Kayıtlar

CÛD

Cûd, cömertlik demek; cömertlik, kendine ait olan şeyi kolayca verebilme, sehâvet sahibi olabilme. Elde (kalpte, akılda) olmayan şey, veril(e)mez!. Verebilmek için sahip olmak gerekli. Sahip olmayı, mülk edinmeye dönüştürenler, veremez; onlar, sadece tüketir ve övünür.  Derler ki “yeqûlü : ehlektü mâlen lübedâ. Ben biyığın/yığınla mal tükettim = telef ettim.” (90/Beled, 6.); ya da sahip olduğu malı/parayı sürekli yığarlar ve saydıkça-sayarlar. “ellezî cemea mâlen ve addede/h.” (104/Hümeze, 2.); ya da âhirete inanmadığı hâlde mallarını gösteriş için verirler (“...yünfiqu mâlehû riâen nâs...”, 2/Bakara, 262.) Böylelerine cömert denmez, “görmemiş ya da sonradan görmüş” denir. Cömert olmak için vermek; vermek için ise çalışmak (sahip olmak) lâzım. Sahip olmadan, olunmaz. Her ne kadar Erich Fromm, sahip olmayı ‘küçümsese’, olmayı önemsese de; sahip olmadan olunmaz!. Sahip olduğumuz (sevdiğimiz) şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe, Birr’e (iyiliğe) erişemeyiz. (3/Âl-i İmran, 92.) (Birr hak

MÜLK/İYET

Sahip olduğumuz şeylerin tamamı mülkümüzdür. Mülkü, emek vererek kazandıklarımız oluşturur; emeksiz kazanılan mülk, hırsızlıktır. Mülkiyete tamamen karşı olan sosyalizmin teorisyeni Proudhon, “mülkiyet, hırsızlıktır.” demiş. Emek nedir? Maddî ya da manevî bişeyi elde etmek için harcanan kol ve kafa gücü/kuvveti. Pekiî o şeyi tamamen biz mi üretiriz? Hayır. Yediğimiz ekmek, tarlada yetişen buğdaydan; giydiğimiz çorap, pamuk ya da yünden; barındığımız ev, bindiğimiz araba, doğada bulunan malzemelerden; “yaratılmış şeylerden.” Bizler bişey yaratmıyoruz, yaratılmış şeyleri dönüştürüyoruz. Sonra da, emek verdik, onlar bizim diyoruz. Emek, elbet kutsal ve değerlidir ama ‘asıl emeğin ne olduğunu bilirsek’, o emek çok daha kutsal ve değerli olur, yoksa emeğimiz sekülerleşir. Kapitalizm de sosyalizm de emeğe değer verir ama “emeğin de bir emek” olduğunu bilmez. İnsan (ve sahip olduklarımıza ev sahipliği yapan kâinat), ‘Bir’ilerinin Emeği’ değil midir?!. İnsan Kârunlaşınca, bütün bunları ben ken

PRAMİT

Tarihî Mısır piramitlerinden değil insan ihtiyaçlarından söz edeceğim. Maslow’un pramit şeklinde gösterilen İhtiyaçlar Hiyerarşisinden. Bizim kültür eskiden bu ihtiyaçları zarûriyat, hâciyât ve tahsiniyât şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutmuş. Zarûriyat, hayatta kalmak için zorunlu olanlar, bunlar : yeme-içme, barınma ve bürünme. Hâciyât, hayatı kolaylaştıran hâcetler, özellikle zarurî olan ihtiyaçları kolay temin etmeye yarayan fizikî ve hukukî âletler : teknik, güvenlik ve hukuk gibi. Tahsiniyât, hayatı güzelleştiren işler : edeb/âdap, erdem/ahlak. Maslow, insan ihtiyaçlarının en temeline fizyolojik ihtiyaçları, onun üstüne güvenlik ihtiyacını, onun üstüne aidiyet ihtiyacını, onun üstüne saygınlık ihtiyacını, en tepeye de kendilik durumunu (kendini gerçekleştirme ihtiyacını) koyar. Bunu detaylandırmayacağım, ilgi duyan bakabilir. Ben, sizlere daha anlaşılır ve güncel olsun diye bu ikisinden biraz farklı, üç ayak üzerine oturan ‘küçük bir model’ sunacağım; bu model bana ait, onları Ge

SEVİYE

Bulunduğumuz coğrafî seviyeyi (rakımı) deniz belirliyor; pekiî, ilmî seviyeyi ne belirliyor? Kişinin ilmî seviyesini ölçen bir kriter yoktur. Herkes kendi seviyesini bilir, bilmeli ve insanlarla ona göre konuşmalı. Kendi seviyesini bilen, yüz yüze konuşmada muhataplarının seviyesini de az-çok bilir ve ona göre konuşur, yazar ama bu iş, sanal ve medya dünyasında çook zordur. Bir hoca, öğrencilerin seviyesini bilir; bir vâiz az-çok cemaatin seviyesini bilir ama, sanal dünyayı medya (media, araç demek) olarak kullanan biri, muhataplarından bir geribildirim (feed-back) gelmiyorsa, muhataplarının seviyesini bilemez, “muhayyel” bir kitleye konuşur; böyle bir durum da sözün (konuşmanın ve yazmanın) etkisini düşürür.  Bu, taraflar açısından çook ciddî bir dezavantajdır; bu dezavantajı avantaja dönüştürmenin tek yolu, geribildirimdir, feed-backtir. Geribildirimin/feed-backin olmadığı konuşma (yazma), monologdur; diyalog değil; monolog, belli bir süre sonra tarafları sıkar.

GÜÇ

Gücü biçok türe ayırabiliriz : 1) Fizikî/maddî güç  2) Ekonomik güç 3) Toplumsal güç  4) Siyasal güç 5) Entellektüel güç vs. 6) ... İlk dört gücün somut olduğunu, beşinci gücün soyut olduğunu rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Dört gücün dördü de geçicidir; kalıcı olan tek güç, entellektüel güçtür. Ne yazık ki bugün İslâm dünyasında bu güç ya zayıftır ya da yoktur. Ortaçağda İslâm, bu entellektüel gücü elinde tuttuğu için güçlüydü. Modern çağda bu entellektüel güç, farklı bir biçimde (şekil değiştirerek) batıya geçti. Bu şekil değiştirme intellektin (zekânın/aklın) ilk dört güce yoğunlaşması sayesinde oluşmuştur. Hâlbuki ortaçağda bu güç, İslâm’ın elinde iken kısmen “adâletin” emrinde idi. Ne zaman entellektüel güç, ekonomik, toplumsal ve siyasal gücün emrine girerse, çürür. Bugün, entellektüel gücün insanlığa umut va’dedemesi, kendini bu ilk dört güce satması ya da kiralamasındandır. Buna, ekonomide “üniversite-sanayi işbirliği”; siyasette “danışmanlık, uzmanlık, bilirkişil

İNSAN NİYE YAŞAR?

