Kayıtlar

FİİLLER

Fiil : İş ve oluş bildiren eylem. Amel. Hareket. Fiillerin kipleri ve çeşitleri olur. Kip, fiilin zamandaki hâlini/durumunu; çeşit, yapıdaki durumunu gösterir. Geldi, geliyor; buluştu, buluşacaklar, gibi. Buluşma fiili, müşâreket, ortaklık bildiren bir fiildir, en az iki kişi buluşur; etkenlik-edilgenlik de fiillerin çeşididir, türüdür; her eylem, zamanda ve zamanla yapılır. Bir sürü (neredeyse sonsuz) fiil vardır. Fiiller tek başına iş yapmaz, fâile = iş yapan = özneye ihtiyaç duyarlar. Fiiller, yapana nispet edildiğinde de bir çok çeşide ayrılırlar : Gözün fiilleri (görmek = bakmak). Kulağın fiilleri (işitmek = duymak). Elin, ayağın, aklın, kalbin fiilleri... (tutmak, yürümek, bilmek, düşünmek, inanmak, güvenmek...) Fiillerin arkasında bir “karar” bulunur; bu karar, ya bilgiye ya inanca dayanır ya da bilgi ve inanca dayanmadan “otomatik” yapılır; hayvanların ve robotların yaptığı fiiller otomatiktir. Bazı fiiller de geçişlidir, karşı tarafa geçerler; bazıları da dönüşlüdür, yapana ge

İNÂBE/T

İnâbe/t : Enâbe, yenîbu, inâbetün = inâbe/t.  39/Zümer, 54 : “Azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün (ve enîbû ilâ Rabbiküm) ve Ona teslim olun (eslimû leHû), sonra yardım göremezsiniz.” der. 39/55 : yine “Azap size ansızın gelip çatmadan önce Rabbinizin indirdiği en güzel mesaja = öğretiye (= vahye) uyun (vettebiû)”, der. Sonra, “Allah’ı “umursamadığımdan”!, Hakk’ı = hakikati küçümsediğimden (= Allah’a karşı yaptığım saygısızlıktan = alâ mâ ferradtü fî cenbillahi) dolayı yazıklar olsun bana!.” (39/56.) “Allah beni de doğru yola iletseydi, ben de muttaqîlerden olurdum.” (39/57.) “O azabı görünce, bir daha geri dönme imkânı olsaydı, kesinlikle iyi biri olurdum, demeyesiniz!.” (39/58.) ama bunu diyeceksiniz!. “O (Allah) da : Hayır!, iş işten geçti; size âyetlerim gelmişti; siz onları yalanlamış ve büyüklük taslamıştınız ve kâfirlerden olmuştunuz.” diyecek. (39/59.) ... Bizde ruhbanlık yok; inâbe almaya gerek yok, inâbe illâki bir şeyhle olacak diye de bir kural yok. (İnâbe alma : Bir t

METÂ'

Metâ’ : Alım-satımı yapılan (ticarete konu olan) ve kısa süreli ya da geçici fayda sağlayan mal, eşya, emtia. Eğlence, eğlenme. Dünyaya = dünya hayatına da metâ’ denir. Bu kelime Kitâb’ta 70 kez geçer. Fiil hâli : mettea’, temettea’, istemtea’ yaşatmak, geçindirmek, fayda sağlamak, vermek, yararlandırmak; isim hâli : geçim, eğlence, zevk ve eşya = emtia. Hadîd, 20 son cümle, “... vemel hayat-üd dünya illâ metâ’ul gurûr.” diye biter. Âyetin başı da dünya hayatını anlatır ve bu hayatı beş şeye benzetir : “Oyun (laib). Eğlence (lehv). Süs (zîynet). Övünme (tefâhur). Malda ve Evlatta Yarış (Tekâsür : çokluk yarışı). Bunu da yağmur yağınca bitkilerin = ekinlerin yeşermesine ve çiftçilerin sevinmesine, sonra o bitkilerin kuruyup çer-çöp olmasına benzetir. Âhiret için ektiğiniz bitkide = ekinde ise böyle bişey olmaz = olmayacak; orada şiddetli azap da Rabbimizden mağfiret de Rıdvân = Rızâ da vardır.” der. Geçimin = geçimliğin azı da çoğu da tehlikelidir, kararında geçimlik iyidir. Fazlanın ve

KURTARICI!...

Kurtarıcı! : Godot ya da Mehdî. Batıda da doğuda da herkes bir kurtarıcı bekliyor ama o kurtarıcı bitürlü gelmiyor. Gelmeyecek de. Ne yapılacak?!. Gelen “kurtarıcıların” (Peygamberlerin) izi takip edilecek. Bu iz, bugün kaybedilmek isteniyor. Bu izin kaybolmasını önlemek için bir arkeolog titizliği ile sabırla çalışmak gerekiyor. Zor zamanlarda insanlık (= her millet, her kavim) hep bir kurtarıcı beklemiştir ama beklenen kurtarıcı onların beklediği zamanda ve yerde/n gelmemiştir. O Kurtarıcı son defa Mekke’den gelmiş/çıkmıştır; Ondan sonra da bir kurtarıcı (Mehdî ya da Godot) gelmeyecektir. Gelecek “yeni kurtarıcı”!, O Kurtarıcı’yı takip edenler arasından çıkacak, (neredeyse!) Onun gibi yaşayacaktır.  Ondan yaklaşık 1500 yıl önce, Mûsâ ve kardeşi Hârun da birer kurtarıcıydı/lar. Mûsâ’yı Rabbi terbiye etti = yetiştirdi; Onu sarayda büyüttü, Hz. Şuayb’in eline teslim etti ve Tûr’da da Ona görev tevdî etti, kardeşi Hârun’u da Ona vezir etti... "Git Firavun’a da şu insanları kurtar!.&

EMİRLER

Emri, “otorite” verir; emirler, yap, yapma, git, gitme, ye, yeme, ... şeklinde olumlu-olumsuz verilebilir. Otorite, ilâhî de insanî de olur. İlâhî otoritenin emirleri din; insanî otoritenin emirleri de devlettir. Ben, bu yazıda dinin emirlerine ‘kuş bakışı’ bir bakış atacağım. Dinin bazı muhkem = kesin emirleri farz-ı ayndır; bazı emirleri de farz-ı kifâyedir. Farz-ı aynlar, herkese emir; farz-ı kifâyeler bir kısım insanlara emirdir. Namaz kıl!, zekât ver!, oruç tut!, yalan söyleme!, ... gibi emirler farz-ı ayndır; asânı at! (20/18), Firavun’a git! (20/24), ... gibi emirler de farz-ı kifâyedir. Pekiî farz-ı kifâye emirlerin bugünkü karşılığı nedir; onlar, o gün verilmiştir ve bitmiştir! diyebilir miyiz?!. Aslâ. Bugün, asânın ve Firavun’un karşılığını bulmalı ve bazılarımız da bu emirleri yerine getirmelidir!. Kim?!. Kimse getirmezse herkes. Farz-ı kifâye emirlerin yapılmasından ve yapılmamasından herkes sorumludur; cenaze namazını kimse kılmazsa herkes vebal alır, üç kişi kılarsa herke

