Kayıtlar

İNŞİRAH

İnşirah, şerh’in (شرح/şeraha'nın) infiâl babından; gözün-gönlün açılması, ferahlaması ve rahatlaması demek. Merhum Ali Şeriatî’nin tâbiri ile insanı tabiat, tarih, toplum ve benlik sıkar, boğar; bunlar insana zindan olurlar; insanı bu zindanlardan ancak iman kurtarır. İman, en özgür, tek özgür seçimdir. İmanda zor ve baskı olmaz. Allah bile! insanı inanmaya zorlamaz. O, istese herkese imanı zorla kabul ettirirdi. Kişi, imanla ferahlar, inşiraha erer, rahatlar. Dış (toplumsal, siyasal vb.) baskılarla, zorlama ile iman olmaz; olursa, bu baskılar ve zorlar sona erdiğinde iman da sona erer. Özgür iman, insana sorumluluk yükler; böyle bir imanı bulan, sadece Rabbine karşı sorumlu olur. Bu sorumluluk, diğer sorumlulukları (kişisel, ailevî, toplumsal, siyasal vb.) dışlamaz; aksine, onları “sınırlar”, onlara hak ettikleri değeri verir/verdirir; kişiyi onların altında ezmez/ezdirmez. Bu hâl, böyle bir imana eren kişiyi, kendi nefsanî/şehevî arzularından, toplumsal ve siyasal baskılardan (ma

BEN

Her ne kadar bizim kültürümüzde ben demek, iyi bişey değilse (şeytan işi ise) de insanın arayışı gerçekte bir ben (= kendi) olma arayışıdır. Ben olma, her türlü dış baskıdan, ben’i sınırlayıcı olan her şeyden âzad/özgür olmadır. Ben olma, kendi sınırlılığını da bilmedir. Öyle ise, gerçek ben nedir?!. Sınırlı beni (= benliği), Sınırsız Ben’e teslim etme, O’na güvenme (= inanma) ve “gerçek benliğe erme ve bulma”!. Şeytanî ben/lik ile insanî ben/lik arasındaki fark : Şeytanî ben/lik, inadına ben diyen, kendi benliğinden başkasını ben görmeyen benliktir. İnsanî benlik, kendi benliği ile yetinmeyen, kendi benliğini sınırlı ve âciz gören ben/lik/dir. Şeytanî ben/lik, Rabbini dinlemeyen, O’na teslim olup güvenmeyen bendir. İnsanî benlik, Rabbinde Mükemmel Ben/lik gören ve “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ” diyen bendir.

DİNDARLIKTA UYUM ve UFUK

Din, hayatı (= içeriyi ve dışarıyı) düzenler. Her dinin bir iç yapısı (özü), bir de dış yapısı (şekli) vardır. İç yapı (= öz), muharrik gücü; dış yapı, kurumları belirler. Kurumlar (dış yapı), dinlerde benzeşebilir. Dinleri birbirinden ayıran, iç dinamikleri, iç yapılarıdır; buradan bakınca (hak-bâtıl) bir sürü dinden söz edilebiliriz.  İlâhî dinin (= İslâm’ın) iç yapısı ile dış yapısı uyumludur. Onun iç yapısında Tevhîd (= Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed’ür Rasûlüllah) vardır; dış yapısı da buna = bu Tevhîd’e göre şekillenir. Hz. Muhammed (a.s.) M/610 ilâ 632 yılları arasında bu dinin iç-dış uyumunu, içinde bulunduğu şartlara ve imkânlara göre “tam uyumlu”! hâle getirmiştir. Bizler bugün bu iç yapıyı dış yapıya; dış yapıyı iç yapıya uyumlu kılmakta zorlanıyor, uyumlu hâle getiremiyor, sürekli savruluyoruz. Dış (kurumsal, şeklî) yapı, bireysel bazda sakal-sarık, çarşafı, vb.; toplumsal bazda aile kurumunu, insan ilişkilerini; ekonomik ve siyasî kurumları (banka, parti, dernek, vakıf vb.)

KÖTÜLÜK PROBLEMİ

Kötülük Problemi = Teodise. Allah’a şer = kötülük izafe edilebilir mi? Âmentü’deki “hayriHî ve şerriHî minellahi Teâlâ” = Hayır ve şer Allah’ü Teâlâ’dandır, ne kadar aklî ve ahlâkî? Felak Sûresi 2. âyet, “min şerri mâ halaq” = yarattığı şeylerin şerrinden, der. Bu minvalde, bir çok âyet vardır.  Kötülük neden, nereden kaynaklanır? Allah, kötülük yaratmaz, çünkü O “kötü” değildir. O, insanı (iradeli varlıkları) yaratırken, onları imtihanın gereği olarak iyilik ve kötülük işleme/yapma potansiyeli ile yaratmış; onların iyilik yapmasını, kötülükten uzak durmasını istemiştir. Kötülük, insanın bir faaliyetidir. Kötülük yapmayı insan ister; Allah, insanın kötülük yapmasını istemez. Kötülüğü insan ister ama Allah yaratır sözü de irdelenmeye muhtaç. Allah insana kısmî yaratma gücü de vermiştir. Kötülüğün şartlarını insan oluşturunca, o kötülük sünnetullah gereği oluşur. Allah, hiç kimsenin kötülük yapmasını istemez, kötülük yapandan da razı olmaz. “... ve lâ yeardâ li ibâdihil küfr; ve in teşkü

DİNDEN BAHSETMEK

Bahis, üzerinde konuşulan konu. Bir konunun konuşulması için : 1) Konu. 2) Bahseden = Konuşan. 3) Muhatap = Konuşulan kişi olmalı, bulunmalı. Konu, kapsamlı ve önemliyse ve de hakikat değeri taşıyorsa; konuşanın : işinin ehli olması, o konuyu anlatabilmek için uygun bir birikime, konuyu anlaşılır kılacak bir dile sahip olması, muhataplarının düşünsel bekraundunu = arka planını bilmesi = onların fikir ve ideoloji dünyalarını, ilgi durumlarına göre konuşması, vs... gerekir. Dinleyenlerin de : 1) Konuyla ilgili olması = konuya aç olması ve 2) Konuşana güven duyması gerekir. Konu dinse, konuşanın dini = dinî hakikatleri kendine dert edinmesi; dinleyenlerin de bu dinî hakikatleri umut olarak görmesi ve onlara açlık hissetmesi şarttır. Hem konuşan hem de dinleyenler açısından ortam, medya (araç), “özgür ve objektif/tarafsız zihin” gibi faktörlerde önemli ölçüde etkilidir. “Ya eyyühellezîne eâmenû!, ve lâ yekûnû kellezîne kâlû semi’nâ, vehüm lâ yesmeûn...” Ey İman edenler!, işittik deyip de i

TEŞBİH ve TENZİH

İki kavram da kelâmî. Kelâm, İslâm dünyasında H/4-5/M/11-12. yy.larda oluşmuş bir disiplin. Daha önce Yahudi kelâmı/teolojisi/ilahiyatı var; oradan Yunan mitolojisi ve felsefesi, sonra Hristiyan teolojisi/kelâmı/ilahiyatı doğmuş, oluşmuş; fetihler ve tercüme hareketleriyle Müslümanlar bu teolojilerle/kelâmlarla/ilâhiyatlarla tanışmışlar... Teşbih ve tenzih kelâmî olduğu kadar, aynı zamanda da imanî kavramlar. Kelâm zaten, o dönemde “imanı korumak için” oluşmuş/oluşturulmuş ilmî/aklî bir disiplin. “Korunan iman”, çok fazla gelişmez!. İman, mücadele ile, sınav ile gelişir ve olgunlaşır. İman, sabit, statik, standart bir kalıba sığabilen bişey değildir, hep kemâl/tekâmül, olgunluk arayan bişeydir.  Teşbih ve tenzih, insanın Allah tasavvurunun göstergeleridir; insan-Allah ilişkisinin düzeyini belirlerler. Teşbih, somut düşünen (algılayan) zihinler için; tenzih, soyut düşünen (algılayan) zihinler içindir. Teşbih, Allah’ı bişeye, (sözgelimi bir insana/antropomorfik) benzeterek, duyulur âlemi

İNANÇ ve İMAN

İnanç, inanılanların teorik bilgisi; iman, bu bilginin içselleştirilmesi ve hayata dönüşmesidir. İnançlıyız ama imanlı mıyız?!. Neye inanacağımızı biliyoruz ama bunların hayatımızda bir karşılığı = bir etkisi var mı?!. İnanç, bilme; iman, güvenmedir.  İnandığımız Allah’a güveniyor mu, O’na kayıtsız-şartsız teslim oluyor muyuz?!. (= İslâm). İslâm, bizde kuralları olan bir dinin = sistemin, düzenin adı; Onun hayat tecrübemizdeki yeri “neredeyse yok gibi”!. = Hayatımızı İslâm’ın kurallarına göre düzenlemiyoruz. İnanç, “donuktur”; iman, dinamiktir. İnanç, teoriktir; iman, pratikdir. İnananlar iman etmeli!.

