Kayıtlar

ÂQIBET = SON!...

Bu dünyada her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır. Bu hayatın buradaki başlangıcı doğum; sonu da ölüm. Ama, ölüm “son” değil, yeni ve sonsuz bir hayatın başlangıcı; o hayatın artık bir sonu yok. Doğum ile ölüm arasındaki bu hayat, ölümden sonraki hayatın tarlası. Burada ne ekersek, orada onu biçeceğiz; bu kesin. Bu hayat, zaman zaman fırtınalı ve boralı; zaman zaman da günlük-güneşlik; kederli ve neşeli. Hep kederli ve hep neşeli hayat, ötede. Burada, neşede ve kederde temkinli ve sabırlı davranmak, ötede kazandırırken; şımarmak ve isyan etmek, kaybettirir. Kazananlar için, artık üzüntü, yorgunluk, acı ve bıkkınlık (= usanç) yok; kaybedenler için ise, sevinç/neşe hayal. (Bknz. 35/35-36.) 39/Zümer Sûresi, 71-75. âyetlere baktığımızda da, cennetlik ve cehennemliklerin hâli “resmedilir”!. Cennetliklere : “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de tertemiz geldiniz!.” denirken; cehennemliklere : “Size daha önce Elçiler gelmedi mi?!. Girin ebedî kalmak üzere cehenneme!.” denir. İşte

DÜALİZM ve DİNAMİZM

Dinamizm, düalizm iledir. Düalizm ise, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, doğrunın-yanlışın (mavi kuvvetlerin-kırmızı kuvvetlerin, rakiplerin) varlığı ve çatışması demektir. Bu güçler ve çatışmalar olmasa burada hayat olmaz. Ötedeki hayatı “tam” bilmiyoruz. Diyalektik (= tez-antitez ve sentez) de bu çatışmaya dayanır. Işık da (= elektrik de) iki kutbun çatışmasıyla (+/-) oluşur. İnsanda da buna benzer iki kutup vardır. = taqvâ ve fücur. İnsan, akıl ve iradesi ile bu kutuplardan birini seçer; öbürünü reddeder. Bazen, belki de çoğu zaman, bir ona bir öbürüne meyleder. İstikrar, birinde karar kılma ve samimî olmadır. Kişi istikrarlı olsa bile, öbür kutup o kişinin yakasını ölünceye kadar bırakmaz ama istikrar (= samimiyet) arttıkça, öbür kutbun gücü azalır. Müslüman, taqvâ kutbunda istikrar (= samimiyet, ihlâs) sahibi olan adamdır. Bu samimiyet ve ihlâs onu Rıza’ya ulaştırır; onun için hayata dinamizm ve anlam katan da budur. Müslüman için öte dünyadaki dinamizm, buradaki bu samimiyetinin

SES-LENİŞ!...

Her şeyin bir sesi var; her şey, kendi “lisanı/sesi” ile işiten kulaklara konuşur. Konuşma, sesle/sesli olur. Yazma, sesi yazıya (harflere) dökme; okuma, yazıdaki sesi seslendirme, canlandırmadır. İnsanî düzeyde ses, ağızdan; yazı elden çıkar. Sesin de yazının da kaynağı “candır/ruhtur”!. Sesi, kulak duyar; yazıyı, göz okur. Kulağın duydukları, gözün gördükleri, kalpte “değerlendirilir”!. Kalp  temizse, doğru anlama; kirliyse, yanlış anlama gerçekleşir.  Her şeyin bir “ruhu” var. Bizler, hareketsiz ruhları fark etmeyiz; onlara “cansız” deriz, oysa müzik, cansız ruhlardaki sesleri seslendirme/canlandırmadır. Müzik (= mûz, mûsé), cansız (= sessiz = ruhsuz)! müzik aletlerine “can/ruh/ses” vermedir. Duymanın (= işitmenin), görmenin bağlı bulunduğu merkez, kalptir; “kalpsizler”!, “şeylerdeki sesi” duyamazlar, onlardaki dili anlayamazlar veyahutta yanlış anlarlar. “... Onların kulakları var, işitmezler; gözleri var, görmezler; kalpleri var, anlamazlar; onlar, hayvanlar gibidir, belki de daha

AUGUSTE RODİN

İlginç bir adam (= heykeltıraş) Rodin; insanın hayat yolculuğunu taşla/mermerle somutlar, cins bir kafadır. Onun ‘Durumm’a aldığım (attığım) sentör (= centaur) heykeli, insanın topraktan hayvana, hayvandan insana ve ruha dönüşmesini sembolize eder; onun bir diğer heykeli (= “Düşünen Adam”), Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesinde bulunmaktadır.  İnsanın içinde, insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran “bişey” var!; buna ruh veya düşünce denebilir. Bu ruhun (düşüncenin) evi, önce toprak, sonra ‘hayvan’, sonra ana rahmi, sonra beden, bedende iken ev, sonra da mezardır. “Tanrısal Ruh (= Tanrı’nın Ruhu)” ise, ma’betlerdedir. Bu yüzden ma’betler ihtişamlı (= muhteşem) yapılır, yapılmaktadır. Modern insan, sekülarizm ile “Tanrı’nın Ruhundan” bağını koparınca; bedenine, evine ve mezarına ihtişam vermeye, özen göstermeye başladı. Muhteşem evlerin ve anıt mezarların (Piramitler, Anıtkabirler, Türbeler) yapılması tesadüf değil; arayış yön değiştirdi. Beden/ler, yaşar

YAZMAK ve MECBURİYET

İkisi (= yazı ve mecburiyet) bir arada olursa; yâni, kişi, yazmak mecburiyetinde kalırsa, ortaya “düzgün bir yazı” çıkmaz. Bu, her şey için geçerlidir, ibâdet de (= kulluk da) buna dâhildir. Gönülden (= isteyerek ve severek) yapılan her şey, güzeldir ve iyidir. Mecburiyet (= cebr), ham adamları olgunlaştırmak içindir; olgun adamlar, cebrden hoşlanmazlar ve onlara herhangi bişey cebredilmez; onlar, dış şartları (= dışarının zorlamasını) okurlar ve yapılması gereken neyse onu kutsal bir göreve, gönüllü bir eyleme dönüştürürler. = Cebir ve İhtiyar/Özgür Seçim. Cebr-âil, Efendimizin içerisini/gönlünü (dışarıdan zorlayarak!! = mecbûren!!) imar etti, fethetti ve Onu “düzgün işler” yapmaya razı etti.

RÜZGÂR

Coğrafî olarak esinti, hava akımı. Ruhî olarak ilham. Vahiy Meleğine (= Cebrâil’e) de Rûh denir. O Melek, Elçilere “İlâhî Rüzgârları = İlhamları” (= Mesajları) üflerler.  Ben, ruhî ilhamdan (= rüzgârdan) söz edeceğim. Ruh, rîyh, içe üflenen rüzgâr veya nefes demektir. Yaratılan her varlığa, o varlığın “potansiyeline göre” bu rüzgâr veya nefes “üflenir”!. Hayat (= can), bu rüzgârın veya nefesin (dışardaki) “görünümüdür”!. Ölüm, bu emanet rüzgârın veya nefesin geri alınımıdır. İnsana üflenmiş bu rüzgârın, nefesin içinde akıl ve irade de vardır. İnsanda bu rüzgârın, nefesin yönlendirilmesi, akıl ve irade ile olur. Hayvanlarda bu akıl ve irade olmadığı için, onların hayatı içgüdüseldir. Şeytanlar, bu akıl ve iradelerini olması gereken (= istenilen) yönde kullanmazlar, oraya-buraya savrulurlar ve sonunda batarlar.  İnsan, aklı ve iradesi ile hem şeytanlaşır hem de melekleşir. Akıl ve iradesini İlâhî Akıl (= İlim) ve İrade yönünde kullananlar melekleşirken; bu aklı ve iradeyi İlâhî Akıl (= İ

EN YÜCE AMAÇ : ALLAH RIZASI

Amaç varsa, o amaca ulaştıracak araçlar da vardır. Bir yere gitmek için araç (= araba, tren, uçak vb.) kullanılırız. Yaşamak için bir ev; giyinmek için elbise kullanılırız. Bunlar maddî araçlardır. Araçların “manevîsi” de vardır. Sanat için sanatı; demokrasi (= demokratik bir yaşam) için demokrasiyi, (iyi bir) dindar olmak için dini “kullanırız.”!. Kullanılmayacak (= araçsallaştırılamayacak) tek “şey = amaç”!, Allah’tır, Allah’ın Rızasıdır; diğer tüm maddî-manevî “şeyler”, Allah için = Allah Rızası için kullanılabilir. Araçlarda Hiyerarşi Araçsallaştırılamayan Amaç = En Yüce Amaç unutulmadığı sürece araçlar, kısa süreliğine (= geçici olarak) amaç olarak görülebilir (= kabul edilebilir); buna araçlardaki hiyerarşi, araçların hiyerarşisi denir. Araçsallaştırılamayan Amaç = En Yüce Amaç bir ân bile unutulursa (= zikir!), şirk baş gösterir. Zikir, Araçsallaştırılamayan Amacın = En Yüce Amacın her dâim hatırlanmasıdır. 