KAZANÇ

Kazanç : Çalışmanın sonucunda elde edilen pozitif (+/artı) değer, kâr.  Kazancın (kârın) elde edilmesi için belli masraflar yapılır, emek/ler verilir ve belli riskler alınır. Risk yükseldikçe kâr düşer, zarar edilebilir. Risk, piyasada güvenin bulunmaması, ticaretin belirlenmiş kurallara göre yapılamamasıdır. Bu, işin ekonomik kısmı. Bunu düşünceye tahvil ettiğimizde, düşüncenin kazancı nasıl olur?!. Her kazancın arkasında bir düşünce varsa, bu kazanç da o düşüncenin yaygınlaşması ve ekonomiye, siyasete = hayata yansımasıyla gerçekleşirse, o zaman bu düşüncenin kazancı nasıl olur? Bunun da belli bir sürede (kısa, orta ve uzun vadede) gerçekleşmesi beklenmez mi? Bu süre (vade), zaman algımızla bağlantılıdır. Peşinciler, kazancı hemen (= çok kısa vadede) almak isterler; uzun vadedeki riskleri göze alamazlar. Uzun vadeli yatırımı göze alanlar, ısrarla beklerler ve bütün riskleri göze alırlar; çook uzun vadeli kazançlarda, çok büyük risklerin olduğunu düşünürsek; bu iş hiç de kolay değildi

ÇELİŞKİ

Çelişki : Zıt. Aykırı. Mugāyır. Tenâkuz. Muhalif... Dilde zıt anlamlı sözcükler, birbirine ne kadar zıt?!.  Çift ile zıtı karıştırıyor muyuz? Kadın-erkek, gece-gündüz, birbirine zıt değil. Kadın-erkek, insanın “iki yarısı”!; gece-gündüz, günün “iki yarısı”!. Pekiî helâl-haram, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, zıt mı; zıtsa ne kadar zıt? Zıt ne? Zıt, bizleri denemek için oluşturulmuş, bu dünyaya (yaratılmış dünyaya) ait bir kavram. Tanrı’nın (ortağı/şerîki de) zıddı (da) yok. Tanrı, hem bu dünyada, hem bu dünyadan aşkın = münezzeh. Bu dünyada olması/bulunması!, zıtlıktan münezzeh (= Samed) olmasıyla = bu dünyaya, bizim bilebileceğimiz başka bir dünyaya da ait olmamasıyla mümkün. O, biyerde bulunmaktan (= yer kaplamaktan = cisim olmaktan) münezzehtir. ... Kimi, Tanrı’nın zıddını şeytan olarak görür; şeytan, Tanrı’nın zıddı değildir. Pekiî şeytan kimdir, zıddı nedir?!. Şeytanın zıddı, olsa olsa melektir; çünkü şeytan ve melek, yaratılmış dünyaya ait varlıklardır. Melek, Rabbine itaat

YAZILARIN DÜZEYİ

Hocam, ‘o kadar sık/seri yazıyorsun ki, bu yazıları kim okuyor, kim anlıyor?’, diyerek iki ayrı soru, bir tek soruymuş gibi soruluyor. Okuyan herkesin anlaması iyi de, on kişi (hatta bir kişi bile) anlasa, bu da iyi; o bir ya da on kişi, umarım yarın başka bir ya da on kişiye ulaşır. Düzey “biraz yüksek” olabilir, bu yazılar da zaten “düzeyi yükseltmek” için yazılıyor. Açıkçası, herkesin anlamasını da beklemiyorum; anla(ya)mayanlar, niye anlayamadıklarını fark ederler ve “açığı” kapatmaya gayret ederlerse, bunun da bir kazanım olacağını düşünüyorum.

DİN ve DEVLET

Ben bu iki kavrama bilindik anlamından farklı bir yerden (noktadan) bakacağım. Din, düzendir (yasa, hukuk, şeriat, kuraldır.) Devlet, bu düzeni işleten kurumdur. Din de devlet de birer kurumdur; din devletin görünmez kurumu; devlet dinin görünen (teşkilatlı) kurumudur. Din, ilâhî de seküler de olabilir; böyle olunca, devlet de ona göre şekillenir. Din devleti (teokrasi); seküler (laik) devlet (demokrasi) gibi... ‘Devletin dini olmaz.’ sözü, son tahlilde, o devlette yaşayanların (o devlette yönetenlerin ve yönetilenlerin) dini olmaz sözüne varır; ki, bu saçma bir sözdür; laiklik de seküler bir dindir; önemli olan, dinlerin iktidar anlayışları, yönetim tarzlarıdır. Din vardır, başka dinlere saygısı ve hoş görüşü yoktur; din vardır, kendine güveni tamdır, başka dinlerden korkmaz, uygulamaları ile onlara örnek olur = meydan okur , onların gönüllerini kazanır = iknâ eder... Her devlet, bir din devletidir; her devleti ya “ilâhlar” ya da “o ilâhlara kul olanlar” yönetir. İlâhlar çok olur ve ç

DİL/İN EVRENİ

Evrende bir çook dünya olduğu gibi, dilin evreninde de bir çok dil vardır : Arapça, Türkçe, Farsça, Almanca, İngilizce, Rusça... Alfabeler ve kelimeler dillerin taşıyıcı malzemeleridir, anlamı taşırlar; anlam ise her dilde ortaktır. Farklı diller = farklı alfabeler, eşyanın, duygu ve düşüncelerin, sesler ve işaretlerle (harflerle) taşınmasıdır. Sesleri terbiye eden insanoğlu, daha sonra onları harflere hapsetmiştir. Bazı dillerde sesler harflerle (a, e, ı, i, ...); bazılarında harekelerle (üstün, esre, ötre) temsil edilir. Öğrenme olmadan öğretme olmaz; öğrenmenin de öğretmenin de merkezinde dil (= ses ve işaret sistemi) vardır. Davranış da bir dildir. Kitâb, önce sözsüz, sonra sözlü, sonra yazılı işaretlerle = âyetlerle bize gelmiştir. Sözsüz işaretler (= âyetler), Efendimize; sözlü işaretler (= âyetler) Onun ashabına; yazılı işaretler (= âyetler) de bizedir. Biz, yazılı işaretlerden (= âyetlerden = Mushaf’tan) = yazıdan, sözlü işaretlere (= âyetlere) = söze; sözden de sözsüz işaretle

ÜFLEME/K

Üflemek, nefes vermektir ve canlılık = hayat belirtisidir.  Nefes alıp-veremeyen canlı, ölüdür. Bir iş yapabilmek ve konuşmak (söz söylemek, emir vermek vb.) nefes (alıp) vermekle olur. Nefes alınmadan üfleme (nefes verme) olmaz!. Ama, Rabbin üflemesi, nefes almadan gerçekleşir!. Nefes alma, muhtaçlık demektir; Rabbin hiçbir şeye (nefese de) ihtiyacı olmaz. Bizim O’nun nefesine = üflemesine ihtiyacımız vardır, O bize hâlâ nefes üflemeye devam etmektedir. Üfleme, “olmuş-bitmiş” bir iş değildir. O, her ân bir iştedir = “... külle yevmin Hüve fî şe’n...” (55/29). Kimi bunu biliyor, kimi bilmiyor veya unutuyor; “fî tarihinde” üfledi ama ben unuttum diyor. Unutanlar, o nefesi boşa veriyor = çar-çur ediyor!. Unutmayalar, onun kıymetini bilmeye gayret ediyor.  Kanunî (Avnî), nefes alıp-vermeyi sıhhat olarak görmüş; “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demişti. Oysa nefes, aynı zamanda hayattır, hayat da El-Hayy-el Qayyûm’un bize verdiği emanettir. O, yarın bize bu emaneti nasıl kulla