YÂ-SÎN, VEL KUR'ÂN-İL HAKÎM

Allah’ın Kitâb’ının/Hitâb’ının Kerîm (= Kur'ân-ı Kerîm), Azîm (= Kur'ân-ı Azîm), Azîz (= Kur'ân-ı Azîz) gibi Hakîm (= Kur'ân-ı Hakîm) sıfatı da var. İsim olarak da bir rivayete göre 50 küsür ismi var : Kitâb, Beyân, Beyyine, Furkan, Kelâmullah, Hablullah, ... bunlardan bir kaçı. Ben, bu kısa notta Kur'ân’ın Hâkim sıfatı üzerinde duracağım. Kur'ân’ı biz okuyunca, Kur'ân bize okununca (Söz, ses-nağme ve anlam olarak), üzerimizde bir hâkimiyet = tesir = etki oluşturuyorsa, O Ses bizi kendine (içine = anlamına) çekiyorsa, O Kur'ân Hakîmdir. Sadece Kur'ân’ın ses ve nağmesi ile yetiniyorsak, Ondan sadece duygusal (= geçici) olarak etkileniyoruz, sürekli etkilenmiyoruz, Kur'ân bize sürekli cazip gelmiyor, Kur'ân’ın üzerimizde kalıcı bir etkisi olmuyor demektir. Halbuki Kur'ân’ın kelime anlamı,  “cazibesinden dolayı” sürekli okunan Kitâb demektir.  Kur'ân bizde sürekli bir tesir = etki oluşmuyorsa, bizim Ona Hakîm dememiz, hatta Ona “olağanüs

İNSANIN İKİ HÂLİ : KULLUK ve ÖZGÜRLÜK

Kulluk, bize (= doğuya) özgü; özgürlük, batıya (= batılılara) özgü bir terim/kavram. Bizden (= doğudan) bakınca, özgürlük, serkeşlik, dik kafalılık, başına buyrukluk; batıdan (= batılılardan) bakınca, kulluk da kölelik.  Aslında, kulluk, özgürlük; özgürlük de kulluktur. Nasıl? Özgür, kendi ve kendi gibi eksik ve mükemmel olmayan birine boyun eğerse = kendinin ve kendi gibi birinin emirlerini dinlerse, ideolojilerini benimserse, kendine de başkalarına da zulmetmiş olur; kulda da aynı şey, aynı durum geçerlidir.  Özgürlük de kulluk da zâlim ve gaddar olmayan, Mükemmel ve Merhametli olan Bir’ine karşı olursa (= gösterilirse, yapılırsa), kulluk, özgürlük; özgürlük de kulluk olur. Mükemmel Bir’i bulunamazsa, kulluk kölelik; özgürlük de serkeşlik ve keyfilik olur; her iki hâl de zulüm üretir.

DOĞRU DÜŞÜNCENİN SEYRİ, SERÜVENİ

Düşüncenin doğrusu varsa, yanlışı da (eğrisi de) vardır. Yanlış düşünce, doğru hedefe ulaşamayan, deli danalar gibi bir oraya bir buraya savrulan, hiçbir yerde tatmin, huzur bulamayan düşüncedir. Düşünceye bilgi de diyebiliriz.  Düşünce (= bilgi), düşünen (= bilen) ile düşünülenin (= bilinenin) ilişkisidir; bu ilişkiyi akıl kurar; akıl, bağ/bağlantı kuran demektir. Akıl, düşünmek (= bilmek) için, bilinenlere (= düşünülenlere) yönelir ve şu soruları sorar. 1) Düşünen (= bilen ben) ve düşünülenler (= bilinenler = kişiler ve şeyler) var mıdır?. Bu, aynı zamanda bilinenlerden bilinmeyenlere doğru yapılan bir yolculuktur. 2) Düşünen = bilen beni, başka benlerden ve şeyleri başka şeylerden ayıran şey/ler nelerdir?. 3) “Şeyler” (= kişiler ve eşyalar), kendi başlarına mı vardır, yoksa Bir’i mi var etmektedir? Ben, kendimi var etmediğime göre, şeyler de (= kişiler ve eşyalar da) kendi başlarına var olmamışlardır. 4) “Şeylerde” (= kişiler ve eşyalarda) mükemmeliyet yoksa, şeyler (= kişiler ve eş

DÜNYA ve ÂHİRET

Dünyanın olduğu gibi görülmesi, kim olduğumuza, dünyada niye bulunduğumuza bağlıdır. Herkes, dünyayı kendisinin “olduğu şekilde = kendi neyse o şekilde” görür.  Burayı (dünyayı) “cennet/asıl yurt ve çook önemli bir imkân olarak” görenle; burada “yabancılık hisseden” ona aynı bakmaz. Onu cennet görenler, ondan olabildiğince faydalanmak, haz almak isterler. Yabancılık hissedenler de ona “mesafeli” yaklaşırlar ve derin bir “sıla/vatan özlemi” çekerler. Birinciler, unutkanlar (= geldikleri yeri unutmuş olanlar); ikinciler, hatırlayanlardır. (Bu kavramların dindeki karşılığı nisyan = unutma ve zikir/tezekkür = hatırlamadır.) Unutanlar için âhiret, cennet olamaz, çünkü onlar burayı cennet bilmişlerdir. Bu işin aslı, taâ “isimlerin öğretilmesine” kadar gider. Öğrendiklerini unutanlar, dünyaya dalıp-gidenler; hatırlayanlar, âhiret için çalışanlar; çok azı da hatırlamak için çaba sarf edenlerdir.

ELMANIN TADI

Elmanın, armudun, muzun, karpuzun... tadı.  Elmayı bilmekle tatmak aynı şey değil. Tat, damaktan, dilden beyne ulaşan sinirlerle oluşur; elma bilgisi ise, gözle, sözle... Beyin ile zihin aynı şey değil; beyin, et; zihin, bilinmiyor. Tat, beyinde = ette (dilde, damakta) oluşur ama tat hissi zihinsel/ruhsaldır; beyin, beden; zihin, ruhtur; tadı zihin hisseder. Hisler de (= duygular da) zihinseldir, duyular da. Görme, duyma, koklama, tatma, dokunma (hissetme); gözle, kulakla, burunla, dille ve elle olur ama beyin işlevsel/aktif olmazsa, hiçbir duyu ve duyum gerçekleşmez; beyni aktivite eden ruhtur; ölü = ruhsuz adam bişey hissedemez, tadamaz.  “Onların gözleri var, görmezler; kulakları var, duymazlar; kalpleri var, anlamazlar; onlar hayvanlar gibidir; belki de daha aşağı (= edall).” (7/179.) Herkes, her şeyden aynı tadı almaz.  Herkes, her dokunduğunda/n aynı hissi duymaz. Anneye dokunma ile sevgiliye dokunma aynı değildir. Herkes, okuduğu metni (= kitabı) aynı şekilde anlamaz. Herkes, bi

