kimsede böyle bir endişe kalmadı; mea

RECM

Recm : Taşlama. Kovma. İlk akla gelen anlam, Hacc’da şeytan taşlama ve söz dinlemeyen = Rabbine isyan eden şeytanın Huzur’dan kovulması.  İlk olarak şeytanı kim kovdu?!. Rabbi. Pekiî, biz Hacc’da, o kovulmuş şeytanı (yeniden) neden ve nereye kovuyoruz; kovulan (o şeytan), nereye gidiyor?!. Allah’ın (Mülkünün) olmadığı ‘bir yer mi’ var?!. Yok. Öyleyse Allah, şeytanı bizim olmadığımız bir yere kovdu, ya da bizim şeytanın olduğu yerlerden uzak durmamızı istedi = istiyor. Aslında şeytan da (bizler de), Huzur’dan kovulduğumuzda gidebileceğimiz hiçbir yer yok = her yer Allah’ın Mülkü. Bilirsek, bizler aslında bir “sığıntıyız”!. En iyisi biz, “sığıntı gibi”! yaşamayı bırakalım da “şerefli bir hizmetçi = asil bir kul gibi” yaşayalım. Başka çaremiz (= gidebileceğimiz bir yer) yok!.  “Eûzü billlah’i min-eş şeytân-ir racîm.” demek, şeytandan (= kötülerden ve kötülüklerden) uzak durmak ve gönüllü olarak Allah’a sığınmaktır. Bu, bir “sığıntılık hâli”! değildir. Sığıntılık hâli, kovulduğu hâlde, gid