İ nsan, düşünür; düşüncesini bir siteme dönüştürür; oluşturduğu düşünce sistemi de ona bir “amaç/hedef/gaye” verir. Vahiyden bağımsız tüm düşünce sistemlerinin insan için koyduğu hedefler/amaçlar, biyere gelir tıkanır, anlamsızlaşır. Vahyin insana verdiği, insan için koyduğu hedef ise “tükenmez”, onun her ihtiyacına cevap verir. Nasıl mı? Şöyle : Önce beni bu fikre ulaştıran âyet grubunu (pasajı) vereyim. Zumer, 31-37. “Kitaplar içinde sana vahyettiğimiz kitap da kendinden öncekileri tasdik edici olmak üzere bir haktır. Şüphe yok ki, Allah, kullarının bütün hallerinden haberdardır ve her şeyi görendir. Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan da nefislerine zulmeden var, orta yolu tutan var, Allah’ın izniyle hayırlarda ileri geçenler var. İşte bu büyük lütuftur. Onlara Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir. Onlar orada şöyle derler: "Hamd olsun Al

MANZARA-İ UMÛMİYE

Çocukların elinden oyuncağı alınınca ağlar; çocuk oyuncakla özdeşleşmiştir; büyüyünce oyuncaklarımız değişir, daha büyük oyuncaklara sahip oluruz (ev ve araba gibi), bu sefer güçlü olduğumuz için ağlamayız, onları elimizden alanın canına okuruz. Tüm zamanını/emeğini oyuncaklara sahip olmak için harcayan, hatta krediler çekip bir ömür kredi ödemek için çalışan, sahip olduğu oyuncaklarını elinde tutmak ve korumak için çırpınan, canını veren ve kendini oyuncaklarıyla (bindiği arabanın markası, oturduğu evin kalitesi ile) özdeş kılan insan, halâ çocuk değil midir?. Yetişkin/yetkin olmak (çocukluktan çıkmak), hayatı bir oyun olarak görmemek değil midir? Hadid Sûresi 20. âyet, dünya hayatının beş özelliğini öne çıkararak oyun oynadığımızı söyler. Der ki, "İnnemel hayat-ut dünya (muhakkak ki dünya hayatı) : 1. Laibün (Oyundur). 2. Lehvün (Eğlencedir). 3. Zîynetün (Süstür). 4. Tefâhurun beyneküm (Kendi aranızdaki bir övünmedir). 5. Tekâsürun fil emvâli vel evlâd." (Mal ve e

OYUN

Oyun ne kadar büyükse finansmanı da o kadar büyük olur. “Oyun, özgürce razı olunan ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amacı olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile ‘alışılmış hayattan başka türlü olmak’ bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir.” (Johan Huizanga, Homo Ludens, İstanbul : Ayrıntı yay.; s. 50.) Biyolojik işlevini tamamlamış ama ruhî işlevine geçememiş (=çocukluktan çıkamamış) insanlar, hangi yaşta olursa olsunlar oyuna ihtiyaç duyarlar; oyun oynamazlarsa (oynayanları seyretmezlerse) canları sıkılır; çünkü yapacak daha ciddî biişleri yoktur. Oyun, insanın en eski, en ilkel uğraşıdır. Hayatı bir oyun ve eğlence görenler, oyunu kaybedeceklerdir. Oyunu ciddîye alanlar, dinlerini de hayatlarını da oyun gibi görürler. Ludwing Wittgenstein, dili de bir oyun gibi görmüş, hakikate “dil oyunu” demişti.

GÖKTEKİ YILDIZLAR/IM

Numan b. Sabit (Ebû Hanife) : 699-767 Ebul Huzeyl el- Allâf : 752-852 İbrâhim Nazzam : 775-845 Kindî (Alkindus) : 805-875 Huneyn b. İshak : 809-877 İbn Nâima (Alhımsî) : 780-840 Yahyâ b. Mâseveyh (Yuhanna) : 790-857 İshak b. Huneyn : 845-911 Ebul Hâşim el-Cübbâî : 850-916 Tehdârî (Throdore) 770-850 Râzî : 865-925 (Fahreddin Râzi değil, Ebu Bekr Muhammed b. Zekeriyya) Ebû Mûsa el-Eş’arî (Hasan el-Eş’arî) : 873-936 Farabî (Alfarabî) : 879-950 Harizmî : 930-990 Kadı Abduccabbâr : 935-1025 İbn Heysem (Alhazen) : 965-1039 İbn Sinâ (Avicenna) : 980-1037 İbn Hazm : 994-1064 Dârimî : 1010-1070 Gazâlî : 1058-1111 İbn Bacce (Avempace) : 1090-1138 Abdülkerim eş-Şehristânî : 1086-1158 İbn Zühr (Avanzoar) : 1100-1162 İbn Rüşt (Averroes) : 1126-1198 İbn Meymûn (Maimonides) : 1135-1204 Fahreddin Râzî : 1149-1209 Şihâbüddîn Sühreverdî : 1155-1191 Muhyiddin Arabî : 1165-1240 Urmevî : 1198-1283 Ebherî : 1200-1265 Nasuriddin Tûsî 1201-1274 Celâleddin Rûmî : 1207-1273 İbn Nefs (İbn’ün-Nefs) 1208-1288 Sadr

OKULLAR

İslâm dünyası, M:8-9., H:2-3. y.y.’dan itibaren Bağdat’ta Bağdat Okulunu (Beyt-ül Hikme’yi), Basra yakınlarındaki Kûfe’de Kûfe Dil Okulunu (Basra Okulunu), Kâhire’de Kâhire Okulunu (Dar-ul Hikme’yi), Endülüs’te Kurtuba Okulunu (Medresesini), daha sonra yine Bağdat, Mâverâünnehir, Horasan gibi büyük şehirlerde Nizamiye Okullarını (Medreselerini) kurmuş; ortaçağ boyunca yıldızı parlamıştı. 14-15. y.y.’dan beri çocuklarını batının kurduğu okullarda (Robert Kolej, Saint Joseph, Saint Benoit, Nöntre Dame Sion, Alman Lisesi, Galatasaray, Boğaziçi, vb.) okutuyor; buradaki okullar yetmezse çocuğunu yurtdışına gönderiyor!. İslâm dünyasını idâre edenlerin çoğu yurtdışı eğitimli. Yerli okullarımızdaki müfredâtımız da batılı. Son yıllarda Ankara ve İstanbul’da sivil (yerli ve millî ) birkaç okul kuruldu : Ankara Okulu (Yayınları). Litera (Yayıncılık) da bir okul gibi çalışıyor, Kalıcı Değerler ve Maarif Vakfını kutluyorum. Türkiye Yazma Eserler Kurumu’na ve Başkanı Muhittin MACİT Hoca’ya ayrıca te