RECEB

Receb, üç ayların ilki. Receb, Şaban, Ramazan. Receb, aynı zamanda haram ayların da ilki. Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem. Receb, saygı duymak, korkmak, hürmet göstermek demek. Neye, kime? Ayın kendisine değil elbet. Cahiliye Arapları (Arab-ı Baûde = Ad ve Semud kavmi ve Mudar kolundan olan Kureyş, bu aya özel önem verir, savaşmayı = kan dökmeyi bırakır, dünyevî hırslarına son verir, putlarına ibâdet ederlerdi. Efendimiz bunu ta’dil etti. Efendimiz, bazı cahiliye uygulamalarını iptal, bazılarını ibkâ, bazıları ta’dil bazılarını da ihyâ etmiştir; bu (Receb = Haram aylar uygulaması), ta’dil = değiştirme şeklinde sürdürülen uygulamalardandır. Kitâb da bu uygulamanın sürdürülmesini, diğer aylara da örnek ve bir başlangıç olsun diye bu aylarda her türlü zulmün durdurulmasını ister. Savaşmamaya = kan dökmemeye, talan-soygun yapmamaya, günahtan uzak durmamaya Receb ile başla, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’de de devam et, alış...  Receb ile başla, Şaban ile devam et, Ramazan’a ulaş!. Rama

KİTÂB & SÜNNET

Kitâb ve Sünnet, dinin iki asıl/temel kaynağı. Din, inzâl olduğunda bu iki kaynak birbirinden ayrı değildi, sonradan ayrıldılar. Kitâb da Sünnet (= Hadis) de sonradan kayda geçildi. Kitâb, dinin teorisi = yazılı anayasası; Sünnet de uygulamasıdır ama ilk 23 yılda (Efendimiz sağken, 610-632) ikisi birbirinden aslâ ayrılmadı; Emirler ve yasaklar (âyetler) indiğinde hiç beklenilmeden hemen hayata geçirildi. Efendimiz : Bu âyetlerin (emirler ve yasakların) şimdi zamanı değil, yazın, biyere not edin, zamanı gelince “bakarız = uygularız” demedi!. Bugün biz, Kitâb’ı Sünnet’ten ayırıyoruz. Sünnet, o gün yaşanan Kur'ân’dı/ Kitâb’dı. Bugün biz, Kitâb’a ve Efendimizin Sünnet’ine/hayatına uygun kendi "sünnetimizi"! (= hayatımızı/yaşantımızı) oluşturmak zorundayız. Ayrım ne zaman ve nasıl oldu?!. Büyük oranda Yunan felsefe eserleri tercüme edilince. Çünkü orada teori (teorya/teoria) ile pratik (uygulama, amel) ayrı telakkî ediliyordu. Bu anlayış (paradigma) benimsenince, zamanla dinde

TOKAT

Bugün, on beş günde, en geç ayda bir telefonla saatlerce konuştuğum bir dostumdan okkalı bir tokat yedim. O tokadı yediğim ân afallamadım ama yaptığımız konuşmayı sonradan değerlendirdiğimde, yediğim tokadın şiddetini anladım. Konuşma, bilgi, irade ve amel eksenindeydi. Dostum benim cigara içtiğimi biliyor; bana : ‘sen cigaranın kötü bişey olduğunu bilseydin,  onu içmezdin.’ dedi. Ben, kendimi çoğu şeyi “bilmiş”! sanıyordum; üstelik bir de bilmekisteyenlericin.blogspot.com adında bir blog da oluşturmuş, orada da binin üzerinde yazı yazmıştım!. ... Cigaranın kötü bişey olduğunu bilseydim, içmezdim; demek ki bilmiyormuşum, içiyorum. Yaşadığım bu hayatın geçici olduğunu bilseydim, böyle yaşamazdım. Âhiretin ebedî olduğunu bilseydim, çook daha dikkat ederek yaşardım. Kitâb’ın doğru söylediğini bilseydim, ona göre yaşardım.  Namazın (= salâtın) “iyi bişey”! olduğunu bilseydim, ona daha fazla özen gösterirdim. Zekâtın beni temizlediğini bilseydim, biraz daha fazla temizlenirdim.  Bilginin ey

KAZÂ-KADER & İLİM-İRADE

Kader, her varlığın varoluş ölçüsü, her bir varlık için takdir edilen değer, iş ve görev. Kazâ, bu görevin ve işin vukû’ bulması, gerçekleşmesidir. Suyun, susuzluğu giderme ve boğma; ateşin ısıtma, pişirme ve yakma; toprağın ürün (ekin-ekmek, sebze-meyve) verme özelliğinin olması, her varlığın bir şey için yaratılması takdirdir; şeylerin yaratılış amacına göre iş ve görev yapmaları kazâdır. İnsanın, her varlığın neden ve niçin yaratıldığını bilmesi ve dünyada bulunan her varlık üzerinde hâkim (= halife) olması, ilim; bunları iyi (= yaratılış amacına uygun, dengeli ve ölçülü) veya kötü (yaratılış amacına aykırı, dengesiz ve ölçüsüz) kullanması da iradedir. Yaratılırken insana takdir edilen kader (görev) de budur; insanın kendi seçimleri de kazâyı (insanın başına gelen işleri) oluşturur. İlim, iradeye yardım eder ama her âlim, özellikle ilmini (de) yaratılış amacına uygun, dengeli ve ölçülü kullanmayanlar (= ilmi satarak para kazanmak, ilminden dünyalık kazanç elde etmek için kullananlar

NÖRO-TEOLOJİ

Nöro-Teoloji, nöroloji (sinirbilim) ile teolojinin (Tanrıbilimin) ilişkisini ifâde eden bir kavram/terimdir. Nöroloji, beyin ve sinir sistemini; teoloji, Tanrı ve Tanrı-insan ilişkilerini konu alır. Nöro-Teoloji ise Tanrı’nın “içerdeki” (= beyindeki) “varlığını”! konu alır. İlâhî İrade ile insanın iradesinin beyindeki hâlini/durumunu anlamak, izah etmek için gayret eder. Bu bilim (nöroloji), materyalizmin bahçesinde yetişmiş; sonra da kuantumun etkisiyle kendine başka “zemin”! arayışına girmiş bir bilimdir. Ağırlıklı olarak beynin ve bedenin diğer bölgelerindeki (ikinci beyin olarak algılanan bağırsaklardaki = mikrobiyotadaki) nöronların (sinir hücrelerinin) sinaptik yapısı, bunun insan özgürlüğüne, dolayısıyla da sorumluluğuna katkısı/etkisi, Nöro-Teoloji’nin ilgi alanına giriyor, bu konu son 50 yılın en popüler konusudur.  Bu konuda ilk deney 1983’de Benjamin Libet tarafından yapılmış; daha sonra bu deney geliştirilmiştir. Deneyin ana-fikri, insanın bir eylemi yapması (= o eyleme kar

KUDRET

Kudret, insanın bir işi/eylemi/fiili yapabilme kapasitesi, gücüdür. Bu güç/kudret, fiilden önce midir, fiil ânında mı oluşur; sürekli = devamlı mıdır, geçici midir?!. İslâm kelâmında bu mesele, üç ekole bölünmüştür. Eş’ari Ekol/Okul. Mu’tezilî Ekol/Okul ve Mâtürudî Ekol/Okul. Eş’ari Ekol/Okul, insanda herhangi bir kudret yoktur; insandaki kudret Allah tarafından o ân yaratılmaktadır = "külle yevmin Hüve fî şe’n." (55/29), insanın fiillerini o ân Allah yaratır, derken; Mu’tezilî Ekol/Okul, insan fiillerini kendindeki kudretle kendi yaratır, der; Mâtürudî Ekol/Okul ise, insanda da bir kudret vardır ama insandaki kudret ârizîdir, geçicidir, esas/asıl kudret Allah’a aittir, der.  Ben, bu konuda Mâtürudî Ekole/Okula yakınım. İnsan, üç gün yemek yemesin, onda bikudret kalır mı?!. Meseleye sadece kelâmî açıdan bakarsak = insanı içinde bulunduğu fizikî ve sosyal çevresi ile birlikte bir bütün olarak değerlendirmezsek, işin içinden çıkamaz, böyle fırkalara bölünürüz.  Bu konu, İslâm k

