Kayıtlar

İLTİBAS

Elbise de aynı kök. Kelimenin kökü, LEBİSE (لبس); mastar hâli ise libas = elbise; örten, örtü demek. Örtü, “çıplak gerçekliği” örter. Küfr de örtmedir, “gerçeği” gizlemedir; kâfir de örten demektir. Küfür ile emniyet (= emn = iman) arasında iltibas ve mirye = tereddüt vardır. Miryeden iltibasa; iltibastan da küfre geçilir. Tersinden gidersek, küfürden iltibasa/şüpheye, şüpheden miryeye (= tereddüde), miryeden (= tereddütten) imana (= emniyete) doğru gidilir... Dil de (anlamı) örter. Dilin örtüsünü tefekkür ve tefaqquh (= derin düşünce) kaldırır; her anlam katmanlıdır; çoğu anlam (düşünce), iltibas ve mirye içerir; iman, düşüncede iltibas ve miryenin bulunmadığı hâldir. (11/17.) Karanlık da örter. Karanlığın örtüsünü de aydınlık = nur/ışık kaldırır. Nurun da düzeyleri, dereceleri vardır. Nurun düzeyleri, dereceleri arttıkça “gerçeklik = hakikat” ortaya çıkar. "Allah, göklerin ve yerin nurudur..." (24/35.) Bizlerle “çıplak gerçeklik = hakikat” arasında sayısız elbise = perde va

İLGİ-BİLGİ

İlgi, bilgiyi besler. Bilginin yolu imana da şüpheye de çıkabilir. İmana çıkan bilgiye îkan = kesin = şeksiz-şüphesiz bilgi (= iman ya da felsefî tabirle indiyye); şüpheye çıkan bilgiye zan = kuşku (= inâdiyye ya da felsefî tabirle sofistaiyye = şüphecilik) denir. İlginin bilgi olması, kişiyi “tatmin = mutlu” etmez. Şüphede kalan bilgi, insanı rahatsız eder. (= İmana ulaşmayan, imanla buluşmayan bilgi, insana huzur vermez.) “ve men yü’min billâhi yehdi kalbeh...” = Kim, Allah’a (= varlığından şüphe etmediği Bir’ine) inanırsa, (ancak o zaman, onun) kalbi hidâyete (huzura) kavuşur. İmanı bulamayan birinin kalbi (aklı ve gönlü) deli danalar gibidir; nerede karar kılacağını, nerede duracağını bilemez!. Şüphe ile ilgi; ilgi ile bilgi arasındaki ilişki, düşünceyi besler (ama), iman olmazsa düşünce insanı yorar; düşüncesiz iman (= imansız düşünce ve bilgi) dogmatizm ve radikalizm üretir. İman, kesin bilinemeyen ‘bilgi’! olmasına rağmen, içinde aslâ şüphe barındırmaz, her bilgi onu güçlendirir

REFERANS ya da ATIF

Referans : Bilimsel açıdan, düşüncenin dayandığı kök = kaynak = temel düşünce; oraya atıf yapma = orayı referans gösterme, mevcut düşünceyi o kök düşünceye bağlama; düşüncenin oradan kaynaklandığını gösterme demektir. Ben, bilimsel referansı/atfı değil; dilin referansını merak ediyorum!. Dil, anlamlı ses (= söz) ve işaret (= harf, alfabe = yazı) dizgesidir; bir “göstergeler” sistemidir. Göstergede, gösteren ve gösterilen olur/bulunur. Gösteren, dildir (= söz ve yazıdır, âyet/işarettir); gösterilen ise, soyut-somut tüm “V/varlıktır.”!. Bunu din diline transfer edersek, şehâdet ve gaybdır. Somut dünyanın varlıklarının dilde “birebir” karşılıkları vardır; taşı, t, a ve ş sesi ve harfleri; eli, e ve l sesi ve harfleri, ... gösterir. Bunlar, kelimelerin düz, sözlük anlamlarıdır. Kelimeleri = dili, soyut (= gaybî) varlıklara bağlayan ise, onların metaforik ve sembolik anlamlarıdır. Kelimelerin sözlüklerdeki, gündelik dildeki ve bilimsel = akademik cümlelerdeki kullanımı, somut varlıklara ref

ÖLÜ İMAN!..

İmanın “ölüsü”! olur mu?!. İman, kişinin “içinde” bir iyilik isteği uyandırmıyorsa, olur. İman, kişiyi salih amele sevk etmiyorsa, olur... İman, İnanılan’a güvendir; bu güven de, O’nun dediğini yapmakta tereddüt etmemekle açığa çıkar = görünür. İmanın “canlı = diri” olduğunu gösteren belirti, iyilik= salih ameldir. O zaman, inanan kişiden iyi bir iş = salih bir amel ortaya çıkmıyorsa, onun imanı “ölüdür” ya da en azından “cansızdır”; kişide imanı “canlandıran”, salih ameldir; kişi ne kadar çok salih amel işlerse, imanı o kadar diri = canlı olur diyebilir miyiz?!. Bence deriz. Sizce?!...

ZAMANDA YOLCULUK!...

Kur'ân, bizi içinde bulunduğumuz ândan (zamandan ve mekândan), zamansal ve mekânsal olarak geriye de (ilk yaratılışa, ilk hâle de), ileriye de (âhirete = son hâle de) götürerek “dünyamızı = ufkumuzu” genişleten bir Kitâb'tır; başka hiçbir kitap bunu yapamaz. Kur'ân’ı “tarihî” (tarihte yazılmış! = indirilmiş) bir Kitâb olarak görmek ve buradan tarihsellik (= tarihselcilik) çıkarmak, Onu bugüne taşıyamamak ve Onu tarihle (= zamanla) sınırlandırmaktır; O her zamanın ve her mekânın Kitâb'ıdır.

SÖZ ve YAZI

Sözün ve yazının kendi başlarına bir varlıkları yoktur; onlara varlık verenler, söyleyenler ve yazanlardır. Buradan hareket edersek, sözün ve yazının doğruluğuna ya da yanlışlığına, o sözü söyleyenin; o yazıyı yazanın kendi doğruluğu ya da yanlışlığı etki eder, hatta belirler, diyebilir miyiz?!. Rahatlıkla diyebiliriz. Hz. Ebû Bekir’e, Efendimizin mi’râc’a çıktığı söylendiğinde O : “siz bunu Ondan duydunuz mu, O mu söylüyor?!” diye sormuş ve Ondan duyduysanız = O söylüyorsa, doğrudur; demişti. Sözü kimin söylediğine, yazıyı kimin yazdığına bakın; her söze, her yazıya inanmayın = kanmayın!. Medya çağında bu nasıl mümkün olacak?!. ‘Sohbet kültürüne’ yeniden dönülecek; insanlar (Müslümanlar) arasında yakın, samimî ve sıcak ilişkiler, dostluklar kurulacak, cemaat ve güven oluşacak!. Bu iş, uzaktan vaazlarla, internet yazılarıyla mümkün görünmüyor. 

TEFSİR

Tefsir, Kur'ân’ı yorumlama ve yorumlu okumadır. Tefsir, tefi’l babındandır, kökü FSR (= Fesr)’dir. Fesr, içi (= anlamı) dışa çıkarmak demektir. İlk iki harfi yer değiştirirsek, SFR (Sefr) kelimesine ulaşırız; sefr de, dışardan içeri girmek, dışardaki 'peçeyi = kapıyı' açmak ve içerideki anlama = içerdekine bakmak demektir. Dil (= söz ve yazı/metin) bize, anlamı “önce”! dışardan gösterir; içerdeki anlam, “çok farklı”! olabilir. İçi-dışı farklı olan, bu anlamlarda farklılık görürken; içi-dışı bir (ve aynı) olan, onlarda (iç anlam-dış anlam) bir farklılık görmez.