İLAHÎ SEVGİ = MUHABBETULLAH

Sevgi de teste tâbidir. Seven, sevdiğini “mükemmel” görür; ondaki “kusurları” görmemezlikten gelmez, görmez!. Allah’a kötülük (şer) atfedenler (hayriHî ve şerriHî min-el Allah-i Teâlâ diyenler), ki, aslâ Allah’tan kötülük sâdır olmaz, (Allah kötülük işlemez; kötülük, insan hatası, şeytan mugalatası ve vartasıdır.), utanmadan, sıkılmadan Allah’ı sevdiklerini söylüyorlar!. Hacc, 11, “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’a kıyısından köşesinden (gönülsüz) ibâdet eder; eğer kendisine bir iyilik (hayr) gelirse, güven duyar; şayet bir fitneye mâruz kalırsa (beklediği çıkmazsa), yüz çevirir, sırtını döner.” buyurur. Allah (c.c.), kulunun sevgisini/n (düzeyini) görmek için onu (kulunu) dener ama kulu onu (o fitneyi, denemeyi) kötülük zanneder. Cahillik, (sahte sevgi) işte böyle bişeydir. Zorluğun, sıkıntının olmadığı bir hayatta “seçim” olur mu? Rabbimiz (de), bizi zor ânlarımız(l/d)a test eder, sınar; bakalım!, (O zaten bizim nasıl davranacağımızı bilir, böyle yapmakla bizi bize gösterir.) kul

SÖYLEM ve EYLEM

Bizler çoğunlukla söyleriz, eylemeyiz, sözümüz de tesirli olmaz. Çocuklarımıza, talebelerimize, cemaatimize, muhataplarımıza söylediğimiz şeyleri kendimiz yapmadığımız için bifaydasını görmeyiz. Eğitim, irşad gibi ‘etkinliklere’ ayırdığımız zaman ve bütçe de ‘israf olur gider’. Bilgi vermek, eğitmek ve terbiye etmek değildir. Bilgi vermek, verilen bilginin gücüne inanarak o bilgiyi kendi hayatında uygulamasını yaptıktan sonra başkalarına aktarmaktır. İşte o zaman o bilgi sizin sadece dilinizde değil her yerinizdedir. O dersi her yerinizle (hâl dilinizle) anlatırsınız muhataplarınızda da etkisini/tesirini görürsünüz. Sözgelimi çocuklarımıza İslam’ın şartlarını anlatıyor, öğretiyoruz ama o şartlara uygun yaşamıyoruz. Namaz kılmak diyoruz, kendimiz kılmıyoruz; zekât vermek ediyoruz, çocuklarımız kimseye bişey verdiğimizi görmüyor... İmanın şartlarını öğretiyoruz, örneğin Kitaplara iman diyoruz, Kitab'ımızı açıp okumuyoruz, okusak da ne dediğini anlamıyoruz; âhirete iman diyoruz âhir

ŞİDDET

Kaba kuvvet kullanmak, meseleleri zor kullanarak çözme teşebbüsü. En çok da ruhen zayıfların, fiziken güçlü olduğunu sananların kullandığı bir yöntem şiddet; günümüzde, ruhen ve fiziken zayıflar da şiddet kullanmaya, şiddetle terör estirmeye başladı. Neden? Hak ihlalleri çook fazlalaştı ve insanlar kendilerini çaresiz hissediyor.  Demokrasiler, insanlara “demokratik yolları kullanarak” hak vadediyor ama demokrasilerde hakları adil dağıtmıyor; “konuşarak” hak aramaya kalkanlar “sözlü şiddete”, maruz kalıyor; özgür tartışma ortamlarında, meclislerde sözlü sataşma/şiddet gırla gidiyor!. Sözel/sözlü şiddet, fiilî şiddetten daha beterdir; fiilî şiddet bedeni, sözlü şiddet onuru yaralar. Şiddetin amacı, güç (makam) elde etmeye yönelik. Medenî insanlar bu gücü “iknâ” ve “müzakere” ile elde etmeyi yeğlerken, iknâ edemediklerinde önce sözlü şiddete, sözlü şiddet işe yaramazsa fiilî şiddete başvurmaktalar. Gözünü iktidar hırsı bürümüş insanların elinde ciddî bir (silahlı) güç varsa, iktidarı dev

YOLLAR

“Bize ulaşmak için gayret/cehd edenleri elbette yollarımıza iletiriz (lenehdiyennehüm sübülenâ)...” (29/Ankebut, 69.) İnsan geldi ve gidiyor, hayat akıyor... Geliş ve gidiş, hayat denen yolun yürünmesi; ya da hayat, bu geliş ve gidiştir. Madem geldik, hadi geldiğimiz yeri bilmiyoruz ama gideceğimiz yeri bilmek, bu hayatın hangi yolda ve nasıl yürüneceğine bağlıdır. Çoğu insan yaşarken yürüdüğü yolun eğri ya da doğru olduğunu, yolun onu nereye vardıracağını bil(e)meden yürür. Yoldan çok, yolun varacağı yer, menzil önemlidir, bi menzile bi çook yol varabilir. Bu kısa girizgâhtan sonra esas konuma geçebilirim. Yazının konusu “Hakikate Ulaştıran İlmî Yollar.” Hakikat bir menzilse, bu menzile ulaşan ve bizleri de ulaştıran bir çook ilmî yol olur; ama bu yolların her birinin kendine göre bir amacı olursa aynı menzile varamazlar, aynı hakikati ifâde edemezler/etmezler, şirke düşerler. İlimlerin ayrışması konularına göredir; konular teorik olarak varlık ya da hakikat ortak paydasında, pratik o

YAZGI

Alın yazısı, kader ve talih demek yazgı. İnsanlar başlarına ne gelmiş ve gelecekse “önceden yazılmış” olduğunu düşünerek, hiç bişey yapmadan başlarına gelene “kaderde varmış, kaderim buymuş” diyerek “teslimiyet” gösterirler. Tamam “gelen kaderdir” ama o gelen, gelmeden önce bize “geliyorum, ne diyorsun, geleyim mi?” der; biz de “gel ya da gelme” deriz. Bu sözümü birazdan açacağım.  İnsanlar, yazgılarından memnun değillerse ve yazgılarını değiştirmek istiyorlarsa, hayata bakışlarını değiştirmeliler; memnunsalar değiştirmeyebilirler... Kaderi/yazgıyı, önceden bilemediğimiz (Yazan bildiği) için, o yazgıya/kadere göre davrandığımızı peşinen söyleyemeyiz!. Buna rağmen ne gelmişse başımıza (ister bizim dahlimizle/müdahalemizle olsun ister olmasın) o, bizim kaderimizdir, bu da kesin. 17/İsrâ, 13. ayet “ve külle insânin elzemnâhü tâirahû fî unigıh...” Her insanın “kuşunu” (kaderini) onların boynuna doladık...” der. Tâira, tayr/kuş demek, tayyare de aynı kelime; vav, yâ ve elif (med harfleri) b