TOPRAK

Toprak, yer kabuğunun kuruyarak = çürüyerek toz hâline gelmiş üst yüzeyi. Bu kuruma = çürüme, çok fazla olursa, toprak çölleşir, çölleşme oluşur ve toprak verimliliğini kaybeder. İnsan topraktan yaratılmış, “sonra” da ona ruh üflenmiştir. “Benim sadık yârim kara topraktır.” Âşık Veysel. İnsan, toprağın karnını yarıyor = ekiyor-biçiyor; hatta 50-100 katlı binalar, yer altından tüneller yapmak için derine, taâ derine iniyor; toprağın ciğerini/kalbini yarıyor!. İnsanoğlu toprağı çiğniyor, suratına tükürüyor, üzerine 'işiyor-sıçıyor'!. Bütün bunlara rağmen toprak, insanoğluna ekin-ekmek-aş (sebze-meyve) “vermeye”! devam ediyor. Aynı toprak, gökten inen suyu tutuyor, yutuyor ve bize bu suyu geri veriyor, içiriyor... ... “O gün kâfirler, keşke toprak olsaydım.” diyecekler. (78/Nebe, 40.) Sizce bu bir kurtuluş ve “sağlam bir gerekçe” mi?!. Toprak, yârimiz olsa, kurtulur muyuz?!. Şeytan, “benim yârim ateş” dedi, kurtuldu mu?!. “Yâri” = Rabbi, Allah olmayan, kurtulur mu?!.

OTORİTER OKUMA

Bir metin, yazarı tarafından 'kesin yargılı'! yazılabilir; yazarın kişiliği otoriter olabilir ve yazdıklarına da bunu yansıtabilir; bu tür yazılara da rahatlıkla ‘ideolojik yazılar’ denebilir; böyle yazılarda okuyucuya neredeyse hiç “seçme hakkı” tanınmaz. Kitapların biçoğu böyle yazılır. Roman ve hikâyelerde bile, arka planda belli bir ideoloji enjekte edilir. Bunu, sadece “okumayı bilenler = okuma-yazma bilenler”! fark edebilir. Okuma işi, çook dikkatli, çook uyanık yapılması gereken bir iştir. Dikkatli ve uyanık olmayanlar, yazarın yönlendirmelerine açık hâle gelirler. Ben buna da “otoriter okuma” diyorum. Bu okuma, otoritenin = authorun = yazarın verdiği gizli ya da açık komutlara “baş üstüne” diyen bir okumadır. İyi bir yazar = insan iradesine saygılı, vicdanlı bir yazar = author, elbette kendi düşüncelerini yazar ama o düşüncenin alternatiflerini sıralar ve tercihi okura bırakır. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum, sözü Kur'ân okumaya = kıraata getirmek istiyoru

VARLIĞIN ONTOLOJİK BÜTÜNLÜĞÜ!...

Varlığın Ontolojik Bütünlüğü, kesinlikle onun Tanrı ile birliği = Vahdet-i Vücud anlamında değildir; buna/bu fikre, Tanrı dahil değildir.  Böyle bişey (Varlığın Ontolojik Bütünlüğü) kabul edilebilirse!, ayrı ayrı görülen her varlık (: melekler, şeytanlar, cinler, insanlar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar; hatta kavramlar!) “bir ve bütün” kabul edilebilir. Secde kavramı da. Bildiğimiz kadarıyla ilk secdeyi melekler yapmıştı, o secdeden de iblis kaçınmıştı; kavramları da kendi aralarında bir bütün görürsek!, meleklerin o secdesiyle bizim secdemiz arasında da “bir bütünlük” görülmeli. Cinlerin de bir kısmı secde etmiş, bir kısmı da reddetmişti. (= cinlerin ve insanların Müslüman olanları da olmayanları da vardır; bitkilerin, ağaçların ve hayvanların hepsi secde eder = hepsi müslimdir ama herkesin = her varlığın secdesi = müslimliği kendine göre ve kendi çapındadır.) Böyle bakarsak, secdeyi daimî kılan insanlar, “melek gibi” olurlar, meleklere benzerler; çünkü melekler her emre secde ederler

HİZB

“... küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn.” (30/Rum, 32.) Hizipleşme, insanların bir fikir = bir düşünce etrafında buluşması ve o düşünceyi “savunmasıdır.” Buradan bakınca hizipleşme kaçınılmazdır; önemli olan, o düşünceyi “mutlaklaştırmamak”, âyette belirtildiği gibi o düşünce ile “övünmemektir.”!. Düşünceler zamanla “eskir”; eskimeyen “düşünce”! Vahiy’dir. Vahiy, iyi ve iyi niyetle yorumlanırsa, (insanî) düşüncelere (yorumlara) “ruh = canlılık = dinamizm” katar; ama!, ben vahiyden “sadece bunu” anlıyorum ve onda da ısrar ediyorum denirse, hizipleşme (= hizipçilik) kaçınılmaz olur. Yukardaki âyet bu tür hizipleri (= hizipçiliği = hizipçileri) muhatap alır, “her hizip/çi kendi yanındaki ile övünür = sevinir.” der. Buradan (böyle bir hâlden) taassup doğar; taassup da düşmanlık doğurur. Ama hizip sahipleri, bizim (benim) görüşüm/üz/den (duruşum/uz/dan) daha iyi görüş (duruş) olabilir der/ler/se, tekâmül = kemâl anlamında gelişir/ler. Eskiden (aslında şimdi de) Araplarda (Müslümanlarda) kab

DÜŞÜNCENİN KÖKENİ

Bence, düşüncenin kökeni ilhamdır. İlham, şeytanî de rahmânî de olabilir = Kötü düşünce şeytanî; iyi düşünce rahmânîdir. (Şeytan da ilham verir. “fe elhemahâ fucûrahâ ve taqvâhâ.” 91/Şems, 8. Hatta, 6/En’am, 121, “... inne’ş şeytâne leyûhûne ilâ evliyâihim...” = şeytan, dostlarına vahyeder; der.) Düşüncenin oluşması için, kişiye önce bir ilham (vahy!) gelir, sonra bu ilham, hayale dönüşür, sonra bu hayal şekillenir  tasavvura dönüşür, en sonunda da bu tasavvur söze ve yazıya dökülür. Konuşmayan ve yazmayan bir kişi de düşünür; düşünür olmak için illâki konuşmak ve yazmak gerekmiyor; konuşma-yazma, daha çok paylaşmak ve toplumsallaşmak içindir. Aslında düşündüklerini yaparak konuşanlar, daha etkili konuşurlar ve daha etkili yazarlar. Not : Vahyin Rahmanî mi, şeytanî (!) mi olduğunu AKIL ve İMAN belirler. Şeytanî vahye (!) inananların aklı şeytanî; Rahmanî vahye inananların aklı rahmanî çalışır. Şeytanî akıl, İlâhî Vahyi “kötü” görürken; Rahmanî akıl, şeytanî vahyi kötü görür. Şeytanın d

OKUMA

Kitap okuma, insana “önceden öğrenme” gibi bir avantaj sağlar; kitap okumayanlar da öğrenir ama onlar “yavaş yavaş ve yaşayarak” öğrenir; önceden öğrenen, ne yapacağını bilir; “o ân öğrenen”, şaşırabilir!. Kitaplar, yazarlarının önceden öğrendikleri metinler, onların tecrübeleridir. Kitapları  okurken bu durumu göz önünde bulundurmalıyız. Kur'ân da bir Kitâb'sa, ki Kitâb'tır, O da Rabbimizin "olacakları" bize önceden haber vermesidir = Nebe'dir.  O'na göre, öncenin olmadığını bilelim; bu önce bize göredir.

