Kayıtlar

BİRAZ COĞRAFYA ve KEVSER'E ŞERH

Kevser’in bitmez-tükenmez hazine olduğunu söyledik. Bir benzetme yaparsak, okyanus büyüklüğündeki havuz. Nitekim Kevser’in cennette bir (su) havuz/u olduğu söylenmiştir. Ben bunu sadece su değil her türlü nimet olarak yorumluyorum; elbet su, en değerli nimettir. Dünya kaç yaşında bilmiyorum, kimse de bilmiyor, tahminler yürütülüyor; 4-5 milyar yaşında deniyor. Biliyorsunuz ki dünyanın 2/3’si (üçte ikisi) su; bu kadarlık bir süre boyunca, devâsâ okyanuslara “takviye” olmasaydı bu okyanuslarda su kalır mıydı?!. Bu takviye, “yukardan = gökten” olmuyor mu? Yer, yeraltı suları da oradan. Belli bir mesafe sonra yer = yeraltı filan kalmıyor; ekvatorun uzunluğu kadar (40.000 km.) yeraltına insek, yine gök karşımıza çıkıyor; alt-üst, yön mefhumu anlamsızlaşıyor... Her şeyin = her nimetin Kaynağı : Yönsüz = zaman ve mekândan münezzeh Olan/dan. Biz bir can taşıyorsak = yaşıyorsak, konuşuyorsak, görüyorsak, duyuyorsak, bişey yapabiliyorsak, ... O’ndan = O’nun Esmâ’sından = O’nun İzni/Gücü ile yapı

YARATMA

“Allah, eşyayı = şeyleri, “bişeyden” yaratmadı.” (İmam-ı Âzam Ebû Hanîf/eh. Fıkh-ı Ekber.) Yaratmadan “önce” “o şey” de yoktu; sadece ve sadece O vardı. O varken, yarattığı şeyler, aslında “bişey”! değil/di. Rab, onları “bişey” hâline getirdi. Ama onlar Rabbi unuttular da kendilerini 'bişey'! zannettiler. Rabb’den kopuk olan şeyler, “bişey” değildir.

FİİL, FÂİL, MEF'ÛL

Fiil, Fâil, Mef’ûl Fiiller, fâil ve mef’ûl olmazsa oluşmaz. Fiil, iş; fâil, iş yapan; mef’ûl, yapılan iştir. İş yapan olmazsa, fiil de olmaaz, yapılan iş de. Biz, ASIL FÂİL’in (= Rabb’in) fiili ve mef’ûlüyüz. Biz mef’ûllere, fâillik özelliği veren Rabb’e hamdolsun!.  

KEVSER

Versen, versen, versen, ... yine de bitmeyen-tükenmeyen Hazine Kevser. Nasıl? İlim gibi. İlmini veren, verince, ilminden bişey eksilir mi? Hayır. Pekiî veren, nerden verir? ‘O Bitmeyen-Tükenmeyen Hazine’den.

YAŞASAYDI!...

Efendimiz bugün yaşasaydı, Ne derdi bize?!!. İmam Âzam bugün yaşasaydı, Gülerdi hâlimize. ... O yaşarken bir mezhep oluşturmadı. Hanefîlik, Şâfiîlik, Maturidîlik gibi mezhepler sonradan oluştu. Dinde fıkıh/tefaqquh = içtihat ortadan kalkınca tembeller, ‘bikaç noktada’ buluştu. Zaman geçti, bu noktalar birbirleri ile çatıştı. Zaman geçti, bu çatışmalar birazcık da olsa yatıştı. Bu tembellik devam ettikçe taklidî düşünceler, mezhepler ve cemaatler hep ayrıştı.  Böyle olunca da dinî bütünlük = Tevhîdî anlayış şeytanî düşüncelerle “karıştı”!. İmam, bu bütünlüğe = bu Tevhîd’e, ‘Fıkh-ı Ekber’ demişti; En önemli kitabına da bu adı vermişti. Biz Tevhîd’i bölünce, Fıkıh da, Hadis, Kelâm, Tefsir gibi ayrı bir disiplin oldu. Dinî bütünlük günden güne kayboldu. Dinle hayatın uyumu bozuldu. Oysa din, hayatı düzene sokmak için indi. Onun kendisi zaten balıbaşına bir düzendi. O uyum = o düzen bozulunca geldi, yaşadığımız derin trajedi ve tereddî. Yeniden içtihat = fıkıh (Fıkh-ı Ekber) ile buluşmadıkç

O GELİNCE!

"O Gelince" Onun geleceğini düşünmeden yaşayan : O gelince, çook şaşıracak!. Bütün işleri yarım kalacak. Bilemediklerini bilecek!. Göremediklerini görecek!. Mahvoldum ben!, diyecek. Gün yüzü görmeyecek!. Ne ettim ben! diyecek... Onun geleceğini bilerek yaşayan : O gelince, Gelen, ona selâm verecek! “Sana Allah’ın Selâm’ı ile geldim.” diyecek. “Esselâm’u aleyküm ve Rahmetullah’i ve BerakâtuHu.” “Allah’ın Rahmet’i ve Bereket’i senin üzerine. Sana.” Hoş geldin Sefâlar getirdin = “Tıbtum. Tertemiz geldin. Buyur!.” Ona, Naîm Cenneti, Adn Cenneti ikrâm edilecek!. 'Gir!, ne istersen, nereyi istersen senin.’! denilecek... Sonra da hep birlikte “El-Hamd’ü lillah’i Rabb-il Âlemîn.” çekilecek. (Bknz. Zumer son âyetler.)

APAÇIK/LIK

Şeffaf/lık. Latîf=Letâfet. Bedîhî/lik. Ap/âşikâr (olma). Belirgin/lik. Alenî/lik. Cam gibi (olma). Örtülmemiş/lik... Şeyler, kesîftir. (Kesîf : Yoğun, katışıklı, karmaşık, bileşik demektir.) Kesîf olan şeyleri (kafa) göz/ü ve akıl algılar; latîf olan şeyleri kalp gözü = kalp algılar. Akıl ile kalp arasında “bağ/lantı” kurulursa, kesîften latîfe yol bulunur; kurulamazsa, kesâfet dünyasında kaybolunur.  Kesâfet dünyası, çokluklar dünyasıdır; letâfet (dünyası) ise vahdet = birlik = bütünlük dünyasıdır. Her çok, “bize göre uzak neden” olarak Bir’e bağlıdır; bizler, çoğu zaman “uzak nedene” ulaşamadan “ara nedenlerde” kayboluruz. Oysa O, inanmayan ve yakın olmayan = bilmeyen kişi için “uzak nedendir”, inanan ve yakın olan = bilen kişi için ise, “... ve nahnu akrabu ileyhi min habl-il verîd. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (51/Kâf, 16.) demiş/buyurmuştur. Bize bu kadar yakın Olan’ı apaçık göremiyorsak, kalp gözümüze (kalbimize) bakalım; aklımız = kafa gözümüz, kesîf âlemin içinde (= çok

İÇKİN

Eski tabirle mündemiç; içerde olan. İçerde olan varsa, dışarda olan da vardır. Kişi, dışarda olanı duyularıyla bilir; içerde olan için, duyulara ihtiyaç yoktur; (derin) bilinç, kendini = içerdekini = içkini de bilir. Bilinç, derin olandır; buna vicdan da denir. Vicdan, VCD’den, kişide = bilinçte olanı bulma ve o bulma/bulunan ile İlâhî bağ kurma = üflenen ruhla, Üfleyen’le irtibat kurmadır.  Bu bağı kuranların imanı güçlü olur/muş; bu bağ kurulamazsa, duyu düzeyinde = fenomenal düzeyde oylanıp-durulur/muş, bilimcilik = scientism hastalığına tutulunur/muş; bir türlü “biyerde/binoktada”! karar kılınamaz, daldan dala atlanılır, gövde (ve kök = temel/asıl/usul) bulunamaz/mış. Usulsüz/asılsız (dayanaksız, temelsiz) bilgi/bilim, dağınık, karışık ve karmaşıkmış.  Dışarı dağınıktır, karışık ve karmaşıktır; dışarının dağınıklığını, içeri (içerdeki öz, vicdan, iman) toplar. İçkinin karşıtı aşkın = müteâldir; içerinin karşıtı dışarıdır; âlemin içinde (bibaşkasına göre dışarda) olan ben, burada, b

NİÇİN?