ZİKİR EHLİNE SORUN!.

Bu ibâre/ifâde, 16/43 = Nahl Sûresi 43. âyette, “... bilmiyorsanız, zikir ehline sorun!.” şeklinde geçer. Kim/ler/dir bu zikir ehli?!. Genel kanı sûfîleri, tarikat/tasavvuf ehlini işaret eder ama bu zikir ehli, sadece lafzı tekrar edenler (= tesbih çekenler) değildir. Bu zikri, sadece sözlü/sözde/teorik olarak değil, aynı zamanda fiilî/fiilen de (pratik olarak da) yapanların, ahlâkı güzel olur; onların bilgisi sağlam/kavî olur; onlar, ilim (= söylem) ile ameli (= eylemi) ilişkilendirirler; onların ameli, ilmini; ilmi de amelini güçlendirir. Zikir, Esma-ül-Hüsna ile olur. Esma-ül-Hüsna, En Güzel İsimler demektir. İsim, varlığın adı; sıfat, o varlığı = ismi niteleyen özellik; fiil, o varlığın = ismin eylemi, yaptığı faaliyetler/işler. Esma-ül-Hüsna, hem en güzel İsimleri, hem en güzel Sıfatları, hem de en güzel Fiilleri içine alır. Zikir ehline, “tüm isimler öğretilmiştir. = “ve alleme âdem-el esmâe küllehâ...” (2/31.), onlar da o isimleri unutmamışlardır veya unutmamak için azâmî zihnî/

RUBÛBİYET & UBÛDİYET

Rubûbiyet, Rablik; ubûdiyet  abdlik = kulluk. Kul, teorik akıl yürütmesi (aklî delilleri) ile değil, ubûdiyeti (= kulluğu) ile Rabbinin varlığını ispat eder. Kelâm (ilmi), ubûdiyeti ihmâl ederek!, sırf teorik akılla Allah’ın Varlığını ontolojik, kozmolojik, teleolojik, vb. deliller ile ispatlama yoluna tevessül edince, Rabbe değil!, felsefeye (= kendine, kendi aklına) yakınlaşmıştır. Rabbe yakınlaşma (= kurbiyet), sadece ve sadece ubûdiyetle mümkündür. ... Rab, abdı (= kulu/nu) yaratan ve yaşatandır.  Rabbe kulluk,  Önce, Rabbi bilmekle, Sonra O’na itaat etmekle, İtaat de O’na güvenmekle olur. İlki, teslimiyet (= Müslümanlık); ikincisi, imandır. (= Mü’minliktir.) Hangisi öncedir?!. Müslümanlık mı, Mü’minlik mi; tartışılır; ikisi birbirini tamamlar. İçten (= hâlis) Mü’minlik olmazsa, tam teslimiyet (= Müslümanlık) olmaz. Mü’minlik, içerde; Müslümanlık, dışardadır.  Hucurat, 14’deki âyet, = “Bedevîlerin inandık demeleri karşısında, siz (henüz) inanmadınız, teslim oldunuz, deyin...”; deni

BU NASIL DÜNYA?!...

Fiziksel olarak dünya, hareketli bir küre, top gibi yuvarlak, kendi etrafında dönüyor; bu dönüşünü bir günde yapıyor ve bu dönüş, gece ve gündüzü meydana getiriyor. Kendi etrafında dönme, yerinde sayma demek, oysa bu küre (= dünya), sadece yerinde saymıyor; Güneşin etrafında da dönüyor, bu dönüşü de ona bir yıla mal oluyor ve onda yenilenmeye = mevsimlere sebep oluyor. Dünyanın kendi etrafında dönüşü, bizim gündüz çalışmamız, gece dinlenmemiz; Güneş etrafında dönüşü, ekin-ekmek, sebze-meyve yememiz, yeterince beslenmemiz için. Kitâb, ilk dönüş için “... yükevvirü-l leyle alen nehâri ve yükevvirü-n nehâra alel leyl...” der. (39/5.) Buradaki ‘yükevvirü’ya örtmek, sarmak, dolamak anlamı veriliyor. Aynı kök, Tekvir, 1. âyette de Güneş için kullanılır; oradaki anlam dürmek veya büzmektir.  ‘Yükevvirü’, kevvera’nın muzari kalıbı. Kevvera da kevera’dan (dönmeden) döndürme; alime’den alleme = öğrenme’den öğretme gibi. Bu fiilin isim formu/şekli de küre (كوره). Dönen bir küre varsa, onu döndüre

TEŞEBBÜH

Şibh’den türeme işteş bir fiil teşebbüh. İşteş (fiil), fiilde ortaklığı bildirir. Teşebbüh, birinin birine benzemesi. Hadisi hatırlayalım. “men teşebbehe bi-kavmin, fe-hüve minhüm. = Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” Biz, her sözü (âyetler dahil) genelde zahiren anladığımız için, buradaki benzemeyi (= teşebbühü) de zahiren anlıyoruz; işin aslını/özünü (= bâtınını) gözlerden kaçırıyor, ıskalıyoruz. Zahir (dış), bâtını (içi/özü); bâtın, zâhiri etkiler, şekillendirir, bilmiyoruz. Buradaki (= bu hadisteki) benzemeyi (= teşebbühü) de sadece giyim-kuşamla (saçla-sakalla) sınırlı tutuyoruz. Esas benzeme (= teşebbüh), anlayışta (= düşüncede). Anlayışta, düşüncede (= özde/içte, kalpte) benzeme (= teşebbüh) ve özenme olmazsa, dışta (= kabukta, giyim-kuşamda) benzeme (= teşebbüh = özenme) olmaz; oluyorsa, öz bozulmuştur. Ekonomik modelimiz (= ticaretimiz), savunma modelimiz (= savunma sanayimiz), siyasal modelimiz (= parti yapılarımız), eğitim modelimiz (= ilkokul, ortaokul, lise ve üniv

YAMUK OKUMA!...

Okuma, yamuk olursa, anlama ve anlaşılanla amel etme de yamuk olur. Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) okunması da buna dâhildir.  Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) niçin indirildiğini (= gönderildiğini) bilmeden ve Onu bütünlüğünden kopararak okursak, yanlış anlarız. Kitâb (= Kur'ân), bozuk düzeni düzeltmek, insanlar arasında adâleti sağlamak için indirilmiş = gönderilmiştir. Bu amaç, görmezden gelinirse, Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) âyetleri sakız gibi oraya-buraya çekilir, hedef saptırılır.  Bugün, Diyanet radyoda bir ilâhiyatçının Zâriyât Sûresi tefsirini dinledim. Sûre, (kısmen!) bütünlüğünden koparılarak tefsir edildi. İlk dört âyetteki yeminler sadece, doğa olaylarına hasredildi, toplumsal ve siyasal bağlamından (= hayattan) koparıldı. 5 ve 6. âyetler, gelecekte olacaklara, insanın başına geleceklere işaret eder. 7. âyette, bir (yüce) yemin daha edilir ve “siz görüş ayrılığı içindesiniz. Çelişkili sözler söylüyorsunuz..” (8. âyet) denir. Bu, meselenin bağlamını, yeminlerin kastını toplumsal

