Kayıtlar

İLÂHÎ SORUMLULUK

Bu sorumluluğun iki boyutu var : Kulun Allah’a karşı sorumluluğu ve İlâh’ın = Allah’ın Kendine karşı Sorumluluğu!. Bu not, ikincisine dâir. “... Mü’minlere = inananlara = Bize güvenenlere yardım etmeyi üzerimize bir hak (= vazife/sorumluluk) olarak aldık.” (30/47) Allah’ın bu sorumluluğunu nasıl anlamamız gerekiyor?!. Bir önceki notumuzda Allah, ‘lâ yü’sel’ = sorumsuz = dokunulmaz, demiştik. O, “keyfe mâ yeşâ”! (nasıl isterse öyle) hareket etmez mi?!. Bir taraftan O : • Dilediğini yapar. (3/40. 28/68) • Dilediğini yaratır. (35/1) • Dilediği kullarına verir. (5/64. 14/11. 13/26.) • Dilediğini bağışlar; dilediğine azab eder. (29/21) • Rızkı dilediğine az/kıt, dilediğine çok/bol verir. (13/26. 28/82. 29/62...) Diğer taraftan : • Va’dini gerçekleştirir. = Va’dinden caymaz. (3/9. 13/31. 38/20.) • “... ve kâne alâ rabbiKe va’den mes’ûlâ.” Rabbin, va’dinden (verdiği sözden) mes’ûldür. (25/16) Allah, “Kendi içinde = Kendinde tutarlı bir ilâhtır.”!. O, kâinata bir düzen (= din) ku

SORUMLULUK = MESÛLİYET

Sorumluluk, emânete ihânet etmemek = emâneti, yerinde, uygun ve doğru kullanmaktır. = Eli harama uzatmamak; gözle harama bakmamak; dille yalan konuşmamak; kalple şirke bulaşmamak; haksız yere cana kıymamak, ... = hududullaha (= dinin emir ve yasaklarına) riayet ederek yaşamaktır.  Emânet, sorumluluk gerektirir; sorumluluk da aklı ve iradeyi doğru kullanmak demektir. Sorumluluk (= mesûliyet) : • Bireysel sorumluluk, • Toplumsal (= sosyal) sorumluluk,  • Siyasal sorumluluk, şeklinde gruplara ayrılabilir.  Bunların tümü, Allah’a karşı sorumluluğa eşitlenir; çünkü bizlere her şeyi, Rabbimiz Allah emânet olarak vermiştir; emânete ihânet, sorumsuzluktur. Emânete ihânet edenler = sorumsuz davrananlar, cezasız kalmaz. Bu bakımdan, iman etmek, bir yönüyle sorumluluk almaktır; imansızlar, sorumsuzlardır.  Akıllı ve iradeli olarak yaratılan herkes sorumludur. = hiç kimse lâ yüs’el = sorumsuz (= dokunulmaz) değildir. Sadece Yaratıcı lâ yüs’eldir. = “lâ yüs’elü ammâ yef’alü vehüm yüs’elûn.” (

EMAN

Emânet, emniyet ve iman da aynı köktür. Eman verme (veya alma), yardım ve güvence vermedir (veya almadır). Efendimiz, amcasının (Ebû Talip) vefatından hemen sonra Tâif’e gitmiş, orada umduğunu bulamayınca, Mekke’ye girememiş ve Mutim b. Adî, Ona eman vermiş, Onu himayesine almıştı. Bireysel emniyet, aklın (veya kalbin) bütün uzuvlara (organlara) eman vermesi; toplumsal emniyet (= kamu düzeni), toplumda yaşayan bireylerin birbirlerine eman (söz = güvence) vermesi; doğal-tabiî = evrensel düzen (emniyet), aklı başında insanların başta kendilerini (= kendi bedenlerini) ve içinde yaşadıkları evreni emânet olarak bilmesi, görmesi ve o emânetin Sahibine itaat etmesi ile mümkündür. “Biz emâneti dağa-taşa, göklere-yere sunduk, onlar onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi ama o da gerçekten zalim ve cahil çıktı.” (33/72) Buradaki emâneti Kur'ân (= din) olarak almak, en son iş. Yaşam = hayat (= akıl, beden ve çevre/doğa) emânetini  doğru kullanamayan insan, Kur'ân (veya din) emân

KÂLÛ : BELÂ ÂYETINİ ANLAMAK

Âyet, A’raf, 172’de; önce âyetin mealini vereyim.  “Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini aldı (= çıkardı) ve kendilerini = onu/onları nefislerine (= kendilerine) şahit tuttu. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? (dedi). (Onlar da) Elbette (= evet Rabbimizsin = belâ), biz buna şâhidiz, dediler. (Bunu) Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz diye (yaptı).” Alınan “şey = zürriyet”!, Âdem’den değil, Âdemoğullarından. = Bizden, her birimizden, her birimizin sırtından alındı. = Babalarımızın sülbünden alındı. “O su (= sülb) sırt ile kaburga kemikleri arasından çıkar.” (86/7.) Bazı mealler, kaburga kemiklerine kadın göğsü anlamı verseler de, bu zorlama bir yorumdur; çocuk babaya nisbet edilir; baba, tohum; ana, tarladır. “Nisâüküm harsün leküm...” (2/233.) Kendilerini nefislerine (= kendilerine) şahit tuttu. Bu şâhitlik, insanın akıl-bâliğ olmasından sonra, kendini Rabbinden başka hiç kimsenin yaratamayacağını anlaması ve O’na kul olması, şeklindedir. Soru = Ben, sizi

NASIL BİR DEVLET?!...

Bu soruyu, Abdulvahhâb El-Efendi de sormuştu. (İlke Yayınları, İstanbul : 1994. Çev. Hasan T. Kösebalaban) Modern-ulus devlet, o ülkede yaşayanların “çıkarlarını” koruyan bir organizasyon (= Hegel, Hobbes) ve ortak bir sözleşmeyse (= J. J. Rousseau), çıkar çatışmalarını sıfıra indirmek ve %100 anlaşmak, uzlaşmak aslâ mümkün olmaz; bu, öyle ya da böyle “çatışma”! demektir. Bu devlet, diğer (ulus) devletlerle ilişki kurduğunda, çatışmanın artması da kaçınılmazdır. Öyleyse (ideal) devlet, herkesin (= dünyada yaşayan her ferdin) ortak çıkarını koruyan “Bir’inin”! belirlediği ilkelere uygun hareket eden devlettir; Eflâtun’un devleti de değildir. İlk bakışta buna da “ütopya” denilebilir; aslında bu dindir; böyle/buradan bakınca, mücadele, bu “ütopyayı” kabul edenlerle etmeyenler arasındadır; dinle devlet ayrı değildir. Pekiî, öyleyse kamu düzeni nasıl sağlanır? a) Güç kullanarak = Polis (ve asker) devleti kurarak. b) Çoğunluğun dediğine azınlığı razı ederek. c) Evrensel kabulleri benim

DİN-HAYAT BAĞI

Buna, din-dünya bağı da diyebiliriz; bu bağ, bizi âhirete (= sozsuz/ebedî âleme) de bağlıyordu ama bu bağ nasıl olduysa (sonradan) koptu. Elçiler yaşarlarken, dinle hayatın (= dünya ve âhiretin) bağını çok sıkı ve sağlam kurmuşlardı. Bu bağ nasıl koptu, koptu mu?!. Kopmadıysa da çook zayıfladı!. Bu bağın kopuş ya da zayıflayış serüveni, çok ciddî çalışılması gerekiyor; ben bazı “tahminlerde” bulunacağım. Bu kopuşu, batı ve doğu dünyası için ayrı ayrı ele almak gerekiyor.  Batıdaki kopuş, kilisenin tahakkümüne tepki idi. Laiklik, Tanrı’yı “emekliye ayırdı.”!. Doğu dünyasında ise, Efendimizin vefatı ve dört halife sonrasında yönetim saltanata dönüştü. Yöneticiler, Bizanslılara ve Perslere “özendiler”!, dünyaya daha çok değer vermeye başladılar. Oysa, din-devlet, din-siyaset, din-hayat ilişkileri bir bütündür; dünya ile âhireti bile ayırmak “saçmadır”!. Bu ayrımı biz, zamansal olarak (= öncelik-sonralık şeklinde) ve “tedbir için” yapıyoruz.  Bu dünyanın da âhiretin de, yerin de göğün de R

KOMUTAN ve DİPLOMAT

Komutan : Halid b. Velîd; Diplomat : Amr b. As. Halid b. Velîd, Uhud Savaşında, savaşı tersine çeviren kumandan. Bu savaş sonrasında Ebû Süfyan ona “mareşallik rütbesi”! vermişti. Amr b. As, Kureyş’in Habeşistan’a (= Neçâşî’ye) elçi olarak gönderdiği adam. Bu iki sahabî, Efendimiz ve ashabını, umre (= umret-ül kazâ) yaparken uzaktan = dağdan izlerler (Umret-ül kazâ, bir yıl önce umre için Hudeybiye’ye kadar gelinip, yapılamayan ve anlaşma gereği bir yıl ertelenen umre.) ve Onlardaki düzene, disipline, vakara hayran olurlar ve kendilerini ciddî bir muhasebeye çekerler. Halid b. Velîd’in kardeşi (Velid b. Velîd) daha önce Müslüman olmuştur ama Halid, kardeşi ile irtibatı kesmemiştir. Efendimiz, Halid’in kardeşi Velid’e Hâlid’i sormuş; Velîd, bunu kardeşine söylemiş, Hâlid’de bu, “önemli bir iz” bırakmıştır!... Amr b. As, bölgenin stratejik yapısını çook iyi bilen, bölge liderleri ile iyi ilişkiler kurabilen, gelişmeleri iyi okuyabilen bir zekâ... İki isim de, umret-ül kazâ sonrasında Müs

EFENDİMİZİN ZOR ÂNLARI...