Niçin, hem sebep/neden (= ne den) bildirir (geriye gider) hem amaç bildirir (ileriye gider), “ne için = niçin” anlamına gelir. Yaratmada bu iki yön/yan da vardır. Yaratmanın nedeni = sebebi, temelde Allah’ın ‘isteğidir/arzusudur.’ Bu istek/arzu, bizim anlayabilmemiz için “somut ve soyut sebeplere” indirgenmiştir : Toprak, su, hava ve ateş = anâsır-ı erbâ = dört temel unsur. Bu dört temel unsur öncesi durum, bizim aklımızın erdiği bir durum değil, yaratılış öncesi bir durum, başka bir âlemdir.  İnsan yaratılmadan önce, insanın yaşayabileceği bir ortam (cennet ya da dünya = kâinat) yaratıldı; en son da insan yaratıldı. İlk insan Âdem’di; Âdem bir kişi değil türdü, insan türü idi. O türün özü = nefsi “birdi” = “min nefsin vâhide” (4/Nisâ, 1.) O nefsten Âdemler = cinsiyeti farklı (kadın-erkek) adamlar yaratıldı. Tek kişi olarak Âdem adında bir “adam/kişi” yaratıldı ondan da eşi yaratıldı değil. Böyle olsa, daha sonraki adamlar = Âdemler birbiri ile ensest bir evlilikle çoğalırdı. Böyle değ

BİŞEY OLMAK

Siz buna çocuk olmak, adam olmak, hoca (Öğretmen, Doç. Prof.) olmak, vâli olmak, bakan olmak, hatta Müslüman olmak diyebilirsiniz. Bazı oluşlar kendiliğinden, bazıları da çabayladır. Çocuk olmak, erkek ya da kadın olmak için biçaba gerekmez ama hoca olmak için belli bir eğitim sürecini tamamlamak gerekir. Liseyi bitiren gence, ne olacağı sorulur. Bu tür oluşlarda “oldu/olur onayını” veren, devlettir. Bizler de devletin tebeası olarak = devleti tanıdığımız için bu oluşları tanırız; oğlum/kızım doktor oldu, hoca oldu ... deriz. Müslüman olmada “onay mercî” kimdir? Devlet mi? Hayır. Allah. Pekiî, birbirimizin Müslümanlığını (Müslüman olup-olmadığımızı) onaylamayacak mıyız? Hayır. Sadece “beyâna” bakarak, ‘sen Müslümansın.’ diyeceğiz; kimsenin Müslüman olup-olmadığına “kesin karar”! vermeyeceğiz; o yetki bizde değil, Allah’ta. İnkâr, “yok saymak” demek değil, örtmek/gizlemek, reddetmek demek; kâfir gibi; kâfir, kefera’dan örten/gizleyen demek. Aslında inkâr = kâfirlik, “gizli = görünmez ol

19

19 Mucizesi, Mısırlı biyo-kimyager mühendis Reşat Halife tarafından 1974 yılında “keşfedilmiştir”, onu oradan alıp Türkiye’de yaygınlaştıran, gençliğimin idollerinden, şimdi Amerika’da yaşayan zâttır. Nedir 19 Mucizesi?  Tüm âyetlerin ebced değeri ile 38 basamaklı bir sayı elde ediliyor, bu sayı 19’un katına denk geliyor; bu sayıyı tek tek her âyetin sayısal değerine bölersek, yine 19’un katını elde ediyoruz; buna Kur'ân’ın matematiksel mucizesi = 19 Mucizesi deniyor.  Oysa 19 rakamı Kur'ân’da Kur'ân için değil cehennem için kullanılır. “aleyhâ tis’ate aşer. = üzerinde 19 vardır.” (74/Müddessir, 30.) denilir. Âdetâ denilmek istenir ki, cehennem öyle bir yerdir ki, üzerinde “müthiş şifreli/kriptolu kilitler vardır”, oradan hiç kimse çıkamaz.  Bu âyeti her okuyuşumda, Fransız filozof Michel Foucault’un ‘Hapishanenin Doğuşu’ adlı kitabı aklıma gelir. Orada panoptikondan söz edilir. Bu kavramın isim babası aslında İngiliz filozof Jeremy Bentham’dır. Pan, bütün; opticon, optikte

İRADE

Canlılık, mekanizmadan organizmaya geçiştir. Mekanik şeylerde “bize göre can” yoktur; organizmalara canı, Ruh = Rab verir.  İnsanoğlu mekanikleri “görece organik” kılmak için “yazılım = yapay zekâ” geliştirmiştir. Yapay zekâlarda da irade yoktur, onların iradesi onları yapanın iradesidir. İnsanoğlundaki irade de aslında “böyle bişeydir.” İnsan, kendisine verilen iradeyi “YAPANDAN” bağımsız kullanamaz; kullanmaya kalkarsa, “özgür” olduğunu düşünür/zanneder. Özgürlük, işte bu zandır. Kulluk ise, iradeyi “YAPANIN İRADESİNE” göre kullanmaktır. Şöyle de söyleyebiliriz : Buradan ve Rab’den/YAPANDAN bağımsız bakınca, gördüğümüz şey özgürlük; (masanın) öte/sin/den = Rabbin Rızasından bakınca gördüğümüz şey kulluktur. Nasıl, yapay zekâ, yapandan bağımsızlaşınca frankenştayna dönüşüyorsa, insan iradesi de Rab’den bağımsızlaşınca aynı şey olur, nitekim oluyor. (Frankenştayn : Yapıcısının = yaratıcısının kontrolünden çıkan ve her şeyi ve her yeri mahveden makina/alet demektir.) “İnsanların kendi e

VE & VEYA

Ve, farklılık; veya, özdeşliktir.  Ve, yaratılışla ortaya çıkan “durum”; veya, yaratılış öncesi! “durumdur.” Vahdet-i Vücûdcular ve Spinoza (Spinoza da onlardan etkilenmiştir.), “veya” demişlerdir. Tanrı veya Doğa = Tanrı Doğadır, Doğa da Tanrı.  Bu, olsa olsa yaratılış öncesi hâldir; yaratılış varsa = biz varsak, Tanrı ve Biz = Doğa, ayrı ayrı olmak zorundadır. Biz = Doğa ile Tanrı’yı özdeş = aynı görmek, ya bizi ya da Tanrı’yı “yok” saymaktır. Kendimizi inkâr etmediğimize göre, Tanrı’yı mı inkâr edelim?!. İkisini de inkâr etmeyelim. Pekiî düaliteye = ikiliğe mi düşelim.  Hayır. Tanrı’yı bizden ayrı, “nev-i şahsına has” (Özel) bir “Varlık” kabul edelim ve O’na çook güçlü yetkiler verelim = O’nu Tek Rab = Tek İlâh kabul edelim, yeter; Tanrı bizden bunu istiyor; ötesine aklımız ermez/ermiyor. 

NAZAR DEĞMESİ

Nazar, bakma, bakış. Nazar değme, gözün bakışının değmesi ama biz bu deyimi kötü algılıyor, yorumluyoruz ve bu bakışlara karşı ‘nazar duâsı’ okuyoruz. (68/Kalem, 51.) İyi adamın nazarı (bakışı = ilgisi) iyi; kötü adamın nazarı (bakışı = ilgisi) kötüdür. Sâlih/Sâdık olamayanlar için, “... kûnû mea’s sâdıkîn/sâlihîn. Sâlihlerle/Sâdıklarla beraber olun!.” (4/69. 9/119.) denilmiştir. Sâlihlerle/Sâdıklarla beraber olunmadan Sâlih/Sâdık olunamaz, hele bu çağda. Sâlihlerin/Sâdıkların “nazarının değdiği kişiye” ne mutlu!. (Sosyal Etkileşim, Öznelerarasılık.) “Sâlihlerin/Sâdıkların Nazarında” kötülük ve kıskançlık olmaz, onlar herkese “iyi gözle” bakarlar, herkesin iyi olmasını isterler; biz kendimizi “kötü gözlerden” sakınalım, kötülerden uzak olalım, uzak duralım!.