GÖĞSÜN AÇILMASI

Göğsün Açılması = Şerh-i Sadr. Şakk-ı Sadr da denir. İnşirah Sûresi bu olaydan söz eder. Şerh = açılma (= genişleme) demektir. Kitâb’ta 5 yerde geçer : Enam, 125. Nahl, 106. Ta-Ha, 25. Zümer, 22 ve İnşirah, 1. Kişide göğüs daralması (= can sıkıntısı = dert!) olmazsa, genişleme de olmaz. Kiminin göğsü, geçim sıkıntısından; kimininki de “kutsal dertten” daralır. Geçim sıkıntısını hâlledemeyenlerin “kutsal (= adâlet ve hakkaniyet diye bir) derdi” olmaz. İnsanları geçim sıkıntısına mahkûm edenler, onları hayvanlar seviyesine düşürerek, meydanda istedikleri gibi at oynatırlar. Göğüs niye daralır?!. İşlerin iyi gitmemesinden, çaresizlikten ve endişeden. Nahl, 106 hariç, yukarıdaki âyetlerin bağlamı, göğsün İslâm’a açılmasına ve ferahlamasına işaret eder. Kişinin göğsü (= sadrı) İslâm’a açılırsa, rahatlar; İslâm’a kapalı olursa, daralır, göğe tırmanıyormuş olur. (Bknz. Enam, 125.)  Kişinin göğsü (= sadrı) İslâm’a açılırsa, Rabbinden bir Nûr, onunladır. (Zümer, 22.) ... “Elem neşrah leke sadre

ZÂT

Zât : Kişi. Nefs. Öz. Kişinin “hakikati ve kendisi”. Bu kelime (= zât), Allah için de insan için de kullanılır. Allah’ın Zât ve Sıfatları; zât-ı muhterem gibi. Nefs, Allah için kullanılmaz. Allah, ‘inneHû âlîmun bi-zât-is sudûr’dur. O, gönüllerde olanı bilir. (35/38. 67/13.) Sudûr, sadrın çoğulu. Sadr, göğüs, sîne (= iç), gönül demek; kalp, yürek anlamı da var. Sadr-ı âzam, yüce reis, başvekil. ‘bi-zât-is sudûr’a, gönüllerde olan, anlamı veriliyorsa; olan, zât; gönüller, sudûrdur. Gönül, kap mı; o kapta olan da zât mı?!. Sudûr teorisinin kökü/aslı da sadr. Zâtın nefisten ve sadrdan farkı ne?!. Nefis, zâta üflenen nefes/rıyh, ruh. “ve nefahtu fîhî min rûhî.” (15/29.) Nefste, içerde/sadrda olan, iyisi ile kötüsü ile zât. Orada (= nefiste), taqvâ ve fücur var; (içerdeki!) zât, bunlardan birini seçiyor. (İnsan bütünlüğü söz konusu olunca, aslında için-dışın pek bir önemi kalmıyor.) İnsan olmak veya olmamak, bu seçimi yapmak ve ona göre yaşamaktır.  “ve nefsin ve mâ sevvâhé. feelhemehâ fücu

ŞARTLI KULLUK!...

Siz buna pazarlık(lı kulluk veya Müslümanlık) da diyebilirsiniz. Nedir, şartlı ya da pazarlıklı  kulluk?!. Bu, daha İslâm’a girmeden başlar. ‘İslâm’a gireyim, Müslüman olayım da, olunca ne alayım, alacağım?!.’ Böyle Müslüman olan, sonra (= İslâm’a girince, Müslüman olunca da) pazarlığa ve şart sürmeye devam eder. ‘Sen, Bana (sözgelimi) namaz kılmamı (zekât vermemi, ...) emrediyorsun; tamam kılayım da namaz sonunda Senden (duâda) istediklerimi vermiyor ve malımı artırmıyorsun!.’ Sana nasıl güveneceğim = inanacağım?!. ‘Ben, kaşıkla verirsem; Sen bana en azından kepçe ile vermelisin ki Sana güvenim tam olsun!...’ Bunların hepsi şartlı (pazarlıklı) kulluk. Rabbimiz Allah, böyle bir kulluğu bizden istemiyor, böyle bir kulluğa razı olmuyor. Akıl = ruh ve beden sağlığı başta olmak üzere bize her şeyimizi veren O; bunu bilen insan hiç pazarlık yapabilir mi?!. ... Bütün bunları düşünürken Mevlâ kelimesi aklıma (gönlüme) düştü. Mevlânın kökü VLY, bu kökten Dost = Velî ve mevâlî = hizmetçi türer.

PARÇALANMA

Bu parçalanma, bedenen/zâhiren değil, bâtınen. (= duyu, duygu, akıl ve kalben.) Duyu, duygu, akıl ve kalbin bedende belli bir “yerleri” vardır. Duyular : göz, kulak, dil, burun ve deride; duygu : kalpte; akıl : beyinde yerleşiktir. Kalpte yerleşik olan neyse, diğer bütün fonksiyonlar ona göre ve onun hizmetinde çalışırlar. Kalp, merkezdir; (ma’nevi) kalp krizi, bu fonksiyonların uyumsuzluğundan, parçalı, çatışmalı, düzensiz çalışmasından ve onların bu çalışmalarına kalbin onay vermemesindendir. Kalp, görmeye onay vermezse, bakma olur, görme olmaz. Kalp, işitmeye onay vermezse, duyma olur, işitme olmaz. Kalp, onay vermezse, dokunma olur, hissetme olmaz. Kalp, onay vermezse, bilme olur, anlama, idrak etme ve inanma olmaz... ve ortaya kâmil bir ahlâk da (= sâlih ameller de) çıkmaz. ... Tüm bu fonksiyonlar, dayanışma içinde ve uyumlu çalışırlarsa, gören, iyi (= güzel, doğru) görür; duyan, iyi (güzel, doğru) duyar; tadan, iyi (güzel, doğru) tadar (haz/keyif alır)... ve kişi, bunları kendine

İNZÂR

İnzâr : Korkutma. Uyarma. Kök, nezr. Nezr, uyanık olma ve adak veya kurban. “Biz Seni onlara uyarıcı (= nezîr) ve müjdeleyici (= beşîr) olarak gönderdik.” (2/119. 33/45 ve daha 128 yerde geçer.) Uyarma, gelecekte olacakları haber verme ve korkutmadır. Gelecekte olacak olanlar “kesin olarak bilinmezse”, bu uyarma havada kalır, âfâkî olur. Bir Elçi, (kesin) bilgisiz bir uyarı = korkutma yapabilir mi?!. Yapmaz, yapamaz. Öyleyse, bu uyarma/uyarı (= korkutma), kesin bilgiye dayalı bir korkutma. Gaybî yardım (= Vahiy desteği) olmazsa, akıl, kesin bilgiye ulaşamaz. Aklın bilmediği şeyler, bildiği şeylerden çook daha fazladır. Akıl, bildiği şeylerle bir “gelecek tasavvuru” kuramaz; bilmediği şeyler, mevcut bilgisini alt-üst edebilir, kurduğu paradigmayı çökertebilir. Gaybı (ve şehâdeti) Bilen, nasıl yaşanırsa, herkesin âkıbetinin ne ve nasıl olacağını önceden bildirmiş ve bizlere uyarıcılar (= Elçiler, Kitâb’lar) göndermiş; buna da din demiştir. O uyarıcıların (= Elçilerin) uyarılarına göre ya

BÖLÜNME

Bölünme : Bütünden ayrılma, hizipleşme. Bir bütün, ikiye ve daha çok parçaya, çook farklı şekillerde bölünebilir. İkiye bölünme, hak-bâtıl (= iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin) şeklinde; üç ve daha çok sayıdaki bölünmeler, ya ikiye bölünen bir tarafın içinden ya da iki taraftan küçük grupların birleşmesiyle olur. Ben, kendini hak görenlerin bölünmesinden (= mezhepler ve cemaatlerden) kısaca söz edeceğim. Mezhepler, itikadî (fikrî) ve fıkhî (içtihâdî) farklılıklardan; cemaatler, amelî (tasavvufî) farklılıklardan dolayı (hak olan) bütünden ayrılırlar!. Mezhebî farklılıklar, yorum/anlayış farklılıklarından veya zihnî farklılıklardan; cemaat farklılıkları, durum/yaşayış farklılıklarından olur/oluşur. Bu durum, aynı zamanda bir tür çeşitlilik ve zenginliktir; tek-tipleşmeyi önler, tatlı bir rekabete yol verir; iyidir de. Ama, Mezhepçilik ve cemaatçilik yapılırsa, mezhepler ve cemaatler arasındaki (geçiş ve diyalog) kapılar/ı kapalı tutulursa, ‘büyük hak bütünü’ içinde kalınmazsa, her mez