• Ebû Cendel vakası, • Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye kabul edilmemesi, • Bu anlaşma = Sözleşme, Allah Rasûlü Muhammed ile Süheyl b. Amr arasındaki bir ahitnâmedir cümlesini, Süheyl’in kabul etmemesi ve Allah Rasûlü Muhammed’in, Muhammed b. Abdullah şeklinde değiştirilmesi, Ve • O yıl Müslümanların umre yapamayıp Medîne’ye geri dönmeleri, Müslümanları en hafif tabiriyle “sükût-u hayâle” sürüklemişti.  Efendimiz : “Kurbanlarınızı kesin, başınızı traş edin!.” deyince Onu kimse dinlememişti!... Efendimiz (ve ashâbı), üzgün ve mahzûn bir şekilde Medîne’ye geri dönüyordu. Yolda Feth Sûresinin 1 ilâ 5. âyetleri nâzil oldu. “Biz Sana apaçık (= mübîn) bir feth ihsan ettik. Böylece, Allah Senin geçmiş ve gelecekteki ‘günahlarını’! (= min zenbik) bağışlayacak ... ve Sana yardım edecektir...” (48/1-5) Efendimiz (ve ashâbı), rahatlamıştı.

EBÛ CENDEL

Hudeybiye Barış Antlaşması’nda Kureyş delegasyonunda Süheyl b. Amr, Mikrez b. Hafs ve Huveytib b. Abdüluzzâ vardı. Bu sürece nasıl gelindiğine ve Mekke’deki ahvâl = duruma dair kısa bir bilgi verelim. Efendimiz, 1400-1500 ashabı ile Hendek Savaşından yaklaşık bir yıl sonra, silâhsız olarak, yanlarına da kurbanlıklarını alarak umre için yola çıkmışlardı. Kureyş, Onları Mekke’ye sokmadı. Heyetler gidip-geldi. Kureyş’in ilk heyeti, Büdeyl b. Verkâ başkanlığındaydı. İkinci heyete Mekke’deki Ehâbiş İttifâkının lideri/reisi Huleys b. Alkame başkanlık ediyordu. Bu arada Efendimiz de önce Hiraş b. Ümeyye’yi, sonra da Hz. Osman’ı Mekke’ye gönderdi. Huleys b. Alkame, Mekke liderlerine (= Dâr-un Nedve üyelerine) Efendimizin sırf umre için geldiğini, izin verilmesi gerektiğini söyledi ama Mekke liderleri (= Dâr-un Nedve üyeleri) : ‘hele sen bi otur şöyle, bu işlere karışma!’ demeye getirerek onu hafife aldılar; o da : ‘Huleys’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya Ona (Muhammed’e) izin

BÖBÜRLENME

Kelimenin Arapça karşılığı, büyüklük gösterme anlamındaki tekebbür; zıttı ise, tevâzû, alçakgönüllülük. Şeytan, tekebbüründen dolayı şeytan oldu. = “en tetekebbera”. (7/13.) Şeytan, neyine güvendi? İlmine. Bilgisine. Başka nelere güvenilerek tekebbür gösterilebilir = büyüklenilebilir = böbürlenilebilir?!. Mala = maddî zenginliğe. Kârun böyle yapmıştı. Saltanata = siyasî güce = makâma. Firavun böyle yapmıştı.  Şeytan, ilminden dolayı tekebbür etti = büyülendi; Firavun, gücünden dolayı tekebbür etti = büyülendi, “ene rabbükümül a’lâ” (79/24) dedi; Rabbimiz de onları aşağıların aşağısına attı. “... fehruc inneke min-es sâgırîn. = çık git ordan!, senin artık (Benim Gözümde) bir değerin kalmadı!, küçüldün!” dedi. (7/13.) Bu durumu, 95. Sûrede (= Tîn Sûresi) beş kez yapılan yeminden sonraki “ahsen-i taqvîm ve esfel-i sâfilîn” bağlamına oturtur; iman ve sâlih amel istisnâlarına bakar; imanı, Rabbe = O’nun emrine güven; sâlih ameli de bu güvenin teyidi = delili = isbatı olarak okuyup-anlarsak,

4M1K

Mevdûdi, ‘Kur'ân’a Göre Dört Terim’inde İlâh, Rab, Din ve İbâdet terimlerine yer vermişti. Hacmi küçük, etkisi büyük bu kitabı okuduğunda sanırım daha lisede idim. Bizim lise yıllarımız, Pakistan, Mısır, İran, Irak ve Suriye’den kitap çevirilerinin yoğun yapıldığı yıllardır. (Mevdûdi, Pakistan Cemaat-i İslâmî Partisi lideri idi.) Mısır’dan Hasan El-Bennâ’nın Risaleleri, Kutub’ların (Seyyid ve Muhammed), Udeh’in kitapları, İran’dan Ali Şeriatî’nin ve Mutahharî’nin kitapları, Suriye’den M. Sıbaî’nin kitapları yeni yeni çevriliyordu. Bu yazıya konu olan terimler ise, Mü’min. Müslim. Müşrik. Münafık ve Kâfir  terimleri, bunlara kısaca 4M1K diyelim. Mevdûdî’nin dört terimi kurumsal-dînî = din ile ilgili; bu terimler ise, bireysel/kişisel, dindarın bizzat kendisi ile ilgili. Ne yani?!, müşrik, münafık ve kâfir de mi dindar? demek istiyorsun!. Dindar olmayan adam var mı?!. Herkesin bir dini var ama kimininki sağlam kimininki çürük. Anlamadıysanız, Mevdûdî’nin kitabını okumamışsınız, demek

DÂVÂ ADAMI

Siz buna, İslâmî ilkelere uygun hareket eden devlet adamı da diyebilirsiniz. Dâvâyı, hukûkî (= hakîkî) anlamı ve siyasî anlamıyla ele alacağım; çünkü, hakikat (= hukuk) siyasetten; siyaset de hukuktan bağımsız (= ayrı) değildir.  Dâvâ sahibi olma, iddiâ (= fikir, düşünce) sahibi olma demektir; ve bu, çook güçlü delillere (= sultâna, burhâna) sahip olmayı gerektirir. Bu güçlü delilleri de ancak ve ancak ÇOK GÜÇLÜ (= Bilgili, ... Esmâ-ül Hüsnâ) BİRİ bize ikrâm edebilir. Bizler, sınırlı güce ve sınırlı bilgilere sahip varlıklarız ama yaşanan haksızlıkları da (= zulümleri de) bişekilde dert edinen insanlarız.  Bu “dertli”! insanların başında Elçiler gelir. Onlar, hakîkî anlamda birer dâvâ adamlarıdır. Çünkü Onlar, toplumsal dertleri (= insanların dertlerini) kendilerine dert edinmiş adamlardır. Bunun için çare aramışlar ve kendilerini dağlara vurmuşlardır. Hz. Mûsâ (a.s.) Tûr’a; Hz. Muhammed (a.s.) Hira’ya. Onlar, bu dağlarda içlerindeki “kutsal ateşi” yakmışlardır. Hz. Mûsâ (a.s.), Medyen

