TEŞBİH ve TENZİH

İki kavram da kelâmî. Kelâm, İslâm dünyasında H/4-5/M/11-12. yy.larda oluşmuş bir disiplin. Daha önce Yahudi kelâmı/teolojisi/ilahiyatı var; oradan Yunan mitolojisi ve felsefesi, sonra Hristiyan teolojisi/kelâmı/ilahiyatı doğmuş, oluşmuş; fetihler ve tercüme hareketleriyle Müslümanlar bu teolojilerle/kelâmlarla/ilâhiyatlarla tanışmışlar...

Teşbih ve tenzih kelâmî olduğu kadar, aynı zamanda da imanî kavramlar. Kelâm zaten, o dönemde “imanı korumak için” oluşmuş/oluşturulmuş ilmî/aklî bir disiplin. “Korunan iman”, çok fazla gelişmez!. İman, mücadele ile, sınav ile gelişir ve olgunlaşır. İman, sabit, statik, standart bir kalıba sığabilen bişey değildir, hep kemâl/tekâmül, olgunluk arayan bişeydir. 

Teşbih ve tenzih, insanın Allah tasavvurunun göstergeleridir; insan-Allah ilişkisinin düzeyini belirlerler. Teşbih, somut düşünen (algılayan) zihinler için; tenzih, soyut düşünen (algılayan) zihinler içindir. Teşbih, Allah’ı bişeye, (sözgelimi bir insana/antropomorfik) benzeterek, duyulur âlemin dünyasına indirerek tasavvur etmek; tenzih, O’nu duyulardan, duygulara; duygulardan akla/kavramlara; akıldan kalbe; kalbten aşkınlığa/mütealliğe = sonsuzluğa ve mükemmelliğe taşımaktır.

Teşbihte Allah görür (gözü vardır), duyar (kulağı vardır!), tutar (eli vardır), ...; tenzihde O Sübhân’dır, hiçbir şeye benzemez = ‘leyse kemisliHî şey’ün’dür...

Bu bize neyi gösterir?

Herkesin Allah tasavvurunun (inancının), kendi bilgi, algı, duygu ve düşünce seviyesine göre olduğunu; kimsenin kimseye “şöyle bir Allah’a (İlâh’a/Tanrı’ya) inanacaksın!, dayatmasının” yapamayacağını gösterir.

M/610’da Arab’ın Tanrı (İlah) tasavvuru somuttu, puttu. O, gökteki Tanrı’yı ya da Tanrıları yere put, ikon, heykel olarak indiriyordu. Hz. İbrâhim döneminde de Tanrı, heykellerle temsil ediliyordu. Hz. İbrâhim, O’nu hayatın içine taşıdı, tevhîd etti/birledi ve “soyutladı”; Hz. Mûsâ, Hz. İbrâhim’in izinden gitti ama İsrailoğulları (Yahudiler) O’nu sadece kendilerinin Tanrı’sına dönüştürdü (sahiplendi). Yunan da O’nu insanîleştirdi, aklîleştirdi. Hz. İsâ geldi, O’nu tekrar evrenselleştirdi ama sonrasında Pavlus, O’na tekrar insanî bir karakter verdi, teslisi icat etti, O’nu (tekrar) ‘yarı insan yarı Tanrı’ şekline dönüştürdü...

Hz. Muhammed (a.s.) ile Tanrı tasavvuru tevhidî bir düzene kavuştu. O, artık herkesin Tanrı’sı, âlemlerin Rabbi oldu ama O’nu herkes kendi bilgi, algı, duygu ve düşünce seviyesine göre bildi, ibâdet = kulluk etti. O, her insana yakındı = kişi ile kalbi arasına da girerdi; arşı da istivâ ederdi (arşa çıkar-kurulur, tahtına otururdu!.).

O’nun izni olmadan daldan yaprak bile düşemez...

İslâm’ın Allah = Rab tasavvurunda = Ulûhiyet anlayışında, Müslümanın Rabbi ile ilişkisinde Allah = Rab, insanı en alt noktadan (basamaktan) alır, onu sonsuzluğa doğru çıkarır (= mirac?!).

İslâm’dan başka hangi din (düşünce,  ideoloji), insana böyle bir imkân ve fırsat sunabilir?!.

İslâm, insanı durdurmaz, donuk/hareketsiz bırakmaz. İslâm’a göre yolun hiçbir noktası son (nokta) değildir.

Hamd, âlemlerin Rabbine hasdır/mahsustur.

El-Hamdu lillahi Rabbil âlemîn.

Sübhâne Rabbiyel Azîm.

Sübhâne Rabbiyel A’lâ.

Allah-u Ekber. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

KELİME/KELÂM & KAVL/SÖZ

HADİS & SÜNNET