EFENDİ & KÖLE

Efendi ve köle, bu kelimelerin dindeki (Kitâb’taki, Arapçadaki) karşılığı Rab ve Abd. Meşhur efendi-köle diyalektiği, Hegel’in; Marx, bunu çok kullanır ve sistemini bu diyalektik üzerine inşa eder. Hegel ile Marx çağdaştır; Hegel, Marx’tan 40 yaş büyüktür.  Modern batı medeniyeti, kilisenin uygulamaları yüzünden efendiliği (rabliği) El-İlâh Olan Allah’ın elinden almak için, önce sekülerliğe, sonra da bilim ve teknoloji (= üretim ve tüketim) ile efendiliğe soyunmuş ama her düzeyde (aile, şirket, devlet-millet, milletlerarası) insanlar veya toplumlar arasında yaşanan efendilik (-kölelik) kavgasına bir türlü son verememiştir. İnsan, GERÇEK EFENDİ’Yİ = RABBİ, sadece ve sadece O’na kulluğu (= abdlığı) reddettiği için başı belâdan bir türlü kurtulmuyor ve bir çoook sahte efendiye kulluk yapmaya mahkûm oluyor. Sahte efendilik : GERÇEK EFENDİ = RAB varken, efendilik taslamaktır.

HESAP

Hesap, maddî-manevî kayıp-kazancı net bir şekilde görmek için yapılır. Maddî kayıp-kazanç için temel aritmetik bilgisi (= toplama-çıkarma, çarpma-bölme) yeterlidir, ama manevî kayıp-kazanç için aritmetik pek bir işe yaramaz. İnsan, ne için, ne kazanmak için çalışır veya yaşar?!. Madden : Ev, araba almak, yemek-içmek, barınmak; kısaca temel yaşamsal ihtiyaçları karşılamak için. Buna din, zarûriyyat diyor. Bu ihtiyaçlar karşılanmadan diğer ihtiyaçlara sıra gelmez ama ‘bu ihtiyaçlarda lükse kaçmak ya da benim başka şeylere ihtiyacım yok’ demek, hayatı ve ölümü anlamamak demektir. Bir de hâciyyât var. Hâciyyât, zarûriyyâtın kolay ve düzenli şekilde sağlanabilmesi için gerekli olan sosyal (yasal, kurumsal) düzenlemelerdir. Son olarak tahsîniyyât denen bir kategori daha var; burada da ahlâk ve estetik devreye girer. Bu üç ihtiyaç kategorisi, (genelde) buradaki yaşamı aşmaz, aşamaz; gayeyi (= maksadı = makâsıdı) bura/sı ile sınırlı tutar. İyi bir evde oturmak, iyi bir arabaya binmek, iyi yeme

SÖZ/ÜN ZULMÜ!...

Doğru söz, eyleme dönüşmezse “zulme”! dönüşür; yanlış söz zaten zulümdür. Sözün gücü ahlâktır, eylemdir. Söz, gücünü ahlâktan, eylemden alır. Doğru söz, kişiyi doğru ahlâka; yanlış söz, yanlış ahlâka sevk eder (etmelidir). Doğru söz, belli bir süre insanı sevindirir ama bu sevinç, ahlâka (= sâlih amele) dönüşmediği sürece anlamsız ve faydasızdır; belli bir süre sonra “kulak tırmalayan” bir niteliğe bürünür ve insanları “rahatsız”! etmeye başlar. Bunu, Gazze savaşında görüyoruz. İslâm ülkelerinin liderlerinden! doğru sözleri duyuyoruz ama bu sözlerin zulme engel olamadığını da görüyoruz. Sizce, bu da bir tür “zulüm”! değil midir?!. Öncelik Modern batı medeniyeti, sözü (söylemi) fiile (eyleme) öncelemiş, medya (= gazete, radyo, tv ve internet) ile söz (söylem) enflasyonu (balonu) yaratarak, eylemi ıskalamıştır. Hâlbuki doğru söz, eyleme (olguya, gerçekliğe) uygun düşen sözdür. Gerçekte, eylem, söylemden öncedir. Yapılmayan şey, söylenmemelidir. Ey iman edenler!, yapmadığınız şey/ler/i ni

İSLÂM'IN ve İMANIN ŞARTLARI

İslâm'ın Şartları Müslüman olmak, Kelime-i Şehâdet (= Tevhîd) getirmekle başlar. = Kişi, Kelime-i Şehâdet (= Tevhîd) getirerek Müslüman olur = İslâm’a girer. Bu, Müslüman olmanın = İslâm’a girmenin tek şartı değildir; dört şart daha vardır. Namaz kılmak = Salâtı ikâme etmek. Oruç tutmak. Zekât vermek ve Hacca gitmek. Bu dört şart, fiildir = eylemdir; sözle değil, eylemle (= amelle) yerine getirilir. Namaz, hem bireysel hem de toplumsal bir eylemdir; tek başına da cemaatle de kılınır = edâ edilir; cemaatle edâ edilmesi çook daha iyidir. İnsan, toplumda (= bir cemaatin içinde) eğitilir. Cemaat, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşma demektir. Oruç tutmak, belli bir süre aç kalmak, açın hâlinden anlamak, nefsin (!) emrine girmemek, ihtiyaç kadar yemek-içmek ve ihtiyaç fazlasını vermektir. Zekât, kazanılan maldan verilir; bununla toplumdaki (= cemaat içindeki ve dışındaki) fakir (= muhtaç) insanlar gözetilir, desteklenir. (Zekât verilirken, fakirlere (= muhtaçlara) ve o malı bize veren Rab

BİLMEK ve OLMAK

Hakikatin bilgisine yaratılmış olan hiç kimse tam olarak ulaşamaz. Herkesin hakikati kendinedir. Bu, hakikatin kendisini izâfî/göreceli kılmaz; bizim hakikat bilgimizi izafî kılar. Kişi, bildiği kadar, bilgisi oranında olur; kimse, tam olamaz. Tam (= Samed) Olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bilmeden, olmaya giden yol da iradeden geçer. Her bilen de iradesini her zaman  doğru ve tam kullanamaz. (Cüz’î ve Küllî irade meselesi.) Lâ ve illâ Kişinin bişeyi reddi ve kabulü, hem içsel hem dışsal faktörlerden etkilenir. Red ve kabulü, içerde ve dışarda etkileyen biçook unsur vardır. Reddedilen ve kabul edilen “şey”!, hem içerde hem de dışardadır. = Dışardakine evet diyerek içeri alırız; içerdekine hayır diyerek dışarı atarız. Hiçbir ilâha evet demeyen, tüm ilâhlara hayır demiş olur. = Tüm ilâhlara hayır diyen, hiçbir ilâha evet demiş olmaz. Tüm ilâhların içinden sadece bir ilâhı seçmiş olan, ilâhlar arasından birini tercih etmiş (= demokrat davranmış), birine evet demiş, yetki vermiş, öbürlerini d

SÖZÜN AMACI

Sözün amacı, söz söyleyenin amacına göre değişir. • Eğlendiren söz, meddahlık ve şovmenlik yapmak içindir.  • İlmî söz, ilim adamı olmak veya olunduğunu göstermek içindir. • Dînî söz, din adamı olmak veya olunduğunu göstermek içindir. • Siyasî söz (= nutuk), iktidar olmak (= nutuk atmak) içindir. • “Edebî” söz, yazar olmak (= kitap yazmak) içindir. (Buradaki edeb, hayâ anlamında değil, edebiyat = yazın anlamındadır.) • Eylemle uyumlu veya tutarlı olan söz, yâni ahlâklı söz, sözün doğruluğunu, hem sözü söyleyene hem de muhatabına göstermek içindir. (Buradaki göstermenin de gösterişle uzaktan-yakından bir ilgisi/alâkası yoktur. Bu söz, samimî bir fiildir/kavildir, hâl dilidir; onun kaynağı teorik akıl veya ağız(dan çıkan kuru bir lâf) değil, pratik akıl (= eylem) veya tüm damarları (= organları) besleyen kalptir.) • İlâhî Söz, yönlendiren, yol gösteren (= hidâyet veren) Söz’dür.  Sözün etkisi, söyleniş ve algılanış amacına göre değişir. Her alandaki samimiyet, o alanlarda s