TECELLÎ

“... Külle yevmin Hüve fî ş’en.” (55/Rahmân, 29.) Her gün aynı gün değil, her ân aynı ân değil, her söz aynı söz değil... O, her gün = her ân (yeni bir) tecellîdedir. Her tecellî, ya bir ‘önceki’! tecellîyi tamir etmek ya da pekiştirmek içindir. O’na göre “önce ve sonra” yoktur; önce ve sonra bize göredir. O’nda “sonsuuuz tecellîler” vardır; kendini bilen, “bir ya da birkaç tecellî” ile iktifâ etmez/yetinmez; “kemâl peşinde olmak”, ‘tüm tecellîlere’ açık olmaktır. (Tecellî, görünme, belirme demektir. Her tecellî herkese görünmez; kimi de hiçbir tecellîyi görmez. Görmeyene, nâzikce ‘elem terâ = e raeyte = görmedin mi?’ denilmiştir.)

DİL, ENSTRÜMANDIR.

Enstrüman, araç demektir. Dilin ifâde biçimi de kendisi de araçtır. Dilin kullandığı “görünür” araçlar kelimeler; “görünmez” araçlar da söz sanatlarıdır; bunlar : Teşbih. İstiâre. Mecaz. Kinâye. Tâ’riz/İroni. Teşhış/Şahışlaştırma. Tenâsüb. Tevriye. Tecâhül. Ta’lil. Tezat. Telmih. Mübâlağa. Tekrir/Tekrar. Nidâ/Ünlem/e. İstifham/Soru. Cinas. Aliterasyon ve Secî’dir.  Araç/enstrüman, bişey yapmak, bişeyi elde etmek, bişeye ulaşmak içindir. Dilin ulaşmak istediği şey, anlamdır = ma’nadır; anlama/ma’naya ulaşılamıyorsa Wittgenstein’ın dediği “dil oyunu” oynanıyor demektir. Ben bu kavramı dünya yaşamına da transfer ediyor, dünyanın anlamı kavranmadan yaşanırsa bu hayat da bir “hayat oyununa” döner diyorum. 57/Hadid, 20. âyet de bu hususa işaret eder, dikkat çeker. Zaman zaman ben de, ‘bu oyunu mu oynuyorum’ diye kendi kendime soruyorum, sonra yooo!, anlamı arıyorum diye de “avunuyorum”. Son yıllarda bunun doğru olup-olmadığının testinin, anlaşılan ile amel etmek/yapmaktan geçtiğini öğrendim.

PEDAGOJİK SORU

"Pedagojik = Eğitici/Öğretici Soru" Fiil cümleleri ile soru sormanın sınırı yok. Soru edatları ve fiil kipi (fiilde zaman çekimi) ile neredeyse sınırsız şekilde soru sorulabilir ama ben, sadece mübtedânın soru edatı, haberin de ‘bi’ ile başladığı isim cümlesindeki olumlu-olumsuz soru şeklinden söz edeceğim. Biliyorsunuz ki Arapçadaki isim cümlesinin öğeleri mübtedâ ve haberdir. Normal şartlarda mübtedâ, habere i’rab (hareke), sayı ve cins bakımından uyar. Ben bu kısa notta, mübtedânın soru olarak geldiği, haberin de ‘bi’ ile başlayan bir isim olduğu, kısa = iki kelimeli isim cümlesine değineceğim. (Arapça soru edatları : Hel (هل), men (من), mâ (ما), mâzè (ماذا), keyfe (كيف), kem (كم), limâzè (لماذا), metâ (متى), eyne (اين), eyyü (اي), e (أ).) Soru, iki şekilde ve iki amaç için sorulur. Olumlu soru ve olumsuz soru. Öğrenenin sorduğu soru ve öğretenin sorduğu soru. İçinde hiç fiil geçmeyen bikaç soru cümlesi kuralım. Ben kimim? Kimim ben? Sen doktor musun? Doktor sen misin? Vb.

VARLIK-YOKLUK

Varlık, felsefede ‘en geniş’ kavram ama ben burada bu kavramı felsefî anlamına ‘teğet’ kullanacağım; yokluk ise, varlığın zıttı. Varlıklı olmayı ‘zenginlik’ anlamında; yokluğu ise ‘yoksunluk = fakirlik’, bişeye sahip olmama anlamında kullanıyoruz. (Varlıklı olma da yoksun olma da görecedir.) Önce, ‘bişeylere’ (eve, arabaya, mala-mülke) sahip olmak için; sonra, ‘bişey’ olmak (unvan, makam = vâli, bakan vb.) için çalışıyor-çabalıyoruz.  Bunları ‘varlık’ sanıyoruz!. Bunlara sahip olanların ‘cenazelerine’ katılıyoruz ama ‘ibret’ almıyoruz. Rabbimiz, her şeye = her işine olduğu gibi, eceli gelen eş-dost, akrabalarımızın ölüm işine de Elçisini (Elçilerini, en büyük meleklerinden Azrâil’ini) gönderiyor, ‘görmüyoruz’!. Varlık zannettiğimiz şeylerin ‘gerçekte varlık’ olmadığını (yokluk olduğunu) bilmiyoruz. Öyleyse ‘varlık’ nedir? Kalıcı olan iyiliktir. Bizim ‘varlık’ kabul ettiğimiz şeyler, yerinde = doğru kullanılmazsa ‘geçici’ varlıktır, süstür, dünyalık ‘oyun malzemesidir.’ O kadar ‘ölüm =

BUYRUK

Buyruk, emir ve yasakları kapsar. Tanrı hem emreder hem yasaklar = helâller ve haramlar belirler, aynı zamanda ceza verir. “Tanrın Devletinde”, yasama, yürütme ve yargı ayrılmaz = yasayı biri, yürütmeyi bibaşkası, yargılamayı da bibaşkası yapmaz; Tanrı Emrini = Buyruğunu bibaşkası ile paylaşmaz. “LeHü-l Mülk’ü ve LeHü-l Emr’u, ve LeHü-l Hamd. = Mülk de, Emir de Hamd da O’nundur; cezalandırma da O’na aittir.  “Tanrı Buyruğu” kesindir, değişmez ama çoğu (cahil) insan bunu bilmez; kendini özgür = başına buyruk ya da bişey zanneder. Buyruğun olduğu yerde irade; iradenin olduğu yerde suç ve ceza, sevap ve günah,  ödül ya da mükâfat olur. Buyruksuz din de devlet de olmaz. Din devletinde Kral = Melik Allah’tır. O Allah Mukaddes’tir = Kuddûs’tür, Selâm’dır, Mü’min’dir = El- Mü’min’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır... O Melik, işlerini meleklerine (memurlarına) yaptırır ama her işi kimin, ne zaman ve nasıl yaptığını bilir. O meleklerin de (memurların da) kendi aralarında bir hiyerarşisi e

ĚLÂİ

Nimet, şükran, ihsan, lütuf.  Rahmân Sûresinde sık tekrarlanan kelime. “febi eyyi ělâi Rabbikümâ tükezzibân. Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?” Size verilen her şey (sağlık-sıhhat, her şey) O’nun nimeti, ihsanı, lütfu; hangi birini (yok) sayabilirsiniz, hangi birini yalanlayabilirsiniz? Hiçbirini. “küllü men aleyhâ fân; ve yebqâ Vech-ü Rabbike zü-l Celâl-i ve-l İkrâm. Oradaki (yeryüzündeki) her şey fâni; sadece Celâl ve İkrâm sahibi Rabbin Yüzü Bâkî.” (55/Rahmân, 26-27.) “yeseluHû mâ fis-semevâti vel arz; külle yevmin Hüve fî şe’n. = Göklerde ve yerde bulunanlar ne isterlerse O’ndan isterler; O, her ân bir işte/şe’ndedir.” (55/29.) “senefrugu leküm eyyühâ’s seqaleyn = Ey oradaki iki ağırlık! = ins/insan ve cin topluluğu!, sizin de (yakında) hesabınızı göreceğiz.” (55/31.) O verdiğimiz nimetlere (= Bize) şükredenle küfredeni ayıracağız.