GÜNCEL TANRILAR ve ALLAH

Bu nasıl bir başlık!, demeyin, biraz sabredin. Modern insanın Tanrı tasavvuru sakat, sakatlanmış!. Gençlik dönemlerinde katolik bir rahibe olan, sonra kendini araştırmaya veren Karen Armstrong, 4000 yıllık Tanrı Tarihi (Antikidedeki, Yahûdilikteki, Hristiyanlıktaki, İslâm’daki ve doğu dinlerindeki Tanrı algısını/tasavvurunu) çalışmış ve bu çalışmasını kitaplaştırmıştır. Bu çalışma, günümüze (de) ışık tutmaktadır. Günümüz Tanrı algısı eklektiktir. İslâm, bu eklektizme son vermek, Tanrı algısını/tasavvurunu tevhîd etmek ve düzenlemek için inmiştir. Eklektik veya eklektisizm ne demektir?!. Kendi başına bütüncül, sistemli ve anlamlı bir dünya görüşü = hayat tasavvuru (= paradigması) olmayan, oradan-buradan aldığı parçalarla (= düşüncelerle) yapma = sûnî = yapay bir bütünlük kurmaya çalışan anlayış, düşünce veya yapı. Bunun, bizim Tanrı tasavvurumuz ile ne alâkası var, diyebilirsiniz; sabredin. İslâm’ın Tanrı = İlâh anlayışı, bütüncül, sistemli ve anlamlıdır. Allah, EHAD’dir, SAMED’dir, VE

OLAĞANÜSTÜ = MU'CİZE

İnsanları a’ciz bırakan ilâhî müdâhale. Mu’cizeler belli bir kavme (= topluluğa) gönderilen Hz. Mûsâ, Hz. İsâ gibi Peygamberlere (= Elçilere) verilmiş de niye tüm insanlığa gönderilen Hz. Muhammed’e verilmemiş; O, bu kadar eziyeti (= sıkıntıyı) niye çekmiş?!. Aslına bakarsak, Onlara da verilmemiş, Onlar da büyük eziyetler (= sıkıntılar) çekmişler; Onlar da kendi zor şartlarında, zor insanlarla imtihan edilmişler. Mu’cize elbet mümkün (= Allah, her şeye kâdirdir; Allah, insanları a’ciz bırakabilir; insanlar zaten a’ciz. Rabbimiz Allah, bunu insanların kendileri bilsin istiyor.) ama buradan = bizim tarafımızdan bakınca, mu’cize beklentisi aynı zamanda  bu dünya imtihanında “torpil = adaletsizlik = kayırma” beklentisi demek. Bu olağanlaşırsa, herkes mu’cize beklemeye; gelmezse de Allah’ı suçlamaya başlar. Bu konuda dikkatli olmak, dikkatli konuşmak ama O’ndan umudu da (= beklentiyi de)  kesmemek gerekiyor. Bu imtihan dünyasında asıl olan, olağan hayat = sünnetullah. “... velen tecide lisü

ÂSÂ

Dâbbet-ül arz yazımda, Hz. Süleyman’ın âsâsını saltanat olarak nitelemem “garib” karşılanmış; bu kısa notta, bu konuya değineceğim. O gün o toplumda âsâ, gücün, saltanatın sembolü idi; o döneme ait tarihî eserlerde ve tarihî kitaplarda bu görülebilir. Bugün de âsâyı “ihtiyarlar” (= yaşlılar değil, seçim hakkı olanlar) kullanırlar; onlar, tecrübeli (görmüş-geçirmiş) adamlardır. Mûsâ (a.s.)’ın âsâsının “yılana” dönüşmesi de, bir mu’cize şeklinde okunmaktan ziyade, o gün Ona, “güç, iktidar, saltanat” verilmesi şeklinde okunmalı = anlaşılmalıdır. Yılan, bugün de hekimliğin/tıbbın (= maddî-manevî sağaltımın) sembolü olarak kullanılıyor. Yılan, o günün kâhinlerinin, sihirbazlarının --- ki onlar, o günün (manevî) dînî önderleridir --- kullandığı bir semboldür. Bunun için biraz Ortadoğu (ve Yunan) mitolojisi okumak, biraz müze gezmek yeterlidir. Kur'ân, bu reel toplumsal ve kültürel gerçekliği, bu tür semboller üzerinden dönüştürmek istemektedir; o günün gerçekliğini yok sayarak, olumlu bi

TAHIL KORİDORU

Merak etmeyin, bugünkü tahıl koridorundan bahsetmeyeceğim; 627’den sonra, Mekke’nin yaşadığı açlıktan (gıda sıkıntısından) bahsedeceğim. Medîne İslâm Devleti, Suriye ve Yemen’e giden ticaret yollarını = îlafı tamamen kontrol altına alınca, Mekke’de ekonomik (ve siyasî) sıkıntı/lar baş göstermiş, ekmeklik buğday bile neredeyse bulunamaz hâle gelmişti; ‘yetecek kadar’! buğday Yemen’den temin edilebiliyordu. Yemen kralı/lideri Sümâme b. Üsâl El-Hanefî (ö. 633), umre için Mekke’ye giderken, Efendimizin bölgeye gönderdiği seriyye tarafından esir alınır ve Efendimizin huzuruna çıkarılır ve Mescid-i Nebevî’de bir direğe bağlanır. Efendimiz, her gün onun yanına uğrar, “fikrini sorar.”!. O : ‘Eğer beni öldürürsen haklı bir şekilde öldürmüş olursun; bağışlarsan iyiliğini göstermiş olursun; mal/fidye isteyerek serbest bırakırsan umduğuna erişirsin.’ der. (Bknz. DİB. İslâm Ansk. Sümâme b. Üsâl maddesi.). Sümâme sonunda serbest bırakılır ve Müslüman olur, Mekke’ye gider... Mekke liderlerine : ‘Alla

MEDÎNE SAVUNMASI = HENDEK

627 yılında, Kureyş liderliğindeki çoklu ittifak (= Ahzâb = Hizipler), --- ki bunlar arasında Gatafan ve Esed altı bin (6000) kişi ile, Hayber Yahudileri de mâlî güçleri ile, Tâif’teki Sakîf ise var gücüyle, içerdeki Benî Kureyzâ da ihâneti ile, hâsılı tüm güçler Medîne’yi yok etmek için, -- iş ve güç birliği yapmışlardı. Efendimiz, Mescid-i Nebevî’de ashabı ile istişâre etti. İran (Fars = Pers) asıllı Selman-i Fârisî, Medîne’nin etrafına hendek kazılmasını önerdi; öneri kabul edildi. Hafriyat başladı; yaklaşık 15 günde 5 km uzunluğunda, 3 m derinliğinde, 4 m genişliğinde hendekler kazıldı. O zaman kepçe yoktu, hatırlatırım. Efendimiz dahil, binlerce insan, müthiş bir organizasyonla bu işin üstesinden gelmeyi başardılar.  Medîne, üç tarafı volkanik dağlarla kaplı bir ovadır. Hendek, bu dağlar arasındaki geçitlere (özellikle düşmanın geleceği kuzey yönüne) kazılmıştır. Çıkan toprak, siper görevi görmek için hendeğin Medîne tarafına atılmıştır; öte = düşman tarafında kalan tüm insan ve h

DÂBBET-ÜL ARZ

Dâbbe, debelenen yük hayvanı; arz, yer, yeryüzü, arazi. Yaygın bilinen hâli ile dâbbet-ül arz tamlaması ise kıyamete yakın çıkacağına inanılan acâib, büyük, esrârengiz bir hayvan. Bu tamlama deyim Kur'ân’da sadece bir yerde (34/14) geçer; araya fî ve min harf-i cerleri girerek, dâbbet-in fil arz (6/38. 11/6) veya dâbbet-in minel arz (27/82) şeklinde de bir kaç yerde; kelime çoğulu devâbbe ile birlikte de 18 yerde geçer. Sebe, 14. âyetteki dâbbet-ül arz, öyle acâib bir hayvan da değildir. Hz. Süleyman’ın âsasını içten içe kemiren bir tahta/ağaç kurdu/kurusu, biti/güvesidir.  ‘Deveyi pire, pireyi deve yapma’, = ifrat ya da tefrit, bu veya buna benzer bişey olsa gerek. ... İnsanlar, Hz. Süleyman’ın ölümüne o kurt sayesinde vâkıf olmuşlardır. Bu ölüm, Onun saltanatının yıkılışı anlamındadır. Bu saltanatı da “küçücük bir kurt/cuk’ (= şüphe!) yıkmış (= yıkmaya, kemirmeye başlamıştır). Bu ölümü “gerçek ölüm, bedenin ölümü” olarak okuyup tefsir edenler, Hz. Süleyman’ı yıllarca = put gibi,

İNSAN, NASIL İNSAN OLDU?!.