MEFHUM & MEVHUM

Mefhum, fehm’den; mevhum, vehm’den. Fehm, anlama, anlayış; vehm, sanı, zan; fehm, aklın üretimi, aklî; vehm, duyguların üretimi, duygusal.  Duygular, aklın kriterine/ölçüsüne vurulmazsa, insan yanılır; duygularda istikrar olmaz; duygular sürekli değişir. İnanç, aklını kullanmayanlarda vehm/vehimden; aklını kullananlarda fehm/fehimden güç alır; inançlı insan, istikrarlı = kararlı insandır; kararlılık, sağlam iradeliliktir. Vehim/vehm ile hareket edenler, inancı temellendiremez, sürekli inanç değiştirirler. Fehim/fehm ile hareket edenler, mefhum (kavram) oluştururlar, düşünürler; o mefhumun (kavramın) içini doldururlar ve kavramları diğer kavramlarla uyumlu kılarak bir dünya görüşü (= weltanhschauung) oluştururlar. ... Kararlılığın, anlamlılıkla yakın ilişkisi vardır. Kararlılık ve anlamlılık, tek tek (= tikel, bireysel) eylemlerimizi ortak (= toplumsal) eylemlerimizle uyumlu kılar ve insan/lar/ı bir gaye (= hedef, amaç) sahibi yapar. Modern ve post-modern dünyanın (= ütopik felsefelerin

EYLEM, AMEL VE FİİL

Son notun son cümlesi : İman, iradî bir eylemdir, şeklinde bitmişti. Eylem, fiilden biraz farklı, amele yakındır. Eylemde niyet/kasıt, irade, bilgi ve güç/kudret bulunmalıdır. Niyet/istek yoksa, kişi eyleme zihinsel = içsel olarak yönelmez; irade yoksa, o eylem için ısrarcı olmaz,  o eylemin üzerinde durmaz, o eylemi yapmak için bilgilenmez; güç/kudret yoksa, zaten yapamaz.  Fiil, gayr-i iradî de olabilir. Hayvanlar da fiil işler, bişeyler yapar, onlarınki iradî değil, tabiidir. Amel de eylem gibidir. İmanın bir eylem/amel olması : 1) Niyete = içsel isteğe dayanması. 2) Bu niyetin = isteğin güçlü bir iradeye = kararlılığa dönüşmesi; bilgi ile güçlendirilmesi, desteklenmesi. 3) Sonunda iradenin özgür davranarak artık ‘ben inanıyorum’ demesi, ikrar (karar) vermesi ve diğer insanlara bunun ilân edilmesi. İman da, düşünce gibi içerde (zihinde, kalpte) kalır, beyan edilmez = açıklanmaz, eylemle/eylemde, amelde/amelle görünmezse, kişinin kendi ve üçüncü şahıslar açısından pek bi anlamı olmaz

EPİGENETİK

Epigenetik, sadece genlerin (DNA’ların) değil, çevresel ve kültürel faktörlerin de insan davranışlarına etki ettiği durum. Genler ve çevresel kodların etkisi belirleyici olursa, insan iradesi = özgürlüğü anlamsızlaşır. İnsan iradesinde, genler ve çevresel kodların etkisi ile “ilâhî kaderin” etkisi aynı oranda mıdır? Kadere inanmayan biri, epigenetiğe inanırsa, bişey fark eder mi?!. Modern bilim = nörobilim, insan davranışlarında beyin = sinir yapılarının etkili, hatta belirleyici olduğunu düşünür (= söyler). Bu durum gerçekse/doğruysa, insan özgürlüğü ve sorumluluğu nereye oturur?!. İnsana hem “özgürsün”! diyeceksiniz hem de onun eylemlerini iradesi dışında fizikî bir yapıya = beynin işleyişine = nöronlara hamledeceksiniz, bağlayacaksınız!.  Kitâb, aklın merkezi olarak beyni işaret etse de, aklı pasif olarak zikretmez, aklı isim olarak kullanmaz (= Kitâb’ta akıl isim olarak geçmez); onun aktifliğine vurgu yapılır; akıl, yea’kılûn, tea’kılûn şeklinde fiil/eylem olarak aktif hâli ile kul

KALICI ve GEÇİCİ

Kalıcı, mukîm; geçici, muvakkat. İkâme, ikâmet de mukîm (= kalıcı) ile aynı kök. İkâme-i Salât, namazı kalıcı = dâimî kılmak = sürekli salât hâlinde olmak = namazı sürekli ayakta tutmaktır. Beş vakit = her vakittir; beş, çokluktan kinâyedir.(?!.) Beş vakit, beş geçici süre ise, bu sürede kılınan namazlar da muvakkattır. Zamanın vakitlere bölünmesi, menâsik (= âyin!) olan namazın îfâsı içindir. Bölünen o vakitler, aslında bölünmemiştir; bize bölünme gibi görünen şey, aslında bir hatırlatmadır (= ezan); müezzin ara ara (günde beş kez/beş vakit) bize görevimizi hatırlatır (kendi bilir mi, bilmem?!). Aslında her vakit namaz kılınabilir = salât ikâme edilebilir. Namazda = salâtta mukîm olmak, her vakit namaz kılmak = her hâl ve şartta Rabbin emrine uymak, O’nun Huzur’unda olunduğunu bilmektir; seferî olunca (mukîm olmayınca) bizim bildiğimiz namaz kısaltılabilir. Aslında camii ve cemaati de asıl/asil fonksiyonları ile düşündüğümüzde, yapılan işin salâtın (= Hakk’ın, hakikatin) ayağa kaldırı

DİN

Din, Tanrı ile (= Allah ile) diyalojik ve aşkın ilişkidir. “Kullarım, sana Ben’i sorarlarsa bilsinler ki Ben, onlara yakınım. Bana duâ edenin duâsına karşılık veririm. O halde onlar da Benim çağrıma (dea’vet-et deânî) uysunlar, Bana gerçek anlamda iman etsinler = Bana güvensinler. Böylece (belki)! irşad olurlar = rüşde ererler.” (2/Bakara, 186.) ... Kütüphanecilik (şimdiki adıyla Bilgi ve Belge Yönetimi) bölümüne girdiğimde, Prof’a, ilimlerin sınıflaması neye göre yapılıyor ve din burada nerede duruyor, diye sorduğumu hatırlıyorum. Dewey Onlu Tasnif (DOS), bilimleri 000-999 arası bir skalada gruplar; 200 dindir, 297 de İslâm Dini. Doktorada Sorumluluk çalıştım; jüri, bana, dinle bilimi karıştırmışsın, dedi; ben de sorumluluk, ‘dinî duygu’ olmadan temellendirilemez dedim ve ‘tezimde = hipotezimde’ ısrar ettim. Din konusunda kanaatim hâlâ değişmedi. Bence din, en geniş dairedir; bütün diğer disiplinler (siyaset, hukuk, felsefe, psikoloji, dil, sanat, teknoloji vs.) dinin altında sınıflan

VELÂYET, VEKÂLET VE HİLÂFET

Velâyet, veleye kökünden yakın, dost, koruyucu, gözetici; vekâlet, vekele kökünden birinin yerine iş yapma, onu temsil etme; hilâfet, halefe kökünden peşinden/arkasından gelen ve onun yerine geçen. El-Velî ve El-Vekîl, aynı zamanda Allah’ın isimlerindendir. Allah, mü’minlerin velîsidir, mü’minler O’nu vekîl “tayin eder.”!. Allah, en güzel Vekîl’dir. Hasbünellah’u ve ni’mel Vekîl. (3/173.) Hilâfet, anlam kaymasına uğrayan bir kavramdır. İnsanı, Allah’ın halifesi görmek, sakat bir anlayıştır; halifetullah kavramı (= halifenin Allah’a izafeti) Kitâb’ta geçmez; bu (halife) kavram/ı tekil olarak ya yalın/nekra = halife şeklinde yeryüzü ile bağlantılı = fil ardı halife (2/30), ya da çoğul olarak halâife ve fiil şeklinde yeryüzüne izafetle = halâife ard, yestehlifeküm fil ard (6/133, 6/165, 7/129, 10/14, 10/73, 38/26) olarak geçer. İnsanın Allah’ın halifesi olması, Kitâb’ın “ana fikrine, ruhuna”, kelimenin semantiğine ve selîm akla aykırıdır. Çünkü, kendisi hayatta olmayan birinin yerine hali