BEYÂN

Açıklama, anlama, söyleme, duygu ve düşünceleri sözle ifâde etme. Beyyine, açık kanıt/delil; beyyinât, açık deliller/kanıtlar. (98. Sûre.) Bu, bir ilme dönüşmüş ve adına da “Beyân İlmi” denmiştir; bunun modern dildeki ifadesi iletişim. İletişimde, işteştik varsa da  “kuruluk, yavanlık” kendini belli eder. Beyâna eskiler, retorik = hitâbet derlerdi; Aristo’nun Retorik adlı kitabı vardır. Kûfe dilcileri, Beyânı ilim hâline getirmişlerdir. Amaç, mâ’nâdaki kapalılığı açık hâle getirmek = ızhar etmektir. Mâ’nâ, bâtındadır, mâ’nâ beyanla ızhar = zâhir olur. Beyânın vasıtası dildir; kendisi, söz (ve yazı). Sözü gösteren ses; yazıyı gösteren harftir. Beyânda delil esastır. Beyân beşe ayrılır : Beyân-ı Takrîr (= Mecaz). Beyân-ı Tağyir (= İroni). Beyân-ı Tefsir (= Şerh). Beyân-ı Zarûret (= Düz/Asgarî dil). Beyân-ı Tebdil (= Dilde/Hükümde Değiş(tir)me/Nesh). “Er-Rahmân, alleme-l Kur'ân, halaqa-l insân, alleme-Hül Beyân. Rahmân, insanı yarattı ve ona beyânı öğretti.” (55/Rahmân, 1-4.) “ve alla

ÜÇ DİL

İslâm dünyasında üç dil var: Arapça, Farsça ve Türkçe; buna üç millet de diyebiliriz, Araplar, Farslar ve Türkler. Üç milletin  (dinleri değil, dini anlayış biçimleri) “din anlayışları, dini algılayışları” birbirinden farklı. Bu farklılık, büyük oranda “dilden ve yaşanılan coğrafyadan” kaynaklanıyor. Araplar, çöl insanları; Farslar dağ; Türkler bozkır/step. Araplar deveyi; Türkler atı; Farslar/Persler (atı/kısrağı eşek ile çiftleştirerek) katırı çok kullanan milletlerdir; bu milletlerin yaşadığı coğrafya bunu gerektirmiştir. Türkler savaşçı ve göçebedir; Persler “inatçıdır”, kolay kolay yer değiştirmezler; Araplar ise çölü terk etmezler... Bu üç milletin kültürü (aslında dili, dil kültürü taşır), İslâm anlayışlarına da şekil vermiştir. İslâm, 610’da yeni bir hayat öngörünce, önceden yaşanan hayatları ister istemez değiştirecekti ama İslâm’la tanışan bu milletler geçmiş hayatlarını (alışkanlıklarını, kültürlerini = dillerini) tamamen değiştiremezlerdi, nitekim değiştiremediler ama İslâm

GLOBAL VAHŞÎ ŞİRKET KAPİTALİZMİ

Şirketten kastım sadece ekonomik değil; siyasal, kültürel ve dinî. Siyasal şirketlerde = partilerde; kültür şirketlerinde = yayınevleri, medya ve okullar/ekollerde; din şirketleri = cemaatler ve vakıflarda mantık/yapı aynı, = çook (adam/taraftar) kazanma mantığı, doğruda ısrar etme anlayışı değil. Dünyada “üstü örtülü”! siyasal, kültürel, ekonomik ve dinî bir şiddet/vahşet yaşanıyor; bu şiddeti/vahşeti insanlığa bu küresel şirketler (= ortaklılar, devletler) yaşatıyor; o şirketlere imkân sunan devletler de bu vahşete ortak oluyor, o şirketlerin mantığı ile yönetiliyor ve onlara özeniyorlar. O (küresel) şirketlerin yönetim anlayışı, kârın/kazancın limitsiz artırılması, maksimize edilmesi için neler yapılması gerekiyorsa yapılabilir anlayışı. Bunlarda kâr/kazanç, nihaî amaçtır; bu amaca giden her yol yürünebilir = çiğnenebilir = makyevelizm; kutsal değermiş!, hâkkâniyetmiş!, vb. konular kârdan/kazançtan değerli değildir. Çook kazan, büyü, hükmet, lüks yaşa... bu dünyanın kaynakları herke

SEÇİM

Nasıl biz temsilciler (yöneticiler) seçiyorsak, Rabbimiz de bizler (insanlar) arasından Elçiler seçiyor (ıstıfâ = mustafâ) ama artık seçmeyeceğini söylüyor. Bu seçimi elbette “ehliyet-liyakata” göre yapıyor, yaptı. Bizim seçimimizde seçen ve seçilen aynı türden ve bu seçimde iki yol/yöntem var : Aşağıdan yukarıya = delege (delegasyon) ile ve yukarıdan aşağıya işaretle, aday gösterme ile. Rabbimizin seçiminde ise, tür farklı, seçim yukardan aşağıya; seçtiği de en ehliyetlimiz en liyakatlimiz; bunda şüphe yok. Rabbimizin seçimi (= seçtiği Elçi/ler) O’nun Emirlerini tebliğ ve teşrî içindi/r; artık Elçi seçmeyeceğine göre O’nun Emirlerini kim tebliğ ve teşrî edecek?!. Elçilerin vârisleri (ilmi ile âmil) âlimler. %100 olmasa da bu âlimlerde de Elçilerdeki özellikler olmalı/aranmalı ki verâset yerini bulsun. Elçiler görevlerini yaparken insanlardan hiçbir ücret talep etmediler (lâ ecriye illâ alellah dediler), bu âlimler de b/öyle olmalılar; ilâhî mesajı hiçbir şeye değişmemeliler... Elçiler

KİTÂB

Kitâb, KeTeBe (كتب)’den yazıya geçmiş söz, vasiyet. KeTeBe (كتب)’nin anlamı hem yazmak hem te’lif etmek hem vasiyet bırakmak. Asıl/Esas Kitâb Kur'ân’sa, Kur'ân da, KaRaE (قرأ)’den Fu’lân vezninde çook okunan, nesilden nesile okunarak taşınan, içinde âlemlerin Rabbinin = Rabbimizin insanoğluna = insanlığa vasiyeti bulunan Kitâb = Vasiyetnâme demek olur. Bu Vasiyetnâmenin bildiğimiz vasiyetnâmelerden farkı, vasiyet bırakanın Ölümsüzlüğü = Hayy-ul Qayyum’luğudur. Okumayı = KaRaE (قرأ)’yi, çağırma, da’vet etme olarak (da) anlarsak, Kur'ân okumak bu kez, kendimizi ve insanları İlâhî Mesaj’a çağırmak = da’vet etmek demek olur. İlk inen âyet/ler/in “İqra”! ile başladığı kabul edilirse, ortada henüz okunacak bir (yazılı) Kitâb olmadığına göre, bu Kitâb = bu Hitâb, Kitâb’ın = Hitâb’ın Sahibine = Allah’a = Rabbe bir çağrıdır. İlk âyette ‘Iqra’dan sonra muhatap, “Bi İsmi Rabbik-ellezî halaq” ile Yaratan Rabbe = Rabbin İsmine çağrılır. Rab, insana alaq’ı hatırlatır ve o alaq’dan insanı

BAL

Balı arı yapar. Arapçada arı, nahldır. 16. Sûre Nahl de adını buradan alır. Nahale (نحل), karşılıksız vermek anlamındadır. Nıhle (نحلة), inanç ve hibe demektir; nehule (نحل) de zayıflamak. Arı, çoook çalışkan ve çook zayıf bir “hayvandır”; bu zayıflığına rağmen çook çalışır ve “bal” yapar. Rab, arıya da vahyetmiştir. Ne demiştir? “Rabbin, bal arısına, dağlarda, ağaçlarda ve insanların hazırladıkları şeylerde (kovanlarda, çardaklarda) yuva edin!, diye vahyetti.” وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ “Sonra, her çeşit bitkiden ye! (dedi). Rabbinin emre âmade kılınmış yollarında dolaş/uç; o bitkilerin karınlarından/özlerinden çeşitli renklerde şarap/öz-suyu çıkar. Onda insanlar için şifâ vardır. Bunda düşünen bir toplum için kesinlikle (önemli) bir âyet vardır.” ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِ

SÜT

Süt, saflığın, temizliğin sembolüdür. Süt, fışkı ile kan arasından çıkar. Fışkı, insandaki kötü arzular; kan, hayatiyettir. “Hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından süzülüp gelen içimi lezzetli, ‘hâlis’ bir süt içiriyoruz.” وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَّبَنًا خَالِصًا سَآئِغًا لِلشَّارِبِينَ (16/Nahl, 66.) Hayvânî arzular, fışkıdır; kan, hem hayvanlarda hem insanlarda bulunur, onlara hayat/can verir; (temiz) süt, ‘başka canlara’ “can verir.”, sütte “mikrop” olmaz, süte sonradan “mikrop” katılır. Analar süte “mikrop” katmaz. Olsa olsa pastörize = sanayî sütü “mikroplu” olabilir. Düşüncelerimize (de) “fışkı = mikrop” katmadan insanları “beslemeliyiz”; bu, iyi niyet ve ihlâsa bağlıdır. Hâlis Dini = Dini Allah’a has kılmayı = “Muhlisîne leHu-d Dîn’i” de böyle anlamalıyız.