Yaratıldı. Bize göre, bu yaratılış (=yaratış) milyonlarca yıl aldı = “hıyn-ün min-ed dehr.” (76/1); Yaratana göre ise, bir ânda, hatta zamanın içinde (zamanda olan) bişey değil. Bu, nasıl oldu?!. Yaratıcı, her şeyi (yeri-göğü ve içindeki her şeyi) yarattı ve en son (= halife) olarak da insan türünde bir varlık yaratmayı murat etti/istedi. Bunu meleklerine de söyledi. = “ve iz kâle Rabbüke lil melâiketi innî câilün fil ardı halîfe...” (2/30.) “Ol”! dedi; insanın nefsi (= insanın canı) oluştu; (sonra) bu nefsi sûretlendirdi = tesviye etti = bedenlendirerek (= beden giydirerek) somut hâle getirdi. “Sizi yarattık, sonra sûretlendirdik, sonra da ...” (7/11.) Sonra da bu tesviye edilmiş nefse/cana, Ruhundan üfledi. = Ruh’umuzdan üfledik = “feizâ sevveytühû venefahtu fîhî min rûhî...” (15/29.); Bu Ruhla, nefse akıl ve irade yüklendi. “Sonra da ona (Âdem’e) bütün isimler öğretildi ve meleklere, ona (Âdem’e) secde edin.” dendi. (2/34. 7/11. 15/29.) Bu, Âdem’e “yukarıdan, yücelerden bakış ve Âde

II. BEDİR

I.Bedir’de Kureyş çook ağır bir yenilgi almış; Uhud’da “nisbeten” rahatlamış ama kesin bir sonuç alamamışlardı. Kesin sonuç : Efendimizin hayatına son vererek, Medîne İslâm Devleti’ni yok etmekti. Bir ara, Uhud’ta Muhammed öldürüldü şâyihası yayılmış, buna müşrikler çook sevişmişlerdi ama Efendimiz yaralı hâlde, yanında 20-30 sahabesi ile birlikte Uhud Dağında bir oyuğa sığınmıştı. Ebû Süfyan, Efendimizi(n nâşını) arıyordu; müşrik Mekkeliler de şehitlere (özellikle Hz. Hamza’ya) müsle yapıyor = karınlarını yarıyor, iç organlarını çıkarıyorlardı. Ebû Süfyan, yukarıdaki kalabalığı gördü ve onlara Efendimizi sordu. Efendimiz Hz. Ömer’i sözcü tayin etmişti. Hz. Ömer : “O yaşıyor, sağ.” dedi; Ebû Süfyan küplere bindi. Ne duruyorsunuz!, aşağıdaki “ölülerinize sahip çıkın, insanlar onlara müsle yapıyor; her me kadar ben razı olmadımsa da ses de çıkarmadım...  sizinle seneye Bedir’de tekrar görüşelim.” dedi; Efendimiz de Hz. Ömer’e “olur, görüşelim” de, dedi. İşte Uhud’dan bir sene sonraki Bed

OKÇULAR!...

Uhud “mağlûbiyetinin”! faturası okçulara kesilir; oysa “tüm suç”!, okçularda değildir. Erken zafer sarhoşluğuna kapılanlar = fırsatı ganîmet bilenler, “kazandık/başardık diye”! ganîmet toplamaya başlayınca, okçular da biz de bu işten geri kalmayalım diye tepeyi/mevzîyi terk etmişlerdir. “vel âhiratü hayrun ve ebkâ.” = Kesinlikle âhiret daha hayırlı ve  kalıcı/bâkîdir. (87/17.) Dünyalık ganîmetler (deniz bile olsa) biter. “Devletin malı deniz, yemeyen ...” “velel-âhiratü hayrun leke min-el ûlâ.” (93/4.) Senin için gelecek, (şimdiden ve) geçmişten (= âhiret, dünyadan) çok daha hayırlı olacaktır. Ama siz, (sen, ben, = neredeyse hepimiz), çabuk geçeni = dünyayı,  malı çoook seviyoruz; mal (mevkî-makam) için olmadık taklalar atıyoruz.  “kellâ bel tuhibbûnel âcileh.” Hayır! Siz, (hâlâ) çabuk geçeni (tükeneni) seviyorsunuz. (75/20.)

SİYER

Kelimenin kökü, SYR (سير). Özgeçmiş, hayat hikâyesi, hayat seyr-ü seferi, davranış, seyahat, yürüyüş ve hayat, hatta bir aracı/arabayı (bedeni?) kullanmak/harekete geçirmek demek. Her insan ve toplum, kendisine verilen ömür süresinde (= çağda veya zaman diliminde) yaşar, bu yaşayışını dine (= Kur'ân’î ilkelere) uydurursa doğru bir siyer = hayat üzeredir. Bu siyer (= seyr-ü sefer, hayat) onu doğru yere (= Rabbine) götürür. Siyer-Kur’an İlişkisi  Kur'ân, Siyer’le daha net anlaşılır. Siyer, Kur'ân’ın yaşanmış hâlidir.  Siyer, Kur'ân’dan ayrılamaz. Ama Siyer, tarihtir; Kur'ân, tarih/sel değildir, evrenseldir. Öyle ise, Efendimizin hayatından (= Siyer’inden) dersler çıkararak, bugün kendi siyerimizi Kur’ân’a uygun oluşturmalıyız. Siyer = Sîret terimi, Tâ-Hâ, 21. âyette geçer; bu âyette Hz. Mûsâ’nın âsâsının ‘yılana’ dönüşmesinden bahsedilir, bu durumdan Hz. Mûsâ korkar ve Ona, “Korkma!, onu al!, Biz onu eski/ilk durumuna döndüreceğiz” denir. Buradan yola çıkarak, herkes

TAKTİK

Stratejik hedeflere ulaşmak için uygulanan her türlü hizmetin ve eylemin her biri. İslâm’ın stratejik hedefi, Allah’ın hükmünü yeryüzünde hâkim kılmak ve insanlar arası ilişkileri adâlet ve hakkâniyet esaslarına oturtmak. Efendimiz, Medîne’ye hicret edince, bağımsız bir güç = toplum = devlet kurdu ve ‘Biz buradayız, bu bölgelerde Bizim varlığımızı görmezden gelemezsiniz’! demek için Kureyş’in Suriye ve Yemen ticaret kervanlarına seriyeler çıkararak Kureyş’e mesaj verdi; bölge kabileleri ile de antlaşmalar yaptı. Mesajı güçlü bir şekilde alan Kureyş, 624’de Bedir’de hesaplaşmaya geldi. Yenildi. Üst düzey Kureyş liderleri öldürüldü.  Bedir, siyasî, ekonomik ve psikolojik yönleri ile çook iyi değerlendirilmeli. Bedir, siyasî ve ekonomik olarak tam bir tanıma/tanınma; psikolojik olarak da tam bir zafer ama bu zafer, sadece insan kaynaklı bir zafer değil. “... Attığın zaman, sen atmadın, Allah attı...” (8/17) âyeti bu savaştan sonra inmiştir. Müfessirler bu âyeti, her ne kadar ganimet payla

YENİ BİR TOPLUM İNŞÂSI : MUVÂLÂTTAN MUAHÂTA

Muvâlât, mevâlî’den (= azatlı köleden) türer ve toplum içinde “öteki’ye” karşılık gelir. Muâhât ise, uhuvvet’ten, ehı’den türer, kardeşlik = eşitlik demektir. Mekke’de (dört halife devri hariç, tüm İslâm devletlerinde) mevâlî, asıl unsur olmayan, yabancı (= öteki) anlamına gelir. Oysa kelimenin etimolojisi çook olumludur; dost, arkadaş demektir; velî de aynı köktür. Medîne’de bu kelime (muvâlât) yerine, muâhât kullanılmış ve Muhacir ile Ensar arasındaki antlaşmaya ‘Muâhât = Kardeşlik ve Eşitlik Antlaşması’ denmiştir. Niye?!. Kimsenin kimseye (zenginin fakire, Arabın Aceme, kadının erkeğe, vb.) üstünlüğü olmasın; üstünlük sadece taqvâda = iyiliklerde yarışta olsun ve aransın, diye. 

MESCİD-İ NEBEVÎ

Mescid-i Nebevî Tüm Müslümanların ma’bedi ve Hz. Muhammed’in Evi. Kıyaslama hoş değil, biliyorum, ama Mescid-i Nebevî, Mekke’deki Dâr-un Nedve ile karşılaştırıldığında hem dünyevî = siyasî hem de uhrevî = dînî bir fonksiyon icrâ ediyordu. Dâr-un Nedve’ye “seçilmişler”! girebiliyor; Mescid-i Nebevî’ye herkes geliyordu. Mescid-i Nebevî’de din ve dünya işleri ayrılmıyordu.