YAZAR

Author. Logosu çook iyi kullanarak yazı ve söz ile (okuyucular ve dinleyiciler üzerinde) otorite kuran. Logos, Yunanca, akıl ve söze karşılık gelen bir kelime. Batı medeniyeti, akıl ve söz medeniyetidir. Batı aklı, amel içermeyen teorik ve soyut bir akıldır; konuşur (= söyler, yazar) ama yapmaz; çoğu zaman söylediğine de (yazdığına da) “inanmaz”!. Batı aklının inançla arası iyi değildir. O yüzden tutarlı bir ahlâk üretemez; onun ahlâkı da değişkendir, görelidir. Doğu, ne yazık ki yaklaşık bin yıldır bu akla özenmektedir. Bu aklın, istikrarı ve ahlâkı yoktur. İslâm, aklı ahlâktan = amelden ayırmaz. Görme, akıl ile; duyma, akıl ile; yapma, akıl iledir... İslâm aklı, fiildir. Kitâb, aklı hep fiil formunda kullanır. Kitâb da, yazıyı/yazmayı bir otorite biçimi olarak görür. “Oruç size yazıldı. = kütibe aleyküm’s sıyâm.” (2/183) der. Kitâb’ta KTB (Kitâb) formu, 319 kez geçer. Bir Kitâb olan Kur'ân, İlâhî Otoriteyi temsil eder. ... Yazar, sadece yazarsa = yazdığını yapmazsa = yazdığı ile

OLMAK ve ÖLMEK

Hayat ve Ölüm. Olmak, bize göre “doğmak, bu dünyaya gelmek”; ölmek ise bu dünyadan gitmek. “Kün fe Yekûn.” Kün, Ol! emri. Fe, fe-i takibiye. Yekûn, O Emre itaat. Fe, bize göre belli bir zamanı içine alır; O Emri Veren için herhangi zaman/süre söz konusu değildir; O’nun Ol demesi ile Oluş hemen gerçekleşir; biz, sıramızı bekleriz. Kün, kâinatın (= kevnin) startıdır. Kâinatta, iradeli varlıklar hariç, hepsi (herkes) O Emre göre olur, oluşur. İnsanın nüve olarak oluşu da O Emre tâbîdir ama insanın o nüveye göre oluşu, kendi elindedir. İnsan, kendi olur, kendi elleriyle kendini insan veya hayvan (= sıradan bir canlı) kılar. Adem, henüz olmamış, oluşmamış insandır; ilk insan da Âdem’dir. Âlemlerin Rabbi, irade verdiği varlıklara, kendi kendilerini oldurmak için belli bir imkân ve süre (= ecel) vermiştir. O sürenin (= ecelin) sonunda, herkes ne olmuşsa, odur.  İnsan, kendi oluşunu, kendine verilen imkânlarla (= akıl ve irade ile) kendi yapar. (= Egzistansiyalizm) Kimse, ben bunu (bu sonucu)

NİÇİN/NEDEN İNANIYORUZ?!.

Niçin İnanıyoruz?!. • Anamız-babamız b/öyle inandığı için. • İnanç bize bir istikâmet verdiği için. Birinci tür inanç, emeksiz mirastır. İkinci tür inanç, ihtiyaçtır. Miras da bir ihtiyaç, diyenler olabilir ama emeksiz mirasın değeri olmaz = bilinmez. Ben, ikinci tür inanç hakkında iki satır yazacağım. Kanaat de bir inançtır; inanç da bir kanaattir ve bir sürü kanaat ve inanç olur, vardır. Kanaat : zan, fikir, kanı, doxa. Benim inançtan kastım, onun sistemli bir dünya (= hayat) görüşü hâline dönüşmesi ve insan yaşamını şekillendirmesidir. Sistemli dünya görüşü, dünyada bulunuşun ve varoluşun anlamına dairdir. Böyle bir dünya görüşü, dünya, hatta tüm varlık, kuşatılmadan anlaşılamaz, bilinemez. Bunu sadece âlemi istivâ eden (= kuşatan) bilebilir ve bize bildirebilir. Buna ilmin gücü yetmez. Bunu din (= Vahiy) söyler. İnanma, Vahyin (= Allah’ın) söylediğine güvenmedir. Bilme, yalpalar; böyle bir inanmada ise istikrar vardır; bu istikrar da inanana istikrar verir. Bundan başka bir çar

BEN ve SEN

Ben, dört şekilde şekillenir :  1. Kendini büyük gören (= megaloman) ben.  2. Kendini küçük gören (= aşağılayan) ben.  3. İki uç arasında gidip-gelen ben.  4. Sen’deki duruma göre vaziyet alan ben. Buradaki Sen : Benim gibi sen ve Tanrı’ya atıf yapan Sen (= Martin Buber) şeklinde iki çeşittir. Benim gibi sen’ler de bana benzer, benim gibi “istikrarsızdırlar.”!. En iyi ben, ‘Tanrı Olan Sen’e göre ben’imi ayarlayayım!.’ Din (= İslâm) bunu, aşağıdan yukarıya (= sonsuza) hem ben’im gibi ben, hem "Sen’in gibi ben"! olan Hz. Muhammed (a.s.)’da (ve diğer Resullerde/Elçilerde) modellemiştir. Ben, Tanrı ile bağlantısını, bağını koparır ve O’na saygı duymaz, kulluk yapmazsa, ya kendini küçük görür ya da megalomanlaşır. Kendini küçük gören (= aşağılayan) ben’in, işe yarar bir iş (= salih amel) yapması ve kimseye bir faydasının dokunması mümkün değildir.  Kendini büyük gören (megaloman) ben’in de, eninde-sonunda tanrılaşması mukadderdir. Tanrı’ya kul olan ben ise, her geçen gün,

VAROLUŞ SANCISI

Siz buna 'Varlık Sancısı' veya 'Çağın Bunalımı' da diyebilirsiniz.  Bu çağda, böyle bir bunalım yaşanmadan var olunamaz ve nasıl yaşanacağı da bilinemez. Ama çağın insanı, istisnaları hariç, bu bunalımdan bir türlü kurtulamıyor. Modern bilim ve felsefe bu bunalıma çare üretemiyor. Bunalan insanlar, psikiyatristlere gidiyor. Psikiyatri (psikoloji, kişisel gelişim dahil), modern insanı kendi içine hapsediyor, çare yine sende diyor; felsefe ise insanı dışa, bir bilinmeze doğru savuruyor. (= ifrat ve tefrit.) Umut, dinde. Din, insanı bu varoluş (= anlam) bunalımından inşiraha çağırıyor. Gönlün, İslâm’a yönelmesi, inşirahtır. İnşirah, rahatlama, ferahlık, için/gönlün açılması, genişlemesi ve sıkışıklıktan/sıkıntıdan (= ruhsal bunalımdan) kurtulmasıdır. İnşirah için bunalım bir ön şarttır. Çağ, bunalımı yaşıyor ama İslâm’dan (= Tevhîd’den) uzak durunca, bu bunalımdan bi türlü çıkamıyor. Bilim (psikoloji) ve felsefe, dinin yerini tutmuyor. ŞRH fiili Kitâb’ta beş yerde geçer. (

YÜK

İnsan, hayatı (ve ölümü) bir yük olarak görür ve bu yükün ağırlığını taşıyamayacağından korkar, kaçar... Kaçmak istemeyenler de o yükün çook ağır ve taşınmasının çook zor olduğunu  bildiklerinden, o yükü başkaları ile paylaşmak isterler. O yükten kaçış da o yükü sırtlanış da insan için gerçekten zordur. Kaçış, insanlıktan kaçıştır. Kaçanlar, 2023 Nobel Edebiyat Ödülünün sahibi Jon Fosse gibi düşünenler; o yükü sırtlananlar da her devirde Rasuller ve sâlih kullardır.  Oysa kaçış, bir kurtuluş değildir; insan olmaya razı isek, o yük, eninde-sonunda bize yüklenecektir. Yük yüklenmekten kaçanlar, insan (= kul) olmaya razı olmayanlardır. ‘Yükü hayvanlar yüklenir = yük hayvanlara yüklenir.’, demeyin!. Hayvanlara yük yükleyenler bizleriz; hayvanlar o yükün farkında = bilincinde değillerdir. İnsan, bilinçle (= yükün bilincinde olarak) yük yüklenir. Bu yük, maddî bir yük değil, halifeliktir = yöneticiliktir = sorumluluktur. Bu yükü yüklenenler, maddî yükleri, yüklerinin bilincinde olmayan ‘hayv