SABR ve ISTIBÂR

Mealler iki kelimeye de aynı anlamı vermiş : Sabır. Kitâb’ta Sabır (صبر), 101 yerde; Istıbâr (اصطبار), 2 yerde (Meryem, 65. Tâ-Hâ, 132.) geçer.  Arapça sözlükler de ıstıbârı sabır olarak karşılar ama bence aralarında fark var. O iki yerde de dayanılması = katlanılması = sabredilmesi, aslında sebat edilmesi istenen ibâdet = namaz/salât. (Meryem’de ibâdet; Tâ-Hâ’da salât.) Sabır, başa gelen eziyetler = kötülükler, olumsuz görülen şeylere dayanma ve onlardan uzak durma; ıstıbâr, iyilikler, olumlu = faydalı şeylerde sebat gösterme. Sabra dayanma = yılmama; ıstıbâra ısrarlı ve kararlı davranma, sebat etme diyebiliriz. İlki (sabır) eziyete tahammül; ikincisi (ıstıbâr) olgunluğa/olgunlukta tahammül. Bu iki kelimenin farkı bize bişey öğretiyor. Istıbâr (iyilikte ısrar) olmadan sabır zor; sabır olmadan ıstıbâr (iyilikte ısrar) zor olabilir. Istıbâr (iyi alışkanlıklarda ısrar = sebat) sabrı; sabır (kötülükleri yapmamak, eziyetlere dayanmak) ıstıbârı kolay kılar. Kötülük yapmamada ısrar = sabretm

MOTİVASYON

İnsanı bidavranışa sevk eden güdü, tepi, sâik. Her davranışın motivasyonu olduğu gibi toplam davranışların = hayatın da motivasyonu vardır. Motivasyonların âhengini sağlayamayanlar, kararsız ve huzursuz olurlar. Bu iş o kadar kolay bi iş de değildir; insanın bu işi akılla tek başına başaramayacağını El-İlâh bildiği için bizlere ilâhî yardımını = inayetini göndermiş, vahiy = ilâhî bilgi/rehberlik bahşetmiştir. Vahiyden habersiz insanı, biçook şey motive eder. Çook para. Onun ardında iyi bir arabaya, iyi bir eve, iyi bir yaşama sahip olmak vardır. Makam-mevkî, prestij. Onun da ardında “güç kullanma ve güçlü görünme” vardır. Cinsellik ve zevk. Arkasında yalnızlığı ve zevki giderme ve “ölümü bişekilde yenme”! vardır. İnsan, kendinin ebedî = ölümsüz olmadığını bildiği için, kendi cinsinden “kalıcı bir eser = evlât/nesil” bırakmak ister. Daha biçook şeyi sayabilirim ama belli bir yaştan sonra = ölüm yaklaşınca tüm motivasyonlar âdetâ boşa düşer, anlamsızlaşır. Eğer ölüm yaklaşmadan, gelmeden

ERKLER

Kılıç, askerî bürokrasi; kalem, sivil bürokrasi; karar, siyasî bürokrasidir. Yasama, Yürütme, Yargı gibi. Bu üç güç, devleti oluşturur; devlet, rantı dağıtır-bölüştürür; rantı oluşturan da halktır, ekonomidir; ekonomi = rant bu üç gücün elinde şekillenir. Bu üç gücün Kitâb’taki sembolik karşılığı Firavun, Hâman ve Kârun’dur; Bel’am da bunlara danışmanlık yapan akıl hocasıdır. Bazen bu güçler dörde, beşe çıkar. Mitoloji bunlara Kâhin, Büyücü, Şef ve Şâir der. Kâhin, din adamını; büyücü, bilim adamını; Şef, yöneticiyi; Şair, kültür adamını ifâde/temsil eder. Peygamberler bu üç-dört gücü en âdil, en doğru temsil eden insanlardır; onlar hem siyasî hem dinî hem sivil hem askerî liderlerdir. Bu güçler Peygamberlerden = ilahî dinden/düzenden uzak olunca kendi aralarında çatışır, rant kavgası yaparlar, aralarında mülkü paylaşamazlar; Peygamberler toplumda inanç bağı oluşturarak mülkü Allah’a = topluma tahsis ettikleri için bu çatışmayı sulha = barışa tahvil etmeyi (silmi = islamı hâkim kılmayı

ÇEŞİTLİLİK ve DÜZEN

Çeşitlilikten kastım, psikolojik, sosyolojik, ırkî, ekonomik ve siyasal farklılık = çokkültürlülüktür.  Psikolojik farklılıklar imanla = Allah’a güvenle; sosyolojik-ırkî farklılıklar islâmla = Allah’a teslimiyetle; ekonomik-siyasal farklılıklar adâletle ve infâqla çözülür, çözüme kavuşur. İman, temeldir; islâm esastır; adâlet olmazsa olmazdır. İman varsa, islâm, infâq ve adâlet olur; iman yoksa, çatışma kaçınılmazdır. İçinde iman olan (müslüman) milletler, büyük çoğunlukla (ve genelde) Araplar, Farslar ve Türklerdir. Tarihte bu üç millet, “asabiyet” (usb/ırk) yüzünden birlik (ümmet) olamamıştır; hâlâ da öyledir. Mü’min, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, adâleti = kıstı ayakta tutan insan demektir. Salât, hem bireysel-psikolojik hem toplumsal (cemaat) inşâdır; zekât, ekonomik; kıst ise, sosyal-siyasal adâlettir. Hiçbirini ayırmadan söylüyorum bu üç millet, salâtla yeterince inşâ olamadığından = salâtı bir “ritüel” olarak yerine getirdiğinden, asabiyet aşamamış; zekâtın toplumsallığını ka

ŞİMDİ GÖREMEZSEK...

Şimdi göremezsek, bilemezsek, duyamaz-işitemezsek, yarın (ölünce) görecek, bilecek, duyacak/işiteceğiz ama bu hiiiç bir işe yaramayacak!. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” (Aclûnî, Keşf-ül Hafâ, 2/312.) Bu uyku, bildiğimiz uyku değil, gaflet (uykusu). Gaflet, olup-biteni fark edememe, aymazlık. Dinî anlamıyla Hak’tan, hakikatten, vahiyden = yaratılış amacından habersizlik ve Rabbe itaatsizlik; akıl tutulması, akıl körlüğü, kalp (duygu) katılığı. “Mücrimleri, Rablerinin Huzurunda başları öne eğilmiş (boyunları bükük) olarak, ‘Rabbimiz! Gördük ve işittik, şimdi bizi dünyaya geri gönder de sâlihât = iyi işler/iyilikler yapalım. Biz, artık kesin bir şekilde inandık.’ derlerkenki hâllerini bir görsen!.” وَلَوْ تَرَى إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو رُؤُوسِهِمْ عِندَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ (32/Secde, 12.) Âyetteki îkân (mûkinûn), şüphe götürmeyecek şekilde bilme, sağlam/yakîn/kesin bilgi demek. Îkân, îmanın ileri aşamas

HABL

Teleskoptan söz etmeyeceğim; ip, urgan, bağ, damar ve ışın anlamına gelen kelimeden (habl’dan) söz edeceğim ve kısaca “habl-ül verîd’e” değineceğim. Bağ, maddî olursa ip, urgan, damar; manevî olursa ışın olur. Habl-ül Verîd : Maddî-manevî vâridât sağlayan bağ demektir. Vâridât ise, gelir, akar. Habl, tasavvufta, kalbe (akla) düşen manalar, ilhamlar, feyzler anlamındadır. (Vâridât, Şeyh Bedreddin’in kitabının da adıdır.) Hablullah : Allah’ın bağı, kişiyi Allah’a bağlayan bağ. Habl-ül Verîd : Şahdamarı = damarların = bağlantıların şâhı. Vücutta her damar birbirine bağlı; tüm damarlar da şahdamara; şahdamar da Allah’a. Şahdamarını Allah’a bağlayabilenler, “Allah’la olabilenlerdir.”!. “Allah, kişiye şahdamarından daha yakındır. O, onun (insanın) ona/kendine ne söylediğini (fısıldadığını) bilir.” (50/Kâf, 16.) Kişinin kendi, bu bağın (damarın) farkına varmasa da. Farkında olana ne mutlu!. Onun kalbine (aklına) çook önemli ve çook değerli vâridâtlar gelir ve o, çoğu şeyin farkına varır.