YESRİB'TEN MEDÎNE'YE

Yesrib, Efendimize “yabancı” bir şehir değildi, orada dayıları = Neccâroğulları vardı, annesi Âmine oralıydı; babası Abdullah’ın mezarı da oradaydı. Dedesi, Abdulmuttalip (asıl adı Şeybe) de orada doğmuştu. Abdülmenâf’ın oğlu Muttalib (Abdülmenâf’ın diğer oğulları : Abdüşemş  Nevfel ve Hâşim’dir; Abdulmuttalip, Hâşim’in oğludur.) yeğenini oradan devesinin sırtında, perişan bir şekilde Mekke’ye getirmiş, Mekkeliler onu Muttalib’in kölesi zannetmişler ve ona Muttalib’in kölesi anlamında Abdulmuttalip demişlerdi. Efendimiz Medîne’ye girdiğinde, “Benim burada akrabalarım = dayılarım var.”, (oysa, gerçekten de var.) dememiş; konaklayacağı yeri ve mescidi devesinin belirlemesini istemiş, orayı bizzat satın alarak ev ve mescid edinmiş; (bu, bir ‘kura = yazı-tura’! değil, apaçık bir tarafsızlık göstergesidir.) ve evinin ve Mescid’in (= Mescid’i Nebevî’nin) yapımında bizzat çalışmıştır.  Yesrib, (bırakın Yesrib’i, dünya) o güne kadar böyle bir lider görmüş müdür?!. Efendimiz, Yesrib’i ve dünyay

HİCRET ve KÜRESEL DÜNYA GÜÇLERİ

622’de, hicret gerçekleştiğinde iki süper dünya gücü Persler (= Sasânîler) ve Bizanslılar (= Romalılar) arasındaki çatışma sürüyor ve Persler (= Sasânîler) gâlip görünüyordu. Suriye, Mısır, Filistin (= Kudüs) ve Ermenistan, Perslerin (= Sasânîlerin) elindeydi, başlarında da kral olarak II. Kisrâ = Hüsrev Perviz vardı. Bizansın (= Romalıların) kralı da Herakleios/Heraklüs’tu. Herakleios/Heraklüs, kısa sürede Bizans ordusunu yeniden organize etti, kilise ve halk ile bağlarını güçlendirdi. O günlerde Persler (= Sasânîler), Kudüs’teki kutsal ‘Kıyamet Kilisesini’ yakmış, kutsal haça el koymuşlar ve onu Medâin’e götürmüşlerdi... Herakleios/Heraklüs, 622-623 yılları arasında Ermenistan’ı Preslerin elinden geri aldı, Tebriz’deki Mecûsi tapınağını ateşe verdi. Bedir Savaşına yakın bir tarihte de (25 Mart 624’de), Türk-Hazar kabileleri ile işbirliği yaparak Kafkasya üzerinden Sasânî Devletini rahatsız etti. 627’de de II. Ninova Savaşı ile Medâin’e girdi; (Birincisi M.Ö. 612’dedir.) Kutsal Haçı g

OLAĞANÜSTÜ TOPLANTI!...

Efendimizin Medîne’ye hicret edeceğini öğrenen Kureyş, Dâr-un Nedve’yi olağanüstü toplantıya (= Millî Güvenlik Kurulu toplantısına) çağırdı. Tehlike büyüktü!. “Düşman”! elden kaçıyordu; üstelik ashâbıyla stratejik bir ticaret güzergahına = Medîne’ye = Yesrib’e gidiyordu. Mekke ticareti tehlikeye düşüyordu. Her türlü risk göze alınmalı, ve “düşman”! gitmeden bertaraf edilmeli; diyet de tüm kabileler arasında paylaştırılmalıydı. Uzuun görüşmelerden sonra, oy birliği ile ölüm fermanı çıkarıldı. O gün, Dâr-un Nedve’nin yaptığı o olağanüstü toplantıya, “yevm-üz zahve” (toplantısı) denildi. (Zahfe, hücum, saldırı demektir.)

AKABE BİATLARI

Bu biatlar, tarihte I. ve II . Akabe biatları şeklinde geçer ama II.si, aslında bey’at-ül harb’tir. I.si, bitür görüşme, tanışma, anlaşma bey’atıdır. İkisi de Mekke’in 2 km yakınındaki Akabe mevkiînde 621 ilâ 622 yıllarında gerçekleşmiştir. Efendimiz, ticaret için panayırlara, hac için Mekke’ye gelen kişilerle sürekli görüşüyordu; o zamanki adı Yesrib olan Medîne’lilerle de görüştü. Yesrib’de uzun yıllar iç savaş yaşanmıştı, buna Buâs savaşları deniyordu. Yesrib’de, Mekke gibi “istikrarlı bir yönetim = bir devlet”! yoktu. Şehir, büyük ölçüde Yemen kökenli Evs ve Hazreç ile, Yahudi kökenli Kaynuka, Kureyza ve Nadiroğullarından oluşuyordu. Evs’i,  Benî Kurayza  ve Benî Nâdir; Hazreç’i de, Benî Kaynuka destekliyordu; şehirde “liderlik sorunu” vardı ve bu sorun bir türlü çözülmüyordu. Buâs savaşlarında kabilelerin liderleri karşılıklı olarak öldürülmüştü. Şehir, ciddî bir arayış içindeydi. İlk akabe biatına katılan Müslümanlardan, ‘hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina

ESKİ BİR HİKÂYE ve VEFÂ

Bu hikâye, Abdülmenâf’ın oğlu Nevfel ile yeğeni (Nevfel’in kardeşi Hâşim’in oğlu) Abdulmuttalip arasındadır, sikâye için tahsis edilen erkâh arazilerini “el koyma” meselesi yüzündendir. Nevfel b. Abdülmenâf bu arazilere el koyunca, Abdulmuttalip anne tarafı = dayıları Neccâroğullarından yardım istemiş onlar 70-80 kişilik bir grupla gelmişler,  olup-bitenleri diğer kabileler de izlemişler ve Abdulmuttalib’e hak vermişlerdi. Bu olay, Abdulmuttalib’in “öne çıkmasına ve liderliğine” sebep olmuştu. Ben, bu hikâyeyi Tâif’e bağlayacağım. Efendimiz Tâif’ten Mekke’ye dönemiyordu, himâyesiz kalmıştı, Ebû Tâlip vefat etmişti; Mekke’ye girerse öldürülebilirdi, can güvenliği yoktu. Onu birinin himâye etmesi gerekiyordu. Mut’îm b. Adî aklına geldi. O, ablukanın kaldırılmasında aktif görev almış, açıkça Efendimize cephe almamıştı. Mut’îm, Nevfel’in torunu, Adî’nin oğludur ama “müşfik bir müşriktir.”!. Bedir esirlerinin karşılıklı takas görüşmelerinin sağlandığı heyetin içinde Mutim’in oğlu Cübeyr de

SAYFİYE YERİ : TÂİF

Mekke’nin kodamanları Tâif’i sayfiye yeri olarak kullanıyordu; çoğunun orada yazlığı vardı; orası bağı-bahçesi bol, sulak, serin, yüksek ve yeşillik bir yerdi. Tâif, Mekke’ye en yakın şehirdi, iki şehir arası mesafe 70 km. Sâkif kabilesi Tâif’deki çoğunluğu oluşturuyordu ve bu kabilenin Mekke tüccarları ile ticarî ilişkileri de güçlüydü. Lât putuna tapıyorlardı. Efendimiz, üç yıl süren ablukadan yeni kurtulmuş; amcası Ebû Talib ve eşi Hz. Hatice vefat etmişti, büyük bir hüzün yaşıyordu (= yıl 619’u gösteriyordu, bu yıla hüzün yılı denilmişti) ve bir çıkış/çâre arıyordu. Evlâtlığı Zeyd b. Hârise ile İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gitti, yaklaşık 20 gün kaldı, ileri gelenler ile görüştü ama Onu kimse “umursamadı”!. Üstelik, ayak takımını Onun peşine salarak taşlattılar. Efendimiz, burada yaşadıklarını Uhud gününden daha beter/şiddetli olduğunu söylemiştir. (Buhârî, Bed-ül Halk :7. Müslim, Cihad, 111.) Bir bahçeye sığındı ve Rabbine şöyle yalvardı : “Allah’ım güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, in