ÜFÛL

Üfûl : Batma, gözden kaybolma, yok olma, ölme... “... batanları sevmem!. = ... lâ uhibbu-l âfilîn.” (6/76-78) Kelimenin kökü, EFELE = EFL = افل. Âfilîn, batanlar, gözden kaybolanlar, yok olanlar, ölenler... El-İlâh (= Allah), batmaz, gözden kaybolmaz, yok olmaz, ölmez... O, ölümsüzdür = Hayy-ul Qayyûm’dur. ... Kelimelerle başım dertte!. ... “O, kurumayan Kaynak’tır.” “Çoook mükemmel İlâh’tır. = Es-Samed’dir.” (112/2) “El-Kevser’dir.” (108/1) “El-Ber’dir.” (52/28). O’na Birr (= iyilikle) ile ulaşılır. (2/177) Bizi O’na ulaştıran, “len tebûr” (35/29) ticarettir. O’na ulaşan helâk olmaz. Bûr (بور), helâk olma demektir. (25/18. 48/12) Biz, O’na ulaşınca, O’nda yok olmaz, helâk olmayız; hep/her dâim yeniden ve mükemmelen var olur, diriliriz. O’nda yok olursak, “biteriz, batarız!”!. O, bizi bitirmez, batırmaz; bizi Kevser’inden sürekli ve sonsuzca besler ve var kılar.  Bitersek, batarsak, sevemeyiz, sevilemeyiz!. Sevecek ve sevilecek Bir’i yoksa/olmayacaksa, hayat anlamsızlaşır. O, bizi boş,

İDOL

İdol, birini kendimize rol-model veya örnek alma. Gençliğimde benim idolüm = rol modelim rahmetli Ali Şeriatî idi; şimdi Efendimiz. Muhammed-ür Rasûlüllah demek, Muhammed (a.s.)’ı rol-model veya örnek almaktır; O, tüm insanlar için “üsve-i hasene” = en güzel rol-model, örnektir. Kişi, rol-model, örnek aldığı kişilere benzemek, onların yaptığı gibi yapmak, onların yaşadığı gibi bir hayatı yaşamak ister. Zamanla, rol-model, örnek aldığı kişilerde bazı eksiklikler, kusurlar olduğunu fark edince de hayal kırıklığı yaşar. Efendimiz bu konuda aslâ aşılamayan ve aşılayamayacak bir örnektir. Rabbimiz Onu bizim için seçmiş, bize rehber = örnek olarak göndermiştir. Onun hayatını ne kadar iyi (güzel) öğrenir ve taklit edersek, o kadar iyi (güzel) bir insan oluruz. Onu güzel ve iyi yapan, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Rabbim Allah.”, demesi ve Allah’a = Rabbine kayıtsız-şartsız itaat (= kulluk) etmesidir. Efendimiz, Kelime-i Tevhîd’in (= Şehâdet’in) ete-kemiğe bürünmüş = somutlanmış hâlidir; Hz. Muhamme

EVLÂ LEKE FE-EVLÂ!...

Evlâ leke feEvlâ!. = Anlamı : Tam senin yaşantına göre, tam sana yakışan bir sonuç!. Bu ifâde, 75. Kıyamet Sûresi 34 ve 35. âyetlerde te’kidli (= peşpeşe) geçer; bağlam, olumsuzdur. Sûreyi 24. âyetten itibaren okursak, “yüzler vardır ki asıktır. İnsan o gün bel kemiğinin kırılacağını (= başına çoook kötü bir şeyin geleceğini) anlar. Can boğaza geldiğinde. Bir kurtarıcı! yok mu?! diye feryat edildiğinde (= bizi bu durumdan kim kurtaracak dendiğinde?!). İşte insan, o zaman bilir ki ayrılık zamanıdır. Bacağı bacağına dolaşır. İşte o ân sevk, sadece Rabbinedir.” (24-30.) Niye böyledir?!. O, daha önce, ne (hakikati) tasdik etti (doğruladı) ne de salât etti. (namaz kılmadı = o hakikate uygun hareket etmedi = kafasına göre yaşadı.) = “felâ saddake velâ sallâ.” (31) Sûre, Mekke’de inmiştir (iniş sırası 31. sıra); sûre indiğinde bildiğimiz anlamda namaz daha farz kılınmamıştır. (Buradaki sallâ, Allah-u A’lem, düzgün = ahlâklı iş yapma = hakikate/tasdike uygun yaşamadır.) Aksine o, yalanladı ve

VEKİL ve DOST

Vekil, işimizi görmek üzere, o işte bizi temsil etsin diye vekâlet verdiğimiz kişi; dost (= mevlâ), bizi samimiyetle seven ve bize güven veren kişi. Çoğu işimizde birilerini vekil tayin ederiz. Bir derneğe, bir örgüte, bir millete üye oluruz; oralara başkan, milletvekili tayin eder/seçer ve onlar, oralarda bizim haklarımızı korusun isteriz.  Vekil tayin ettiğimiz kişiye güveniriz ve onu dost biliriz ama çoğu zaman tayin ettiğimiz vekiller bizim haklarımızı “tam olarak” korumazlar, koruyamazlar. Biyerlere sendika başkanı, milletvekili olarak seçtiğimiz kişiler bizden çook daha fazla haklara sahiptirler. Sözgelimi bir işçi ortalama 30-40.000 TL maaş alırken; bir sendika başkanı 60-70.000, bir milletvekili 100-150.000 TL maaş alır; vekillerin sosyal hakları da bizden çook daha iyidir. Bizim hakkımızı korusun diye vekâlet verdiğimiz insanlar, önce kendi haklarını korurlar; sonra da göstermelik olarak bizim haklarımızı ‘koruyormuş gibi’! yaparlar ve konuşurlar. Bunları niye yazdım?!. Son as

SÜLEYMAN (a.s.)'IN ATLARI

Sâd, 33’de Süleyman (a.s.), atların bacaklarını ve boyunlarını mesh etmeye/sıvazlamaya başladı (= kesmeye), denir. A. Fikri Yavuz meshi, kesmek olarak anlar ve öyle çevirir. Süleyman (a.s.)’ın at (= mal) sevgisi, Ona Allah’ı unutturan bir sevgidir, O, atlarla “oyalanmaktadır”; (Bu sevgi, beni Rabbime ibadetten = kulluktan alıkoydu. A. F. Yavuz.) Bu yüzden onlarla ilgimi/ilişkimi “kestim”; artık onlarla o kadar ilgilenmeyeceğim, der. Diğer meal sahipleri, onlar (= atlar = mal) bana Rabbimi hatırlattığı için onları/atları bu kadar seviyorum, şeklinde meal verirler. Bu da doğru. 34. âyette, önüne konulan ceset Ona ölümü hatırlatır ve tövbe eder. Neden?!. Malla (= atlarla) çok fazla oyalandığı için. 35. âyette istediği mülk, “maddî mülk/mal” değildir. Nitekim, rüzgârların, zincirlere bağlanmış yapı ustası yabancıların (= şeytanların) emrine verilmesi bunu gösterir. O, başlangıçta (nisbeten) atlara bağlıyken; şimdi kendisine bağlı bir sürü güç (= rüzgârlar, karıncalar ve şeytanlar) var, olm