OKUMA

Okuma, yazarın kastettiği anlama ulaşmaya çalışmadır. Dil (= söz ve yazı), bu anlamı bize örtük (!) olarak aktaran araçtır. Hiçbir okur, “tam olarak” yazarın kastettiği anlama ulaşamaz ama yaklaşabilir. Bu durum, Kur'ân okumada da geçerlidir. Kur'ân’ın Mesajlarına “âyet” denmesi, bu yüzdendir. Âyet, Mesaj’ı “gösteren” işarettir. Kur'ân’da konuşan Hakk’tır = Hakikattir ama O, bu Hakikati bizim “örtük dilimiz” ile bize iletir, Kendini bize “açık etmez.”!. Anlama, dildeki örtüleri (perdeleri) kaldırmadır; ne kadar çok perde kaldırırsak, o kadar çok anlarız.

HAKİKAT

Hakikat, “ulaşılamayan, anlaşılamayan ve açıklanamayan” bişeydir. Her üç kavrama da kısaca değineceğim : Ulaşmak, anlamak (ya da anlaşılmak) ve açıklamak (ya da açıklanmak). Ulaşmak, amacı; anlamak, bilmeyi ve inanmayı; açıklamak da bildirmeyi ifâde eder. Anlama, “tamamen” subjektif; açıklamanın bilme kısmı objektif, inanma kısmı ise subjektiftir. Objektif, nesnel = herkesçe kabul edilebilir, genel mantık ilkelerine uygun olan; subjektif de öznel = kişisel olan demektir. Herkes, hakikati aynı şekilde anlamaz, dolayısıyla anlama, subjektiftir. Bu subjektivitenin herkesle kesiştiği (= objektiviteye yaklaştığı, toplumsallaştığı) yer de, dilde ortaya çıkar; açıklama da dille olur, dille yapılır ama dille yapılan hakikat açıklaması da büyük ölçüde subjektiftir; açıklayan, açıkladığını hem “tam” anlatamaz hem de anlayan “tam” anlayamaz.!. Dil, hakikati sınırlar. Dilde bu sınırı aşmak, bir üst dile (metaforik, sembolik ve meta-dile) başvurmakla mümkün olur. Din dili de yer yer metaforik ve se

HAYAT ALGISI

İki tür hayat algısı var : 1) Doğumla başlayan, ölümle biten, sonlu hayat.  2) Doğumla (yaratılışla) başlayan ama bitmeyen, sonsuz hayat. İlki, hayatı buraya ve şimdiye hasreder; ikincisi, öte dünyaya (ötede sonsuz bir hayatın daha olduğuna) inanır. İlki, materyalistlerin ve dehrîlerin hayatıdır; ikincisi Müslümanların hayatı. Materyalistler ve dehrîler : “Hayat, sadece bu dünya hayatıdır; doğarız ve yaşarız; bizi sadece zaman helâk eder; derler. Oysa onların bu konuda gerçeğe yaslanan hiçbir bilgileri (delilleri = huccetleri) yoktur, yalnızca zannederler.” (45/24.) Müslümanlar ise ötede bir hayatın daha olduğuna “İNANIRLAR”; çünkü onlar da bunu bilemezler; Bildiren’en güvenirler. İman, Rabbe (= hayatı yaratana) güvendir. Rab, güveni boşa çıkarmaz!. Materyalistler ve dehrîlerin bu konudaki kanıtı!, “atalarımızı getirin!” (kim gitmiş de gelmiş?!) demeleridir.  Hayat, âhirete iman (hesap) olmadan yaşanırsa, keyfîleşir. ‘Keyfinize göre yaşayın, hayata bir daha mı geleceğiz, geleceksin

KENDİ...

Üç noktanın olduğu yere bir çok harf ve kelime gelir. Kendi/m, kendi/n, kendi/lik; kendi kendine, kendi olmak, kendi kendine kalmak, kendine gelmek, kendi kendini yemek, kendi kendine konuşmak, ... Kendi, hem kişinin kendi/zâtî özüne = öz varlığına kendisinin, hem de bir başkasının işaret edebildiği, özne de nesne de olabilen bir ‘zamir’. ‘Kendi olmak’ dendiğinde, olan da olunan da kişinin kendisidir. ‘Olmak’ (= Kâne, Kâinât, Kün!.) fiili, bütün fiillerin babasıdır. Görmek fiilinde, gözün görüyor olması; düşünmek fiilinde, aklın çalışıyor olması; yaşamak fiilinde, canın/ruhun bedende olması, vs. vardır. Kendi kelimesinin Arapça karşılığı nefstir; zât da kullanılır ama zât daha çok kendini bilen kişi içindir. Nefsin de iki tür kullanımı vardır : 1) Nefsini = kendini, kendinden bilen, kendi kendini var ettiğini düşünen (existansiyalist). 2) Nefsini = kendini, bi başkasından bilen = var edildiğine (yaratıldığına, bir yaratıcının varlığına) inanan. Bir (1)’den iki (2)’ye geçmeden zât oluna

İNANMA ve ANLAMA

İnanma ve anlama; arada bilme var; en sonunda da yine inanma... İlk inanma, kabulü içerir; her kabul bilmeyi ve anlamayı gerektirmez; bilmeden, anlamadan da bişey (bir fikir) kabul edilebilir. Kabule merak eşlik ederse, kabul edilen şeyin (fikrin) doğruluğuna dair içimizde bir “sezgi” oluşur; bu sezgi de araştırma arzusuna dönüşür ve bilgi = bilme yoluna gireriz. Bilgi de bizi o şeyi (fikri, konuyu) anlamaya sevk eder. En zor olan kısım burasıdır = Anlama işi çook zor bir iştir; anlama olmadan tam teslimiyet (islam) ve tam güven (iman) olmaz. Tam anlama da tam teslimiyet de tam iman da insanın tek başına üstesinden gelemeyeceği çook zor işlerdir; bu konularda ilâhî inayet = yardım şarttır. Bu da, iyi niyet (= temiz kalplilik) ve samimiyetle (= ihlâsla) mümkündür. Modern psikoloji anlamayı, ön bilgi = sezgi, algı ve tam algı şeklinde üçe ayırır. Ön bilgide arzu, iştah uyanır; algıda bilme yönelimi oluşur; tam algı = Tam bilme anlamadır ama aslında hiçbir şey tam algılanamaz = bilinemez,

KİTÂB İÇİN GEREKLİ MALZEMELER

Kitâb için gerekli malzemeler : Düşünce (= Yazar), düşüncenin söze (sese) dökülmüş hâli  = yazı = harfler, kâğıt (porşömen, papirüs, deri. vb.), mürekkep, kalem; kalem ve mürekkep yoksa = kullanılmıyorsa, çakı (taşa, duvara yazı yazmak için kazıyıcı bir âlet). Kur'ân’daki Kitâb, bu malzemelere yazılı Kelâm = Sözler demek mi, yoksa Rasûl’ün (Rasûllerin = Nebîlerin) kalbine yazılmış = ilkâ edilmiş Sözler (= İlâhî Kelâmlar = Kelâmullah) demek mi?!. Her Nebî’ye ya Kitâb ya da Suhuf (= Sahifeler, Levhalar) indirilmiştir. (87/18-19.) Mûsâ (a.s.)’a Kitab (= Tevrat) indirilmesine rağmen, 7/145’de Ondan Levha diye söz edilir. “O Kitâb’ın levhalarında (hemen hemen) her şey hakkında tafsilâtlı açıklamaları yazdık.” denir. M. Hamdi Yazır, bu levhaların malzemelerine dair şu açıklamayı yapar : ‘Levhaların özü Cibril’in getirdiği zümrüt veya zebercet veya kırmızı yakut idi, yahut Allah’ın emri ile Mûsâ’nın yonttuğu bir taştan idi veya ahşap idi denilmiştir vs.’ der. (Elmalılı M. Hamdi Yazır. Hak

KİTÂB ÇARPSIN!...