TARİH

Tarih : Geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayların zaman, yer (mekân) ve sebepleri ile kayıt altına alınması ve günümüze aktarımı ile uğraşan bilim. Tarihçi, bu bilimle uğraşan ve yaşanmış olayları kaydeden kişidir; Farsça vak’anüvis, vak’a, olay; nüvis, yazan/kayıt tutan. Tarihçilik yapmakla felsefî tarih okuması yapmak aynı değildir. Felsefî tarih okuması, tarihe bütüncül bakabilmek ve oradan bugüne ışık tutabilmektir.   Tarih, aynen tekerrür etmez. Tarihte yaşanan olaylar, bize ders/ibret almak için aktarılır. Yaşanan ve yaşanmakta olan her olayın kendine has/özgü siyasî, sosyal, ekonomik, psikolojik, coğrafî vb. şartları vardır; tarihte yaşanan bir olay aynıyla bugün tekrar yaşanmaz ama geçmişte (= tarihte) yaşanmış olaylardan dersler çıkarılır; neden “başarılı ya da başarısız” olunmuş buna bakılır ve ibret alınır... İslâm (Dinler) Tarihinde de, Peygamberler Tarihinde de (Siyerde de) benzer (= aynı!) durum geçerlidir. Din ile (= Dinin kendisi ile) o gün yaşanan dinin tarihini, bir ve ay

YARATMA

Yaratma kelimesi Kitâb’ta halq/halk, inşâ/neş’et, fatara, ceale, béri’/bâri’, bedî’, musavvir gibi kelimelerle karşılanır; en yaygın, bilinen karşılık halq/halktır. Yaratma, Rabbimizin “KÜN”! emridir. (6/73. 7/54.) O, kâinatı (= tüm varlığı) Kendi/si dışında hiç bir şey “yokken”! yaratmıştır. Yaratmanın mâhiyetini, yaratılanlar anlayamaz. Rabbimiz : Ben kâinatı (gökleri, yeri ve içindekileri) “yoktan” yarattım, (yoktan demiyor, sadece yarattım, diyor) diyebilir; ama biz, Allah, kâinatı (gökleri, yeri ve içindekileri) “yoktan” yarattı/yaratmıştır, dersek, ‘boş bişey’! söylemiş oluruz; bizim, Allah kâinatı (gökleri, yeri ve içindekileri) Kendi dışında hiçbişey “yokken” yarattı, dememiz daha doğru olur. Şöyle : Yaratmanın “bizim için”! bir problem olduğunu düşünelim, zaten de öyledir, bu problemi (yaratma problemini) çözebilecek birileri (sözgelimi bir öğretmen) olsun, ve ben, bu problemi birileri (öğretmen) “yokken”! çözdüm (= yarattım) diyeyim... 1) Başka birilerine (öğretmene) ihtiyacı

TEKLİF

Teklif, öneri. Mükellef, tekellüf, külfet aynı kök. Ef’âl-i Mükellefîn, mükellefin fiilleri. Teklif, akıl ve irade sahibi varlığa (insana) sunulur; teklifte, zor/zorunluluk, mecburiyet yoktur. “innâ aradnel emânete ale-s semâvâti vel ardı...” Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar onu yüklenmekten kaçındılar (= feebeyne), korktular (= feeşfaqne); onu insan yüklendi; o, zâlim ve cahildir.” (33/72.) Şeytana secde teklif edildiğinde o da “ebâ vestekbera” hâli yaşadı; buradaki ebeyne ile şeytanın ebâ hâli sanki benzer!. Feeşfaqne’yi korktular şeklinde çevirmişler; bu korku bence endişe içeren bir korku. İnsan, zalûm ve cehûl olduğu için bu emaneti üstlendi. Zalûm ve cehûl olmayanlar (belki de korkak = ürkek olmayanlar), emanetin hakkını verdi, veriyor, verecek. ... Bana bişey teklif edilmedi demek mümkün mü? Zalûm ve cehûl olunursa, mümkün. ... “Sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimselere Kitâb’ı miras kıldık. Onlardan bir kısmı kendilerine zulmeder, bir kısmı ortalama bir yol tu

NEDEN?

Neden kelimesinin semantik ve epistemik “yapısını” biraz düşünürsek, hem ne’ye hem de niçin’e karşılık geldiğini fark ederiz. Şöyle : Bu ekmek neden yapılmıştır, dediğimizde, o ekmeğin hem ne’yine hem de niçin’ine (yapılış amacına = niçin yapıldığına) dair bir soru sormuş oluruz. Neden sorununa cevabımızı arpadan, buğdaydan, mısırdan vs.; niçin (= neden) sorusuna cevabımızı da insan onunla beslensin (karnını doyursun) şeklinde veririz. İnsan neden yaratılmıştır, sorusu yine iki şekilde cevaplanabilir : 1) Topraktan yaratılmıştır. 2) Kulluk etmek için yaratılmıştır. (Amaçsız = boş = öylesine yaratılmıştır, diyenler de vardır = olabilir.) Soruyu çook öteye, ontolojik boyuta taşıyalım. Kâinat neden yaratılmıştır? 1) Yoktan. 2) ??? Yoktan yaratılan (= başlangıcı yok olan) bişeyin, sonu da (= niçin’i = amacı = gayesi de) yok/luk (= boş) olmaz mı?!. ... “... innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” (2/156) âyetini nasıl okumalıyız, yaratılışı nasıl anlamalıyız? Bu âyet, “O’na aitiz, O’na döneceğ

TAQVÂ NEDİR?

Kelimenin etimolojik anlamı, kaviy veya vikâye kökünden, güçlü-kuvvetli olmak ve korumak, korunmak; baştaki t (ت), anlamı güçlendirme/k için; hakeme’den tahkim, hàlâ (خ)’den tahliye gibi. Dinî anlamıyla : 1) Allah’ın emrettiği şeyleri yapma; nehyettiği şeyleri yapmama = Helâle-harama riâyet etme. 2) Dünyadan el-etek çekme, sadece “ibâdet yapmak”! için zühde kapanma. (Buradaki ibâdet, dar anlamdaki namaz, zikir, vb. Geniş anlamdaki ibâdet, tüm emir ve nehiylere riâyettir.) Züht, irade kontrolü için önemli ve değerlidir ama yeterli ve istenen/arzulanan bir durum değildir. Din, hayatı ıskalamaz. Taqvâ,  sadece zühd değildir, belki, hayatın zorluklarına karşı “uyanık, diri, kaviyy/sıkı ve kararlı” bir tavır takınmaktır; bunun için de Allah’tan “takviye” almaktır. Muttaqî, bu hâlin sahibi olan, Rabbinin emir ve yasaklarına karşı çoook hassas davranan, O’na sorumluluğunda gevşeklik göstermeyen, O’nun korumasına (vikâye) güvenen (Mü’min), O’ndan destek (= takviye) alan kişi demektir. Muttaqî,

SONUÇ?!..