İHTİLÂF

“Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” Hadis-i Şerif. İhtilâf, farklılıktır, ayrılıktır, anlaşmazlıktır ama aslâ zıtlık ve düşmanlık değildir. İhtilâfın olduğu gibi halef, halife ve muhtelifin de kökü HLF. HLF, peşinden gitmek/gelmek ve yerini almak, peş peşe, art arda bulunmak demektir; halef-selef. Burada bir zıtlık ve düşmanlık yoktur, yarış vardır. Düşmanlık olsa, “karşı karşıya geliş, karşıya geçiş ya da karşılaşma = mübâneyet” olur; ayrıca her karşılaşma = mübâneyet de düşmanlık değildir; bir çok karşılaşmalar = mübâneyetler yakınlaşmaya ve birleşmeye de dönüşür/dönüşebilir. Düşmanlık, karşılıklı çatışma ile olur; ihtilâf ise, ileri geçme ve geri kalma ile. Bu duruma fikrî düzlemde baktığımızda A şahsı, B şahsından farklı düşünüyor ama A, B ile çatışmıyor deriz. A ile B’nin, ana amaca/hedefe varmada = gayede herhangi bir “farklılıkları, ayrılıkları” yok = aynı gaye için çalışıyorlar ama ona varmak için farklı düşünüyorlar demiş oluruz. Eğer aralarında amaç farlılığı olsaydı, çatışırlar,

BESLENME KAYNAKLARIMIZ

Bedenin beslenmesi de zihinlerin beslenmesi de “gıdalarla” olur; gıdaların çeşitliliği gibi fikirler/düşünceler de çeşitlidir. Tek kaynakla (ekmek ve su ile, tek bir öğretmenle vs.) beslenme mümkün olduğu gibi, çok kaynakla beslenme de mümkündür ama tek kaynaktan beslenenlerin bedenleri de düşünceleri de zayıf olur. Kur'ân, “dışardan bakınca” tek kaynak gibi görünse de, içine girince, Onun çook zengin bir kaynak olduğu anlaşılır; ayrıca Kur'ân bize, “zehirli gıdaları” da haber verir. İyi beslenenler, kötü beslendiklerini düşündükleri insanları beslemezlerse = sadece kendileri beslenirlerse, “yiyici, yığıcı ve toplayıcı” olurlar.!. Bazı iyi beslenenler de, “fildişi kulelerinden” inmeden, kulenin balkonundan insanlara “besin = nutuk atarlar, kitaplar yazarlar; çook nadiren de, canları sıkıldığında “hava almak ve piknik yapmak” için onların arasına katılırlar.

EV HÂLİ

Ev, âile demektir. Çekirdek ailede, ana-baba ve çocuklar; geniş ailede, büyükbaba = dede, büyükanne = ebe, gerekiyorsa!, yetim ya da öksüz kalmış akrabalar bulunur. Ev, çekirdek toplumdur; evin üyelerini birbirlerine bağlayanın, “kan” olduğu söylenir ama ben kanın %100 bağlacı gücünün olduğuna inanmam; aileyi bir arada tutan, sevgi, (merhamet = rahmet) ve saygıdır ama bu sevgi ve saygının dayandığı çook sağlam bir temel de olmalıdır, değil mi?!. Sevginin kendi bir temel (değer) olamaz. Rahîm olan Allah, bence, annelerimizin rahimlerine (kanlarına) rahmetinden bir cüz “katmıştır” = “meveddeten fil kurbâ”! (42/23). Sevginin din dilindeki karşılığı, hub, vüd ve muhabbettir. İnsanlar arasında muhabbeti (hubbu, meveddeti, rahmeti, merhameti) yaratan, Vedûd ve Rahîm olan Rab’dir. Rabbin bu ikrâmının görmezden gelindiği birliktelikler (aileler, cemaatler, milletler) uzun süre yaşayamaz. “Rabbiniz size, Kendisinden başkasına kul olmamanızı, anne ve babanıza iyi davranmanızı emretti. Eğer ikisi

SÖZ!.

Ahid/Ahd, Va’d/Vaî’d ve Mîsaq. Ahid/ahd, verilen söz, yemin. Ahde vefâ, sözünde durma (= sözünün arkasında durma). Va’d, verilen sözün olumlu; vaî’d, o sözün olumsuz karşılığı, sonucu. Mîsaq, karşılıklı yapılan anlaşma, sözleşme. Ahdi, insanlar birbirlerine verdiği gibi Rab insanlara = kullarına da verir; va’d, vaî’d ve misâq da karşılıklıdır. “elem ea’hed ileyküm yâ benî âdem; ellâ (en lâ) tea’budu’ş şeytân, innehû leküm adüvvün mübîn; ve eni’budûnî, hézéa sırat’un müsteqîm. = yâ benî âdem! = ey âdemoğulları!, Ben size ahd = söz vermedim mi, şeytana kulluk etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır; sadece Bana kulluk edin, işte dosdoğru yol budur. (demedim mi?!.).” (36/Yasin, 60-61.) Mîsaq da karşılıklı söz vermedir, Rable yapılan sözleşmedir; orada, O’na : ‘Rabbimiz Sen’sin’, diye söz verdik. Ahd, Kitâb’ta 46 kez; misâq, 34 kez geçer; urvet-ül vüsqâ da, Rabbe verilen (bu) söze bağlılıktır; kopmayan, bizi O’na bağlayan sağlam bağdır. Biz, verdiğimiz sözde durursak, O da “durur.”!. O, aslâ

EV, KIBLE OLUR MU?

Dışarıdaki kıble kaybolursa ya da kaybedilirse, o kıbleyi buluncaya kadar, olur. Mûsâ (a.s.)’a “evlerinizi kıble yapın” (10/87.) denildiğinde dışarıda kıble yoktu. Kıble, toplumsaldır, kamusaldır; toplumsalı/kamusalı bireyler/fertler kurarlar. Toplumu = cemaati, bir arada tutan kıbledir; kıble onları bir yöne/bir amaca yöneltir; bireysel kıblesi ile toplumsal kıblesi aynı olmayanlar, çelişki yaşarlar. Bireysel kıble, evde oluşturulur. Evin kıble yapılması : Kıblenin belirlenmesi için evin seçilmesi ve kıblenin bulunması için evin karargâh olarak kullanılmasıdır. Karargâhın ilk anlamı askerîdir ama ben burada karargâhı karar verilen, karar kılınan yer anlamında kullandım; evin, savaşın yönetildiği = idare edildiği yer olması, belki kıblenin belirlenmesinden sonradır, belki de o zaman evin yerini camii alır. “Evlerinizi kıble edinin ve salâtı ikâme edin”, denmiş. (10/87) Salâtı ikâme ederken kıblenin ev olması, eve değer verilmesidir. Kıblenin mecazî anlamı, sığınılan, yaşanılan ve mukad

MÛSÂ (a.s.)'NIN STRATEJİSİ

Kitâb’ta en çok Mûsâ (a.s.)’ın hayatına ve mücadelesine yer verilir. Mısır’daki çocukluğu, gençliği, Medyen seyahati, oradaki 8-10 yılı, dönüşte, Tûr’da Rabbi ile görüşmesinden sonra Kendine ve kardeşi Harun’a görev verilerek, “Firavun’a git!. = izheb ilâ Firavn!.” (20/24.) denilmesi... Firavun, çook güçlü ve çook otoriter bir liderdir; astığı astık, kestiği kestiktir... onun korkusundan kimse, Mûsâ'yı (ve kardeşi Harun’u) dinlememekte, Firavun’un sistemini sorgulamayı göze alamamakta ve onun zulmüne razı olmaktadır. Yunus 83, Mûsâ’ya kavminden ancak bir kaç genç = bir avuç insan = “zürriyyetün min kavmihî” inandı, der. (Zürriyet kelimesi, hem soy hem zerre = az anlamı verir; soy da zerre bir hücreden = sperm hücresinden ürer/türer.) Bu bir avuç insan da, “muhalif olmaktan ve deşifre olmaktan” korkuyorlardı. Mûsâ onlara : “EĞER İNANIYORSANIZ, O’NA DAYANMALISINIZ (= FEALEYHİ TEVEKKELÛ), MÜSLÜMANSANIZ.” diyor. (10/84.) Onlar : “Tevekkül ettik...” diyorlar. (10/85.) Bu âyetten yola çı