Kitap çarpsın!. Bu sözü söyleme sebebimiz, Kitâb’taki “kutsal gücün” varlığıdır. Bu güç nereden gelir? Tanrı’dan. Tanrı’nın Sözünden. Tanrı’nın Sözündeki “gizemden”!. Tanrı’nın Sözündeki Güçten. Sözlerde güç vardır. Sözü söyleyenler onlara güç yüklerler ve o güçler de bizi etkilerler; bunu “en iyi yapan” Tanrı’dır. Özellikle geçmişte, (günümüzde de), animizm ve fetişizm (= büyü) bu güce yaslanır; “üfürükçülük = büyücülük” bu gücü “olumsuz yönde” kullanır. Tanrı bu gücü aslâ olumsuz kullanmaz, çünkü Tanrı insanların kötülüğünü = olumsuzluğunu istemez. Biz, “Kitâb çarpsın!” dediğimizde, Tanrı’yı şahit tutarak doğru söylediğimizi, kötü bişey yapmadığımızı tasdiklemiş oluruz. Kitâb’taki bu Güç, sıkıştığımızda = zor zamanlarımızda aklımıza gelir, normal zamanlarımızda bu gücü fark edemeyiz!. Normal zamanlarımızda da bu Gücü fark edersek, O Güç bizi “güçlendirir”. O Güç Tanrı’nın Gücüdür, Kitâb bizi O’na = O Güce bağlar, bize (Hakikat ve) Hikmet sağlar. O Kitâb insanları Hakk’a = Hakikate il

MUHÂTAPLIK İLİŞKİSİ

Sözlü diyalogda muhâtab karşımızdadır; yazıdaki muhâtab “gâibtir”!. Pekiî Kur'ân okurken “Muhâtabımız gâib midir” ?!. Hayır. Ama O Muhâtab, bize Kur'ân’daki her emri “birden” vermez = biz Kur'ân’ın her emrine “birden” muhâtab olmayız!. O Muhâtab, bizim gücümüz ve imkânımıza göre bizimle muhâtab olur = “Lâ yükellifullahu nefsen illâ vüs’ahâ ... ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkatelenâ bih...” (2/286.) Zengin değilsem, zekât vermem, hacca gitmem ama namazı (salâtı ve zikri) vb. emirleri de terk edemem, aslâ şirk koşmam... ne istersem, O’ndan isterim; O bana verince, verdiğinden (para, ilim vb.) veririm; hesabı unutmam; şirk koşanlarla (= O’na dost olmayanlarla) aslâ dost olmam, vs... Aksini yaparsam ve Kur'ân okumayı “normal bir yazı”! (= Metin/Mushaf) gibi! okursam, O’nunla konuşmamıza (= O’nunla sözleşmemize) bağlı kalmamış = O’nun muhâtaplığını boşa çıkarmış = “gâib ve muhayyel Bir’i” ile konuşmuş gibi!, O’nu “ciddîye almamış, yok saymış gibi!” olurum... Rabbini “ciddî Bir Mu

KİTAP, KUTSAL KİTÂB ve KUR'ÂN

Kitap, ketebe’den yazılı bir metni, yazılı sahifeleri, sözün yazıya dökülmüş ve ciltlenmiş hâlini ifâde eder. Söz’de, söyleyenle (konuşanla) dinleyen (konuşulan) aynı mekânda ve aynı zamandadır, karşılıklı diyalog hâlindedir; söze, karşılıklı jest ve mimikler etki eder; karşılıklı duygular yansır. Yazı’da, yazılan ve okunulan mekân ve zaman farklıdır; ayrıca yazı kurgu da olabilir; yazı duyguları da örtebilir = gizleyebilir ama sözde de yazıda da bir (ya da bir kaç) amaç vardır; dedi-kodu ya da karalama yapılmazsa, söz de yazı da boş yere, havaya = boşluğa söylenmez ve yazılmazlar; ya haber vermek ya bilgi vermek için söylenir ve yazılırlar. Yazıda, yazar/lar ölmüş de olabilir; ölmüş yazarın kitabını okumak, yazarı diriltmez ama okuru, ya yazarın yazdığı zamana götürür ya da yazarın yazdığı o metin yorumlanarak güne taşınır; ikisi birden de olabilir.  Normalde yazı = metin, sözü dondurur, öldürür. Okur, o ölü = donuk metni okuyarak “tekrar diriltir.”!. Normal kitaplar çok “önceden” yaz

NEGATİF TEOLOJİ

Negatif Teoloji  ya da Viva Negativa. Teoloji, Tanrı hakkında konuşmayı ifâde eder. Teo, Tanrı; loji, bilim; Teoloji, Tanrı bilim demektir. Pozitif teoloji, Tanrı’nın Zâtî sıfatlarına; negatif teoloji de Subûtî sıfatlarına karşılık gelir. Zâtî Sıfatlar : Vucud, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyet, Muhalefetün lil Havâdis ve Kıyâm bi Nefsihî. Subûtî Sıfatlar : Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kelâm, İrade, Kudret ve Tekvin’dir. “Ve lem yekün leHû küfüven Ehad.” ve Muhalefetün lil Havâdis tam da bir viva negativadır.  Tanrı’nın İşitmesi = Semi’ kulakla değil; Görmesi = Basar gözle değil; Konuşması = Kelâm ağızla değildir... Bütün bunlar bizi viva negativaya = negatif teolojiye taşır. Neden? Çünkü dil sınırlar ama dil olmadan da herhangi bir bilgiyi paylaşamayız. Tanrı, dille “tam”! ifâde edilemez; çünkü O’nu, yarattığı şeyler ifâde etmekten (= tanımlamaktan, bildirmekten) acizdir; dili de O yaratmıştır; O’nu = Kendini tam anlamıyla sadece Kendi bilebilir. Onun için biz O’nu her ne zaman tanımlamaya (= anl

6K

Bu 6K, iletişimin 6K’sı : Konuşan, Konuşulan, Konuşma, Kod, Kontakt ve Kontekst. Konuşma ile kod arasındaki fark, konuşmanın mesaj/anlam taşıması; kodun dilsel ifâde = sembol (harf ve işaret) olmasıdır. Kontakt, konuşan ile konuşulanı birbirine bağlar; kontekst, bağlamdır, konuşmanın geçmişidir. Konuşan kişi ile konuşulan kişi mesajla = konuşma ile, kodu = dili (harfleri = sesleri) kullanarak, birbirleri ile duygusal ve düşünsel temas (kontakt) kurarlar; aralarındaki sorunları (bağlamı = bağı) çözmek = halletmek için konuşurlar. İletişim kuranlar (= karşılıklı feed-back’le = geri bildirimle = etki ve tepki ile), aynı duygu, düşünce ve bağlamda, aynı dili (= kodu) kullanmıyorlarsa anlaşamaz, kavga ederler. İletişimde iyi niyet (= iç/kalp temizliği), iknâ (= anlaşma) için en önemli unsurdur. Art (kötü) niyet, iknâ değil çatışma üretir.