Sonuç, bir işin, olayın ve hayatın (= yaşanmışlığın) sonunda ortaya çıkan/çakacak olan netice. İş ve olaylar, hayatın içindeki tikel/tekil durumlardır; bunların toplamı hayatın (= yaşanmışlığın) toplam sonucunu verir; bu sonucu bizler, yaşarken göremeyiz ama o sonucu “tahmin”! ederek iş görürüz. Sonuca uygun yaşama = gayret gösterme, o sonucu görme kadar kişiye haz = mutluluk verir, vermelidir. Rabbimiz, bizim sonuca ulaşmamıza değil, o sonuç için gayret etmemize bakacak. Cuma Hutbesinin sonunda okunan ve bize emir veren, Nahl, 90. âyet, hem tekil/tikel hem tümel/genel sonuç bildirir. Adâlet, İhsan, Yakınlara (ve yetimlere) yardım, Emr-i bi-l Ma’ruf (= Ma’ruf’un/İyi’nin emredilmesi), Nehy-i an-il Münker (Münkerin/kötünün nehyedilmesi) ve Bağy’dan uzak durulması (= azgın arzulara gem vurulması) “mutlu son/uç” için olmazsa olmazlardır. Mutlu son/uç, Muttaqîler içindir. = “vel âqıbetü lil muttaqîn. O, yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk yapmayanlara hasdır.” (28/83.) “Bu kadar ç

İFÂDE

İfâde, söz ve yazı ile ortaya çıkan, muhatapta fayda amaçlayan, duygu ve düşünce. Dilde (= lisan) duygu ve düşünceler söz ve yazı ile (= dille) ifâde edilir; söz, yazı ve davranış olmasa, duygu ve düşünceler kişilerin içinde gizli kalır. Davranış (hâl, tavır, tutum) da bir ifâde aracıdır, belki de en etkilisi. Dilin, davranışla uyumuna tutarlılık denir. Söylenen söz, yazılan yazı, davranışla uyumsuzsa hatip veya yazar, ikiyüzlüdür = içi başka dışı başkadır. ... Düşünce soğuk ve kurudur, düşüncenin “soğukluğunu ve kuruluğunu”, duygu “ısıtır ve canlandırır.”!. Etkili bir dilde (= konuşma ve yazmada), düşünce olmazsa, muhatap (sadece) heyecanlanır (= ağlar, güler, vb.); duygu olmazsa da donar-kalır. (= bön bön baka-kalır.) Etkili bir ifâdede duygu ve düşünce el-ele, gönül-gönüle vermelidir. (Davranıştaki samimiyette de benzer durum geçerlidir.) Bu samimiyet (= düşünce ve duygu uyumu) gerçekleşirse, hatip (ya da yazar) düzgün ve etkili konuşur (ve yazar); konuşurken ve yazarken kelime bulm

ZAM

Mal ve hizmetlere gelen zam; ücretlere gelen zam; ilki enflasyon; ikincisi alım gücüne ilâve.  Küresel ekonomik (siyasal) sistem, tüketim ve kâr odaklı çalışır. Ne kadar tüketirsek, üreticiler o kadar zengin olur. Gelirimiz (ücretli çalışanlar için maaşımız) yetersizse, sistem bizi borçlandırır. Kredi ve kredi kartı sistemi (= banka) bunun için icat edilmiştir. ...  Yıllardır “daha iyi/konforlu bir yaşam” için insanları borçlandırın, kâr etmek için fiyatları (enflasyonu) yükseltin, insanlar borçlarını ödeyemeyecek duruma gelsin; ve ‘yaptığımız maaş zammı yeterli = enflasyonun üstünde’, deyin!. (Hoş, önümüzde seçim kaybetme korkusu olmasa bu kadar da zam yapmazdınız.) Maaşlara değil %55, %30; %150, %130 da zam yapsanız, insanlar yine az bulur; çünkü onlara burada “cennet” vadettiniz; cennet ucuz değil!. ... Şahsen ben, gecekondudan apartmana; Kartal’dan Opel’e transfer ettim ama apartmanı da Opel’i de beğenmiyorum; rezidans olsun, Audi veya Mercedes olsun istiyorum. Beni bu hâle kim get

SALİH AMEL

(Amelle başlayalım; kapanışı da sâlihle yapalım.) Amel, iş demek. İş, çeşit çeşitdir. Sa’y, geçinmek, helâl rızık elde etmek için yapılan iş. Meşguliyet, sa’y de olabilir, hobi de. Bir işle meşgul olma (= meşguliyet), oyalanmak için de olabilir “haz almak” için de. Hazzı iki anlamıyla kullanıyorum. 1) Nefsin hoşuna giden. 2) İnsanı ‘bir üst lige’! taşıyan. İkisinde de insan “kendini unutur”, vaktin nasıl geçtiğini anlayamaz ama ilki (1.), geçici bir şenlik ve anlıktır; ikincisi (2.), asırlık ve tamlıktır. İlki, zamanı öldürür; ikincisi, insanı oldurur.  İnsanların işleri çeşit çeşittir. = “inne sa’yeküm leşettâ.” (92/4.) Herkes yaptığı işe göre ‘gelir/kazanç’ elde eder. Kimi temel = geçimlik ihtiyacını anca/k karşılar; kimi de fazla kazanır. Fazla kazanç (= afv : 2/219.) da iki şekilde kullanılır. 1) Konfor (= dünyayı cennete çevirmek, cennet yapmak) için. 2) Temizlenmek (zekât vermek) ve cenneti elde etmek için. Dünyayı cennete çevirerek dünyada rahat, konfor içinde yaşamak için çalış

DUÂ ÂDÂBI

Duâ, Rabbe yalvarma, yakarış, niyaz. Yalvarma, yakarış, niyaz, küçüğün, âcizin büyükten istirhâmı, isteğidir; âdab = edeb gerektirir. Bu edeb, duânın üslûbuna yansır; buyurgan üslup, duâ ile uyuşmaz. Duâda belli bir standart olmamalı; olacaksa, Kur'ân’daki duâlar örnek alınmalı. Kur'ân’da Rabbenâ diye başlayan, Elçilerin ve salih kulların dilinden dökülen bir çok duâ var. “Rabbenâ âtinâ... Rabbenâ’ğfirlî... Rabbi’calnî mukîme’s salâtî... Rabbi’şrahlî sadrî... Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ... Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ... Rabbi edhılnî müdhale sıdqın ve ahricnî muhrece sıdgın... Rabbenâ lâ tüâhiznâ in nesînâ ev ... Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdî lil îmani... Rabbenâ âtinâ min ledünKe rahmeh, ve heyyi’ lenâ min emrinâ reşedâ.” Ya bunun gibi duâlar anlam ve bağlamları ile bilinmeli/ezberlenmeli; bilinemiyorsa, köylü Mehmet amcanın şu duâsı gibi içten ve samimî duâlar yapılabilmeli.  ‘Ekmeğimi, suyumu veren, yediren-içiren, Sağlık ve sıhhat bahşeden, Haya

KUR'AN'IN TARİHSELLİĞİ ve EVRENSELLİĞİ

Tarihsel, düne (tarihe); evrensel, dün ve bugün dahil her güne aittir. Evrenselin içinde tarih de vardır, Kur'ân sadece tarihe ait = tarihsel değildir, her güne aittir, evrenseldir; O, dünü de değiştirmiştir, bugünü de değiştirir, yarını da; O, hakîmdir = “vel Kur'ân'il Hakîm” (36/2). Onun hâkimiyeti, Ona inananlar ve bugünü yaşayan insanlar eliyledir. Gün, Kur'ân’sız yaşanmışsa ziyan/zâyii olmuştur. Dün, o gün yaşayan insanlar için bugündü. Kur'ân, her güne (= bugüne) hitap eder. İnsan Sûresi 27. âyetteki ‘héülâi’ kelimesi (= işaret zamiri) bile bu durumu anlatmaya kâfîdir. ‘Héülâi’, işte onlar (= bak! Bak!, şunlar) demek. Kim onlar? Dün, (o gün yaşayan) Velid b. Muğîre, Ebû Cehil, Ebu Leheb gibi kişiler; bugün, ??? (Biz). Neymiş onların, o kimselerin özelliği?! “İşte onlar çarçabuk/çabucak geçen dünyayı (=acil olanı) seviyorlar; gelecek olan zor ve ağır günü = yevm-en sekîlâ’yı ihmal ediyor, önemsemiyor, ciddiye almıyor, öteliyorlar.” (76/27.) Kur'ân’a sadece

NOKTA!...