ÇEKİRDEK KADRO

Hz. Muhammed. Hz. Hatice. Hz. Ali. Zeyd b. Hâris. (= Ehl-i Beyt). Hz. Ebû Bekir. Hz. Osman. Abdurrahman b. Avf. Sa’d b. Ebû Vakkâs. Talha b. Ubeydullah. (= Akraba Ashâb) Ebû Ubeyde b. Cerrâh. Erkâm b. Ebû’l Erkâm (= Abdülmenâf b. Esed). Osman b. Mâzun. Ubeyde b. Hâris. Saîd b. Zeyd. Habbab b. Eret. Süheyb er-Rûmî. Ammâr b. Yâsir (annesi ve babası) ve Hz. Bilâl (= Bilâl b. Rebah) (Mevâlî veya Ehâbiş kökenliler) “Karma bir Grup.”!. Aralarında asabiyet yok. Eşitler ve Kardeşler. Üstelik her biri ayrı bir “sınıftan”!. Kimi tâcir, kimi köle, kimi genç, kimi ihtiyar; aralarında Ebû Bekir’in  kızı Esmâ, Ammâr b. Yâsir’in annesi Sümeyye binti Hubbât gibi kadınlar da var. Alışılmadık, yeni bir toplumsal yapı. Aralarındaki dayanışma çook güçlü. Hz. Ebû Bekir, Hz. Bilâl’a (= Bilâl b. Rebah’a) yapılan işkenceleri görünce onu Ümeyye b. Halef’ten (= Ebû Süfyan’dan) satın almıştı. Bu “grup”, beş yıl boyunca Erkâm b. Ebû’l Erkâm’ın (= Abdülmenâf b. Esed’in) evini “karargâh” edinmişlerdi. İlk üç yılın

BİLİNÇ İNŞÂSI

İlk dönem insanlarının bilinç inşâsı, kozmik ve ekonomik yollarla yapılmıştı.  İlk inen âyetlere baktığımızda güneşe, aya, yıldızlara, geceye, gündüze, tîne, zeytîne, Tûr-u Sînâ’ya, bu emîn beldeye (Kâbe’ye = Mekke’ye) ve Asr’a (zamana) yeminlerin yapıldığı görülür. Bunlara tapmayın, bunları “Biz” yaratıyor ve idare ediyoruz, “Bize” tapın!. Âlemlerin Rabbi = “Senin Rabbin Ekrem’dir = İkra ve Rabbükel Ekrem.” (96/Alak, 3.) denir. Şımarık zenginlere seslenilir. “Malı yığarlar, saydıkça da sayalar. Mallarının kendilerini ebedî kılacağını zannederler.” (104/Hümeze, 2-3.) Gösteriş için verirler. Yetimi (kimsesizi) itip-kakarlar. Miskini doyurmazlar. Üstelik de ibâdet ederler... Sahtekârlar. (Bknz. 107/Mâun) Bunların zihni = ‘bilinci yaralı’ (Daryush Shayegan), kozmik bütünlüğü ve hayatı parçalıyor; bu yüzden de onlar, yeryüzünü tanrılarla = putlarla dolduruyorlar. ... Kişinin İslâm’a girmesi = “Lâ ilâhe illâ-l Allah” demesi için, varlıkla sağlam ve bütünlüklü bir ilişki = bağ kurması ve ona

7.YY'DA MEKKE'DE GÜNDELİK HAYAT

Bu yazı, bir çıkarım = “bir tahmin” ve bir muhayyile ürünü!. Yemen-Suriye ticaret yolu (= Orta İpek Yolu) Mekke’den geçmeye, develer harıl harıl çalışmaya başlayınca, Mekke tüccarları - ki bunların ağırlıklı kısmını Ümeyyeoğulları (Ebû Süfyan vb.) oluşturuyordu – çook zenginlediler. Bu da gündelik yaşama ve giyim-kuşama yansıdı. Altından kaplar-kacaklar, çatal-bıçaklar, ipekten elbiseler alındı; övünç ve gösteriş için “mükellef ziyafetler” verildi; atlar, avratlar ve silahlar “cilâlandı.”; konaklar teşrif edildi; zenginlik, bir tefâhura (= övünmeye, övünce) dönüştürüldü. Önceden Kâbe’nin hizmetçisi (bugünkü karşılığı hâdim-ül harem/eyn!)  olmakla övünen Kureyş, şimdi malla (= zenginlikle) övünür hâle geldi (= Hılf-ül Ahlâf = Yeminliler İttifâkı). İçlerinden bir damar (Hılf-ül Mutayyebîn = Güzel Kokulular İttifâkı) hâlâ Kâbe hizmetçiliğinin en büyük övünç kaynağı olduğunu söyleyegeldi. Bu iki ittifâkın ilkini Abdülmenâfoğulları, ikincisini Abduddâroğulları temsil ediyor ve yönetiyordu.

SİYER ve TİCARET

Dün de bugün de ticareti güçlü devletler yönlendiriyorlar. Milâdî 6. ve 7. asırda da böyleydi. Kureyş’in kışın Yemen’e yazın Şam’a (= Suriye’ye) yaptığı ticareti de Bizans (= Roma) ve Pers (= Sasânî) imparatorlukları yönlendiriyordu. Bu iki imparatorluk zaman zaman kuzeyde (= Suriye bölgesinde) ve güneyde (Yemen ve Habeş/Etiyopya yöresinde) kapışıyor, kendi adamlarını bu bölgelere (ülkelere) kral olarak atıyordu. Efendimizin dedesi Abdulmuttalip zamanında Persler Yemen’e hakim olmuş ve Seyf b. Zûyezen kral olarak atamışlardı. Abdulmuttalip, beraberinde bir heyetle Yemen’e atanan Seyf b. Zûyezen ile görüşmeye gitmiş, ona bağlılıklarını sunmuşlardı. Çünkü, güneyden Bizans’a (Suriye’ye ve Mısır’) giden ipek yolu = Kızıldeniz yoluyla yapılan ticaret çook riskli hâle gelmiş, bu durum da oradan yapılan ticaret mallarının fiyatlarını aşırı artırmıştı; bu hâl, Kureyş’in ticaretine/ekmeğine yağ sürmüş, onların kazançlarını artırmıştı. Buna karşılık, Mekke’de Hanîf olarak bilinen bir kaç kişiden

DÜNYA : YEREL VE KÜRESEL OYUN ALANI

Dünya bir “oyun alanı”!. Bu oyun, bireysel, yerel ve küresel bazda oynanıyor. Çoğu birey, oynadığı oyunun yerel (ulusal) ve küresel bağlantılarını kuramıyor; hatta yerel yöneticiler bile bunun farkında değil; sadece küresel oyuncular farkında. Oyuna ivme katan motivasyon kazanç (= kâr, çıkar), zengin olma = hâkim olma tutkusu. Bunun için din, kültür, vb. her türlü değerler pervasızca kullanılıyor. Yine bunun için yerel yöneticilere (= liderlere) “avantalar ve belli taahhütler” veriliyor; ahâli popüler kültürle (!) uyutuluyor, uyuşturuluyor; bunun için her türlü araç-gereç = medya (edebiyat, sanat/film, radyo-tv, internet vs.) seferber ediliyor. Küresel güç merkezlerinin dini para. Para, bu güç merkezlerinin elindeki en güçlü silah. Para, aynı zamanda tüketim aracı. Para ile her türlü ihtiyaç (yiyecek-içecek ve silâh vb.) alınabiliyor. Para, her türlü ticaretin aracı. Para ile oynama, faiz ve borsa yoluyla gerçekleşiyor. Paranın açmayacağı kapının olamayacağı düşünülüyor. Para ile adaml

DÂR-UN NEDVE'NİN KISA TARİHİ

Kureyş’in uzak atası Kusay b. Kilâb (400-480), Huzâ kabilesinin lideri Huleyl’in kızı ile evliydi ve Kâbe’nin idaresi, Huzâ kabilesinin elinde idi ve o zamanlar Kâbe’nin etrafında hiç ev yoktu; insanlar sadece gündüzleri ma’bedi ziyaret edebiliyordu. Huzâ lideri Huleyl vefat edince Kusay, çok çetin savaşlar = mücadeleler neticesinde Huzâ’dan Kâbe’nin yönetimini devraldı ve bu işi çok daha sistemli bir hâle getirdi. • Dağınık (göçebe, bedevî) Kureyş kabilesinin tüm kollarını topladı ve Kâbe’nin etrafına yerleştirdi. • Kâbe’yi ziyarete gelen tüm hacılara yiyecek-içecek hizmetlerini organize etti; bunun için,  • Sikâye = Su ve süt dağıtımı hizmeti = Bakanlığı, • Rifâde = Yemek yedirme hizmeti = Bakanlığı, • Hicâbe = Temizlik, onarım-bakım hizmeti = Bakanlığı, • Livâ = Kâbe’ye (ve Kureyş’e) saldıranlara karşı savaş Bakanlığı’nı kurdu. • Bütün bunları organize eden kurumun merkezî müşahhas binasını da = Dâr-un Nedve’yi de = Başbakanlık’ı da Kâbe’ye yakın bir yerde konuşlandırd