DİL ve ANLAM

Şeyler zihne (= düşünceye); düşünce (= zihin) dile; dil ifâdeye = kelimelere dönüşmeden “anlama ve açıklama” olmaz. Şeyler dışardadır; şeylerdeki ‘ayrımları = farklılıkları = sınırları, “Yaratma” ile belirlenir ve her yaratmada bir “melek” görevlidir. Doğru anlama, dışarının içeri (= zihin) ile uyumu; doğru açıklama da dilin zihinle (= içeri ile) uyumu ile mümkün olur. Logos : Söz, Kavl, Kelime, Akıl, Düşünce, İlke ve Yasa anlamlarına gelir.  İlk Söz : “Kün = Ol.”!dur. Bu “Kün’ün” içinde “her şey” vardır. Varlık = kâinat, “Kün”! (= kevn) ile var olmuştur. Kâinat, “Rabbin Kelimesidir, Yahyâ da İsâ da.” (3/39 ve 45.) Tüm felsefe, logos’u şerh çabasıdır.  Anlama : Kişilerin, aynı zamanda şeylerin içinde olan “şey”!; açıklama : içeride olanın (= anlamanın) dışarı atılması = çıkarılmasıdır. Şeyler, kendi “hâl dilleri ile”; kişiler, hem “hâl dilleri hem de ortak dilleri (= lisan)” ile içlerindeki anlamı dışarı çıkarırlar; (insanlar söz konusu olunca da) ilkine düşünme; ikincisine ifâde etme

GERİLİM

Gerilim : Germe ya da gerilmeden isim. Germe ve gerilme, bir şeyi uçlarından farklı yönlere çekerek esnetme, genişletmedir. Fizikteki gerilmeyi ben, dine, din diline, dindeki anlayışlara (= yorumlara) taşımak istiyorum; bir de toplumsal gerilme var ama bu, bu yazının konusu değil, bilelim ki onun da temelinde dinî ya da ideolojik gerilmeler var. Her dil olduğu gibi din dili de gerilmeye müsaittir; dindeki farklı yorumlar (hermenötik ve mezhepler) buradan türer; “evrensel dinlerde” bu son derece normaldir. Çünkü “inen dini” “günün dinine” transfer etmek ancak bu şekilde mümkün olur. Ama, bu esnetmeyi yaparken “malzemeyi yırtmamak”! da gerekir. Dinî alanda yaşadığımız gerilimlere böyle bakarsak ve dinî yorumları “Değişmeyen Metin’e = Mushaf’a” göre ayarlarsak, sorun kalmaz. Bunun için “Değişmeyen Metin’in = Mushaf’ın” “ana ilkelerini = temel direklerini” iyi bilmek gerekir. Nedir onlar?!. Tevhîd = Ulûhiyet, Nübüvvet ve Meâd. Yâni Otoritenin Birliği, O Otoritenin bizimle ilişki biçimi ve

ORGANİK, MEKANİK ve ELEKTRONİK

Bu yazıda bu üç  kavramı merkeze alarak son yüzyılda yaşadığımız ekonomik, sosyal (toplumsal) ve siyasal değişimin kısacık bir izini süreceğim. Bu kavramlara dinamizm katan şey paradır.  Paranın olmadığı dünyada her şey organikti/r.  Organikten mekaniğe geçiş, para (burjuvazi) ile olmuş, oluşmuştur. Sizleri bilimsel (akademik) kavramlara boğmadan, pratik hayattan örneklerle köy ve şehir hayatını karşılaştıracağım. Köy, toprağa, vahşî doğaya bağlı (mahkûm) hayatın; şehir ise makinaya bağlı (mahkûm) medenî hayatın (medeniyetin) mekânsal adıdır. Köy, karyedir, taşradır; şehir, medînedir, ‘medeniyettir’; ‘kültür’ şehirde (medînede) doğar ve oradan yayılır. ‘Köylülük’, düne kadar medeniyet görmemişlikti. ‘Köylü milletin efendisidir.’ sözü, köylüleri şehirli yapmak, onlara medeniyet öğretmek için söylenmiş idi. Bu proje, ancak 1940’larda uygulamaya konabildi. Bu projenin daha önceki inkılaplarla bağı/bağlantısı kurulamazsa mesele anlaşılmaz. Proje ile köye “bilim” girdi, “teknik” girdi, batı

TUTKU

Aşırı istek sonucu insanı ele geçiren ama insanın onu ele geçiremediği duygu ya da duygulanım durumudur tutku. Bu duygu, kötü bir şeye musallat olursa, insan kötü; iyi bir şeye musallat olursa da insan iyi olur. Kötü duygular da = kötü duygulanımlar da = şeytan da; iyi duygular da = iyi duygulanımlar da = melekler de insanın içindedir. İnsan tutkuya kapılınca akıl devreden çıkar. Kötü duyguya kapılanlarda öfke, nefret, şehvet gibi nefsanî hazlar = arzular; iyi duyguya kapılanlarda da sevgi, merhamet ve adâlet gibi (ilâhî) hasletler ön plana çıkar. ‘Normal insanlar’ bir işe = bir şeye (bir kişiye ve de Tanrı’ya) tutku ile bağlanamazlar; tutku, “anormal insanların”! işidir. Normalliğin olduğu gibi, anormalliğin de iyisi ve kötüsü olur; sadece tutkuya kapılan insanlar, normal = sıradan insanlara göre “anormal = sıra dışı bir hayat”! yaşarlar. Aşk da tutku = tutulma ile başlar; mâşukta (âşık olunanda) kaybolma (mâşukla bir olma!) ile de ebedîleşir. ‘Tanrı aşkı’nın kaybı yoktur. “Tanrı’ya â

FARKINDALIK

O’na muhtaç olduğumuzun gerçekten farkında mıyız?!. Farkında olmama hâli, gınâ = istignâ = sahte zenginlik!, kendi kendine yeterlik, kendini beğenmişlik. Farkında olma hâli ise acizlik, kendi kendine yetersizlik ve kulluk. ... O, Rahmân ve Rahîm, bizi hep koruyup gözetiyor. Rahat edelim diye sırasıyla gündüzü ve geceyi sevk ediyor. “yükevvir-ul leyle ale-n nehâri ve yükevvir-un nehâra ale-l leyl, ve sehhara’ş şemse ve-l kamer. (39/5.) Yiyelim içelim diye gökle yere emrediyor. Gökten yağmur, yerden ma’mül gönderiyor. Çoğumuz bunu bilmiyor, bilenimiz de bunları yapan, Doğa diyor. Kulluk (= farkındalık) yoksa aslında “Allah”! diyenle Doğa diyen aynı şeyi söylüyor, sadece farklı harfler kullanıyor. Farkındalık, kullukta/kullukla kendini gösteriyor; gerçekten bilenler, O’na hem itaat ediyor hem de şükrediyor. 35/Fatır, 28, “innemâ yehşellahe min ibâdihil ulemâ.” Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar (O’na en çok saygısı olanlar, haşyet duyanlar), ulemâdır (âlimler = bilenlerdir) diyor. 

TANRI FİKRİ!