KULE

“Ey Hâmân! bana bir kule yap, belki...”  “Belki şu Mûsâ’nın ilâhını görebilirim...” (40/36.) Tanrı, hep “yüksekte” aranmıştır. Evet O, YÜKSEK’tir = ALİYY-ÜL A’LÂ'’dır.  Bunun en bâriz göstergesi de İslâm dünyasında minâredir; bu yüzden, son yüzyıla kadar minâreden yüksek bir binanın yapılmasına izin verilmemiştir. Bugün, İslâm dünyası böyle midir?!. ... Hâmân, Firavun’un veziridir. Firavun da Mûsâ’nın ilâhını yükseklerde = göklerde aramaktadır. ... Minârenin asıl anlamı yüksek yapı değil, ışıklı = nurlu “fener = kule” demektir; deniz feneri gibi. Müezzin oradan seslenince, bu sesi herkes duysun, bu ışığı herkes görsün diye, minâre yüksek, ma’bedler de ihtişamlı yapılır. Hele bu gösteri/ş çağında buna daha fazla önem verilmesi beklenir. Tek tük de olsa yine gösterişli ma’bedler yapıyoruz. Hristiyanlığın en ihtişamlı ma’bedini = Sagrada Famila’yı, ki kutsal aile evi = ma'bedi demektir, o ailede Baba, Oğul/İsâ, Ana/Meryem ve Ruh-ul Kudüs yaşar, İspanya’ya gittiğimde görmüştüm. Biz

İMAN NEDİR?!.

İman, şeksiz-şüphesiz, tereddütsüz güvendir. Güven (iman) olmazsa, teslimiyet de (İslâm) olmaz. Mü’min, El-Mü’min olana güvenir; El-Mü’min de bu güvene i’timat eder. İman, El-Mü’min Olan Bir’inin varlığının kabulünü zaten içerir; var olmayana güvenilmez. Mü’min olmayanlar, öyle Bir’inin varlığından da emîn değildir; onlar, güvenilir olmayana (El-Mü’min olmayana) güvenirler; o da onları “satar.”!. Mü’min, “varlık sorununu” (ontolojik sorunu) halletmiş adamdır. İman, bu sorunu ortadan kaldırır; inanmayanlarda bu sorun bâkidir. İnanmayanlar, her ne kadar O’nun varlığını ispatlamak için ontolojik, kozmolojik vb. deliller ortaya atsalar da, Mü’min’de O’nun varlığı “apaçıktır = bedihîdir.”!. Mü’min, O’nu her yerde “görür/bulur.”!. Mü’min olmayan da O’nu her yerde arar ama bulamaz = bulduğuna da inanmaz ve ‘Bu, O değildir.’ der. Mü’min’in O’nu her yerde “görmesi/bulması”, ‘ifşâ edilecek bir hâl’! değildir. Geçmişte bunu kimileri ifşâ etmiş, ‘cübbemin altında, ene-l hakk’ gibi laflar etmiş ama

İSLÂM NEDİR?

İslâm : Allah’a teslimiyettir.  Bu teslimiyet, en mükemmel şekliyle Efendimiz döneminde yaşanmıştır; Onun vefatıyla, bu mükemmeliyet yara almış; sonra da (siyasî kaygılarla) Şiî İslâm ve Sünnî İslâm şeklinde ikiye bölünmüştür. Daha sonra bu siyasî kaygılara, kavmî hassasiyetler de eklenmiştir. Ana hatlarıyla = genelde Şiî İslâm, Ehl-i Beyt (sevgisi) etrafında Kûfe ve İran civarında; Sünnî İslâm da Ehl-i Sünnet etrafında Mekke ve Medine’de = merkezde şekillenmiştir. Türklerin İslâm’a girmeleri ve Bağdat’ta Büveyhîleri, Mısır’da da Fatımîleri  yenmeleri ile Sünnî İslâm, milâdî 11. yüzyıldan itibaren güç kazanmıştır. Sünnî İslâm, Medine merkezli Ehl-i Sünnet’e yakındır. “Emevî ve Abbasî İslâm’ı” ise, genelde “Arap İslâm’ı”dır. “Emevî ve Abbasî İslâm’ının” mevâlîlere = Arap olmayanlara karşı uygulamaları, “Şiî ve Sünnî İslâm’ını” doğurmuştur. Bugün, Şiî İslâm’ının bayraktarlığını yapanlar, İranlılar (= Persler); Sünnî İslâm’ın bayraktarlığını yapanlar da Türklerdir. İslâm’ı “orijinal hâliy

KİTÂB NEDİR?!.

Okuma = kıraat, kitâb okumaksa, kitâb nedir?!. Yazılan şeydir.  Yazı nedir?!. “Yaratılan”!dır. = Kelimâtullah'dır. = Kün! Emridir. Yazar, authordur, creatordür. Efendimize, “Sen Kitâb nedir, iman nedir, bilmezdin.” (42/52.) ve “iqra! = Oku!.” denildiğinde, ortada bizim anladığımız = bildiğimiz anlamda bir kitâb yoktu/r.!. Böyle bir durumda hangi Kitâb okunacaktı/r?!. Öncelikle “fiilen yazılan = yaratılan” kâinat kitâbı. Vahyedilen Kitâb = Kur'ân, bu kitâbın nasıl okunacağına ve okunanların ne işe yarayacağına dairdir. = “Bi İsmi RabbiK.” ... İnsanlar tarafından yazılan bir kitabı elimize aldığımızda, onu yazarından bağımsız düşünemeyiz; o kitab, yazarının düşünceleri = deneyimleridir. Ben bu durumu çok sonraları fark ettim; önceleri, elime aldığım her kitabı kâğıt üzerine yazılmış kargacık-burcacık harflerden (kelime ve cümlelerden) ibaret görürdüm; bunun “yanlış olduğunu” fark ettiğimde, elimdeki kitapların yazarlarının hayatlarını da merak ettim... ... Kâinat kitabında suyu o

OKUMA

Okuma, dille (söz ve yazı ile) yol yürümedir; dil (duyduklarımız ve okuduklarımız) burada bize rehberlik edermiş gibi gözükse de aslında arkadaşlık eder. Okuduğunuz her kitapla yol arkadaşımızı değiştirmiş (gibi) oluruz. Ben de, ilk okumalarımda (2000’e kadar) böyle düşünmüyordum ama 2000’den sonra, okuma (dil) üzerine düşünmeye başlayınca şunu hissetmeye başladım : 'Ne bu!, oyun mu oynuyorsun, sürekli arkadaş değiştiriyorsun, senin sürekli bir arkadaşın olmayacak mı, bu ayran gönüllülük ne zamana kadar sürecek!.'... 2015 (emeklilik) sonrasında kendime hiiç değiştirmeyeceğim bir arkadaş = yoldaş seçme kararı aldım : Kur'ân. 2015’ten sonra okuduğum diğer kitaplar, yolda yürürken karşılaştıklarım; yolda belli bir mesafe aldıkça, daha az kişi ile karşılaşıyorum; eskiden, belki de kütüphaneci olmam hasebiyle, bir sürü kişi yolumu keserdi; şimdi çok az kişi beni (de) oku! diyor; doğrusunu söylemek gerekirse ‘beni oku’ diyenleri kıramıyorum; çünkü onlar da benim bulunduğum yere f

SÛRE

Sûre : Arapçası Suver/un (صور). Fiil hâli Savvera (صور). Şekillendirmek, biçimlendirmek, tasvir etmek, sûretlendirmek. Sûr (صور), boru. Sûret, şekil, biçim. Kur'ân’ın bölümleri. 114 “parçasından” her biri. Kur'ân’ın “metin/sel” yapısı, “metin/sel” düzeni. Kur'ân’ın sûre bütünlüğü (de) vahye mi dayanır, yoksa içtihâdî midir?!. Kur'ân’ın toplanması = Mushaf hâline getirilmesi “sonradan” (Hz. Ebû Bekir ya da Hz. Osman zamanında) olduğu için içtihâdî diyenler çoğunluktadır; ben de bu görüşe katılıyorum. Uzun sûrelerdeki âyetlerin zaten peş peşe = ardışık inmediği söylenir, bu kesindir de, bu durum/hâl, kısa sûrelerdeki âyetler için bile mümkündür. Ben, Mushaf sırasında 96. Sûre olan Alak’tan örnek vereceğim. İlk beş (5) âyetin ittifakla ilk inen âyetler olduğu söylenir. 6 ilâ 8, 9 ilâ 12, 13 ilâ 19 arasında da siyak-sibak bütünlüğü ilk etapta göze çarpar; sanki bu âyetler grubu farklı ânlarda/zamanlarda inmiş gibidir ama yine de sûrenin tamamında bir “bütünlük” hissedilir.

YORUM BİLGİSİ

Hermeneutik. Bu bilim, başlangıçta, dildeki anlam farklılıklarını anlamak, anlamı netleştirmek için geliştirilmiş; sonra da, davranış bilimlerine = hayata = eylemlere taşınmış bir bilim. Metin çözümleme = yapısalcılık = metni çözmek için o metnin doğduğu ortamı (kültürü vs.) anlama da bu bilimden kaynaklı olarak ortaya çıkmıştır. Son dönemlerde Hans-Georg Gadamer bu işin başını çeker, onu Richard Rorty ve Jürgen Habermans, Paul Feyerabend, vb. takip eder. Bizler neredeyse her bilimin kökenini batıya (Yunan’a) dayandırırız; oysa Yunan, bu bilimi Tevrat yorumlarından = Mısır’dan (Yahudilik’ten, Talmud yorumcularından) almıştır. Orta çağda batıda daha doğru dürüst dil araştırmaları yokken, İslâm dünyası 8. yüzyıldan itibaren Kur'ân’ı daha iyi anlamak = Kur'ân’da tefeqquh sahibi olmak, Ondan uygun ve doğru fıkhî hükümler çıkarabilmek için Bağdat ve Kûfe Dil Okulları başta olmak üzere bir çok okul kurmuştur, İslâm dünyasındaki bu çalışmalar, Kur'ân’ı = dini daha iyi anlamaya yön

KUR'ÂN BİZE NE VERİR?!...

Bence (!), Kur'ân bize üç tür bilgi verir : 1) Kesin, değişmeyen Haber = Nebe’. 2) Hüküm. Hükümler, toplumun (insanların) içinde bulunduğu şartlara göre değişebilir (= nesh) ya da o hüküm ertelenebilir. 3) Tarihî bilgi = Geçmişe dair haber = Kıssa.  1 ve 3’de kesinlikle değişme olmaz.  1. maddedekiler dinin asıl/esas ilkeleridir; iman esasları buradadır, hayatın anlamı (niçin var olduğumuz) buradan çıkar, burası “sigortadır.”!. 2. maddede yer alanlar, coğrafya-iklim, eğitim düzeyi, ekonomik durum vb. şartlara göre farklılık gösterebilir/gösterir; buna hukuk (şeriat) denir; her ümmetin farklı şeriatı olabilir. (Tehlikeli! bişey söylediğimin farkındayım; ben, şeriatı, din gibi geniş değil daha dar, şir’a (hukuk = kanun/yasa) anlamında kullanıyorum); şeriata da 1. maddede sayacağım değişmez ilkeler ruh, yön ve şekil verir. 3. maddedekilerse, zaten olmuş bitmiş (= yaşanmış) hâdiselerin bizlere ders = ibret alınması için anlatılmasından ibarettir. Bu taraftan bakınca, 2 ve 3. maddedekil

YAŞADIĞIMIZ ZEMİN/ORTAM

Bilgi de iman da bu zeminde anlamlıdır; inanmak için olağan-üstü hâller beklemek abestir. Böyle bir zeminde olağan-üstü hâller “sıradanlaşsaydı”, hokkabazlar gibi yaşardık; burada bize ara ara olağan-üstü şeyler yaşatanlar, hokkabazlardır. Din, bu zemine inen kurallar bütünü; Onu getiren Elçi de bu zeminde/bu şartlarda yaşamış bir insandır, “olağan üstü = muvizevî biri”! değildir. Öyle olsaydı, bizler : “Bu nasıl bir Peygamber!, bize gelmiş, bizim gibi değil, bize benzemiyor”, derdik. Din (Kitâb), buraya inmeden önce mucizevî olabilir ama buraya inince/tenzil, buranın şartlarına uygun hâle gelir, burayı düzenler. ... Müşrikler, Efendimize, niye “sihirbaz, kâhin, mecnun” dediler?!. Onun getirdiği düzenin = dinin yaşanılan = yaşadıkları düzene = dine “yabancı” olduğuna ve yaşanamaz! olduğuna “inandıkları”! için. Öyle miydi?!. O din, ‘yaşanamaz bir din’! miydi?!. Öyle olmadığı, 23 yılda gösterildi = anlaşıldı. Din, bir “sihir”! değildir, onu “sihirli bir değnek gibi”! görmemek gerekiyor,

KUR'ÂN OKUMA BİÇİMLERİ

Okumaya başlamadan önce Kitâb’ın 'sıradan bir kitap' olmadığını bilme ve Eûzu-Besmele çekme. Abdest alma = Bedeni ve ruhu (duygu ve düşünceyi) temizleme = iyi niyetle okumaya başlama. 1) Düz = Mushaf düzenine göre okuma. 2) Konu düzenine göre okuma. 3) Nüzul = İniş düzenine göre = Siyer’e uygun okuma. 4) İçinde yaşanılan güncel probleme = yaşanan hayata göre okuma. 5) Çapraz okuma. = Bir ayetin başka ayetlerle, bir kelimenin başka kelimelerle, o kelimenin başka ayetlerdeki kullanımlarıyla ilişkisini kurarak okuma. 6) Bu okumalardan bir ANAFİKİR = BÜTÜNCÜL BİR ANLAM çıkarma ve BU BÜTÜNLÜĞÜ göz önünde tutarak bunu test etme ya da güçlendirme. 7) Sürekli (= her gün) okuma ve her okumada yeni bir seviyeye yükselmeye = ya mevcut anlamı güçlendirmeye ya da “daha derin ve daha yüce bir anlama” yükselmeye gayret etme.