İZ SÜRMEK

Her Müslümana eskiden-çocukluğunda, ana-babası tarafından dininin temel ilkeleri öğretilirdi. Bana da anam-babam, (daha doğrusu dedem) Müslüman ve Hanefî olduğu için şöyle öğretti : Rabbim : Allah, Dinim : İslâm, Kitab'ım  : Kur'an-ı Kerîm, Peygamberim : Hz. Muhammed (S.A.V.), İtikatta Mezhebim : Ma'turidîlik ve Eşârilik, Amelde Mezhebim : Hanefîlik... Çocuklukta öğretilenler, çocuklukta kalmalı!. ‘Yetişkin insan’ aklını kullanıyorsa kendisine öğretilenleri sağlamlaştırmalı, öğretilenlerin aslına/temeline inmeli ki imanı güçlensin!. Her insan bunu yapar mı, elbet yapmaz/yapamaz ama ben, 30'lu yaşlarımdan itibaren yapmaya karar vermiştim. Bildiğim, bana öğretilen her şeyi araştıracaktım; bu amaçla ‘yoğun bir okuma/araştırma’ faaliyetine giriştim. Daha önceki yaşlarımda da okuyordum ama bu okumalarım daha çok ‘araziyi tanıma faaliyeti’ gibiydi. 30-40 arası okumalarım ise daha çok ‘araştırma-soruşturmaya’, 40-50 arası ‘sorgulamaya’, 50'den sonrası ise tüm bu okumalar ‘

FÂHİŞ FİYAT-2

25 Eylül’de yazdığım ‘Fahiş Fiyat’ yazımı, artık devletler milletler için değil şirketler için çalışıyor, diye bitirmiştim. Fiyatlar, küresel pandeminin de etkisiyle fâhiş bir şekilde artınca, millet desteğini kaybetmekten korkan iktidar, 50+1’i bulamayacağını anladı!; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden eski Parlamenter (Başbakanlık) Sistem(in)e dönebilir. (Unutmayalım, bu durum bile mevcut iktidarın halka yakınlığını gösterir. Her şeye rağmen iktidar, halka, halkın değerlerine muhalefetten çok daha yakın.) Sistem değişikliği için “bazı hazırlıklar” yapılıyor (olabilir)!; Anayasa Mahkeme’sindeki dava sürekli erteleniyor, seçime yakın bu yönde bir karar çıkabilir, mevcut hükümet de “ne yapalım!” mahkeme böyle bir karar verdi, diyebilir!. Doğrusu, iktidarın %51’i bulması zor, eski sistem olsa %35-40’la yeniden hükümet olabilir/di, “Mâkul bir Cumhurbaşkanı’nı” da oluşacak yeni Meclis seçebilir!. Fâhiş fiyatlar, iktidara karşı halkta belli bir “mesafe” oluşturdu; yeni bir “aşı”! bulunmaz

OK GİBİ

Bu benzetme bir deyim; doğru olmayı, doğruluğu ifade eder. Doğru olmak, ok gibi olmayı; ok gibi olmak/durmak ise eğilmemeyi, büzülmemeyi, yamulmamayı ifade eder. Doğru olmak, aynı zamanda doğru yolda olmak, doğru yolda yürümektir. Hep doğru olmak ve hep doğru yolda yürümek mümkün mü? Hayır. Öyle ise hep ok gibi olmak, hep ok gibi durmak da mümkün değil. İnsan olmak zaten böyle bişey!. Amma! Hepten de yamuk, büzük ve eğik olmak ve yaşamamak gerekiyor!. Hayat yolculuğu/yolu, ‘imtihan gereği’ hep düz gitmez, inişleri-çıkışları ve sağa-sola dönüşleri olur. Bakalım yokuşu nasıl çıkacağız, çıkabilecek miyiz? İnerken dikkatli mi inecek, yuvarlanıp kafayı-gözü mü kıracağız? Sağdaki-soldaki tuzakları ve yemleri görüp doğruluktan, doğru yoldan sapacak mıyız? Bunun gibi durumlar/hâller, dünyada geliş amacımız açısından ‘normal’; -dediğim gibi- ‘sına(n)manın, sınanıyor olmanın’ gerekleri. Yol alırken sağa-sola dönen ve inen çok da, yokuş-yukarı çıkabilen çok az. Bu neden böyle? İnsanlar zor

BİLDİĞİM HERŞEYİN TEORİSİ

(Bu teori, şimdiye kadar okuduğum binlerce kitap, yazdığım yüzlerce sayfa yazının bir hülasasıdır. Sadece beni bağlar.) Var (olmak) asıldır. Olmak ise var olmaya tabidir. ‘Var' Sabittir ve Samed'tir, değişmez. Heidegger’in Varlık dediği şey, var olmakta olanı kapsar ve henüz var olmuş değildir. Ezeli ve Ebedi ‘Var', varlığa ‘ol' deyince, varlık olmaya başladı ve hâlen de olmakta. Henüz olmakta olduğu için ne olduğu bilinmiyor. Tüm bildiklerimiz ‘muğlak', ‘müphem'. Kesin değil ve kesin bilgi içermiyor. ‘Ol' emrine uygun, o emre itaat ederek bilirsek, ileride olacağız, etmezsek ‘olamama' sancısını çekeceğiz. Olmak, ‘Ol' emrine itaat etmektir. Emre itaat etmeyenler şeytan olmaya/ol(a)mamaya adaydır. Olup-olmadığımızı ‘ileride' göreceğiz. Bu dünya bize olmak için verilmiş bir fırsattır. Kendisi ‘olmayan', ama ‘Var Olan' Rabbimizin bizden istediğini yerine getirirsek olacağız. Oluşumuzu ‘Var’a' (Olana) endekslemezsek elimizde hiç bir öl

YÖNSÜZ YOLCULUK

İman etmek, hakikate ve hakikaten olur. Hakikat, (daha üst aşama olmasına rağmen şimdilik Tanrı'yı da Hakikat olarak görelim) var mıdır? Hakikatin varlığı konusunda iki görüş olabilir : Yoktur ve Olabilir. Doğrudan vardır denilince zaten sorunsuz iman edilmiştir. Ben sorunlardan doğan imanı daha değerli bulduğumdan, ‘olabilir' üzerinde yolculuk yapmak istiyorum. 'Yoktur' diyen için ise zaten iman diye bir konu da yoktur. Olabilir ise nerededir? İçeride mi dışarıda mı? Ben hem içeride hem dışarıda diyenlerden yanayım ama Onu içeride arıyorum.. Dışarıda benden daha değerli olan bişey yok. Haa düne kadar vardı, ve ben, ev için, araba için vs. dışarıda olan şeyler için çalışıyordum; onlara sahip olunca onlar beni hakikat arayışından biraz uzaklaştırsalar da şükür onu unutturamadılar. Ben artık gözlerimi içeriye çevirdim. Dışarıya bakan gözler beton, demir, taş, hava, su... görüyor. Gördükleri ile içeriye yöneliyor ve içerideki göz bunların hakikat olamayacağına hükmediyo

ÇEKİL ARADAN!.