Tanrı Fikri ya da Tasavvuru. Nasıl bir Tanrı’ya inanıyoruz?!. Bu konuda iki kitap önerebilirim : Karen Armstrong’un Tanrı’nın Tarihi ve Etienne Gilson’un Tanrı ve Felsefe’si. Burada yazacağım görüşler büyük ölçüde oralardan esinli. İlk insanın Tanrı’sı “tek, mükemmel ve kemâl (= tam)”! idi; ilkel insanın Tanrı’sı ise çok, formel (= bir şekli olan) ve muhtemel! bir Tanrı’dır. Mükemmel Tanrı fikri = algısı bozulunca, Tanrı Elçileriyle “düzeltici vahiyler = bilgiler = Kitâblar” gönderiyor. Tarihte “bilinen ilk düzeltici vahiy” İbrâhim (a.s.)’a geliyor; O, Tevhîd’in babasıdır.  İbrâhim (a.s.)’dan sonra Kitâb’ta en çok ismi geçen Elçi, Mûsâ (a.s.)’dır. Mûsâ (a.s.), “bozuk Tanrı fikrini” düzelten ve İsrailoğullarına gönderilen bir Elçidir ama İsrailoğulları O Tanrı’yı “mülkiyetlerine geçirmiş”!, sahiplenmişlerdir. İsrailoğullarının Tanrı’sı Yahve = Yahova’dır. Yahve = Yahova, 1) Yâ Hû/ve, ya da, 2) Yaşayan O = Ölümsüz O, anlamına gelir. İsrailoğulları dışındaki ‘milletlerin’ ya Tanrı’sı yokt

KARŞILAŞMALAR

Dün, karşılaşma imkân ve vasıtaları çok fazla değildi ama yine de belli karşılaşmalar oluyordu; bugün, imkânlar gelişti, çok sık karşılaşıyoruz ama bitürlü “tanış(a)mıyoruz.”!. Bireyler karşılaşınca fikirler de karşılaşır; hele de yazı, tabiî okuyanlar için, fikirlerin karşılaşmasında önemli bir aşamaya işaret edilir. Çook eskilere gitmiyorum; batının “orta çağ” dediği dönemde (tüm konumlamalar, tanımlamalar batıya aittir ve batı, merkeze kendini koyar.), dinler ve bilimler de karşılaşmış; bilimler dinden; “dinler”! bilimlerden etkilenmiştir. Kiliseden etkilenme olmasaydı Rönesans; daha geride İslâm dünyası Yunan biliminden (felsefesinden) etkilemeseydi İslâm Felsefesi (Kelâm) doğmaz/oluşmazdı; İslâm dünyasındaki Yeni-Eflâtunculuk, batıdaki Yeni-Thomascılık (Hırıstiyan Felsefesi) bu karşılaşmaların sonucunda oluşmuştur. Bu karşılaşmayı yazıda/yazıyla önce, Din ve Bilim ya da Din ve Felsefe; sonra Din Felsefesi (İslâm, Hırıstiyan, Yahudi, Zen, Budist Felsefe/si vb.) şeklinde ifâde edebi

MAĞARA ARKADAŞLIĞI

Zihnim bir kaç gündür “arkadaşlığa” takıldı-kaldı. Bizdeki arkadaşlıklar, okul, asker, iş arkadaşlıklarıdır; emekli olunca bu, kahve-klüp arkadaşlığına dönüşüyor. Tanıdık, arkadaş ve dost... Bizim arkadaşlıklarımız aslında tanıdıklık = tanışıklık. Okul, askerlik ve iş, mecburî; oralarda bu insanlarla karşılaşarak tanışıyoruz, kafa yapılarımız uyarsa arkadaş oluyoruz. Emeklilikteki oyun arkadaşlığı ise “sıkıntı” kaynaklı!. Arkadaşlık üzerine düşünürken, iyi ve kalıcı arkadaşlık olmadan = kurulmadan dostluğun oluşmayacağına kanaat getirdim. Pekiî iyi ve kalıcı arkadaşlık nasıl olur, nasıl kurulur diye düşündüğümde de imdadıma mağara arkadaşları (= Ashab-ı Kehf) yetişti. Ashab, arkadaş; kehf, mağara. Mağaranın bendeki çağrışımı Platon, Hira ve Sevr’dir; Kehf’in mağara olduğu nedense aklıma gelmez/di ama şimdi geldiği iyi oldu. Platon’un mağarasını hariç tutarsam, iyi ve kalıcı arkadaşlıkların oluşumu için onun bişekilde mağara ile ilişkisini kurarım.  Hira, iyi arkadaş olmanın = iyi ashab

BULUT

Bulut : Meteorolojik açıdan, gökyüzünde yoğunlaşma sonucu oluşan su buharı; teknolojik olarak, veri depolamak için kullanılan yazılım. Bu yazı, her iki anlama da dokunacak ama isabet edip-etmediği kesin değil.  Gökyüzündeki bulutlar yağmur taşır, o bulutlar o yağmurların nereye düşeceğini bilmezler, Rableri onlara : “şu toprağa = şuraya!” dediğinde yüklerini bırakırlar. Bu yazılar da buluta yüklenmiş yağmurlara benzetilebilir. Bu yazıların hangi toprağa (= kime, âdemoğlu da toprak/tan) “rahmet” ve hangi toprağa “zahmet” olacağını yazan bilmiyor, bilemez; sadece onları bir bulut yazılımına yükler ve salıverir. Blog istatistikleri tüm dünyadan bloga girenleri gösteriyor (Senegal’den bile iki kişi blogu takip ediyor, toplam takipçi 5112; ilk sıra Türkiye; ikinci sıra Rusya) ama ne kadar okunuyorlar, nasıl etkileniliyor, okuyanların toprağında ne bitecek, bunu bilmek mümkün değil ama toprağa yağan fazla yağmurun zarar verdiğini bilmek mümkün.  Yağmur kararında yağarsa rahmet; fazla yağarsa

KİŞİLİK

Kişilik, psikolojinin en temel konusu; çoğu zaman kendilik ve kimlikle karıştırılır. Nedir kişilik ve nasıl oluşur?!. Bu konu, sayfalarca yazıyı hak eder ama ben bir kaç paragraf karalayacağım. Kişiyi kendi yapan ve ona karakter veren tüm özellikleridir kişilik. Nasıl oluşur? Anne karnında başlar kişilik oluşumu. Annenin beslenmesi, aile ortamı (huzur-huzursuzluk, yetimlik-öksüzlük), beslenme, çevre (coğrafya, iklim), eğitim, yaşanılan ve karşılaşılan her durum (ölümler, savaşlar vb.), kabuller, retler, gelir düzeyi, sevgiler, nefretler, inanç ve inançsızlık, ... kişiliğin oluşumunda etkilidir ama asıl kişiliği belirleyen kişinin tercihleridir.  Böyle bakarsak, herkes ayrı ve özel bir kişiliktir, biriciktir ama herkes kendini (kendi kişiliğini) “beğenmez, beğenmeyebilir”!; hiç tahmin etmediği biri, o kişiyi değiştirebilir. Kimseyi (hiçbir kişiliği) değersiz görmemeliyiz; “kötü gördüğümüz”! bir kişiden bile öğreneceklerimiz olabilir. Kimseden umut kesmemeliyiz; kimseyi de “küçük” görmem

TARİH

Tarih, bugünün geçmişe doğru izini sürmek, oradan buraya nasıl gelindiğini bilmektir. Her şeyin tarihi olur; tarihe “bütüncül, felsefî ve ilişkisel” yaklaşmazsak, “olup-biteni” anlayamayız. Bu yazı, bilim (bilimin = bilmenin) tarihine kısacık bir bakış atacak. Bilme, bilenler ve bilinenlerin etkileşimidir; bu iş sistematikleşince bilim olur. Bilim, olayları ve şeyleri (= hayatı) anlamaya ve açıklamaya yarar. Bu anlama ve açıklama, “bir hedefe = amaca” yönelik olmazsa, dağınık olur, her kafadan bir ses çıkar ve bu sesler kakofoniye döner. Bilimde ‘hakikat iddiası’ abestir; bilim, ‘ben hakikati buldum’ derse, artık bilim yapmanın anlamı = ma’nası kalmaz; en azından pozitivist bilim anlayışına (Descartes’e) kadar bu böyleydi; Descartes’la bilim modernleşti, kartezyen bir yapıya kavuştu; bunu da, çok daha geriden Aristo mantığı besledi; kesin doğru-kesin yanlış, siyah-beyaz ikili mantığı... (şimdilerde bu mantık, bulanıklaştı = fuzzy mantık.) Bu pozitivist bilim, siyasal ve toplumsal aland

FİİLLER

Fiil : İş ve oluş bildiren eylem. Amel. Hareket. Fiillerin kipleri ve çeşitleri olur. Kip, fiilin zamandaki hâlini/durumunu; çeşit, yapıdaki durumunu gösterir. Geldi, geliyor; buluştu, buluşacaklar, gibi. Buluşma fiili, müşâreket, ortaklık bildiren bir fiildir, en az iki kişi buluşur; etkenlik-edilgenlik de fiillerin çeşididir, türüdür; her eylem, zamanda ve zamanla yapılır. Bir sürü (neredeyse sonsuz) fiil vardır. Fiiller tek başına iş yapmaz, fâile = iş yapan = özneye ihtiyaç duyarlar. Fiiller, yapana nispet edildiğinde de bir çok çeşide ayrılırlar : Gözün fiilleri (görmek = bakmak). Kulağın fiilleri (işitmek = duymak). Elin, ayağın, aklın, kalbin fiilleri... (tutmak, yürümek, bilmek, düşünmek, inanmak, güvenmek...) Fiillerin arkasında bir “karar” bulunur; bu karar, ya bilgiye ya inanca dayanır ya da bilgi ve inanca dayanmadan “otomatik” yapılır; hayvanların ve robotların yaptığı fiiller otomatiktir. Bazı fiiller de geçişlidir, karşı tarafa geçerler; bazıları da dönüşlüdür, yapana ge

İNÂBE/T

İnâbe/t : Enâbe, yenîbu, inâbetün = inâbe/t.  39/Zümer, 54 : “Azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün (ve enîbû ilâ Rabbiküm) ve Ona teslim olun (eslimû leHû), sonra yardım göremezsiniz.” der. 39/55 : yine “Azap size ansızın gelip çatmadan önce Rabbinizin indirdiği en güzel mesaja = öğretiye (= vahye) uyun (vettebiû)”, der. Sonra, “Allah’ı “umursamadığımdan”!, Hakk’ı = hakikati küçümsediğimden (= Allah’a karşı yaptığım saygısızlıktan = alâ mâ ferradtü fî cenbillahi) dolayı yazıklar olsun bana!.” (39/56.) “Allah beni de doğru yola iletseydi, ben de muttaqîlerden olurdum.” (39/57.) “O azabı görünce, bir daha geri dönme imkânı olsaydı, kesinlikle iyi biri olurdum, demeyesiniz!.” (39/58.) ama bunu diyeceksiniz!. “O (Allah) da : Hayır!, iş işten geçti; size âyetlerim gelmişti; siz onları yalanlamış ve büyüklük taslamıştınız ve kâfirlerden olmuştunuz.” diyecek. (39/59.) ... Bizde ruhbanlık yok; inâbe almaya gerek yok, inâbe illâki bir şeyhle olacak diye de bir kural yok. (İnâbe alma : Bir t

METÂ'

Metâ’ : Alım-satımı yapılan (ticarete konu olan) ve kısa süreli ya da geçici fayda sağlayan mal, eşya, emtia. Eğlence, eğlenme. Dünyaya = dünya hayatına da metâ’ denir. Bu kelime Kitâb’ta 70 kez geçer. Fiil hâli : mettea’, temettea’, istemtea’ yaşatmak, geçindirmek, fayda sağlamak, vermek, yararlandırmak; isim hâli : geçim, eğlence, zevk ve eşya = emtia. Hadîd, 20 son cümle, “... vemel hayat-üd dünya illâ metâ’ul gurûr.” diye biter. Âyetin başı da dünya hayatını anlatır ve bu hayatı beş şeye benzetir : “Oyun (laib). Eğlence (lehv). Süs (zîynet). Övünme (tefâhur). Malda ve Evlatta Yarış (Tekâsür : çokluk yarışı). Bunu da yağmur yağınca bitkilerin = ekinlerin yeşermesine ve çiftçilerin sevinmesine, sonra o bitkilerin kuruyup çer-çöp olmasına benzetir. Âhiret için ektiğiniz bitkide = ekinde ise böyle bişey olmaz = olmayacak; orada şiddetli azap da Rabbimizden mağfiret de Rıdvân = Rızâ da vardır.” der. Geçimin = geçimliğin azı da çoğu da tehlikelidir, kararında geçimlik iyidir. Fazlanın ve

KURTARICI!...

Kurtarıcı! : Godot ya da Mehdî. Batıda da doğuda da herkes bir kurtarıcı bekliyor ama o kurtarıcı bitürlü gelmiyor. Gelmeyecek de. Ne yapılacak?!. Gelen “kurtarıcıların” (Peygamberlerin) izi takip edilecek. Bu iz, bugün kaybedilmek isteniyor. Bu izin kaybolmasını önlemek için bir arkeolog titizliği ile sabırla çalışmak gerekiyor. Zor zamanlarda insanlık (= her millet, her kavim) hep bir kurtarıcı beklemiştir ama beklenen kurtarıcı onların beklediği zamanda ve yerde/n gelmemiştir. O Kurtarıcı son defa Mekke’den gelmiş/çıkmıştır; Ondan sonra da bir kurtarıcı (Mehdî ya da Godot) gelmeyecektir. Gelecek “yeni kurtarıcı”!, O Kurtarıcı’yı takip edenler arasından çıkacak, (neredeyse!) Onun gibi yaşayacaktır.  Ondan yaklaşık 1500 yıl önce, Mûsâ ve kardeşi Hârun da birer kurtarıcıydı/lar. Mûsâ’yı Rabbi terbiye etti = yetiştirdi; Onu sarayda büyüttü, Hz. Şuayb’in eline teslim etti ve Tûr’da da Ona görev tevdî etti, kardeşi Hârun’u da Ona vezir etti... "Git Firavun’a da şu insanları kurtar!.&

EMİRLER

Emri, “otorite” verir; emirler, yap, yapma, git, gitme, ye, yeme, ... şeklinde olumlu-olumsuz verilebilir. Otorite, ilâhî de insanî de olur. İlâhî otoritenin emirleri din; insanî otoritenin emirleri de devlettir. Ben, bu yazıda dinin emirlerine ‘kuş bakışı’ bir bakış atacağım. Dinin bazı muhkem = kesin emirleri farz-ı ayndır; bazı emirleri de farz-ı kifâyedir. Farz-ı aynlar, herkese emir; farz-ı kifâyeler bir kısım insanlara emirdir. Namaz kıl!, zekât ver!, oruç tut!, yalan söyleme!, ... gibi emirler farz-ı ayndır; asânı at! (20/18), Firavun’a git! (20/24), ... gibi emirler de farz-ı kifâyedir. Pekiî farz-ı kifâye emirlerin bugünkü karşılığı nedir; onlar, o gün verilmiştir ve bitmiştir! diyebilir miyiz?!. Aslâ. Bugün, asânın ve Firavun’un karşılığını bulmalı ve bazılarımız da bu emirleri yerine getirmelidir!. Kim?!. Kimse getirmezse herkes. Farz-ı kifâye emirlerin yapılmasından ve yapılmamasından herkes sorumludur; cenaze namazını kimse kılmazsa herkes vebal alır, üç kişi kılarsa herke

KAZANÇ

Kazanç : Çalışmanın sonucunda elde edilen pozitif (+/artı) değer, kâr.  Kazancın (kârın) elde edilmesi için belli masraflar yapılır, emek/ler verilir ve belli riskler alınır. Risk yükseldikçe kâr düşer, zarar edilebilir. Risk, piyasada güvenin bulunmaması, ticaretin belirlenmiş kurallara göre yapılamamasıdır. Bu, işin ekonomik kısmı. Bunu düşünceye tahvil ettiğimizde, düşüncenin kazancı nasıl olur?!. Her kazancın arkasında bir düşünce varsa, bu kazanç da o düşüncenin yaygınlaşması ve ekonomiye, siyasete = hayata yansımasıyla gerçekleşirse, o zaman bu düşüncenin kazancı nasıl olur? Bunun da belli bir sürede (kısa, orta ve uzun vadede) gerçekleşmesi beklenmez mi? Bu süre (vade), zaman algımızla bağlantılıdır. Peşinciler, kazancı hemen (= çok kısa vadede) almak isterler; uzun vadedeki riskleri göze alamazlar. Uzun vadeli yatırımı göze alanlar, ısrarla beklerler ve bütün riskleri göze alırlar; çook uzun vadeli kazançlarda, çok büyük risklerin olduğunu düşünürsek; bu iş hiç de kolay değildi

ÇELİŞKİ

Çelişki : Zıt. Aykırı. Mugāyır. Tenâkuz. Muhalif... Dilde zıt anlamlı sözcükler, birbirine ne kadar zıt?!.  Çift ile zıtı karıştırıyor muyuz? Kadın-erkek, gece-gündüz, birbirine zıt değil. Kadın-erkek, insanın “iki yarısı”!; gece-gündüz, günün “iki yarısı”!. Pekiî helâl-haram, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, zıt mı; zıtsa ne kadar zıt? Zıt ne? Zıt, bizleri denemek için oluşturulmuş, bu dünyaya (yaratılmış dünyaya) ait bir kavram. Tanrı’nın (ortağı/şerîki de) zıddı (da) yok. Tanrı, hem bu dünyada, hem bu dünyadan aşkın = münezzeh. Bu dünyada olması/bulunması!, zıtlıktan münezzeh (= Samed) olmasıyla = bu dünyaya, bizim bilebileceğimiz başka bir dünyaya da ait olmamasıyla mümkün. O, biyerde bulunmaktan (= yer kaplamaktan = cisim olmaktan) münezzehtir. ... Kimi, Tanrı’nın zıddını şeytan olarak görür; şeytan, Tanrı’nın zıddı değildir. Pekiî şeytan kimdir, zıddı nedir?!. Şeytanın zıddı, olsa olsa melektir; çünkü şeytan ve melek, yaratılmış dünyaya ait varlıklardır. Melek, Rabbine itaat

YAZILARIN DÜZEYİ

Hocam, ‘o kadar sık/seri yazıyorsun ki, bu yazıları kim okuyor, kim anlıyor?’, diyerek iki ayrı soru, bir tek soruymuş gibi soruluyor. Okuyan herkesin anlaması iyi de, on kişi (hatta bir kişi bile) anlasa, bu da iyi; o bir ya da on kişi, umarım yarın başka bir ya da on kişiye ulaşır. Düzey “biraz yüksek” olabilir, bu yazılar da zaten “düzeyi yükseltmek” için yazılıyor. Açıkçası, herkesin anlamasını da beklemiyorum; anla(ya)mayanlar, niye anlayamadıklarını fark ederler ve “açığı” kapatmaya gayret ederlerse, bunun da bir kazanım olacağını düşünüyorum.

DİN ve DEVLET

Ben bu iki kavrama bilindik anlamından farklı bir yerden (noktadan) bakacağım. Din, düzendir (yasa, hukuk, şeriat, kuraldır.) Devlet, bu düzeni işleten kurumdur. Din de devlet de birer kurumdur; din devletin görünmez kurumu; devlet dinin görünen (teşkilatlı) kurumudur. Din, ilâhî de seküler de olabilir; böyle olunca, devlet de ona göre şekillenir. Din devleti (teokrasi); seküler (laik) devlet (demokrasi) gibi... ‘Devletin dini olmaz.’ sözü, son tahlilde, o devlette yaşayanların (o devlette yönetenlerin ve yönetilenlerin) dini olmaz sözüne varır; ki, bu saçma bir sözdür; laiklik de seküler bir dindir; önemli olan, dinlerin iktidar anlayışları, yönetim tarzlarıdır. Din vardır, başka dinlere saygısı ve hoş görüşü yoktur; din vardır, kendine güveni tamdır, başka dinlerden korkmaz, uygulamaları ile onlara örnek olur = meydan okur , onların gönüllerini kazanır = iknâ eder... Her devlet, bir din devletidir; her devleti ya “ilâhlar” ya da “o ilâhlara kul olanlar” yönetir. İlâhlar çok olur ve ç

DİL/İN EVRENİ

Evrende bir çook dünya olduğu gibi, dilin evreninde de bir çok dil vardır : Arapça, Türkçe, Farsça, Almanca, İngilizce, Rusça... Alfabeler ve kelimeler dillerin taşıyıcı malzemeleridir, anlamı taşırlar; anlam ise her dilde ortaktır. Farklı diller = farklı alfabeler, eşyanın, duygu ve düşüncelerin, sesler ve işaretlerle (harflerle) taşınmasıdır. Sesleri terbiye eden insanoğlu, daha sonra onları harflere hapsetmiştir. Bazı dillerde sesler harflerle (a, e, ı, i, ...); bazılarında harekelerle (üstün, esre, ötre) temsil edilir. Öğrenme olmadan öğretme olmaz; öğrenmenin de öğretmenin de merkezinde dil (= ses ve işaret sistemi) vardır. Davranış da bir dildir. Kitâb, önce sözsüz, sonra sözlü, sonra yazılı işaretlerle = âyetlerle bize gelmiştir. Sözsüz işaretler (= âyetler), Efendimize; sözlü işaretler (= âyetler) Onun ashabına; yazılı işaretler (= âyetler) de bizedir. Biz, yazılı işaretlerden (= âyetlerden = Mushaf’tan) = yazıdan, sözlü işaretlere (= âyetlere) = söze; sözden de sözsüz işaretle

ÜFLEME/K

Üflemek, nefes vermektir ve canlılık = hayat belirtisidir.  Nefes alıp-veremeyen canlı, ölüdür. Bir iş yapabilmek ve konuşmak (söz söylemek, emir vermek vb.) nefes (alıp) vermekle olur. Nefes alınmadan üfleme (nefes verme) olmaz!. Ama, Rabbin üflemesi, nefes almadan gerçekleşir!. Nefes alma, muhtaçlık demektir; Rabbin hiçbir şeye (nefese de) ihtiyacı olmaz. Bizim O’nun nefesine = üflemesine ihtiyacımız vardır, O bize hâlâ nefes üflemeye devam etmektedir. Üfleme, “olmuş-bitmiş” bir iş değildir. O, her ân bir iştedir = “... külle yevmin Hüve fî şe’n...” (55/29). Kimi bunu biliyor, kimi bilmiyor veya unutuyor; “fî tarihinde” üfledi ama ben unuttum diyor. Unutanlar, o nefesi boşa veriyor = çar-çur ediyor!. Unutmayalar, onun kıymetini bilmeye gayret ediyor.  Kanunî (Avnî), nefes alıp-vermeyi sıhhat olarak görmüş; “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demişti. Oysa nefes, aynı zamanda hayattır, hayat da El-Hayy-el Qayyûm’un bize verdiği emanettir. O, yarın bize bu emaneti nasıl kulla

