ORUÇ

Kelimenin Kur'ânî karşılığı savm. Savmın kökü sâme. Samed ve samut da aynı kök. Oruç, namaz gibi bize muhtemelen Farsça’dan geçmiş. (Urûze, urûz ve oruç.) Anlamı, kendini tutmak, demek; imsak gibi. İftar da fatırdan/fataradan açmak, ortaya çıkarmak, göstermek...

Oruç, ilk etapta belli bir süre (= imsakla iftar arasında) boğazı (= yeme-içmeyi = mideyi) tutmaktır ama oruç, sadece mideyi (= yemeyi-içmeyi) tutmak değil, bütün organları (eli, beli, dili, gözü, kulağı, tüm azaları) tutmak ve onları belli bir süre susturmaktır.

Samut, susmuştur; o, ya bütün sesleri içinde tutar ya da hiçbir sesi içine almadığı için konuşamaz.

Samed, her şeyi yed-i kudretinde tutar; hiçbir şeye (ve hiç kimseye) ihtiyacı olmaz.

Oruç, belli bir süre de olsa âdeta yaradılış öncesine dönüşün bir provası niteliğindedir; bu süre zarfında sadece Yaratıcı ile “ilgilenmedir”!. Yaratıcı, “oruç Benim içindir.” buyurmuştur. Rabbimiz âdeta/sanki! bizim imsakla iftar arasında sadece Kendisi ile “ilgilenmemizi” istemiştir.

Bu, Doğu mistisizminin nirvanasına; Tasavvufun uzletine, inzivâsına (= Mevlâ’sına); Yunan’daki Platon’un ideasına ulaşma gayreti gibi bişeydir!.

Herkes, aynı şekilde oruç tutmaz. Kimi sadece aç kalır, diğer organlarını salar; kimi de elinden geldiğince tüm organlarına oruç tutturur, bedeninden (= beden hapishanesinden) kurtulmaya çalışır ve sadece “ruh”! olmaya çabalar. Oruç, buna imkân verir, çünkü oruç, sadece O’nun içindir.

...

Hz. Zekeriyya (a.s.), iyice yaşlanmış ve hiç çocuğu olmadığı için bu dini kim yayacak diye “kaygılanmıştı”!. Ona Rabbi Yahyâ’yı müjdeledi. (Zekeriyya) Bu nasıl olur?! dedi. Rabbi Ona, “üç gün konuşma! (= sus!) ve bu süre zarfında da Rabbini çokça an, sabah-akşam O’nu tesbih et!.” dedi. (3/38-41.)

Üç günlük konuşmama ve yoğun zikir/tesbih, Zekeriyya’ya Yahyâ’yı verdi. (Yahyâ, çok yaşayan demektir ama en kısa yaşayan Peygamber de Yahyâ’dır!. Bu, bizim zaman algımızla uyuşmaz!) Biz, otuz gün (bir ay) gündüzleri aç kalıyor (= oruç tutuyor), geceleri namaz kılıyoruz (= teravih), ama bizde gözle görülür herhangi bir değişiklik olmuyor. Zannımca bizler orucun gerçek hakkını veremiyoruz. Oruç, belli bir süre helâl olan şeylerden bile Allah için vazgeçmek, sadece Allah’a ihtiyaç duymaktır. Biz, oruçlu iken bile, bazı helâlleri tutarken, yine çoğu haramları işlemeye (yapmaya) devam ediyoruz. Yalan söylüyor, haram yiyor, harama bakıyor, dedi-kodu ediyor, iftarda (“hınç alır gibi”!) tıka-basa yiyor, kendimize ziyafet çekiyoruz; Rable, Rabbin Kitâb’ı = Mesajı Kur'ân ile meşgul olmuyor, O’nun bize ne dediği ile ilgilenmiyoruz...

Tesbih, sadece Rabbi yüceltmedir; Kur'ân’da çoğu yerde emir formunda (fesebbih şeklinde) geçer. Yerde ve gökte olan her şey Allah’ı tesbih etmektedir (= sebbeha lillahi mâ fis-semavâti vel ard...); “... küllün fî felekin yesbehûn” (36/40) denir; buradaki yesbehûn, yüzmek, su yüzünde tutmak, batmamak, batırmamak, demektir. Allah’ı tesbih, O’nu (= O’nun dinini = O’nun Sözünü) hep yüce ve üstün tutmak, anlamına gelir. Oruç, belli bir süre de olsa, oruçlunun her şeyden, herkesten, kendisine helâl olan/kılınan ihtiyaçlarından bile sıyrılarak sadece Rabbini tesbih ve tercih etmesi, sadece Rabbine meyletmesi ve sadece O’na muhtaç olduğunun bilincine varmasıdır. Kişi bu bilinçle O’na yönelinirse/yalvarırsa, O insana her şeyi (olmaz/olamaz dediği şeyleri bile) verir; tıpkı Zekeriyya (a.s.)’a verdiği gibi.

Ey oruç, bizi tut!. Biz, uçuruma yuvarlanıyoruz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET