Kayıtlar

KÂFÎ

Kâfî : Yeterli. Yeter miktarda. Kâfî ile Kefâ aynı kök; kefâlet, kefil olma; kifâyet, yeterlilik. Ben bu kısa nota, kefâ kelimesinin geçtiği -- Kitâb’ta 33 kez geçer -- üç ifadeyi  “ve kefâ billahi vekîlâ, ve kefâ billahi hasibâ, ve, ve kefâ billahi alîmâ” konu alacağım. Bu âyetlerin anlamı : Vekîl olarak Allah yeter. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Söylediğiniz ve yaptığınız şeyleri) Allah’ın bilmesi yeter/li!, demektir.  Yetmez mi? Yaptığımız iyilikleri de kötülükleri de O’nun bilmesi yetmez mi? O’nun o kötülüklere ceza; iyiliklere de ödül vermesi kâfî = yeterli değil mi? Yaptığımız iyilikleri de kötülükleri de O’nun dışında birinin bilmesine gerek var mı; sadece O’nun bilmesi yetmez mi?!. Öyleyse, niye iyiliklerimizi gösteriyor; kötülüklerimizi gizlediğimizi sanıyoruz? Kimse bilmiyor, görmüyor mu, ortaya çıkmayacak mı, cezasız, karşılıksız mı kalacak bütün bunlar?!. Nasıl hüküm veriyoruz, nasıl böyle rahat ve pişkin davranabiliyoruz?!. İyiliklerimize O’nun vereceği karşılıktan baş

ÖFF!

Öff!... Bu tâbir, Kitâb’ın 17. İsrâ Sûresinin 23. âyetinde geçer. “...ve lâ tequl lehumâ üffin...”, lehümâ/o ikisi zamiri, ana-babadır. Bir evlât ana-babasına niye “üff/öff” der? Biçook sebebi olabilir; ben iki tanesini sayacağım. • Evlâtlar, henüz ana-baba olmadıkları için. • Ana-babalar, evlâtlarına eziyet ettiği için. Ana-babalar, evlâtken = henüz ana-baba olmamışken = çocukken, kendi ana-babalarına nasıl davranmışlarsa, evlâtları da onlara öyle davranır; ama bu genel-geçer bir kural olmasın diye Kitâb/Rabbimiz, böyle söylemeyin = onları üzmeyin!, diyor. İnsan, hayatının muhasebesini çocukken yapamaz; çocuk yetiştirmeli = ana-baba olmalı, ihtiyarlamalı ve şöyle arkasına yaslanıp, ‘ben ne yaptım, bana ne yapılıyor’, diye kendi kendine sorular sorabilmeli. Çocuk yetiştirmeyince, yetişen çocuklardan “geri bildirim” alınmayınca, anne-babanın kıymeti bilinemez. Kişi, kendi ana-babasına “öff” dememiş, onları el üstünde tutmuş, ama çocukları ona “öff” ve daha ağır sözler söylemişlerse,

KANITLAMA

Her ilmin bir mevzusu = konusu olur ve o konu, o ilmin içinde kalarak kanıtlanamaz. İlimler arası geçişgenlik, inter-disipliner (üniversal) yaklaşım kaçınılmazdır.  ... Universe (evren) içinde kalarak da “Tanrı’nın Varlığı” kanıtlanamaz; Tanrı, universi (evreni) kuşatmış = istivâ etmiştir; evrendekiler, “Tanrı’nın Varlığına” dair âyetler = işaretlerdir.

İZ...

Kindî. Farâbî. İbn-i Sinâ. İbn-i Rüşt. Suhreverdî. Fahr-ı Râzî. Arabî. Konevî. Rumî. Hacı Bektâş-i Velî. Yunus Emre. Hacı Bayram-ı Velî... İslâm düşüncesinin “ayak izleri”, “büyük ruhlar.” Daha geride, Hasan-i Basrî. Ebû Hanife. Câhiz. Kadı Abdülcebbar. Daha geride, Hz. Ali. Hz. Ömer. Hz. Ebû Bekr. EFENDİMİZ.  İnsan düşüncesinin büyük ruhları ve ayak izleri : Aristo. Eflâtun. Sokrates. Parmenides. Homeros. ... Efendimiz (s.a.v.), İbrâhim (a.s.)’ın izinde. İbrâhim (a.s.), Rabbinden “vec’allî lisâne sıdqın fil âherîn. Doğru dili = izi = bu gerçeği (Benden) sonrakilere ulaştır.” (26/Şuara, 84.) diye niyazda/duâda bulunmuş; Rabbi de Onun bu niyazına/duâsına Efendimizle karşılık vermişti.  (Dil, iz sürer. Bu dil, amel ile yol olur. Şeytanın da bir dili ve yolu vardır.) Tehıyyâtta, “Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhim’e ve alâ âl-i İbrâhim.” dememiz budur. Hayat, geriye = tarihe giderek yaşanmaz; geriden = tarihten gelen izler (doğru) yolu gösterir ve

A PRİORİ

A priori : Önsel, teorik/nazarî ve pratik, amelî, deneysel bilgiden önce olan; zıttı a aposteriori; a aposteriori, sonradan elde edilen bilgi demek. Tanrı bilgisi a priori bilgidir; diğer tüm bilgiler ise a aposterioridir. A aposteriori bilgiler, a priori; a priori bilgiler de a posteriori hâle getirilemez. Tanrı bilgisi, otantiktir ama bu otantiklik, a posteriori bilgilerle örtülür; kişi a aposteriori bilgilerle o kadar çook meşgul olur ki, o bilgileri “gerçek otantik ve doğru” zanneder ve a priori olan Tanrı bilgisine ulaşamaz. A aposteriori bilgilerin bir kısmı doğru, bir kısmı yanlıştır; doğru olanlar ilâhî; yanlış olanlar şeytanîdir. İnsan, bu iki bilginin ve bu bilgilerin uzantısı eylemlerin karışımıdır.  Tanrı, Tanrı’nın Bilgisi, Tanrı’nın Kendisi, bu iki bilginin “dışındadır.” İlahî bilgiler bizi O’na götürürken, şeytanî bilgiler bizi O’ndan uzaklaştırır. Tanrı’nın Kendisinde böyle ikili bir ‘çatışma = dualite’ yoktur; O, Samed’dir, Samed’de diyalektik olmaz; O, “Saf Huzur, Saf

İÇ SAVAŞ

Korkmayın, korkmayın!. Toplumsal bir iç savaştan söz etmeyeceğim. Gerçi öyle bir “tehlike” de var; toplum, tam ikiye bölünmüş bir karpuzu andırıyor ama ben, insanın içindeki iç savaştan söz edeceğim.  İnsan, kendi ile savaşan, yine kendi olmaya çalışan bir canlı. Onda, Kitabî dille iyilik = taqvâ ve kötülük = fücur; matrix filmindeki sembollerle kırmızı ve mavi haplar; melek/ler ile şeytan/lar hep savaş hâlinde; bu savaş, insanın içinde, duygularında, aklında, kalbinde, gönlünde; dünya ve beden bu savaşın arenası; insan, bu savaşla “olan, olmakta olan” biri; bu savaş bitince, bakılacak, kim kazandı ise ‘insan o olacak, ona sen busun.’ denilecek. İnsan olmak da insan kalmak da zor. İnsan, oraya-buraya kolay savrulabilen, istikrarını koruyamayan, verdiği sözü tutamayan, kaypak bir yaratık!. Rabbine bile!, “Tamam, Rabbim Sensin” dedi ve döndü. An oluyor insan, iyi biri olduğunu düşünüyor, iyilik yapıyor; bir de bakmışsın ondan hiç beklenmedik bir kötülük sadır oluyor. Pişman olup tövbe ed

GAM

Gam : Derin üzüntü, keder; insanın içini “kara bulutların” kaplaması ve bu bulutların günlerce dağılmaması. Bikaç gündür içimde kara bulutlar mesken tutmuştu; dışarıya, yürüyüşe çıkamadım. Hava = gökyüzü de aynıydı. O bulutlar Ankara’ya sel oldu yağdı, mazgallar tıkandı, yollar kapandı ama bendeki kara bulutlar bitürlü sele dönüşmedi. Hafif de olsa yağsa, suya hasret gönüllere hayat olsa dedim ama Rabbim, “kendi himmete muhtaç dede, kime himmet ede” dedi; gözyaşı nasip etmedi. Ben de, içimdeki gamı dağıtmak için hava düzelince dışarı/parka çıktım.  Çook sıcak, güneşli, bulutsuz havalar beni yakar; çook bulutlu havalarda da gamım/kederim artar; az bulutlu, serin havaları severim. İşte böyle bir günde parktaki çiçek açmış ıhlamur ağaçlarının kokusunu içime çekerek yürüyordum; ilerden bir müzik sesi geldi, o yöne doğru baktım, 50-60 kişilik bir kalabalık; yaklaştım. Barış Monço çalıyor, bir kreşin eğlencesi var; 3-4 yaşındaki anaokulu öğrencileri kırmızı-beyaz giyinmişler, ellerine de yin

KİMLİĞİ KİM VERİR?

İnsana kim-liğini veren kim? Devlet mi? Devlet de kimlik verir ama o kimlik “kağıttandır”. Benim kastım kağıttan olmayan kimlik. Böyle bir kimlik var mı? Olmalı. Hiiç eskimemeli ve ölünce de geçerliliğini kaybetmemeli.  Bence o kimlik, “Levh-i Mahfuz’da”! kayıtlı olan kimlik; o kimlikteki “özellikleri” biz kendimiz yazıyoruz; bu noktada ben de varoluşçular gibi düşünüyorum. Varoluşçular (egzistansiyalistler), insanın varlığı/varoluşu (= kimliği), (özü neyse, toprak mı ruh mu? o) özünden önce gelir ve insan kimliğini kendisi yapar, derler ama o kimliğe bir “hedef” belirleyemezler, dipsiz, kör bir kuyuya taş atarlar, vardıkları nokta hiçliktir. İslâm’dan başka insana kararlı ve sağlam bir kimlik ve güven veren başka hiçbir din (düşünce) yoktur. 

KABİR

Kabir : Mezar. Er ya da geç ziyaret edilen yer/mekân.  Kabir ziyareti iki şekilde olur : Sağken ve ölünce. Sağken yapılan kabir (mezar) ziyareti ölmüşlerimizi = geçmişlerimizi ziyaret içindir. Bu ziyareti niye yaparız? Hem “vefâ” için hem geçmiş hatıraları canlandırmak için. Vefâ, asla/öze, geçmişe, hatıralara bağlılık, sevgi ve dostluk “gösterisi” için; hatıraları canlandırma, olup-bitenleri yeniden gözden geçirme ve “yeniden bir hesap” yapmak içindir. Bu hesap, bir gün bizim de burayı ziyaret edeceğimize odaklı olmazsa, tutmaz, sapar, ders almazsak turist gibi (türbe ziyaret eder gibi) mezarlık ziyareti yapmış oluruz ve ruhumuz orayı ziyaret ettiğinde elimizin boş olduğunu anlarız. Birinci (sağken yaptığımız) ziyaret, ölünce yaptığımız ziyarete hazırlık için olmalı, gerekli dersler alınmalıdır; alınmazsa, mezar (kabir) ziyaretleri “övünce” döner. = “elhâküm-üt tekâsür, hattâ zürtüm-ül mekâbir.” (102/Tekâsür, 1-2.) Çokluk (= çoklukla övünme/k), sizi o kadar oyaladı ki, bu, kabirleri z

ÖNYARGI

Düşünce ile inanç arasında fark var mı? Elbette var ama inanca düşünceden varılır. Düşüncenin alt yapısı daha çocukken aile, okul ve sosyal çevre tarafından atılır; oradan ergenlikte bir düşünce filizlenir; kişi, bu filizi sahiplenir ve besler. Düşüncenin beslenmesi için hava, su, güneş alması = dışa açık tutulması şarttır. Düşünceyi “evimiz” olarak kabul edersek, kapı ve pencereleri olmayan ev olmaz. Evi dışa kapalı tutmak mümkün değil; tutarsak, mevcut düşüncemiz önyargı haline dönüşür; diğer düşüncelerle etkileşime giremez.  Kesin inançlılık da böyledir. Elbet herkesin hayata ve olaylara dair bir düşüncesi vardır. Bu düşünce zırhla korunmaya kalkışılırsa önyargıya dönüşür; kişi, olduğu yerde sayar ve her geçen gün yaşamı zorlaşır. Hiçbir sistem dışa kapalı yaşayamaz. ‘Ben yaşarım’ diyenler, entropi yasasına göre içlerindeki gücü/enerjiyi tüketince ölürler. Dışardan enerji almayan “Tek Güç”, Tanrı’dır. Düşünce, kişinin fikridir ve bu fikir zamanla değişikliğe uğrar. İnanç, “başkasını

KAHIR/KAHR

Kahrın biçok anlamı var : • Üzüntü, sıkıntı, keder. • Zor, zorluk, zorlama, cebir. • Galibiyet, hâkimiyet, mahvetme, helâk etme. Bu kelime deyim olarak : • Allah kahretsin. • Kahrından ölmek. • Kahrından konuşmamak = küsmek. • Kahırlanmak, kahrolmak. • Kahır çekmek, şeklinde kullanılır. Kahrı biz, kahr-aman şeklinde de kullanırız. Kahraman, kahrına galip gelen demektir. Biz bu kelimeyi savaşta galip gelen anlamında kullansak da kelimenin anlam dünyasında, “kutsal ve mukaddes” bilinen “şeyler” için fedakârlık yapmak, o “kutsal ve mukaddes şeyler” için kendini bile! fedâ etmek de vardır. Kahır, aşılamazsa, kişiyi yer-bitirir. Kahrı aşmak için “mukaddes bişeye” sarılmak şarttır. “Allah kahretsin”! bedduadır; bu bedduayı kahrı aşamayanlar yapar; kahrı aşanların duası : ‘Allah ıslah etsin’dir. Kahrından konuşmamanın küsmekten farkı, konuşunca, muhatabın o konuşmayı ya yanlış anlaması ya da hiç anlamamasıdır. Bu, deneyimler sonucunda anlaşılır ve o kişi ona küsmez ama onunla

AKILSIZLIK

Akılsızlık : Aklın yokluğu. Kişide akıl yokluğu üç şekilde tezahür eder : Sarhoşluk. Delilik ve Budalalık. Sarhoşluk, iradî olarak aklı yok etme, sekr halinde yaşama. Delilik, irade dışı olarak aklı temelli kaybetme. Budalalık, gerçekte var olan aklı kullanmama, aptal (abdal değil) ve ahmak gibi yaşama. Buradaki budala, aptalın budalası; abdalın budalası, aklını daha akıllı olan birine verir, onun aklı ile yaşar; aptal ise, hem kendi aklını hem başka akılları kullanmaz. Ben dahil çoğumuzun yaşantısı, aptal ve ahmak yaşantısı. Aklını kullanmayanlar = çalıştırmayanlar, ahmak ve aptal olur. Aklını kullanmayı deneyenler ve onu biraz zorlayanlar da, işin içinden çıkamayacaklarını anlayınca alkol alarak sarhoş = serhoş olmayı isterler. Oysa biraz daha sabretseler/dayansalar = kendilerinden vaz geçmeseler, o akıl onları ya “düze” çıkarır ya da “deli” eder; veli eder mi bilmem. Delilik ile velilik arasında “ince bir sınır” varmış!. Delilik ile sarhoşluğu/serhoşluğu iki şekilde anlamamız lâzım.

UZAKTAN ...