TOPRAK

Toprak, yer kabuğunun kuruyarak = çürüyerek toz hâline gelmiş üst yüzeyi. Bu kuruma = çürüme, çok fazla olursa, toprak çölleşir, çölleşme oluşur ve toprak verimliliğini kaybeder. İnsan topraktan yaratılmış, “sonra” da ona ruh üflenmiştir. “Benim sadık yârim kara topraktır.” Âşık Veysel. İnsan, toprağın karnını yarıyor = ekiyor-biçiyor; hatta 50-100 katlı binalar, yer altından tüneller yapmak için derine, taâ derine iniyor; toprağın ciğerini/kalbini yarıyor!. İnsanoğlu toprağı çiğniyor, suratına tükürüyor, üzerine 'işiyor-sıçıyor'!. Bütün bunlara rağmen toprak, insanoğluna ekin-ekmek-aş (sebze-meyve) “vermeye”! devam ediyor. Aynı toprak, gökten inen suyu tutuyor, yutuyor ve bize bu suyu geri veriyor, içiriyor... ... “O gün kâfirler, keşke toprak olsaydım.” diyecekler. (78/Nebe, 40.) Sizce bu bir kurtuluş ve “sağlam bir gerekçe” mi?!. Toprak, yârimiz olsa, kurtulur muyuz?!. Şeytan, “benim yârim ateş” dedi, kurtuldu mu?!. “Yâri” = Rabbi, Allah olmayan, kurtulur mu?!.

OTORİTER OKUMA

Bir metin, yazarı tarafından 'kesin yargılı'! yazılabilir; yazarın kişiliği otoriter olabilir ve yazdıklarına da bunu yansıtabilir; bu tür yazılara da rahatlıkla ‘ideolojik yazılar’ denebilir; böyle yazılarda okuyucuya neredeyse hiç “seçme hakkı” tanınmaz. Kitapların biçoğu böyle yazılır. Roman ve hikâyelerde bile, arka planda belli bir ideoloji enjekte edilir. Bunu, sadece “okumayı bilenler = okuma-yazma bilenler”! fark edebilir. Okuma işi, çook dikkatli, çook uyanık yapılması gereken bir iştir. Dikkatli ve uyanık olmayanlar, yazarın yönlendirmelerine açık hâle gelirler. Ben buna da “otoriter okuma” diyorum. Bu okuma, otoritenin = authorun = yazarın verdiği gizli ya da açık komutlara “baş üstüne” diyen bir okumadır. İyi bir yazar = insan iradesine saygılı, vicdanlı bir yazar = author, elbette kendi düşüncelerini yazar ama o düşüncenin alternatiflerini sıralar ve tercihi okura bırakır. Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum, sözü Kur'ân okumaya = kıraata getirmek istiyoru

VARLIĞIN ONTOLOJİK BÜTÜNLÜĞÜ!...

Varlığın Ontolojik Bütünlüğü, kesinlikle onun Tanrı ile birliği = Vahdet-i Vücud anlamında değildir; buna/bu fikre, Tanrı dahil değildir.  Böyle bişey (Varlığın Ontolojik Bütünlüğü) kabul edilebilirse!, ayrı ayrı görülen her varlık (: melekler, şeytanlar, cinler, insanlar, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar; hatta kavramlar!) “bir ve bütün” kabul edilebilir. Secde kavramı da. Bildiğimiz kadarıyla ilk secdeyi melekler yapmıştı, o secdeden de iblis kaçınmıştı; kavramları da kendi aralarında bir bütün görürsek!, meleklerin o secdesiyle bizim secdemiz arasında da “bir bütünlük” görülmeli. Cinlerin de bir kısmı secde etmiş, bir kısmı da reddetmişti. (= cinlerin ve insanların Müslüman olanları da olmayanları da vardır; bitkilerin, ağaçların ve hayvanların hepsi secde eder = hepsi müslimdir ama herkesin = her varlığın secdesi = müslimliği kendine göre ve kendi çapındadır.) Böyle bakarsak, secdeyi daimî kılan insanlar, “melek gibi” olurlar, meleklere benzerler; çünkü melekler her emre secde ederler

HİZB

“... küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn.” (30/Rum, 32.) Hizipleşme, insanların bir fikir = bir düşünce etrafında buluşması ve o düşünceyi “savunmasıdır.” Buradan bakınca hizipleşme kaçınılmazdır; önemli olan, o düşünceyi “mutlaklaştırmamak”, âyette belirtildiği gibi o düşünce ile “övünmemektir.”!. Düşünceler zamanla “eskir”; eskimeyen “düşünce”! Vahiy’dir. Vahiy, iyi ve iyi niyetle yorumlanırsa, (insanî) düşüncelere (yorumlara) “ruh = canlılık = dinamizm” katar; ama!, ben vahiyden “sadece bunu” anlıyorum ve onda da ısrar ediyorum denirse, hizipleşme (= hizipçilik) kaçınılmaz olur. Yukardaki âyet bu tür hizipleri (= hizipçiliği = hizipçileri) muhatap alır, “her hizip/çi kendi yanındaki ile övünür = sevinir.” der. Buradan (böyle bir hâlden) taassup doğar; taassup da düşmanlık doğurur. Ama hizip sahipleri, bizim (benim) görüşüm/üz/den (duruşum/uz/dan) daha iyi görüş (duruş) olabilir der/ler/se, tekâmül = kemâl anlamında gelişir/ler. Eskiden (aslında şimdi de) Araplarda (Müslümanlarda) kab

DÜŞÜNCENİN KÖKENİ

Bence, düşüncenin kökeni ilhamdır. İlham, şeytanî de rahmânî de olabilir = Kötü düşünce şeytanî; iyi düşünce rahmânîdir. (Şeytan da ilham verir. “fe elhemahâ fucûrahâ ve taqvâhâ.” 91/Şems, 8. Hatta, 6/En’am, 121, “... inne’ş şeytâne leyûhûne ilâ evliyâihim...” = şeytan, dostlarına vahyeder; der.) Düşüncenin oluşması için, kişiye önce bir ilham (vahy!) gelir, sonra bu ilham, hayale dönüşür, sonra bu hayal şekillenir  tasavvura dönüşür, en sonunda da bu tasavvur söze ve yazıya dökülür. Konuşmayan ve yazmayan bir kişi de düşünür; düşünür olmak için illâki konuşmak ve yazmak gerekmiyor; konuşma-yazma, daha çok paylaşmak ve toplumsallaşmak içindir. Aslında düşündüklerini yaparak konuşanlar, daha etkili konuşurlar ve daha etkili yazarlar. Not : Vahyin Rahmanî mi, şeytanî (!) mi olduğunu AKIL ve İMAN belirler. Şeytanî vahye (!) inananların aklı şeytanî; Rahmanî vahye inananların aklı rahmanî çalışır. Şeytanî akıl, İlâhî Vahyi “kötü” görürken; Rahmanî akıl, şeytanî vahyi kötü görür. Şeytanın d