İ slam’da ruhbanlık yoktur. Kişi Ma’budu ile doğrudan iletişime geçebilir. Bunun en etkili yolu ibâdet ve duadır. İbâdet sembolik ve fiili olmak üzere iki şekilde yapılırken, duanın ise belli bir şekli yoktur; burada dua konusu ele alınacaktır. Dua, Rabbe aracısız yapılan bir çağrıdır. Ben duanın şekli ve nasıl yapıldığından çok ‘mahiyeti’ ile ilgileniyor, yaptığım dualar üzerinden içimden geçenleri aktarmak istiyorum. Örnek olarak da şu duamı ‘analiz’ etmek istiyorum. “Rabbim beni Sen’den başkasına muhtaç etme!.” Bu dua, dua edenin psikolojisi açısından iki şekilde ‘analiz’ edilebilir. 1) Gururlu bir insanın duası 2) Onurlu bir insanın duası. Gururlu bir insan bu duada, ‘beni kimseye muhtaç etme' derken, muhtaç olduğum kimseler benim gururumu incitebilir, buna fırsat verme Ya Rab, demiş olur. Bu, tersinden okuma ile ve zımnen, beni de kimseye yardım eder durumda bırakma!, demeyi de içerir. Onurlu bir insan bu duayı yaparsa, ya doğrudan Sen bana yardım et, ya da yardım eden in

İLİŞKİ

Uzmanlık alanım (YL ve Doktoram) PR (Halkla İlişkiler ve Tanıtım), müsaade ederseniz (okursanız!) bu konuda biraz uzun yazayım. Biz (PR'cılar), ilişkiyi ticarî ve siyasî açıdan ele alır; şirketlerin ve siyasî partilerin iç ve dış kamuoyuna (hedef kitlesine) şirket ürün ve hizmetleri ile parti görüşlerini tanıtır; onlardan ‘para ve oy’ isteriz. Bunun için kısa ve uzun vadeli çeşitli tanıtım kampanyaları, medya programları (reklam, sponsorluk vs.) yaparız... İlişki, firmanın ya da partinin kendini tanıması ile başlar; kendini tanımayan biri, kendini bi başkasına tanıtamaz. PR= Tanıma ve Tanıtmadır, ikisi de Tanıtımı oluşturur; etkili bir tanıtım, güven esasına dayanmalıdır; bu kadar PR yeter, konu PR değil, İlişki.  Avam, ilişki sözcüğünü duyunca (büyük ihtimalle) cinselliği aklına getiriyor olabilir; sözcüğün anlam dağarcığında o da var elbet ama o dağarcık onunla sınırlı değil, torba çook geniş. Ben bu sözcüğü, hem çook özelleştiriyor hem de çook genelleştiriyorum. Özelleştirmeyi,

HAREKET-2

Devinim. İş. Eylem. Davranış. Amel. Arapça'daki hareke, sessiz harflere ses (devinim, can) veren işaret demek. Ses, nefes, can demek; insana nefes verilince (nefha üflenince) canlandı, nefesle can üflendi de insan hareketlendi... Hareket terimi ile ilk kez Topçu’nun Hareket Dergisi çerçevesinde tanıştım; sonra Milliyetçi Hareket Partisi’ndeki Hareket’i, daha sonra da felsefede Aristo’nun “ilk hareket”ini ve Molla Sadrâ’nın “hareket-i cevherî” fikrini merak ettim. (Nurettin Topçu ile MHP'nin özellikle Anadoluculuk fikri çerçevesinde ilişkisinin olduğunu düşünüyorum. Bizde siyasî partilerin felsefî arka-planı pek yok. Cumhuriyet öncesi ve sonrası kurulan tüm siyasî partilerin birbirleri ile benzerlikleri farklılıklarından çok daha fazla. Osmanlıyı yıktığı iddia edilen İttihat ve Terakkî Partisi’ndeki İttihat, Birlik; Terakkî, Yükseliş ve Kalkınma demek; daha sonra kurulan Adâlet Partisi, bu partinin İttihat kısmına ve günümüzdeki Adâlet ve Kalkınma Partisi de hem İttihat hem Tera

SÖZ-2

Söz(ler)de güç/büyü var mı?!. Sözün kaynağına bağlı. Söz, Tanrı’dan da güç alabilir, şeytandan da. Tanrısal söz aydınlatır, şeytanî söz karanlıkta bırakır. Tanrısal sözle şeytanî sözü nasıl ayırt ederiz? İçimizde hissederiz. Tanrısal söz bizi rahatlatır; şeytanî söz huzursuz eder. Şeytan, (isyan ettiği için) huzursuzdur; huzursuzluğu, insanı kıskanmasındandır, Tanrı'ya inanmıyor olmasından değil. O da Tanrı'nın varlığına inanır ama O'nun emri “işine” gelmez. Tanrısal söz kimin işine gelmezse, o, şeytanlaşmış, şeytanın kardeşi olmuştur; ona şeytanî söz “câzip” gelir; şeytanlaşmışları da, şeytanî söz aydınlatır; rahmanî söz karanlıkta bırakır!. Her iki sözün de “belli bir gücü/büyüsü”! vardır. Söz, hem iyi eder hem hasta eder, hem ilaçtır hem zehir. Tanrı Sözü, İlahî Söz ilaç; şeytanın sözü, şeytanî söz zehirdir. İkisi de insanı “büyüler”; biri/şeytanî olan, azdırır; biri/rahmanî olan, adam eder. Bi sözün hakikat değeri sadece o sözde (o sözün kendisinde) değil o sö

ZAMAN ve MEKÂN

Hayat algımız, zaman ve mekân algımızdan bağımsız değil. Kabaca mekân, yaşadığımız ‘yer’; zaman, o yerde geçirdiğimiz süre. Aslında bu iş bu kadar basit değil. Zaman, sonsuz; buna biz dehr diyoruz. Bu sonsuz zamanda burada, bu mekânda/dünyada belli bir süre=hıyn yaşıyor, daha sonra sonsuz zamanda ve mekânda yaşamaya devam edeceğiz; yâni şu andaki hayatımız : ‘hıynun min-ed dehr’dir. (İnsan, 1.)  Zaman felsefesi, felsefenin en zor konularındandır. Andrian Barton bu konunun uzmanlarından. Söyledikleri ‘kesinlik’ taşımıyor, ‘bilimsel teori’. Biliyorsunuz Einstein’in ‘görelilik/izâfiyet’ (genel ve özel görelilik) kuramı, maddenin uzay-zamandaki, uzamdaki (zaman ve mekândaki) hareketini ve kütle-çekim ‘yasasını’ ortaya koyar. Hareketi sağlayan zamandır; şeylerin üzerinden ‘zaman geçince’ hareket ve hayat olur. Zaman olmazsa mekânda hareket olmaz. Zaman her yerdedir. Burada, bize göredir, izafîdir, görelidir; kiminde yavaş, kiminde hızlı akar. Ayrıca herkeste bir iç-zaman/biyolojik zaman da