HAKİKAT ve FARKLILIK

Hakikat tektir ama o hakikate ulaşma yolları farklı farklıdır. Bu, hem mesafe açısından hem içerik (= içeriği anlama) açısındandır. Dil, hakikatin yol işaretleridir ama dili biz oluştururuz, (dil, toplumsaldır), dilin kelimelerine biz “anlam” veririz; anlamlar, “Tek ve Değişmeyen Bir Hakikat’e” endeksli olmazlarsa, hedefsiz = kıblesiz olurlar, boşlukta yüzerler. Tesbih, yönün/kıblenin “Tek ve Değişmeyen Hakikat’e” doğru olmasıdır. Yönelmeyi sadece mekânsal düşünmemek lâzım, yönelenin samimiyetini = ihlâsını da hesaba katmak lâzım; samimiyet, içeriği anlama ile de ilgilidir; anlamın (anlamanın), dolayısıyla anlayanın hakikate yakınlığı (ya da uzaklığı), onun samimiyet düzeyine göredir. Farklılık alanları burada, buralarda oluşur. Bu, zâhirde herkesin bedenen farklı farklı olması gibi bişeydir; bu farklılık, bâtında da görülür. Herkesin hakikati algılaması = anlaması aynı olmaz ama hakikat aynı kalır. Eğer hakikat de, anlayışlarımız gibi farklılık gösterseydi, farklılık arz etseydi, o ha

HAKİKAT ve GERÇEK

Hakikat, Hakk’tır; O’ndan gelenler de... Hakk’ın bilinmesi, bilene göre farklılık gösterir, buna “yorum” denir. Bilen, “temizlik düzeyine göre”, bilgisini Hakikate = Hakk’a yakınlaştırır; en temiz olanlar, Hakikate = Hakk’a en yakın olanlardır. Bizler, Hakikate = Hakk’a yakınlığımıza göre, bildiğimizi = bilgimizi “gerçek” kabul ederiz. Hakikat = Hakk, muğlak ve müphem olursa = Hakikat = Hakk da hep “değişirse”, ya da “çoklu hakikat” kabul edilirse, tüm arayışlar “avara kasnağa” döner, “hedefsiz” olur; “çoklu Tanrı = çok Tanrıcılık” normalleşir. Din, hakikattir = haktır; dini anlamak, hakikati anlama çabasıdır; bu çabada samimiyet esas olmalıdır. Anlamayı kirleten şeyler, dini = hakikati, dinden = hakikatten daha düşük şeylere (dünyalık mal, statü vb.) âlet etmektir. Bunlar (bu adamlar), “çoklu hakikat” ya da post-modern bilim adı altında Hakikati de (= Hakk’ı da) sulandırıyor, bulandırıyorlar; sağlam bir kulp = “urvet’ül vüsqâ” (2/256.) bırakmıyorlar. İyi ki İslâm var; İslâm, bu hayatı

AMMÂR

Ammâr b. Yâsir; annesi Sümeyye, İslâm’ın ilk şehîdi; babası Yâsir de, aynı gün işkence ile öldürüldü, ikinci şehîd; kendini de = Ammâr’ı da Sıffin’de (657) şehîd ettiler. Efendimiz Onun için : “Ey Ammâr!. Seni bağî (azgın ve âsî) bir grup öldürecek.” buyurmuş. Bu hadisi bilenler, O öldürülünce şaşkına! (bozguna mı desem!) uğramış, orduda bir karışıklık çıkmış (bozgun yaşanmış), komutan-diplomat Amr b. Âs bile buna şaşırmış!, bunu gören Muaviye, Amr b. Âs’a, ‘Onu biz öldürmedik, Onu buraya getirenler öldürdü!, demiş... (Bknz. İslâm Ansk. Ammâr b. Yâsir maddesi.) 683'deki Harre vakası = I. Yezid'in Medine'yi yağmalaması ve bir çook Sahabeyi öldürmesi, yine Huseyn b. Numeyr'in 683'de, Haccac'ın da 692'de Kâbe'yi kuşatmalarında benzer gerekçeler ileri sürmeleri, Kâbe'yi yıkmalarını ve o kadar Müslümanı öldürmelerini Allah'ın takdirine = kadere bağlamaları!... Allah'ı ve dinini bu kadar istismar edenler, yine "bu müslümanların!" arasında

KELİME

Kitâb, kelimeyi ikiye ayırır : Kelime’tüs Süflâ ve Kelime’tül Ulyâ. (9/40.) Kelime’tül Ulyâ, Allah’ın Kelimesidir ve Allah’ın Kelimesinde herhangi bir tebdil olmaz = “... lâ tebdîle likelimâtillah...” (10/64.) Kelime’tüs Süflâ, boş, sefil, bayağı, âdî söz demektir. Bazıları bu sözleri “entellektüel ve akademik” bulsa da; aslında onlar, “entel mugalata, akademik gargara ve boş safsatadır = sophisteiadır”!.

MÜPHEM

Müphem : Kapalı. Muğlak. Karmakarışık. Net, belirgin, açık ve seçik olmayan. Kelimenin kökü : BHM (بهم). Ebhem, ism-i tafdil şekli; mübhem, anlaşılmaz olan. Ebhem, anlayanın, anlamaya çalışanın (= öznenin) hâlini; mübhem, anlaşılmaya çalışılanın (= nesnenin) hâlini ifâde eder; müphemlik, her iki durumdan da kaynaklanabilir.  “Behîmetül en’âm” tabiri Kitâb’ta 3 yerde geçer. Maide,1. Hac, 28 ve 34. Behime’deki BHM, mübhem’in de kökü ama daha alt/aşağı düzeyi. Anlamaya çalışanın = öznenin dört ayaklı = ‘beyinsiz’ olması. Dört ayaklının da beyni vardır ama işine geleni anlar; iki ayaklı da böyle davranırsa, anladıklarını mübhem anlar, behîme gibi olur... Din söz konusu olunca, bence! bu sadece dindardan = dini anlamaya çalışan insandan kaynaklanır. Dindar ne kadar “temiz” olursa, dini o kadar açık-seçik ve net anlar. Din, hep temizdir. (80/13-16.) Bu temizlik ise Sübhân ve Müteâl, Azîz ve Kerîm (Mükerrem) olan Allah’a kadar gider; ara kademelerde az da olsa “kir = müphemlik = karanlık”! bu

ETKİ-TEPKİ

Söz (konuşma, yazma), etki içindir. Etki, tepki ile belli olur. Tepki de üç şekilde verilir : 1) Kabul = Onay = İkrar. 2) Tereddüt = Şüphe. 3) Ret = İnkâr. İkinin de 1’e ve 3’e yakın üç biçimi/türü olur, bunları, 2/a, 2/b, 2/c şeklinde yazalım : 2/a) İçim yattı, vicdanım kabul etti ama kabul etmeye korkuyorum. 2/b) Söylenenler önemli ve ciddî, ama benim gerçekten düşünmeye ihtiyacım var; kararımı sonra vereceğim. 2/c) Aslında kabul etmedim, reddettim de şimdi tepki vermiyorum, susuyorum; uygun zamanı bekliyorum. (“Yargı kesin : Acı duymak ruhun fiyakasıdır; kin, susturur insanı, adına çıdam denir; susulunca tutulan çetele simsiyahtır, o siyah öc almakcasına gür ve bereketlidir.” İ. Özel. Erbaîn, 2017, s.174.) 2/b’ye = düşünme süresine, bişey diyemem ama 2/a ve 2/c hakkında bir kaç cümle kuracağım. 2/a’da bir sözün hakikat olduğunu vicdan kabul etmişse ama kişi onu açıkça ikrar = kabul edemiyorsa, ya bedenine ya da malına bir zarar geleceğinden korkuyor demektir. Bu durumda, ikrar (kabu

BLOG HAKKINDA

https://bilmekisteyenlericin.blogspot.com/ Adresindeki Blogu açmak için Hassas Uyarı yazan sayfadaki Turuncu "ANLIYORUM VE DEVAM ETMEK İSTİYORUM" yazan çubuğu tıklamalısınız. Bu blogda irili-ufaklı 1028 yazı var. Blogdaki yazıları paylaşmanız serbest.