STRATEJİ

Strateji : Bir hedefe (amaca) ulaşmak için yapılan plan ve o plana göre izlenen yol, yöntem. Belli bir hedefe (amaca, gayeye) ulaşmak için belli bir yol takip edilir; takip edilen bu yolun izlenmesine stratejiyi denir. Kur'ân’ın (= İslâm’ın) da bir stratejisi vardır; O, önce insanları doğru yola girmeye, sonra da sapmadan bu yolu (= sırat-ı müstekîm) yürümeye ve hedefe varmaya sevk eder. Kur'ân, bu stratejik bilinçle okunursa, bütünlüklü, etkili ve anlaşılır bir okuma yapılmış olur. İslâm’ın her dönemdeki (çağdaki) stratejisini Allah belirler, Allah’ın Elçileri de ümmetleri ile onu uygularlar. Hz. Âdem döneminin stratejisi ile Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (ve bu) döneminin stratejileri %100 aynı olmayabilir ama tüm stratejilerin hedefleri aynıdır. Hedef, her çağda yaşayan insanların dünya-âhiret mutluluğu = her insanın Allah’a kulluğudur. Stratejinin alt uygulamaları (= taktik ve planları) dönemseldir, bu stratejilerin hedef(ler)i ise evrenseldir.  SWOT = GZFT

ANALİZ!...

“Size Kardeşim Yûsuf’un sözlerini söylüyorum. Hepiniz özgürsünüz!.” Şimdi, bu sözün/cümlenin söylendiği atmosferi (ortamı) ve bu sözün “etkisini” (gücünü ve bağlamını) tahayyül edelim. Mekke, 630’da, hicretin 8. yılında fethedildi. Din = Vahiy 610 yılında geldi; 12-13 yıl Mekkeliler Müslümanlara işkence ettiler ve Müslümanları “göçe = hicrete” mecbur ettiler. Mekke’nin fethinden önce Mekkeliler ile iki büyük savaş (Bedir ve Uhud) yapıldı. Uhud’ta Hz. Hamza fecî ve hunhar bir şekilde şehîd edildi. ... Mekke’nin fethine yaklaşık 10.000 Müslüman katıldı; bunların 250 kadarı süvârî idi. ... Mekke’nin meclisi toplantı hâlinde. O zamanki Meclis Başkanı Ebû Süfyan; Genel Kurulda yaklaşık 40 kadar üye (= kabile lideri) var. Ahâli/halk, Meclisin (= Dâr-un Nedve’nin) önünde toplanmış!. (Ne karar çıkacak, onu bekliyorlar...) Kimi endişeli, kimi korkuyor, çok azı da karşı koymayı (savaşmayı) düşünüyor, bir çoğu da Muhammed bize ne yapacak, diyor; zamanında Ona ve arkadaşlarına (ashâbına) yaptıklar

DOĞRU KARAR!...

Yaşadığımız hayatın bir çok alanında doğru karar vermek oldukça zor. Bu, tikel/tekil, girift olmayan meselelerde mümkün olsa da, sorunlar büyüdükçe işin içinden kolay kolay çıkılamıyor. Aldığımız kararları, kabaca, bireysel ve toplumsal-siyasal hayatımız ve de total paradigmamız (= hayat felsefemiz) için üç aşamaya indirgemek mümkün. Yüzde yüz (%100), bireysel bir hayat yaşanmıyor; aldığımız kararlar öyle ya da böyle birilerini (eş-dost, kardeş, komşu, vs.) etkiliyor. Sözgelimi cebimizde üç-beş kuruş olunca, bunu gezmeye-eğlenmeye mi, birilerine (eş-dost, kardeş, komşu, vs.) yardım etmeye mi, yoksa içkiye-kumara mı harcayacağız?!... Zamanımızı para kazanmaya mı, ilme (hayır-hasenâta vb. şeylere) mi hasredeceğiz; yoksa dengeli, orta bir yol mu tutacağız?!... Sırf âhireti düşünerek dünyadan (olabildiğince) vaz mı geçeceğiz?!... Namazı evde mi camiide mi kılacağız?!.... biir sürüüü soru ve bilir sürü cevap = karar...  Sonuncudan başlayayım. Namazı evde kılmaya karar verdi isek, bizi bu ka

NASIL?!...

Bunlar, Kur'ân’ı günümüze nasıl taşırız? sorunu/sorusu üzerindeki “ham” düşüncelerim. Bu düşünceler, Kur'ân’daki kıssaların anlatılış amacı üzerinde düşünürken = tefekkür ederken gelişti/oluştu, şekillendi. O gün (Kur'ân indiğinde, 610’da), bu kıssalar bugün bize olduğu gibi O/onlara da tarihî idi, geçmişte yaşanmıştı. Kur'ân’ın bugün bize, o gün bizzat Hz. Peygamber ve ashabı tarafından yaşanan hayatını (=Sünnetini) anlattığı gibi... Pekiî, o gün bu kıssalar niye/neden anlatılıyor ve bu, O/onların ne işine (ve nasıl) yarıyordu?!. ... • Habil-Kabil kıssası, Yusuf ve kardeşleri kıssası kardeş kavgasına (o günkü karşılığı kabile savaşlarına), • Mûsâ-Firavun kıssası, zulme ve çok tanrıcılığa = şirke, • Medyen (= Hz. Şuayb), Âd ve Semûd kıssaları, ticaret ve hayvancılıkla uğraşan Mekke toplumuna adâleti, insafı ve şükrü öğretmeye; ahlâksızlığı ve vicdansızlığı terk etmeye, • Lût kıssası mâlum, • Bahçe sahipleri kıssası, kazançta Allah’ın hakkını (yağmurun/suyun, g

ANLAMA SORUNU

Birbirimizi ve tarihimizi (= tarihî metinleri) anlayamıyoruz; boşa konuşuyor,  boşa yazıyoruz. Yazının anlaşılması, konuşmanın anlaşılmasına göre daha zordur. Yazı ile aramıza “mesafe” girer; yazar, “muhayyel bir kitle” ile konuşur. Konuşmada, muhatap karşımızdadır; konuşanla konuşulan aynı ortamı paylaşır. Anlamada, ortam ve bağlam çook önemli, olmazsa olmazdır. Ortamdan kastım, fizikî (coğrafî) ve kültürel ortamdır; buna anlayış düzeyi de dahildir. Bağlam, konuşmanın (veya yazmanın) konusu, (= neyi konu edindiği) geçmişi ve konuşmaya bişekilde dahil olanlardır. Doktorada, iletişim modelleri üzerinde bazı okumalar yapmıştım. Bir çook iletişim modeli var, beni en çok cezbeden model, Dell Hymes’in SPEAKİNG modeliydi. Hymes, iletişime, kim/ler, nerede, ne zaman, ne şekilde, nasıl bir ortamda, nasıl bir pozisyonda, ne amaçla = niçin, hangi araçları kullanarak katılıyorlar, sorularını sorar ve anlamayı bütün bunların sonucunda oluşan bir “hâsıla” olarak görür. Ben, bütün bunları ‘ortam ve

MÜSLÜMAN OLMAK!...

Elimde, Kasım Şulul’un ‘Hz. Peygamber Devri Kronolojisi’ kitabı var; kitabı didik didik ediyorum. Kitabın H: 9. Yılına, Senetü’l Vufûd veya Elçiler/Heyetler yılına ait bölümüne geldiğimde ve insanların kitleler hâlinde Müslüman olduğunu öğrendiğimde = gördüğümde, ‘Müslüman olmanın ne demek olduğu’ üzerine düşünmeye başladım. Hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye Anlaşmasından sonra da insanlar kabileler hâlinde Müslüman olmuşlardı. • Müslüman olmak nasıl bişey?!. • Bu insanlar nasıl Müslüman oluyorlar?!. • Onların Müslümanlığı bizim Müslümanlığımıza benziyor mu?!. • İnsanlar, Müslüman olmadan önce ‘ne gibi değişiklikler’ geçiriyorlar?!. ... Şuna kanaat getirdim. Onlar, Müslüman olmanın ne demek olduğunu kesin olarak biliyorlar ve Müslüman olmadan önceki yaşayışlarını terk ederek Müslüman oluyorlar. Yani, Müslüman olmadan önce, yalan söylüyorlarsa, zulmediyorlarsa, faiz alıp-veriyorlarsa, putlara kurban oluyorlarsa (= tapıyorlarsa), vs. tüm bu kötü ahlâkî alışkanlıklarını terk e

DİN NEDİR?