OLUŞ ve BOZULUŞ

Oluş, mevcut hâldeki (ândaki) durumdur; bozuluş ise yeni/başka bir hâle (âna) geçiştir. Oluş, bozuluşu; bozuluş da oluşu takip eder. Oluşa ve bozuluşa değer yüklersek, oluşun, iyiye doğru; bozuluşun, kötüye doğru olduğunu söyleyebiliriz. İyiye doğru oluş (ki, bu aynı zamanda bir bozuluştur), mevcut hâldeki durumdan daha iyi, daha mükemmel bir  yükseliş; kötüye doğru bozuluş, daha kötü bir duruma düşüştür. Buraya düşünce, bozulduk!. Buraya düşen her şey bozulur, çürür... Onların aslı, bozulmayan halleri “yukarıdadır.”!. O yüzden buradaki şeylerin bozulmamış hâldeki tatları, asıl tatlarından çook küçük bir numune/prototipdir. Burada olanlar, dört unsurdan (su, ateş, hava ve toprak) meydana gelmiş somut cisimlerdir. Cisimler, madde ve sûretten (şekilden) oluşur; her cismin bir maddesi, bir de şekli vardır. Cisimlerde bozulma (çürüme, hastalanma) şeklendir ve kaçınılmazdır; beden de bir cisimdir. Her bedenin bir şekli vardır, şekil bedenleri birbirinden “ayırır”. Bedenin üstünde nefis vard

KORKU-2

Korkunun düzeyleri vardır; Kitâb bunları farklı kelimelerle ifâde eder. Havf, Haşyet, Vecil, Taqvâ, gibi...  Korku sadece insana has bişey değildir ama korkunun her türü insana özgüdür. Bitkiler ve hayvanlar da korkar. Bitkilerin korkusu hakkında çok fazla bişey söyleyemem ama korkunun zıttı sevgiyi devreye aldığımda, bir bitkiye (çiçeğe) sevgi ile yaklaştığınızda size olumlu “cevap” verdiğini görürsünüz. Hayvanlardaki korku, aklî değil hissîdir. Bir kuzu (ya da koyun) kurttan korkar; kurt korkusu onun hafızasında vardır ama bu korku, kurdu görünce ortaya çıkar; bu korkuya imajinal korku da diyebiliriz; kurt imajı kuzunun hafızasında (imaj olarak) vardır. İnsandaki korku ise, hem imajinal (hissî) hem aklîdir. İmajinal (hissî) korku, korku ânında (bir deprem, bir bomba, savaş ya da terör ânında) ortaya çıkar/canlanır; o ân/lar geçince o korku hafızaya geri atılır, unutulur. Aklî korku ise, olanı da olacak olanı da içerir; olandan olacak olana gider (olandan olacak olana bağ/lantı kurar;

HAREKET

Hareket zamana bağlıdır, hareketi zaman ortaya çıkarır; hareket bir mekânda olur/oluşur. Hareket, canlılık demektir; her canlı varlık hareket eder; kimi hızlı kimi yavaş, kimi yukarı kimi sağa kimi sola... bitkiler, çook yavaş yukarı; hayvanlar ve insanlar, her yöne biraz hızlı; yıldırım, aşağıya çook hızlı; duman (ateş), yukarıya âheste vs... Hareket ya doğrusal ya da dairevîdir; sürekli doğrusal hareket de dairevî harekete döner; bir yönde devamlı hareket etsek aynı yere geliriz ama yönümüzü “yukarı” çeviremezsek, dolap beygiri gibi aynı yerde döner dururuz. (Yönler: Üst-alt, sağ-sol, ön-arkadır. Üst-alt, yüksekliği; sağ-sol, genişliği; ön-arka, derinliği verir.) Hareket, hareket eden için ya içseldir ya da dışsal. Dışsal hareket zorlama ile olur; güçlü güçsüzü hareket ettirir, harekete zorlar. İçsel hareket ya iradîdir ya da insiyâkî/güdüsel. Acıkan birinin yemek için hareketi insiyâkî/güdüseldir. İradî hareket azimle olur; cahil olduğunu bilen birinin öğrenmek için biokula (bir şeh

ZAMAN

Daha önce zamanın ve aklın bir bütün olduğunu, onları bizlerin böldüğünü söyledim. Bölünmemiş zamana dehr (ya da hıyn) diyoruz. İnsan 1. âyet “hıynun min-ed dehr”, dehrden bir hıyn geçti der. Dehri bölünmeyen zaman, hıynı müddet ya da vakit olarak okuyabiliriz. Küçük zamanları (ânları) büyüterek yol alırsak, şöyle yapabiliriz; küçük zamanlara vakit (sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ya da gece gündüz vs.) dersek, bu zamanların birleşimi günü; günlerin birleşimi haftayı; haftalar ayı; aylar yılı; yıllar asrı; ... oluşturuyor. Yıllar geçince biz dünya değiştiriyoruz; bizden sonra gelenler (biz de öncekilere), tarih/dün/geçmiş; (dikkat edin önce, sonra, tarih, dün, geçmiş kelimelerini kullandım, bunlar zaman kavramları), bugün/şimdi (geniş anlamda şimdi) ve gelecek diyor; zamanı bölümlere ayırıyoruz, bir nevi zamanda (zamanın içinde) hareket ediyoruz. Bu, bölünen zamanların bölünmeyen zamanda bulunuşudur. Tıpkı sayıların ve sayılan nesnelerin sayıda bulunuşu gibidir. Sayı ile zaman bu kon

DİLİN MANTIĞI

Lafızların (elfâzın) kelime olması onların mânâ taşımasıyladır. Kelimeler: İsim, fiil, sıfat, zarf ve edat şeklinde sınıflanır. İsimler, içindeki mânânın zamana bağlı olmamasıyla; fiiller, zamanla çekilebilmesi, zamanla irtibatı olmasıyla; sıfatlar, isimlere ilişen nitelikleriyle; zarflar, fiillerin zaman ve mekân ile ilişkisini kurması ile; edatlar da, isimleri, fiilleri, sıfatları, zarfları bir cümlede birbirine bağlama işlevi ile ön plana çıkarlar. İsim, fiil, zarf, sıfat ve edatlar “belli bir mantık” (dilde buna gramer deniyor, düşüncede ise mantık) olmadan rastgele bir araya gelemezler; gelirlerse, cümlede anlam bozulur; kurulan cümle anlamlı olmaz. Her dilin kendi grameri olsa da o grameri işleten mantık farklılaşmaz; her insanda mantık aynı işler. Bizler genelde Aristo mantığını kullanırız ama son dönemde “farklı mantık türleri” tartışılmakta. Mesela fuzzy/bulanık mantık bunlardan biri. Mantık değişince “doğru yargı” da değişir; belki de “doğru yargı” diye bişey kalmaz; modern d