KARAMSARLIK

Karamsarlık, ümitsiz olma hâli. Çalışıp-çabalayıp sonuçtan = başarıdan emîn olmamak. Mü’min’e karamsarlık = ümitsizlik yakışmaz. Mü’min, yaptığı işten ve onun sonucundan emîn olan insandır; o, yaptığı işi bilerek ve inanarak yapar, sonucunu da er ya da geç alacağını bilir (= inanır). Şahsen ben, her konuda olduğu gibi bu konuda da Efendimizi örnek almamız gerektiğini düşünüyorum. Efendimizin 23 yıllık Risâlet döneminin ilk yıllarında Ona 3-5 kişi inanmıştı. İlk beş yılda bu sayı 40’ı zor bulmuştu; Hz. Ömer’in 5. yıldaki 40. Müslüman olduğu söylenir. Beş yılda 40 kişi!. Bir yılda = 365 günde 8 kişi. Bu rakam ayda yaklaşık bir kişiye bile tekâbül etmez = 0.675 kişi. Siz, Efendimizin yerinde olsanız, karamsar olmaz mıydınız?! ama O, bunca eziyete, bunca sıkıntıya rağmen Kendinden emîndi = Mü’min’di. Hicretteki, 13 yıl sonraki sayı, 100’lerle ifâde ediliyor; büyük kırılma = sıçrama, Hudeybiye’den sonradır. ... Başarının burada elde edilmesi şart mıdır? Hayır. Tavizsiz ısrar = da’vada sebat

SANAT

Bilgi üç şekilde iletilir : 1) Söz, yazı. 2) Sanat. 3) Hayat. İlki malûm, eğitim-öğretimle; ikincisi, görsel ve işitsel malzemelerle; üçüncüsü hâl (= davranışlar, yaşayış) iledir. Sanatın, müzik, resim, heykel, plastik sanatlar, tiyatro, fotoğraf, sinema (7. sanat) gibi dalları biliniyor. Şiir, söz ve yazının sanatla buluşmasını ifâde eder; güzel söz ve güzel yazı da sanattır; güzel sanat, güzel insanların elinden (dilinden) çıkar... Sanatın, “ince duygulu insanların” eseri olduğu söylense de, bence sanat, “ince zekâ” sahibi olmayı da gerektirir. Sanatı taşıyan malzemelerle, anlamı taşıyan malzemeler benzerdir. Söz ve yazıda bu, alfabedir (ses, yazı = dil); görsel sanatlarda, renk ve biçimdir; sözlü sanatlarda ritm ve ahenktir (uyum). Bu taşıyıcı “malzemelerin” arkasında “anlam” vardır; anlamı (mesajı) bunlar taşır. Bu “malzemelerin” arkasındaki anlamın, bizdeki karşılığı “uyuşursa”, kişi anlamı kolay yakalar. Bu uyuşma, bazılarında sadece “duyguda”, bazılarında sadece “bilgide”, bazıl

NAMAZ

Namaz, dinin direği; dindarı dinde “uyanık” ve teslimiyette samimî olduğunu “gösteren” ibâdet.  Bence! namaz, en az üç aşamalı bir ibâdet.  İlki, “şekil şartlarına” (tâdil-i erkân) riayet. İkincisi, özü kavrama (huşû). Üçüncüsü, “hayatı namaz gibi yaşama”!. İkinci aşama bile zorken, üçe geçebilmek çook zor olsa gerek.  Bilelim ki her aşama birbiri ile bağlantılı. İlkinde (dışardaki ve içerdeki) 12 şart yerine getirilmeli; ikincide bu şartların gayesine odaklanılmalı; üçüncüde bu şartlar hayata taşınmalı.  Namazın 12 şartı : Dış şartlar : 1) Tahâret. Hem dış hem iç temizlik. 2) Setr-i avret. Örtünme. İleriki aşamada hayâyı da içine alır. 3) Kıble. Kâbe’ye dönme. İleri aşama, “ortak hedef, ortak amaç”. 4) Vakit. Namazın zamanında kılınması, işlerin zamanında yapılması. 5) Niyet. Duygu ve düşüncedeki temizlik. Dış şartlar 6’dır; tahâreti biz burada hades ve necaset diye ayırmadık. İç şartlar : 1) Tekbir. Sadece Allah’ı Büyük görme, büyüklüğü O’na hasretme. 2) Kıyam. Ayakta durma. Kıyam et

SAMİMİYET TESTİ

Herkes, Müslüman = dindar olduğunu söyler ama çoğu dindar Müslüman, din = Müslümanlık uğruna eziyet çekmeye (= fedakârlık yapmaya) razı olmaz; olsa da “şikâyet”! eder. Asıl dindarlık, Müslümanlık, din uğruna çekilen eziyetlerde (fedakârlıklarda) belli olur. “Allah’a iman ettiğini söyleyen kimi insanlar var ki, Allah yolunda bir eziyet gördüğü zaman, insanların fitnesini (eziyetini neredeyse) Allah’ın azabı ile bir tutar. Eğer Rablerinden bir yardım gelecek olsa, kesinlikle hiç kuşku yok ki (müşriklere) biz sizinle beraberdik, derler. Allah, herkesin göğsünde olanı en iyi Bilen değil midir?!.” وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ فَإِذَا أُوذِيَ فِي اللَّهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللَّهِ وَلَئِن جَاء نَصْرٌ مِّن رَّبِّكَ لَيَقُولُنَّ إِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ أَوَلَيْسَ اللَّهُ بِأَعْلَمَ بِمَا فِي صُدُورِ الْعَالَمِينَ (29/Ankebut, 10.) Vicdanımızı biyoklasak iyi ederiz. Normal zamanların Müslüman’ı = dindarı mı, zor zamanların Müslüman’ı = dindarı mıyız?!. İnsanların

FÂTİHÂ'SIZ NAMAZ OLMAZ!

“Namazda Fâtihâ okumayanın namazı geçerli olmaz.” (Buhârî, 765. Müslim, 394. Tirmîzi, 247. İbn-i Mâce, 847.) Her rekatta Fâtihâ okunur; günde kırk rekât namaz vardır; Fâtihâ, günde kırk kez okunur. 1, 2, 3, 4, 5, ... değil 40 kez. Günde 40 kez okunan Fâtihâ, ayda 1200, yılda 14.400, on yıl namaz kılan biri için 144.400, elli yıl kılan biri için de 720.000 kez okunur. Niye? Anlayalım diye. 40’ta anlamazsanız, 440’ta, 440’ta anlamazsanız, 1440’da, ... belki de 714.440’da anlayın diye!. Anlamadan namaz olmaz mı? Olur, ama “anlaşılmayan bir namaz”! olur. Fâtihâ anlaşılsa ‘namaz, namaz’ olur. Namaz, Fâtihâ’nın anlaşılması için okunur!. Fâtihâ’nın anlaşılmasıdır kulluk. Fâtihâ, Allah’ı “bilmek”! ve O’na Hamd etmektir = “El-Hamd’u lillâhi Rabb’il âlemîn." = Âlemlerin Rabbi Allah’tır, Hamd O’na hasdır. “Er-Rahmân’ir Rahîm.” O, Rahmân ve Rahîm’dir. (= Âlem, O’nun Rahmâniyeti ve Rahîmiyeti ile ayaktadır.) “Mâlik-i yevm’üd Dîn.” = Din (Dinin ve hesap) gününün Sahibidir. (O gün gelecektir ve