İÇİN

İçmekten emir olan için değil bu için, amaç bildiren için. Arapça bu içini tek harf ile karşılar : “li”. Li, harf-i tarifli isimlerden önce “lil = lillah”; harf-i tarif almayan isimlerden önce “li = liebî/babam için, livatan/vatan için”; zamirlerden önce “le” = lehû, lenâ, lehümâ vb.” şeklinde kullanılır; isimlerle kullanım o ismin adına ve tahsis bildirir. Yapılanın o şey ya da o isim İÇİN yapıldığını; o şeyin yapılışının nihâî/son amacını, o şeyin yapılış gayesini ifâde eder. Her bişey, bişey için yapılır. Ev, oturmak, içinde istirahat etmek/dinlenmek İÇİN yapılır; kitaplar okunmak İÇİN yazılır; çalışmak, bişeyler elde etmek İÇİN’dir; hayat yaşamak İÇİN’dir, bak bu tam bir totoloji oldu, hayat zaten yaşamaktır, yaşamak (=hayat) ne İÇİN’dir?, önemli olan budur; aslında en önemli İÇİN (= NİÇİN) de budur. Din, her şeyi Allah İÇİN = LİLLAH yapın!, diyor. Evi de, okumayı da, çalışmayı da = yaşamayı da mı? Evet. (Konu kolay anlaşılabilecek bir konu değil, uzun detay/açıklama gerektiriyor a

İDRAK

İdrakin kökü derk. Derk, derine inme, öze ulaşma demek. İdrak de zihinsel olarak, şeylerin en derinine inmek, onlardaki “hakikati” bulmak ve onların ne olduklarını anlamak demek. Her şey idrak edilemez. İdrake konu olan şeyler sınırlıdır. İnsan, her şeyi idrak edeyim derse, tanrılığa soyunur. Tanrı, çoğu şeyi insan idrakinin dışında tutmuştur; her şey idrak edilseydi = bilinseydi, anlaşılsaydı imana ne gerek vardı. Kitâb’ta “ve mâ edrâke mâ ...” kalıbı 13 yerde (Hakka, 3. Müddessir, 27. Mürselât, 14. İnfitar, 17-18. Mutaffifîn, 8 ve 19. Târık, 2. Beled, 12. Kadir, 2. Kâria, 3 ve 10. Hümeze, 5.) geçer; anlam olarak “sen nereden bileceksin, nasıl idrak edeceksin.” demektir ki bu, ‘idrak edemezsin = bilemezsin.’ anlamına gelir. İdrake konu olmayacak şeyler, genelde öte dünya (gayb) ile ilgili şeylerdir. Nelerdir onlar? Hâkkâ = Kıyamet. Sekar = Cehennem. Yevm-ül Fasl = Ayırma Günü. Yevm-üd Dîn = Hesap Günü. Siccîn = Günah Defteri/Kaydı. Illıyyûn = Sevap Defteri/Kaydı. Târık = Karanlığı Del

ZAMİR

Zamir, bir isme ya da bir şeye işaret eder, o ismi ya da o şeyi “gösterir”,  zamir bir anlamda bir “gösterge = işaret = âyettir.” Zamirin gösterge olabilmesi için mâkablinde gösterdiği şeyin zikredilmesi, ondan bahsedilmesi şarttır; buna Arapçada muşârun ileyh denir. ‘Ali sekiz yaşında, o ikinci sınıfa gidiyor.’ cümlesindeki o zamiri, Ali’yi gösterir, Ali’ye işaret eder. Dil, (dilin gösterdiği her şey = kâinat) esasında = neredeyse tamamen zamirdir; Rabbi gösterir. Dile = zamirlere takılıp kalanlar “Rabbi göremezler.”!. Dil, dolayısıyla kâinat, Rabbi “örter.”!. Arapçada örtmek, kefera; kâfir de örten demek. Meseleye buradan bakarsak işimiz çoook zor. Bilginleri bile! “kâfir” saymamız icabeder. Buradaki kâfiri fıkhî (akidevî) anlamda kullanmadığımı söylemek zorundayım. İşi, dil düzeyinde tutuyorum, itikada girmiyorum. Batıda Heiddegger, Wittgenstein, Kierkegaard; doğuda İbn Arabî gibi düşünürler, dilin bu yanına vurgu yaparlar. Dostoyevski de ‘Yeraltından Notlar’ adlı kitabında dilin za

YASAK AĞAÇ

(Yasak Ağaç konusunda sorular geldi; bu kısa not da bu yüzden oluştu.) “Yasak ağaç”, her türlü yasakların sembolü, bir ‘metafor’; o yasaklar burada da var. Ağaç nasıl dal-budak salarsa, yasaklar da dallı-budaklı; büyük yasaklar da var, küçükler de. En büyük yasak, şirk, onu yalan/iftira, zina, vb. ... takip ediyor. Bu benim görüşüm. Yasağı (ağacı) sadece cennetteki bir ağaç olarak görmek, oranın bura ile irtibatını kurmamızı zorlaştırır. Olsa olsa ora ile buranın farkı, orda bir kere yaklaştık, kovulduk = düştük; burda da tövbe etmiş = pişman olmuş ve hiç yaklaşmamamız gerekirken yine ona biçook kere yaklaşıyoruz; Rabbimiz merhametinden buradaki yaklaşmalarımız ve uzaklaşmalarımızın toplamına ve “özgül ağırlığına” (amel defterlerimize) bakarak bikarar verecek ve bize “sen cennetlik, sen de cehennemliksin.” diyecek. Benim anladığım “yasak ağaç” bu. Tekrar söylüyorum, bu benim görüşüm; sizler elbette farklı düşünebilirsiniz.

A'RAF, 24-25

“Bazınız bazınıza düşman olarak inin!. Orada (dünyada = fil arz) belli bir süre yaşayacak (= geçinecek), orada hayat bulacak, orada ölecek ve oradan tekrar çıkarılacak (ve Huzurumuza getirileceksiniz.)”   Burada (cennette) düşmanlık filan yoktu, ölüm de yoktu ama siz Bana inanmadınız, Bana değil şeytana = nefsinize kandınız = inandınız. Şeytan size “o ağacı” göstererek, “bu ağacın meyvesinden yerseniz ebedî yaşar ve melekleşirsiniz.” dedi. (A’raf, 20.) Öyleyse biraz “çekin”! de cennetin = huzurun kıymetini bilin. Başınıza işler geldikçe Bana çook yakınacak, çook yalvaracaksınız!. Yakınır, yalvarırsanız, Ben Merhametliyim = Rahmân ve Rahîm’im, sizi affeder, tekrar cennetime sokarım. Yeter ki siz pişman olun = dönün = tövbe edin. Ama sakın hâ gecikmeyin!. Gecikirseniz, iş işten geçebilir = ölüm ansızın size de gelebilir!.