HARF

Dil, kelimelerden; kelimeler, harflarden oluşur; harflerin anlamlı olanlarına kelime; anlamsız olanlarına edat ve harf-i cer denir... Kitâb’ta binlerce kelime ve bu kelimeleri birbirine bağlayan edatlar ve harf-i cerler var; bunların edat olanlarına bağlaç; harf-i cer olanlarına ulaç diyebiliriz sanırım. Edatlar, len, lem, lemmâ, mâ, leyse, inne, enne, vb...; harf-i cerler, an, li, ilâ, alâ, bi, fi, ınde, mea, vb... Edatlar, cümledeki kelimeye vurguyu (kesinliği) artırırken; harf-i cerler, kelimeye “yön” verirler ve anlama çook büyük oranda etki ederler. Len ve lem kesinlikle olumsuzluk bildiren edatlardır. 'Len yensurallahu', Allah kesinlikle yardım etmez, demek. Billah ile Biİsmillah aynı değil; ilki isimsiz kullanılmış; ikincisinde isim var; Allah da bir “İsimse”, iki söz arasında ne fark var?!. Hacc son âyette (78), “ve câhidû fillahi”, “væ’tesımû billahi” derken, başka âyetlerde “fî sebîlillahî” (61/Saff, 11 gibi) “væ’tesımû bihablillahi” (3/Âl-i İmran, 103 gibi) demesi ay

ĞAYR

Gayr (غير), başka, başkası, öteki gibi anlamları olan bu kelime-edat, başına geldiği sıfatı olumsuzlar. Gayrimenkül: taşınamayan, menkül olmayan; gayriahlaki: ahlâk dışı;  gayrimüslim: müslim olmayan gibi. Kitâb’ta 154 yerde ve Fatihâ’da da geçen bu kelime (gayr-il mâ’dûbi aleyhim vele-d dâllîn.), istenmeyen durumlara işaret eder. Nisâ 119, Enfâl 53, Râd 11, Muhammed 15’te fiil şeklinde, değiştirmek anlamında; Âdiyat 3’te ‘vel muğayyirât’ (baskın yapanlar) olarak isim şeklinde geçer; diğer tüm yerler, olumsuzlama, öteki, diğer ve başka anlamlarındadır. Gayr, bitür ötekileştirmedir ama bu tabir modern bir tabirdir; bu tabiri kullanırsam, muhatabı değersizleştirme, düşman bilme ve aşağılama anlamlarına gelir ki, gayrde bu anlamlar vardır; ‘gayr-il mâ’dûbi aleyhim vele-d dâllîn’ dediğimizde, hoşumuza gitmeyen, değersiz gördüğümüz, Rabbimizin gadabına uğramış/uğrayan, delâlette olan insanlardan olmamayı ister, Rabbimizden niyazda bulunur, onlar bizden, biz onlardan uzak olalım deriz; yâni

CENÂB-I HAKK

Rabbimizin İsmi. Bu İsim Kitâb’ında geçmez. Bu İsmi O’na mütekaddimûn âlimler “vermiş”!, iyi ki de vermiş, Rabbim onlardan razı olsun. Ne demek Cenâb-ı Hakk? Cenâb, cenb’den isim; cenb, kenar, yan, taraf demek. Bu kelime hem uzaklığı hem yakınlığı bildirir. Cânib, yanında demekken; cunüb, uzak/uzağında demek. Cenûb ise güney. O’na tam İsmini O (Kendi) verir; O’nun Adı Allah’tır. Sadece Allah İsmi O’nu “tavsif” eder, biz Allah İsminin hakkını “tam” veremeyiz, O İsmi ağzımıza “sakız”, dilimize “pelesenk” etsek de!. (Günde bimilyon kere Allah desek de!.) Cenâb-ı Hakk İsmi “tam” bize göre!. O İsmi (Cenâb-ı Hakk’ı) söyleyen O’na yakın da olabilir, uzak ta. İsmini söyleyenin niyetini (iç dünyasını) O bilir ve ona göre O, söyleyene “bideğer” verir. Cenâb, genelde bir saygı sözüdür, Bu Söz, Hakk’la birleşince bu saygı katmerleşir. Bu Söz (Cenâb-ı Hakk Sözü), Hakk’a yakın ve Hakk’a saygısı olanın dilinde daha da ulvî bir anlam kazanırken, Hakk’a yakın olmayanın ve Hakk’a saygısı bulunmayanın di

MUTTASIL&MUNFASIL

Bitişik ve Ayrı. Bütün ve Parça. İnsanın kendi ayrı, ama insanlığı bitişiktir. Zaman, muttasıldır ama onu insan ayırır/böler, ‘dün, şimdi ve yarın’ der. Akıl, yukarda muttasıldır; aşağı inildikçe bölünür. Her bir insan kendinde ayrı bir aklın olduğunu zanneder ve kendi aklına güvenir; oysa kendi aklı bir “bağdır” (akl, Arapça bağ demektir); insan o akılla (kendi aklıyla) “küllî aklın” bağını kurabilse, aklı bölmez ve bu ayrılığın acısını çok fazla görmez, hissetmez. Ayrılık acısı zordur.

QUL/DE!..

Birçok âyet ve bazı kısa sûreler “Qul” ile başlar; “Qul yâ eyyühel kâfirûn, Qul Hüve-l Allah-u Ehad, Qul eûzu biRabb-il Felaq, Qul eûzu biRabb-in Nâs.” gibi;  “de ki” onlara, demektir. Bu bize ne söyler? 1) Ey Muhammed! Bu Söz Senin sözün değil, Benim Sözümdür. 2) Ben Sana emrediyorum. 3) Onlar da bilsinler ki Bu, Benim Emrimdir. 4) Sen sadece Elçisin. Sen onlara Benim Sözümü iletiyorsun.  5) Onlar Sana Onu (Kur'ân’ı) Sen uydurdun diyorlar, yalan söylüyorlar. Onlar düşünseler (akletseler)!, bir tek kelime (Qul) bile onları alt etmeye, onların yalancı olduklarını ispat etmeye yeter. Düşünen (akleden) nerede?!.