Nokta, gerçekte! boyutsuzdur ama biz onu boyutluymuş gibi algılarız. Noktaların yan yana gelmesi çizgiyi oluşturur; çizgi tek boyutludur; çizginin boyutu uzunluktur. Aslında çizginin de iki boyutu vardır ama biz ikinci boyutu (= genişliği/yüksekliği ya da derinliği) yok farz ederiz. Noktaların iki boyut oluşturması, genişlik/yükseklik ya da derinlikledir, ki buna da yüzey denir. Nokta, kâğıt üzerinde yan yana gelirse çizgiyi; kâğıdın ya da masanın kendisi (= üstü) de yüzeyi oluşturur, kağıt da masa da (herkes ve her şey de) noktalardan oluşur. Kağıdın ve masanın tamamı (= tüm cisimler, bizler ve tüm görünür varlıklar) üç boyutlu noktalardır. Her cisim, üç boyutlu noktadır (= en, boy, yükseklik ya da derinlik) ama her cisimdeki noktaların dizilişi (= nitelik ve niceliği) farklıdır. Aynı ‘tür’! cisimlerde diziliş (= nicelik) benzerdir ama nitelik farklılaşır; nitelik farklılığı, entite’yi (kimliği!) oluşturur. Elma/lar/daki (ve elma ağaçlarındaki) noktaların dizilişleri benzer; armutlard

SU

50 yıl, her gün elimi-yüzümü yıkadım, içtim, binlerce kez yıkandım, yüzdüm ama bir gün üzerinde durmadım = düşünmedim, bu su ne?!. Bugün yüzümü yıkarken fark ettim ve düşünme gereğini hissettim. Musluğu açınca akan su, nereden ve nasıl geliyor, ne işime, neye yarıyor?!. Kitâb, “ve cealnâ min-el mâi külle şeyin hayy. = Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.” buyuruyor. (21/Enbiyâ, 30.) Susuz hayat yok. İnsan vücudunun %60'ı su. Su, tüm hücrelerin, beynin ve komple bedenin sağlığı (= düzenli çalışması) için olmazsa olmaz. İnsan, üç hafta aç kalabilir ama bir hafta susuz kalamaz, ölür. Tüm canlılarda da benzer durum var. Su nasıl oluşur? Yağmurla. Yağmur, hava sıcaklığı ve soğukluğunun (= yoğunlaşmanın) atmosferdeki (= bulutlardaki) oluşumu ile ilgili. Bulutlar milyarlarca ton suyu taşırlar, o suyu nereye bırakacaklarını da “bilirler.”!. Birden bıraksalar, yağmurun yağdığı yer helâk olur. Yumuşacık, tane tane, incitmeden, güle, yaprağa, toprağa zarar vermeden, tüm canlılara hayat ver

SINIR

Bedenimin sınırlarını derim belirler; derimdeki delikler de (= göz, kulak, burun, vs.), diğerlerinin (= dış dünyanın) sınırlarını fark eder... Dış dünya hem sınırlı hem sınırsızdır; aynen benim gibi. Ben (= benim gibi her insan), dış dünyanın özüdür = Kâinât, büyük insan; insan, küçük kâinâttır. İnsanda, kainattaki her şey (öz olarak) vardır. Su, toprak, ateş ve hava. Ben, kendi sınırlarımı da, başkalarının sınırlarını da bilirim. Derimle (= elimle) diğerlerinin sınırlarına dokunur; gözümle görür; burnumla koklar; kulağımla duyarım.  Zihnimle de fark eder/bilirim; zihnime ve hayalime sınır çizemem. Sınırlar, fizikîdir. Şeyleri de bizi de madden bu sınırlar oluşturur. Bunlar şekildir, biçimdir. Öz (= mâ’nâ), sınır tanımaz. Maddî sınırlarımız arasında hava vardır; hava görünmez, hissedilir, içe çekilir, dışa verilir...  Eşya (= şeyler), bitkiler ve hayvanların da sınırları vardır. Çoğu eşya, bitki ve hayvan bizden (fizîken/madden) büyüktür. Bitkiler, sınırlarını aşamazlar; hayvanlar, sın

KONUM

Konum, ilk elde mekânsaldır; bir yerde olmayı ifâde eder ama konumun zihinsel olanı da olmalıdır; bir düşünceden (= hâlden) başka bir düşünceye (= hâle) de gidilir.  Dilde, "ismin hâlleri" (= e, i, de ve den hâli), bir yerde olmayı/bulunmayı, bir yerden bir yere gitmeyi ifâde eder; bunlar mekânsaldır. Bir yerde iken (= aynı ânda) başka bir yerde olmak, mekânsal = fizikî açıdan mümkün değil ama düşünsel açıdan mümkün olabilir (mi?!.). Zaman (kavramını) aşarsak mümkün. Hayal, zamanı kolay aşar; düşünce de hayale yakın çalışır. Kitâb bizi “aynı ânda” buradan öteye götürür. Burada cennet ya da cehennem yokken bizleri cennetin ya da cehennemin hâlleri ile tanıştırır. Hatta, yaratılışın ilk evresi (= geldiğimiz yer) ile gideceğimiz yer hakkında bilgiler verir. Burada nefis bedende/bedenle ise de, aslında bedenin mekânı ile nefsin mekânı aynı değildir. Beden, toprak (= mekân); nefis, nefestir, ruhtur. Yalnız yaratıldığımız (= gönderildiğimiz!) gibi (Rabbin Huzûruna) yalnız gideriz.

BİLİNÇ KONTROLÜ

Bizler, devâsâ evrende ancak soyut-somut tecrübe ettiğimiz şeyleri bilebiliriz. Bu bilgileri düzenleyen ise bilincimizdir; bu da evrendeki mîzânı/düzeni fark etmek ve oradaki yerimizi almak, mîzânın sahibine teslim olmaktan geçer. (55/Rahmân, 1-12.) Olayların ve olguların (= şeylerin) bilincinde olmak, çoğu zaman bizi yorar. Bizdeki bilinci “Evrensel/Küllî Bilince! = Yaratıcı’ya” teslim edebilirsek, (= bağlarsak), “Otomatik Pilot’a”! bağlanmış gibi olur, rahatlarız. Akıl, biz insanlar içindir; Rabbimiz için ‘akıl’ kullanılmaz; bizdeki akıl terminaldir; onu “İlâhî Kaynak’a” bağlayabilirsek (= o akıl Oradan beslenirse) hem yorulmaz hem de yanlış yapmaz. Bizim her zaman kendimizi ( = kendi bilincimizi) kontrol etmemiz zordur; bizler ancak ‘kendimizden geçince’! (= kendimizi de unutunca) rahatlarız. Kendimizi güvensiz (= El-Mü’min olmayan) birine teslim edersek, ki bu imansızlıktır = mü’min olmama hâlidir, o zaman işimiz çook daha zor ve çok daha tehlikeli olur. İnsanda mükemmel bir güç/ka

BİLİNÇ

Bilinç, iradenin bilgi ile (= iradî) karar (= tepki) vermesidir. Bilinç olmadan da biliriz ama bilinçli tepki vermeyiz (= davranmayız). Acıkınca yeme, susayınca içme, uyku gelince uyuma, vb., refleksif (= güdüsel) tepkilerdir. Aç ve susuz kalmayı (= oruç tutmayı) seçme, uykuyu “bir iş” için erteleme ise, bilinçli tepkilerdir. Bilinç, hayvânî güdülerin bizi yönetmesine izin vermeme, toprağa bağlı kalmayı reddetmedir. Madenler (= taşlar) tamamen toprağa gömülü varlıklar; bitkiler, kökleri ile; hayvanlar, dört elleriyle (= ayaklarıyla); insanlar da iki elleriyle (= ayaklarıyla) toprağa bağlı varlıklardır. Bilinç, bilgimizin sistematize edilmesi, önem sırasına dizilmesi, ehemmin-mühimmin bilinmesidir. Hayatımızda en mühim (= ehem) olan “şey” neyse, bilinç düzeyimiz de ona göre şekillenir. “Lâ ilâhe illâ Allah”, bilincin en üst/zirve, bilinçten imana geçilen noktasıdır; iman, bilincin de huzurudur.  Ölmeden önce (= bu dünyayken) şeylerle “bağını” koparamayanlar (= şeylere/taşa-toprağa bağlı