DİN, İMAN ve HAYAT

Konu çook geniş kapsamlı, bu kısa not, birazcık da olsa bir fikir versin diye kaleme alındı. Dindar insan, kindar (insan) olur mu?!. Kimin dinine bağlı bir dindar olduğuna bağlı. Ait olduğu dinin sahibi onu çook zorlamış ve zor durumda bırakmışsa, kindar olur. Şeytan da Rabbine : Beni bu konfor alanından kovdun dedi, O’na (= Rabbine) düşman olamayacağını bildi ama düşmanlığını = kinini Rabbinin kovulmasına vesile kıldığı insana gösterdi.  İnancını dini hâline getirmesi gerekirken kini hâline getirip “adam kesen” insanlar da mı Müslüman?!. Dinini inancı hâline getirenle, inancını dini hâline getiren aynı olmayabilir. İlkinde (dini inanç hâline getirmede), din = hayat, inanç olmuş; ikincisinde (inancı din hâline getirmede) inanç, din olmuştur. İlki sanki tümevarım; ikinci sanki tümdengelim gibidir. Tüme varılamazsa, hayat din olur; tümden gelinemezse din parçalı/bölük-pörçük görünür. İki yol da mümkündür. Dinden inanca, inançtan dine gitme, kişinin mizacına göre olmalıdır; bazı mizaçlar

EŞİKTE YAŞAMAK

Eşik neresi? Dünya ile âhiretin tam ortası. Dünyaya saplanma da “uçurum”!, âhirete kayma da. Âhirete kaymanın uçurum olması, tamamen dünyayı terk etme ve intihar etme anlamındadır; böyle bişey fiilen zaten mümkün değildir. Mümkün olan ne? Eşikte yaşama ve eşiği dünya lehine genişletmeme.  Eşik, âhiret lehine genişletilebilir ama terk edilemez, dünya tamamen iptal edilemez, bu intihar olur, intihar ise çook büyük günahtır.  Biz ne yapıyoruz? Eşikte yaşadığımızı unutuyor ve eşiği dünya lehine genişletiyoruz. Bugün dünya, yarın âhiret gibi yaşamıyor, yarınımızı düşünmüyoruz. (“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi âhiret.”) Yarın anlayışımız, eşiği genişlettiğimiz için dünyadan = eşikten öteye gitmiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yarına = dünyalığa yığınak yapıyoruz.  Eşikte yaşamayı öğrenirsek, en az dünyamız kadar âhiretimiz için de çalışmış oluruz. Eşiği âhiret lehine genişletenler, elbette çook daha kârlı çıkacak, bu kesin.

TİCARET

Dünyevî ticaretten bahsetmeyeceğim, onu biliyorsunuz; bu (dünyevî) ticarete kıyasla (aslında bu kıyas kabul etmez bir husus) uhrevî ticaretten söz edeceğim. Bu (uhrevî) ticarete Kitâb, “len tebûr ticaret = ticareten len tebûr” der. (35/Fâtır, 29.) Tebûr, BeVeRa ya da BeâRa’dan muzari = geniş ve gelecek zaman kipidir. Len, olumsuzluk yapan te’kid = kesinlik edatıdır. BeVeRa ya da BeâRa, batmak = helâk olmak demektir; len tebûr, kesinlikle helâk olmayan = olmayacak (batmayacak) olan bir ticarettir. Bu ticaretin garantisini veren Allah’tır. En iyisi ben âyeti vereyim. “Kuşkusuz Allah'ın Kitâb’ını okuyanlar, Salâtı ikâme edenler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık ihtiyaç sahiplerine verenler = infâq edenler, aslâ kesilmeyecek bir ticaret = kazanç umabilirler.” إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَّن تَبُورَ Ticarette güven esastır. Yoksa biz, Allah’a güvenmiyor

BELEŞ/ÇİLİK

Eski dilde meccânen, yeni dilde karşılıksız, emek vermeden elde edilen. Beleşten türeyen biçok kelime var : Beleşçi. Beleşçilik. Beleşe konan. Beleşe getirmek. Beleş, argo bir kelime; aslı, bilâ şey, bişey vermeden elde edilen demek. Bi, harf-i cer; lâ, olumsuzluk eki; şey, şey. Beleşçi, otlakçı, bedavacı. Beleşçilik, otlakçılığı huy hâline getirme. Beleşe konan, bişeyi emek vermeden elde eden. Beleşe getirmek, sahip olduğu şeye bedavadan/emeksiz sahip olmak. Biliyorsunuz ki beleşçilik, iyi bişey değil. Beleşçiyi beleşçi yapan, bibakıma ona o şeyi bedava vermeyi alışkanlık hâline getirendir. Veren, beleşçiye verdiği şeyi kesince, beleşçi “hoplar” ve verene düşman olur.  Beleş verme, gerçekten çalışamayacak kadar muhtaç olana verilir ve verileni çalışmaya alıştırmak için yapılırsa iyi bişeydir ama beleşçi, ‘ihtiyacım olan şey, nasıl olsa birileri tarafından bana veriliyor = o şeyi bedavadan, bişey vermeden elde ediyorum, çalışmama gerek yok’ demeye başlarsa, kişi tembelliğe alış(tırıl)m

İSTİKBÂR

Kibir. Büyüklenme.  İkili (ve çoklu) ilişkilere en büyük darbeyi vuran “özellik”. Bişey “olunca”, bişeye “sahip olunca” ortaya çıkan “şeytanî kimlik”! Şeytan da büyüklenmiş = “ebâ vestekbera ve kâfirlerden olmuştu.” (2/Bakara, 34.) İstikbar (kibir) ile kâfirlik (inkâr = nankörlük) arasında sıkı bir bağ var. Nasıl? Müstekbire her şeyini veren BİR’İ var ama o, VEREN’İ unutuyor, neyi varsa “benim” diyor, bu yüzden kibirleniyor, VEREN’E kafa tutuyor, O’nu dinlemiyor. Bu durumun bize yansıması nasıl oluyor! Elimiz ayağımız “ekmek tutmaya” başlayınca, üç-beş kuruş para kazanmaya başlayınca, ana-baba olunca, ana-babamıza (büyüklerimize) kafa tutmaya başlıyoruz. Bişey olunca, az-çok bişey bilmeye başlayınca, kendimizi kendimize yeter görüyoruz = sanıyoruz, önceden bişey olanları (büyüklerimizi) artık beğenmiyoruz; “bizi hâlâ sizler mi yönlendireceksiniz, artık bize akıl vermeyi bırakın!.” diyoruz. Ne olursak olalım, hâlâ “bişey olmadığımızı = hâlâ fakir olduğumuzu”, birbirimize ihtiyacımızın o

RAMAZAN NE ÖĞRETTİ BİZE?

İftarı, sahuru, teravihi, açlığı... Bunları bir noktada toplarsak : Fedakârlığı. Vermeyi. Vermeyen, temizlenmez. Ne için çalışıyorsak, kazancımızın ihtiyacımızdan fazlasını vermeliyiz; çalışmayı temizlenmek için yapmalıyız = “vellezîne hüm liz-zekâti fâilûn.” (23/4.) = Onların (Mü’minlerin) fâiliyyeti zekât = temizlenme içindir. (biriktirme ve sadece kendileri için değil). Ramazan, teravihle, Rabbe daha fazla gönül vermeyi = Rable daha fazla vakit geçirmeyi; oruçla, aç kalarak fakir duyurmayı öğretti bize. Öğretti mi gerçekten?!. Kitâb’ta içinde “verme” geçen tüm âyetlerin peşinden temizlenme gelir.  Îtâ (ايتاء), İ’tâ (اعطاء), Yetim (fakir, miskin) doyurma (اطعام), İkram (اكرام), İnfak (انفاق), Karz-ı Hasen (قرض حسن), Hîbe/Bağış (وهب), Sadaka (صدقة) tüm bu kelimeler, Zekât (زكاة) = Temizlenme ve Teberru (تبرئ) = Pislikten berî/uzak olma/Bereât, Aklanma (= Temizlenme) içindir. Allah için karşılıksız vermeyenler, mal (para, bilgi vs.) değil, kir biriktirir. Allah için verenleri, doyuranl

ORUÇ TUTTUK DA NE OLDU?!.