NANKÖR

Âdiyat 6. âyetteki (= İnsan, Rabbine karşı kesinlikle çook nankördür. = “inne-l insâne liRabbihî le-kenûd”; le-kenûd kelimesine nankör anlamı verilmiş.  Peşindeki âyet (100/7), “kendisi de buna şahittir.”, der. Nankör, Farsça bir kelime; nan, ekmek; kör, kör; (verilen) ekmeğe (= her şeye) karşı kör, demek. İnsanın “kendisi de buna şahit”se bunun bilincinde = bile bile nankörlük ediyor. 2/152. 11/9. 14/34. 17/27. âyetlerdeki küfre (= kefûr, keffâr) de nankörlük anlamı veriliyor. Kenûd ile kefûr, aynı anlama gelmemeli; kenûd, farklı bir ‘nankörlük’ olmalı ama ben bilemedim. Beş (5) büyük yeminden sonra bu âyetin gelmesi, bize çook önemli bişey söylemeli. Gerekçe : insan malı çook şedîd/şiddetli bir şekilde (= “innehû lihubbi-l hayri leşedîd.”) sevdiği için nankör. (Buradaki hayr, mal; hayır yapmak değil. Sad, 32’de de aynı anlam var. Süleyman a.s.’ın at sevgisi Ona Rabbini unutturmuştu!.) İnsan, malı seviyor, malı Veren’i unutuyor; ben kazandım diyor. Kefûr, keffâr (= kâfir), malı Veren’

KORKU

Korkunun kaynağı, sevdiğimiz bişeyi veya birini kaybetmektir. İşimizi, paramızı; eşimizi, sevdiklerimizi kaybetmekten korkarız. Kendimizi kaybetmek (= ölüm) ise en büyük korkumuzdur. Pekiî Allah korkusu, Allah’ı “kaybetmekten”! mi kaynaklanır?!. Hayır. O’nun ilgisini ve sevgisini kaybetmekten kaynaklanır. O’nun ilgisini ve sevgisini kaybetmezsek, O bize tüm sevdiklerimizi ve bizi/kendimizi (= alır, sonra) geri verir; kaybedersek, tüm korkularımız gerçekleşir.

HÂKİMİYET ve EMNİYET

Hayatta hep hâkimiyet peşinde koşarız ama hâkim oldukça korkularımız artar. Neden?!. Hakîm olmayı, sahip olmak olarak gördüğümüz için. Sahip olduklarımızı korumak için, korumalar tutarız ama korumalara da güvenemeyiz... En büyük korkumuz da ölüm korkusudur. Ölüm geldiğinde, elimizde olan her şeyimizi alır, kendimizi bile. Bu dünyada insanın en büyük, en temel derdi, korku ya da emniyetsizlik = hiçbir şeyden emîn olamamadır. Bu dünyada en çok korkanlar da krallardır. ... Bu korkuyu yenmek, ancak ve ancak iman (= emn) ile mümkün. İman, İman Edilen’e güvendir; O (= İman Edilen), iman edeni güvende kılar. Ölüm (bile), O’na güvenle teslim olmadır.  O’na güvenle teslim olanı O, her şeyden ve herkesten emîn kılar. Çünkü, kâinatın tek ve yegâne hâkimi O’dur; diğer tüm hâkimler korkaktır.

ÂİDİYET

Âidiyet duygusu fıtrîdir. Kişi, çocuklukta, anne-babaya (= aileye) bağlıdır, bağımlıdır (= âittir); ergenlikte, bu âidiyete “meydan okunur”! ama işin içinden bi türlü çıkılamaz; ya bir gruba, cemaate, millete (devlete) veya kültüre bağlı kalınır; olgunlukta, bütün bu âidiyetleri âdil bir şekilde düzenleyen bir Rab bulunur, ya da anarşizme (= şirke) savurulur.

DERİN PSİKANALİZ

Psikanalizin kurucusu, Sigmund Freud; merkezinde “Baba ihaneti = Oidipus kompleksi” var.  Hıristiyanlıkta Baba, Tanrı; oğul ise İsâ; aralarındaki ilişkiyi de Ruh-ul Kuds kurar. Hıristiyanlıkta oğul, Baba’ya ihanet etmez ama Freud, bu ihaneti nereden bulup-çıkarmıştır?!. Bence, babasız büyümesinin bunda büyük payı vardır. Freud, psikanalizi “doğurmuş” ve onu oğlu (olarak gördüğü) Jung’a emanet etmek istemiştir, ama Jung, ona ihanet etmiş, Freud’un psikanalizini tamamen olmasa da kısmen değiştirmiştir. ... Hayata psikanalizm perspektifinden bakarsak, hepimiz bişekilde Bir’ilerine ihanet ettik; şimdi o ihanetimizin bedelini ödüyoruz. Ya sürüneceğiz ya da özür dileyeceğiz.

ISTIRÂB = IZDIRÂB

Kişinin çektiği maddî-manevî acı, üzüntü, keder, dert.  Maddî ızdıraplar geçici; manevî ızdırap ise kalıcıdır. Manevî ızdırabı, ontolojik = varoluşsal anlamı (= hayatın anlamını) bulamayanlar çekerler; onlar, kendilerini bu dünyaya fırlatılmış, sahipsiz ve çaresiz bireyler olarak görürler. Manevî açıdan “öyle ya da böyle bir anlamı ucundan yakalamak” için, elimizdeki TEK İMKÂN dindir. Çünkü, din dışındaki hiçbir bilgi = bilginin imkânı VARLIĞI bütünüyle kuşatamaz. Doğru dinin Sahibi olan İLÂH, tüm VARLIĞI yaratmış ve tüm ARŞI kuşatmıştır. O İLÂH’ın bildirmesi olmasa, tüm keskin zekâlar ve parlak filozoflar bir araya gelseler, kendilerini ve başka kişileri bu manevî ızdıraptan kurtaramazlar; Tanrı’yı öldüren Nietzsche, bunun en görünür ve en bilinen örneğidir. Nietzsche, Tanrı’yı öldürdü = Tanrı için yaşamayı reddetti ama bir at için veya çook acınacak bir şekilde öldü. Gerçek Tanrı inkâr edilirse, kişinin tanrısı at (ot) olur, ata (ota) dönüşür. Nietzsche, üstün insan = ubermensch peşi

KENDİMİZE BAKMAK

Başkalarına bakarız; kimine imrenir (= aşağıdan bakarız), kimini hor, küçük görürüz (= yukarıdan bakarız) da neredeyse kendimize hiç bakmayız.  Kendine bakmayı, ekonomik açıdan, iyi beslenme, iyi barınma-bürünme olarak değil; psikolojik açıdan, kendini tanıma-anlama anlamında kullanıyorum. Bedenimizden başlayalım. Üç gün banyo yapmazsak, kokuyoruz. Yediğimiz-içtiğimiz şeylerin posalarını çıkarıyoruz. Hastalanıyoruz. Kaygılanıyoruz. Korkuyoruz. Kaygı ve korku, büyük oranda geleceğimizle ilgili. Ölüyoruz. Tüm yapıp-etmelerimiz, ölümle ya anlamsızlaşıyor ya da değer kazanıyor; ölümle, burada kazandığımız (= sahip olduğumuz) çoğu şeyi terk ediyoruz. Ölümden sonra bir yaşam varsa!, çoğu şeyi de bambaşka bir şekilde fark ediyoruz (= edeceğiz). Bunu, ölmeden önce fark edenler, burada yaptıkları çoğu şeyi terk ediyorlar ve ötede işlerine yarayacak işleri yapıyorlar. “Ölüme Yakın Deneyim” yaşayanlarda (= öldü sanılıp sonra dirilenlerde/geri gelenlerde) bu durum daha net görülebiliyor. Onlar, o

ZİKİR = HATIRLAMA

Zikir = Hatırlama : 1. Zikir (= hatırlama), zaman zaman unutulan, ara ara (= ara sıra) akla gelen (= hatırlanan) şey/ler içindir. 2. Hiç akıldan çıkmayan (= unutulmayan) şey için, zikir = hatırlama söz konusu değildir.  3. Bazı şeyler de bir kere yaşanır; bir daha hiç hatırlanmaz. ... Allah’ı zikir = hatırlama, biz unutkan kullar için çoook büyük oranda birinci kategoriye dahildir. İkinci kategori çoook az kişiye nasip olur. Üçüncü kategoride (de) zannımca çoook az kişi vardır. Dünyanın hayhuyu veya içine daldığımız yaşam meşgaleleri bize Rabbimizi unutturur. Günde beş vakit kılınan namaz (müezzin, ezan), bizi bu unutkanlıktan çekip-alır, almalıdır, en azından günde beş kere bize Allah’ı hatırlatmalıdır. Dâimî namaz (70/23) ise, her dâim O’nu hatırlama ve her işi O’nun Rızası için yapmadır. ... Avamın anladığı zikir, tesbih çekme; havassın anladığı zikir, birinci hâlden ikinci hâle geçmedir. Tesbihle eğer sadece “kuru bir isim” tekrarı yapılıyor, bu eylem/iş, kalbe = bilince işle

KİME GÜVENEBİLİRİZ?!.