BOYUT

Bilinen üç boyut var : Çizgi, yüzey ve cisim. Tek yöne yayılan, tek boyutlu olan büyüklük, çizgi. İki yöne yayılan, iki boyutlu olan büyüklük, yüzey. Üç yöne yayılan, üç boyutlu olan büyüklük, cisim. Üçüncü boyut,  derinlik. Çizgiyi de, yüzeyi de, cismi de “sonsuz” büyüyebiliriz; uzay, üç boyutlu “sonsuz” büyüklüktür. Cismin, katı, sıvı ve gaz hâli var. Katı cisme madde; sıvı cisme su; gaz olan cisme ise hava diyoruz. Ateş, yanıcı gazdır. Bunlara anâsır-ı erbâ = Dört ana unsur denir. Bunların en hafifi havadır. İnsan, bu dört unsurun toplamıdır. İnsanda toprak, su, ateş ve hava (= gaz) vardır. İnsanı toprağa bağlayan şeyler, onu aşağı çeker. Nefes (= soluk, hava), insanın canıdır. Bütün “cisimler” aslında havada yüzer. İnsan için hava (= nefes, soluk), ruhtur (= riyhtır). Canlı, nefes alıp-veren verendir; canlının nefes (= soluk, hava) alıp-vermesi bitince, ölür. Evren, büyük bir “hava denizidir.” Bu denizde, katı cisimler (toprak, bitkiler, hayvanlar ve bedenler) ile su ve ateş “birli

MÜLKİYET

Nesnelerde ‘ben’ yoktur; ben, özgür, akıllı ve irade sahibi olan varlıklardadır.  Normalde nesneler bizi istemez; biz, acıkınca, üşüyünce, vb. (= nesnelere ihtiyacımız olunca) onları isteriz, o kadar... Reklâm, isteksiz (ve akılsız) nesnelere istek verme işidir. Nesnelere teslimiyet de sadece nesneler için çalışmadır. İşte budur, olmadan sahip olma. Böyle bir hâl, nesnelerin bize sahip olmasıdır; bizim onlara değil. Şeyleri mülkiyetimize alabiliriz ama ben’leri (= sen’leri) alamayız. Mülkiyete alınan sen, köleleştirilen sen’dir (= ben’dir.). Sen, ben’im için; ben, sen’in için yaşarım/yaşarız ama kimse kimseyi mülkiyetine alamaz. Ben’im sen’in için; sen’in ben’im için yaşamam/ız, “Allah için” yaşama/mız/dır. Allah, kimsenin mülkiyetinde değildir. Ben, sen’siz bencilliğe dönüşür ve Mutlak Sen’i (= Tanrı'yı) bulamazsa, ben’im gibi sen’ler arasında sıradan bi ben (= sen) olarak kalır, bir adım mesafe alamaz. Sıradan sen’lere Mutlak Sen için bağlanan ben ise, kendi benliğini (= ve Rabbi

SAHİP OLMAK ve OLMAK

Eric Fromm, insan olmak, sahip olmak değil, olmaktır, der; bizler, ‘varlık’ (= var olanlar) olmadan hiçbişeye sahip olamayız. Varlık, bulunmak bakımından olmaktan öncedir ama insanî açıdan olmak öncedir/önceliklidir. Oldukça, sahip oluruz. Olmayanların sahip oldukları şeyler, onların ellerinden alınacaktır; onlar gâsıbtırlar, hırsızdırlar; olmadan sahip olmaya kalkmışlardır. Ne kadar olursak, olma düzeyimizi ne kadar artırırsak, o kadar sahip olacağız. Olmak, Olan’dan pay almaktır. Burası (dünya), sahip olma değil, olma; öte ise, kaybetme ve kazanma diyarıdır. Olmak, devam eden bir süreçtir. “... külle yevmin Hüve fî şe’n.” O, her gün yeni bir iştedir. (55/29.) “... ve bedee halqa-l insâne min tîn.” O, insanı yaratmaya topraktan başlamıştır. (32/7.) “sonra ... sonra...” (32/8-9) O, bizim olmamız için bize “malzemeleri” vermiş (yaratmış); olmayı bize bırakmıştır.

BEN-SEN

Ben Ben, beden ve ruhtan oluşan bir varlığım; ben, sadece beden varlığı değil, bedenli bir varlığım. Bedenimle dış (= fizik) âlemle irtibat kurarım; ruhumla iç ve gayb (= metafizik) âlemi ile. Bedenimi yok (= önemsiz) sayarsam, dünyayı; ruhumu yok (= önemsiz) sayarsam, âhireti ihmal ederim. Ben, dünya ve ukbâ (= âhiret) varlığıyım; sen de öyle/sin. Sen İki sen var : Benim gibi olan öteki ben’lerden oluşan = sen’ler ve benim gibi olmayan Mutlak Sen (= Tanrı). Ben, benim gibi ben’leri Tanrı edinirsem, kendimi = kendim gibi âciz ben’leri Tanrı edinmiş olur ve bölünürüm. Mutlak Sen’i Tanrı edinirsem, bendeki ben’i ve ben’liklerini bilen tüm ben’leri “Bir ‘noktada,! Bir’leştiririm.”!. (Kastım vahdet-i vücud = panteizm değil, birlik, tevhîd, vahdet.) Mutlak Sen Mutlak Sen, İlâh (= Kral) kabul edilmesi gereken Ben’dir. O İlâh, bizi çağırdığında (= bize emrettiğinde) bizim O'nun emrine/çağrısına “hazır = emre âmâde” olmamız gereken Ben’dir = Sen’dir.!. Öyle miyiz?!. Buna, ezan bağlamında b

BAĞLANTI

Yazının başlığını, Bağlantı Kabloları ya da Bağlantı Yolları koymayı da düşündüm. Gabriel Marcel’in Bağlanma Felsefesinin dine ve hayata uyarlanması çok kolay; bu felsefe (= düşünüş şekli) çok işlevsel bir felsefe. Tevhîd de şirk de bu felsefeden çok kolay çıkarılabilir. Şöyle : Sen-Ben ilişkisinde ben, tekdir/birdir ama sen, çok da tek/bir de olabilir. Bu bağlantı/ilişki, bir kişi ile de çok kişi ile de kurulabilir. Bir tek doğru yolda da (= sırat-ı müsteqîmde de), bir çok yolda da yürünebilir. Bağlantı açısından bakarsak, çoklu (= dolaylı) bağlantı da kurulabilir; “ana merkeze = Hosta” doğrudan/direkt bağlantı da kurulabilir; bu bağlantı ara merkezler yoluyla da olabilir. Sözgelimi ana bilgisayar (= Host, Server) Mekke’de ise (Kıble!), siz Konya (daki bir kişi/şeyh), Adıyaman (daki bir kişi/şeyh) ya da İstanbul (daki bir kişi/şeyh) üzerinden Mekke’ye bağlanabilirsiniz. Yol metaforunu kullanırsak, siz, Mekke’ye giden en kestirme yoldan değil de, Kudüs ya da Şam (Bağdat, Londra, Paris,

GECE GELEN

Gündüz, biçoook kişi ve şey gelir : Misafir, akraba, eş-dost, mutluluk, hüzün (acı, sevinç), fikir (düşünce), pencereye kuş, sofraya ekmek, tuz, kargodan paket, kitap, posta kutusuna mektup, telefona mesaj, ... Gündüz gelenler o kadar çoktur ki, onlarla “gereği kadar meşgul” olamayız, onlara yeteri kadar vakit ayıramayız. Gece ise çook az şey gelir : Uyku ve uykuda çiş. Uyurken/uykuda iken bana rüya bile gelmez. Her hâlde elli yaşıma kadar içtiğim suyun farkında olmadığım için, yaş elliyi geçince sık sık çişim geliyor, beni “uykumdan”! uyandırıyor. Hep (= gece-gündüz) uyuduğum için elliye kadar hiçbişeyin farkına varmamış olmalıyım; herhalde elliden sonra, “çişim beni uyandırıyor.”!. Gündüz (= uyanıkken) o kadar çook kitap okudum, o kadar çok sohbet dinledim, ama bitürlü “uyanamadım”; nasıl olduysa! çişim beni “uyandırdı”!. Uyanınca da sabaha (= şafak sökene) kadar uyutmadı; sanki o gece, benim için “özel bir geceydi”!. Önce, beni uyandıran ‘nereden geldi, kim gönderdi’ diye düşündüm;