SÖZ

Söz vermek ya da söylemek ve sözünde durmak. Söz vermek kolay, sözünde (söylenen sözün arkasında) durmak zordur. Söz vermek bedavadır; sözünde durmanın bir bedeli vardır. Sözünde durana, verdiği sözü/nü yerine getirene “vefâlı” denir, o adam güven verir; güven, imandır, emandır. “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, kendisine bir emanet bırakıldığında ona ihânet eder, söz verince sözünde durmaz.” (Hadis-i Şerif.) Söz vermeyi ve sözünde durmayı sadece insanlar arası konulara mı hasrederiz? Ya Rabbimize verdiğimiz sözler?!.. Dine (İslâm’a) girerken verdiğimiz söz: Senden başka ilâh tanımayacağız (lâ ilâhe illâ Allah), Rabbimiz sadece Sensin, vb. sözler... Namaz kılıyorsak, namazda verdiğimiz sözler: Sadece Sana kulluk eder, sadece Senden yardım diler/dileniriz (iyyâKe na’budu ve iyyâKe nesteîn), Sadece Seni büyük biliriz (Allah-ü Ekber), Seni tenzih ederiz (Sübhâne Rabbi-yel Azîm ve Sübhâne Rabbi-yel A’lâ.) vb... Rabbine verdiği sözleri tutmayan, o sözlerin arkasında du

ZORBA/LIK

Zorba: haksız yere zor (güç) kullanan. Kelime Farsça’dan bize geçmiş, Farsça zūr, güç; baz, oynayan; zūrbaz, güçle oynayan, güce hükmeden; Arapçası, tağâ’dan tâğî/tâğut, cebr’den cebbâr/ceberrut, ğasb’dan muğtasıb, zaleme’den zâlim. Haklının yanında değil de, güçlünün yanında olunan bir dünyada yaşıyoruz. Haksız güç, zorbalık üretir. Zorbalık, maddî de olur, manevî de. (Akran zorbalığı, siber zorbalık gibi) Maddî zorbalık fizikî güç kullanma ile; manevî zorbalık psikolojik güç kullanma iledir. Maddî gücü elinde bulunduranlar da (zenginler, ızbandutlar, devletler, silahlı güçler), manevî gücü elinde bulunduranlar da (âlimler, kâhinler, ruhbanlar) insaf ve adâletten (Allah korkusundan) yoksunsalar zorba olurlar, zorbalık yaparlar. Dinde zorbalık (ikrah) yoktur. Zorbalar, zorbalıklarını kişilere de toplumlara da doğaya (tabiata) da uygularlar. “Zorbalar, kendilerine tahammül edildiğini görünce daha da azarlar.” (Tolstoy) “Zulme sessiz kalan, dilsiz şeytandır.” (Hz. Muhammed.) “Yırtıcı hay

TÂBİYET

Tâbiyet, tebaa’dan ardında yürümek; tabiî, doğal; tâb, basım/baskı; tabiat, doğa. Kim kime tâbî olur? Kötü, iyiye. İyi, kötüye tâbî olursa, tabiat bozulur. Tabiat, Allah’ın “Kün/Ol!.” emrine tâbîdir. Müminler de Efendimize... Bizler tâbiyeti, genelde tebâ (bir devlete uyruk/vatandaş olmak) şeklinde algılarız; bu algı da doğrudur ama “iyi/lik kötülüğe (kötüye) tâbîdir” ilkesi gereği devletin iyi olması, vatandaşlarını iyiliğe yöneltmesi şartıyla... Bakın!. 2/Bakara, 263 ne diyor? “Mâ’ruf bir söz ve bağışlayıcı olmak, ardından başa kakılacak bir sadakadan (yetbeuhâ ezâ) çok daha hayırlıdır.” Sadakaya (iyiliğe) kötülük (ezâ/eziyet, başa kakma) tâbî olmasın demiyor mu? Tâbiyet (tebâ/tâbî olma), itaatir; itaat de Allah’a, Rasûlüne ve bizden olan Ul-ül Emr’edir. Biz kimiz? Allah ve Rasûlüne inanan, Onların dinine bağlanan Müminleriz, değil mi?

ŞEHÂDET-2

Kelimenin birbirini tamamlayan en az üç anlamı vardır.  • Tanık olma • Şehit olma • Tasdik etme Tanık olma, görerek şahitlik etme; şehit olma, uğruna canını verme; tasdik etme ise, olan/olmuş bişeyin doğruluğunu tasdikleme, onaylamadır. Bizler şehâdet getirirken hangisini yapıyoruz? İkincisini yapmadığımız kesin de, bir mi, üç mü? Bir (tanık olma), görme olmadan olmaz. Biz El-İlâh'ı gördük mü? Hayır. Biliyor muyuz? Hayır. Peki, O'ndan başka bir ilâhın olmadığına (lâ ilâhe illâ Allah) nasıl şahitlik ediyoruz?!. ... Şehadete giden yollar : (Duygulardan yola çıkarak söylersek; aklı da bir tür duygu olarak alırsak) Merak etmeden tahmin etmeye, oradan bilmeye, oradan da tanımaya doğru; (duyularla yola çıkarak söylersek) duymaktan görmeye, görmekten koklamaya, koklamaktan dokunmaya, dokunmaktan tatmaya doğru gider. Bu duyu ve duyguları “düz anlamları ile” ele almadım, biraz metaforik ve biraz da derin (sembolik) anlamları ile kullanmaya gayret ettim. Bişeye, biolaya şahit olmak

HİYERARŞİ

Hiyerarşi “makam düzeni” demek. Varlıkta da makamlar vardır. Varlık, Mutlak Varlığın “Kün/Ol!” emri ile oluşmuş, yaratılmıştır. Mutlak Varlığın (Vâcib-ül Vucûd’un) ilk yarattığının ‘küllî akıl’ olduğu söylenir. O akıl, kademe kademe lâtiften kesîfe kadar diğer varlıkları yine ‘O’nun İzni’ ile “yaratmıştır”, denir. İnsanda varlığın her düzeyi bulunur. Akıl âlemi (mâ’kûlât), duyu ve duygu âlemi (mahsûsât) ve maddiyât (beden). Bu âlemleri yukarıdan aşağıya doğru anlamak, aşağıdan yukarıya doğru anlamaktan daha zordur. Aşağıdan yukarıya görülebilen âlem (şehâdet âlemi), taş, toprak, ot, ağaç (madenler, bitkiler ve hayvanlar) ve onların özel terkibi olan bedendir. Ara kademe âlem, kişiye has duyu ve duygulardır; bunlar, aşağı da iner, yukarı da çıkar; yukarı çıkarlarsa, akılla tanışırlar; aklın da biçook mertebesi vardır, (müstefid, müstefad, faal, münfail, muttasıl, munfasıl, kudsî, a’lâ, evvel vb.). İnsanda akılla beden arasında nefis/nefs vardır; nefs de duyular (mahsûsât) âlemi gibi aşa