Bebekken annemize, biraz büyüyünce babamıza, sonra da soyumuza-sopumuza, milletimize, devletimize ve ümmetimize güveniyoruz. Başımıza öyle hâller geliyor ki, ne anamızın-babamızın ve soyumuzun-sopumuzun, ne de milletimizin ve devletimizin elinden bişey gelmiyor. Gazze’de olduğu gibi sadece Rabbimize güvenmek mecburiyetinde kalıyoruz. Dışarıdan bakınca, Rabbimizin de bize “bişey yapmadığını” (yapamadığını!) görüyoruz!; ya çook acele ediyoruz ya da şaşı görüyoruz = körüz. Var mı, güveneceğimiz başka biri?!. Güvenme, inanmadır. Rabbimiz bizi “yarı yolda” komaz; yeter ki acele etmeyelim, sabredelim; ölümü de bir felâket (bir yok oluş) olarak görmeyelim.

ÖLÜMÜ GÖRMEK!...

Çoğu kadın ve çocuk, 20.000’in üzerinde insanın şerefli/şerefle ölümü bile, bizi “uykumuzdan” uyandıramadı, yine sıradan/olağan hayatlarımıza döndük. Onların bu şerefli ölümleri bile, bizi bu yaşadığımız berbat hayattan kurtaramadı. Sanıyoruz ki bizim yaşadığımız bu hayat, şerefli bir hayat!. Yaşadığımız bu hayatın ne menem bi hayat olduğunu biz de ölümü görünce anlayacağız. Böyle bir hayat yaşamaya devam ettiğimiz sürece, vallahi de billahi de şerefli bir ölümle ölemeyeceğiz. ... “Aslında bütün mesele (= bütün hayat), şerefli bir ölüm içindir.” Necmeddin ERBAKAN “Nasıl yaşarsak, öyle ölürüz. Nasıl ölürsek, öyle dirilir/haşr oluruz.” Hadis-i Şerif.  Şerefle ölmek, herkese nasip olmaz; şerefle ölmek, şerefli bir hayat yaşayanlara hastır; şerefiyle ölenleri, şerefsizler öldürürler; safını belli edemeyenler de olup-bitenleri seyrederler. *** Aylardır binlerce masum ve mazlum kadın ve çocuk ölüyor, öldürülüyor. Rab, “mazlumların yanında durun, onlara yardım edin!.” diye emrediyor. Ve bunu

İÇİMİZDEKİ BOŞLUK

İçimizdeki boşluk, hiç dolmayacak; içimizde hep = her zaman bir boşluk olacak = kalacak ama bu boşluk, kimilerinde azalacak, kimilerinde de artacak. Biz, Samed değiliz; eksik varlıklarız, öyle de kalacağız ama hep = her zaman Es-Samed Olan’a muhtaç olacağız.

SON KİTÂB: KUR'ÂN

Bugün, biri WhatsApp’ıma, ömrünü tefsire vermiş Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün ‘Dinci Dedikodu Kültürü’ adını taşıyan videosunu gönderdi; videoyu dikkatle dinledim, sonra da zihnime böyle bir yazı (yazmak) düştü.  Bence, videonun anahtar kavramı “dinci zibidilik”. Öztürk, “yaratıcı” biri, bu yüzden de sözleri tepki çekiyor. Sizler de bu yazıyı bir “tepki” olarak görebilir, okuyabilirsiniz. Öztürk, “büyük sorularla, sorunlarla” uğraşıyor ama bitürlü işin içinden çıkamıyor.  Neden?!. Çünkü, Kur'ân’ı tarihe hapsediyor; Kur'ân, ‘geleceğe dair pek bi şey söylemiyor’ diyor ve yanılıyor.  Tamam, Kur'ân tarihin belli bir döneminde inmiş bir Kitâb, ama “son sözünü söylememiş” bir Kitâb. Onun Sözünün ucu açık, geleceğe dair yönlendirmeleri = çook açık işaretleri de var. Bunlar görülmezse, Ona da bir “tarih kitabı” muamelesi (= tarihsellik) yapılır, yapılıyor. Kur'ân, geçmiş tarihe dair gerçek bilgiler (= bildirimler) de verir, indiği tarihin gerçeklerine de değinir, gelecekte olacak

TOHUM ve TOPRAK

Tohum da toprak da kirlendi; temiz tohum ve temiz toprak bulmak güçlendi. Herkes bi ekim (kültür) yapıyor ama elindeki tohum ve toprak temiz mi, buna hiç dikkat etmiyor. Âdem babamızın toprağı ve tohumu temizdi; o toprağı ve tohumu bizler kirlettik. Elçiler, kirli toprağı ve tohumu temizlemek için gönderildiler.  En son, Hz. Hüseyin, o toprağı Kerbelâ’da kanı ile temizledi. Kendimizi temizlemeden, bizim kanımız bu toprağı temizleyemez. Bizi temizleyecek olan da “kutsal dert ve kutsal rahmettir.”!. Bu rahmet, su da olabilir ateş (= güneş) de; ben, ateşten/yanmadan yanayım. Yanmadan temizlik olmuyor, olmayacak, öyle görünüyor; (temiz) su da (yeryüzüne inince) kirleniyor.

HAKLI OLMAK & GÜÇLÜ OLMAK

Haklı olmak, her zaman güçlü olmak; güçlü olmak da her zaman haklı olmak anlamına gelmez/gelmiyor. Filistin haklı, ama güçlü olmadığı için daha çok haksızlığa (= zulme) uğruyor. Haklılık, güçsüzlükle birleşince, öfke doğuruyor; bu öfke de haklıyı haksız duruma düşürüyor.  Filistin meselesinin 60-70 yıllık tarihine baktığımızda %99 Filistin haklı; ama meseleyi 7 Ekim 2023’le başlatırsak, İsrail haklı!. 7 Ekim 2023, Filistin’in, pardon Kassam Tugaylarının 70 yıllık öfkesi. Bu öfke, “güçlü İsrail’i” haklı duruma düşürdü ve Filistin halkına üç aydır sürekli öfke kusmasına yol açtı. “Öfkeye öfke. Kana kan. Dişe diş...” Haklı, güçsüzse sabreder. Sabır, öfkeyi yenmek ve Allah’tan güç elde etmek için gayret etmektir. Haklı, akıllı olmak, akıllı hareket etmek zorundadır; haklının, haksız güçlüye fırsat vermesi kendi aleyhinedir. Haklı, güçlü olana kadar sabreder, sabretmelidir. Bu sabır, aslâ bir sinme değil, bilenmedir. Haklı, ancak güç elde edince = güçlenince, haksızın karşısında durabilir v

SOYUT & SOMUT

Somut : Gözle görülen, elle tutulan, maddî. Soyut : Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, zihnî, manevî.  İkisi arasındaki ilişki üç şekilde olur. 1. Soyutu somutlamak. 2. Somutu soyutlamak. 3. İkisi arasındaki ilişkiyi/bağı koparmak. Sevgi soyuttur; onu somutlamak, sevdiğimiz biri üzerinden mümkün olur. Sevdiğimiz biri somuttur; soyut sevgiye onun üzerinden ulaşırız. İkisi arasındaki bağı kesmek ise, sevgiyi de sevdiğimizi de bilmemektir. Konuyu dine de taşıyabiliriz. Yaşanmayan din soyuttur (= kuru bilgidir); din, dini yaşayanlar = dindarlar (= dînî hayat) üzerinden somutlanır. (= hayat olur.). Tanrı’nın soyutluğu da böyledir. SOYUT Tanrı, O’na inananlar üzerinden somutlanır!. Her inanan, kendi Tanrı’sını (= O’nu) kendi hayatında somutlar!. Tanrı’sız hayat, bayat; çünkü donuk, ölü. Somutu soyutlamak, kemâldir.  Soyutu somutlamak, izmihlaldir. Din, soyuttan (bizim somut düzeyimize = hayatımıza) somuta iner. = soyutu somutlar, buna da inzal (= inme), der. Bu inzal (= iniş), bizi yuk