Biz aç kaldık da bibaşkasını (bibaşka açı) mı doyurduk?!. Memlekette gıda kıtlığı vardı da onu mu çözdük?!.  Kilomuz fazlaydı da kilo mu verdik?!.  Hiç aç kalmıyorduk da aç kalmayı mı öğrendik?! Geçen senelerde de aç kalmıştık (oruç tutmuştuk), bu seneki açlığımızla önceki açlıklarımız arasında bi fark oldu/oluştu mu?!. ... Hiç ailece toplu yemek yemiyorduk, toplu/beraber yemek mi yedik?. Hiç gece kalkıp yemek yemiyorduk, gece yemek yemenin nasıl bişey olduğunu mu öğrendik?. ... Bir ay, biz yemek istediğimiz ve istemediğimiz zaman değil Rabbimiz istediği zaman yedik ve yemedik. = yeme-içme konusunda bir ay Rabbimizi dinledik. Ya! 11 ay ve öteki konular?!. Her oruç (tutmak), bizde her gün bıgıdım da olsa kendimize ait arzu ve istekleri tutmaya = engellemeye; buna karşın Rabbin dediklerini/isteklerini tutmaya = yapmaya yol açmadıysa ve sadece bir aylık bir değişikliğe (tatile) yol açtıysa, ‘11 ay yine aynı işte ve aynı şekilde/düzeyde çalışmaya devam edeceksek’, ömrümüz boyunca da hep bö

DEVLET

Devletler, bilinen en büyük organizasyonlardır. Tüm ulus devletleri tek bir devlet yapmak mümkün olsaydı = dünyada tek bir devlet olsaydı, tek bir yönetici (kral) olurdu ve herkes ona tâbî olarak yaşar, savaş filan olmaz/çıkmazdı. Bu durum size biraz ütopik geldi, değil mi? Bana da öyle geldi. Neden? İnsanların kendi aralarında iş ve güç birliği yaparak tek bir devlet kurması mümkün değil; çıkarlar çatışıyor, bitürlü anlaşma sağlanamıyor; bu yüzden biiir sürü devlet ve kral var yeryüzünde.  Ben biraz daha “ütopik”! şeyler söyleyeceğim. Aslında kainatta tek bir Devlet var. Bu Devletin Kral’ı = Melîk’i de Tek ve her yerde O’nun Sözü geçerli. Nasıl yani? Herkes O’nu dinliyor, O’na itaat ediyor mu? Evet. O’nun izni = müsaadesi olmadan bir yaprak dahi kımıldamıyor.  Ya isyankâr insan?!. Bu kadar zulüm?!.. Bunlar O’nun kontrolü kaybettiğinin göstergeleri değil mi?!. Hayır. Tüm dünya yansa, O bundan zerre kadar zarar görmez = etkilenmez. Pekiî!, niye bütün bunlara müsaade ediyor, engellemiyor

FATİHÂ

Fatihâ , açış, açılış demek. Kapalı olan (içinde ne olduğu bilinmeyen) şey açılır. Fatihâ’dan önce hiç bişey bilinmiyordu; O'ndan başka bişey yoktu sadece O = AÇAN vardı; O, varlığı = kainatı açtı = yardı, yarattı (Fâtır  Hâlıq) ve kâinat oldu, oluştu. Açışla, açılışla zaman, mekân ve hareket oluştu; hareket, zamanda ve mekânda oluştu. Hareket eden her şey, “tamamlanmak, mükemmel olmak” için hareket eder. O, “TAM ve MÜKEMMEL” olduğu için hareket etmez; O, “hareket etmeyen hareket ettiricidir”. (Aristo) Fatihâ ile “Kitâb = Kâinat” açıldı, hâlâ da açık. “Kitâb = Kâinat” bizim okumamız ve ‘Mükemmel’e yakınlaşmamız için açıldı ama okuyan = hareket eden ne kadar az!. Çoğumuz yerinde sayıyor = hareket etmiyor = okumuyoruz.  “Bismillahirrahmanirrahim. Kitâb’ı ve Kâinatı Açan Rabbe Hamd olsun. = El-Hamd'u lillâhi Rabb-il âlemîn. O, Rahmân ve Rahîm’dir. Din (Hesap) Gününün Sahibidir. Ya Rabbî! Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım/inâyet dileniriz. Bizi Sırat-ı Müsteqîm’e = İsti

KUR'ÂN BİZE YETER Mİ?!

‘El-İslâm-u Hüve-l Kur'ân’u Vahdeh.’ = İslâm, sadece Kur'ân, mı? Hem evet hem hayır. İslâm, hem Kur'ân hem yaşanan hayat. Kur'ân, boşluğa konuşmaz. Evet diyenlere, Kur'ân’cı = Kur'ân’iyyun ekolü deniyor; hayır diyenler, Kur'ân’ı reddetmemekle birlikte Kur'ân’dan uzak = Kur'ân’a mesafeli duruyor, hayatı “keyfine uyduruyor.”!. Bitürlü dengeyi tutturamıyoruz, salınıyor/savruluyoruz. Kur'ân, düzenleyici ve denetleyici Kitâb’tır; “anayasadır.” Bu “Anayasa’nın” yorumlayıcılara, yasalara ve yönetmeliklere ihtiyacı vardır. Tek başına “Anayasa” ile hayat (devlet) yönetil(e)mez, hayat yaşanmaz; Kur'ân hayatla, hayatı düzenlemek için vardır. “Kur'ân’ın = Anayasa’nın” anlaşılması ve uygulanması, hayatın pratiklerine bağlıdır. Hayatın gerçeklerindeki = yaşanan hayattaki realiteler, -- bugün buna, bugünün sünneti = uygulamaları diyebiliriz --, Kur'ân’ın genel, belirleyici, düzenleyici, denetleyici (ahlâkî) ilkelerine uydurulmak, o ilkelere göre yaş

DİL & DİN

Dil düzelmeden din düzelmez. İnsanı doğru dine götüren, doğru kullanılan dildir. Dilin iki anlamının olduğunu biliyor olmalısınız. 1) Lisan. 2) Gönül. Burada ikisi de kastedilmiştir. Lisan anlamındaki dil, doğru, iyi, güzel kullanılmazsa insanlar küser; küsünce de kırıcı, yıpratıcı, dışlayıcı, suçlayıcı, reddedici, nefret ettirici olur, = nefret dilini konuşur. Bu bozukluğun arkasındaki hâlin, gönül dili bozukluğu olduğu malûm.  “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” Ne demek bu? Özetle, tatlı, güzel, yumuşak konuşursanız, herkes etkilenir; düşmanınız = yılan bile. Bugün kendini iyi dindar bilenlerin = görenlerin kullandığı dile bakınca, insanın içinden dinden kaçmak/uzaklaşmak geliyor. Son yıllarda moda oldu. Artık dindarlar birbirine düşman. Neredeyse dinden söz eden herkes, kendi cemaatinden (hizbinden) bahsediyor, öteki cemaatleri (hizipleri) zemmediyor; onların liderlerine/önderlerine saldırıyor!. Görüş ayrılıkları/farklılıkları gayet normaldir; herkes söz/ünü söyleyebilmelidir v

KÜSKÜNLÜK

Bayram geliyor; küskünler barışmalı deniyor.  Küsmek, niye küstüğünü bilmektir. 1) Kişisel onur/saygınlık incinmiştir. Özür beklenir; özür dilenmedikçe küslük/küskünlük bitmez. 2) Onur/saygınlık ikinci plandadır. Kişi, yaptığı hatayı anlasın = doğru olanı görsün, pişman olsun da bidaha öyle bişey/hata yapmasın (böyle bisöz söylemesin, bu şekilde davranmasın, denir); küslükle böyle bir etkili mesaj verilmek istenir. Birincide kendini büyük görerek affetme; ikincide merhamet etme vardır; gerçek büyüklük, merhamettedir. Rabbimizin “kartvizitinde” de Rahmet ve Merhamet, en öne çıkan, en belirgin vasıf/lar değil midir? (Bismillahirrahmanirrahim.) Küsen, niye küstüğünü bilir de küsülen bilmezse, zaten küsme/küskünlük olmaz. Küsme, konuşmamanın fark edilmesiyle başlar; ondan sonra ise neden araştırılır. Kişi, muhatabına, ‘sana küsmedim ama seninle konuşmuyorum.’ diyemez; küsme; konuşmamadır. Konuşmama, aradaki ilişkinin kırılması, iletişimin/bağın kopmasıdır.  Bu durumu ağaçtan kopan dall