Din, Allah’ın düzenidir. Bu düzeni anlamak, yaşayarak olur. Din, (sadece) epistemoloji değil, (aynı zamanda) aksiyolojidir. Din, sadece zihinsel tecrübe (= epistemoloji) ile anlaşılamaz; dini bizzat ve fiilen tecrübe etmek (= yaşamak) gerekir. Çünkü din, hayattır. Hayat, teoriyi ve pratiği kapsar. Din, kâinatın (= âlemin) düzenidir. Gaybta ve şehâdette var olan her şey, varlığın (= Var Eden’in kurduğu) düzene uyar; uymayanlar, bu düzeni (geçiçi olarak) ‘bozar’ (ama yıkamaz!) ve cezâ görür. Kıyâmet, bu düzenin yıkılması ve yeni bir düzenin (= dinin) kurulmasıdır. Tecrübe edilmeyen = yaşanmayan din, din değildir. Allah’ın dini dışındaki tüm dinler, yanlış tecrübelerdir ve tecrübe edenleri memnun edemezler. Çünkü, onlar, kâinat ve insan fıtratı (= yaratılışı) ile uyumlu değillerdir. “O hâlde, bütün bâtıl dinlerden (= düzenlerden) uzaklaşarak, yönünü = yüzünü kararlı bir şekilde Allah’ın insan fıtratına nakşettiği hak dine çevir/yönel!...” (30/30)  Dini anlama, dinle tanışma ve dindar olma

BANA MI SORDU/N?!.

Bana mı sordu/n?!. Soru iki taraflıdır; ilkini genelde ve zımnen Tanrı'ya sorar; ikincisini de birbirimize sorarız.  Beni yaratırken bana mı sordu?!. Belki de ben yaratılmak istemiyordum. Beni niye yarattı gibi?!... sorular, hem kendi aramızda birbirimize, hem de aslında Tanrı’ya sorduğumuz sorulardır. İkinci kısım sorular, ‘o (= Ali, Veli...), o işi öyle yaparken bana mı sordu? Ne hâli varsa görsün’; benzeri sorulardır. İki tür sorular da ‘kendini büyük görme, kendini bişey zannetme’ sorularıdır. Ben biliyorum/biliyordum, ben yaptım, onu daha önce tecrübe ettim = deneyimledim; bana sorsaydı, ben ona ne olacağını, ne yapacağını söyler, yol gösterirdim; ama beni bişey = adam yerine koymadı; demenin soru formundaki ifadeleridir. “Beni yaratırken bana mı sordu?!.” sorusu da aynı psikoloji ile sorulur ve büyük ölçüde “şeytanîdir.”!. Şeytan, “febimâ egveytenî” = beni azdırmana karşılık (beni sen azdırdın!; 7/16), ben de ... demiştir.  İnsan da, ‘madem beni yaratırken bana sormadın ve be

DİN İLE İLİŞKİMİZ

Din, Kur'ân ise, Kur'ân’a (Allah’a) en yakın olan en fazla dindar; en uzak olan da en az dindardır. Yakın-uzak terimini zamansal ve mekânsal açıdan kullanırsak, Kur'ân’a en yakın olan Efendimiz ve ashâbı; en uzak olanlar da bizleriz, ama ben bunu (= zamansal ve mekânsal açıdan yakınlığı-uzaklığı) kast etmiyorum. Kur'ân’a (Allah’a) her devirde yakınlık-uzaklık mümkündür ama Allah’tan bağımsız/ayrı bir Kur'ân mümkün değildir!. Kur'ân ile Mushaf farkına dikkat çekerim. Mushaf, 1400 yıl önce yazılan; Kur'ân, her ân okunan Kitâb’tır. Kur'ân’ın merkezinde Allah ve insan (!); Mushaf’ın merkezinde ise sadece yazı vardır. Kur'ân, o gün Efendimizin hayatı ile = Sünneti ile hayat bulmuş, canlanmıştır. Bugün, O hayat, yazı ile “donuklaşmıştır.”!. Kur'ân (= Mushaf) okumak, yazıdan (= Mushaf’tan) insana, insandan da Allah’a gitmek, Mushaf’taki ilkeleri hayat kılmak veya canlandırmaktır. Bu yapılmazsa, yapılan sadece Mushaf’ın (= donuk = ölü bir Metnin, yazının

EMR

Emr : Yapılması istenen kesin buyruk. Komut. Yetki. Yapılması isten(il)en iş, görev. “... Elâ leHü-l Halqu ve Emr...” = Dikkat edin!. Yaratma da Emir de O’nundur. (7/54) “..  Ve kâne Emr-ullahi mefûlâ.” = Ve Allah’ın Emri mutlaka yerine gelecektir. (getirilecektir.)!. (4/47.) İlâhî Emir’de de bir hiyerarşi varsa!, bu hiyerarşi, emredilenlerin yapısına = istidadına göre şekillenir ve bu Emirler : • Tabiî Emir.  • Nefsî Emir. • Aklî Emir ve • İlâhî Emir şeklinde sıralanabilir.  Tabiî Emir, madenler ve bitkiler âlemine; Nefsî Emir, hayvanlar âlemine; Aklî Emir, insanlar âlemine; İlâhî Emir, ‘seçkin insanlar’! âlemine verilir. Tabiî ve nefsî emirde akıl ve irade yoktur, yeme-içme = yaşama (= hayatta kalma içgüdüsü) vardır. Aklî emir, hem tabiî emri içine alır hem de onu aşar. İlâhî emir ise, insanı “melekût âlemine” taşır. İnsanların çoğu, kendilerini tabiî ve nefsî emre; bir kısmı aklî emre, çook azı da ilâhî emre muhatap kabul ederler. “... bel ekserühüm lâ yü’minun.” “... ve eks

BEDEN, NEFİS ve RUH

Üçü, hem ayrı hem bir. Beden, somut, maddî, buraya ait; nefis, soyut, gayr-i maddî, hem buraya hem öteye ait; ruh ise, hakkında çook az bilgi sahibi olduğumuz “yetimiz”!. Nefsin ‘içinde’ akıl ve irade de var; nefis (= akıl ve irade), bedene (= buraya) ait işler için de ruha (= öteye) ait işler için de çalışır, çalıştırılır. Nefis, bedenden ayrılınca da (= ölüm gerçekleşince de) varlığını sürdürür; nefis ölmez; ölen bedendir. Nefis, aklı ve iradeyi sırf buraya ait işlerde çalıştırmışsa, ötede “azap” çekecektir.!. Allah-u A’lem, ötedeki “zevkler ve acılar”, buradaki nefsin kazanımlarına göre belirlenecek ve büyük oranda aklî ve ruhî olacak. Burada, aklını ruhî (= manevî) dünya için kullananların ötedeki bedenleri, buradaki bedenlerine göre daha şeffaf ve latîf; buradaki akıllarını buradaki bedenleri (= maddî dünya hayatları) için kullananların ötedeki bedenleri de buradaki bedenlerine göre çook daha katı ve çook daha somut ve çook daha sert, çook daha kesîf olacak. Her nefis ölümsüzdür a

HADİS...

Hadis. Hâdis. Hades. Hâdise/Hâdisât. Hadâset (Tazelik. Yenilik. Gençlik). Muhaddis. İhdâs. (حدث)  Hads. Hadsî. Hadsiyyât. (حدس) İlki, dışarıda vuku bulan yeni bir olay, yenilik; ikincisi, içe doğan bir yenilik, sezgi.  Dinî anlamda hadis, Efendimizin (o gün) “yenilik içeren”! sözleri (= ve fiilleri = Sünneti). Bu, o gün değiştirici ve dönüştürücü idi. Bugün, ???!. Bir hayat, insanı, dolayısıyla toplumu “sıkıyorsa”!, değiştirici ve dönüştürücü olan şey (= duygu ve düşünce), o toplumda yaşayan sorumluluk sahibi insanların içine doğar. (= sezgi = hads) ve er ya da geç, bişekilde bir uygulama alanı bulur (= hâdise olur, yeniliğe dönüşür ve ona, sonradan ortaya çıkmış = hâdis bişey denir.) Sonradan ortaya çıkan her şey iyi ve değerli olmaz; bunlara bid’at denir. Sonradan ortaya çıkan o şeye karşı içimizdeki duygu = sezgi = hads (belki de vicdanımız!), bizi tatmin (mutlu/memnun) ediyorsa, onu sahipleniriz; değilse, reddederiz. Hads = Sezgi = İntuition, biraz çaba ve istekle insanın içine doğ