Sevgilerimiz de nefretlerimiz de uzaktan; yoksa nefretlerimiz yakından mı? Olabilir. Ben uzaktan sevmek/sevgi ile ilgili iki kelâm edeceğim. Önce acıma, sonra sevgi.  Acıma olmadan sevgi olmaz; ilk bakışta acıma iki anlama gelir. 1) Acıyanın “tekebbürünü, kendini büyük görmesini”, acınanın da “basit ve küçük görüldüğünü” ifâde eder. 2) Acınanın acısını anlamayı ve acıyanın da merhamet ve sevgi ile ona yardıma hazır oluşunu. İkinci acıma, yakın olmayı; ilk acıma, uzak olmayı, uzak durmayı ifâde eder.  Tanrı’nın Acıması = Merhameti (Rahîmiyeti ve Rahmâniyeti) bize yakındır. Bizim insanlara acımamız = merhametimiz uzaktan olduğu için biz, Tanrı’nın O Acımasını = Merhametini (Rahîmiyeti ve Rahmâniyetini) fark edemiyoruz. Tanrı’nın Acıması = Merhameti (Rahîmiyeti ve Rahmâniyeti), bizim insanlara olan acımamızın = merhametinizin uzaklığı ya da yakınlığı ile doğru orantılıdır. Uzaktan seversek, Tanrı da bizi “uzaktan!” sever. Yakından nefret ettiğimiz için, “Tanrı’nın Merhametli Yüzüne” uzağı

ACIMA ve UTANMA

Sağda-solda, televizyonlarda çoook utanılacak şeyler görüyoruz ve onları yapanlara acıyoruz. Acıma da utanma da duygu. Bence acımadan önce, utanma değil, önce acıma, sonra utanma gelmeli; kişide acıma, için yanması olarak tezahür etmeli ve insan kendi kendine şöyle demeli : “Ben neyi eksik ya da hatalı yaptım da, bunlar oluyor, bu insanlara neden ulaşamadım, kim bu insanları bu hâle getirdi?!.” Bu duygu içte, yüreğin derinliklerinde hissedilmeden, kişide utanma oluşmaz; utanıyorsak, ki utanıyoruz, hâlâ vicdanımız = yüreğimiz ölmemiş demektir. İnsan için, “utanan hayvan = hayavân = canlı” demişler; hayvanlar utanmaz. Sağda-solda, televizyonlarda gördüklerimizden utanıyor ama gücümüz oranında bişeyler yapmıyorsak, bu utancımız sahtedir, içimizde sahici bir acı = acıma oluşmamış, o acı, bizim yüreğimizi yakıp da bizi harekete geçirmemiş demektir. Acımanın bir diğer adı da merhamettir (rahmettir); merhamet, rahmetle bi şeyler yapmaktır, kuru bir duygu değildir. Acıma, muhatapta değil, bizd

HELÂL-HARAM

Helâl-haram deyince genelde bizlerin aklına yenilecek-içilecek şeyler gelir; yanlış değil ama eksik. Helâl-haram, hayatın her alanını kapsar. Helâl, Rabbin izin verdikleri; haram ise, yasakladıklarıdır. Yiyecek-içeceklerin helâl olanları haram olanlarından çook daha fazladır; haram olan şeyler ‘özde’ değil, “bakalım insanoğlu ne yapacak?” diye ‘şeklen’ haram kılınmıştır; bize iç yağı helâlken, Yahudilere haram kılınmıştır; onu o zaman haram kılan da bugün helâl kılan da aynı Rab’dir. Kurban, Allah’ın Adı anılmadan kesilirse haramdır; oysa et aynı ettir, o eti Bismillah diyerek kesince etin içindekiler değişmemektedir. Bismillah, o ete “şükür/teşekkür ve âfiyet” katar. Biri ile nikâhsız birliktelik haramdır ama nikâh, o birlikteliği helâl kılar. Nikâh neyi değiştirir? O birlikteliğe toplumsal ve kutsal bir ‘güven’ getirir. Düşüncenin de helâli-haramı vardır. En büyük ve en tehlikeli  düşünce haramı, Rabbe ortak = şirk koşmaktır. Şirk, inkâr değildir; Rabbe, ‘bu işte ben de başkaları da

DEĞER

Değer : Ahlâkın, felsefenin ve dinin kilit kavramı. Ahlâk, değerle yürür; felsefe, bu değeri arar. Filozof = felsefe yapan adam, iyi niyetli ise aslında-esasında, “en iyi değeri” arayan adamdır; filozof, “iyi yaşamın” peşindeki adamdır ama o, tüm varlığın tikel ve tümel bilgisine ve aralarındaki doğru ilişkilere sahip olamadığından “doğru değerleri = doğru değerler hiyerarşisini” bulamaz, keşf edemez. Doğru değerler bulunamayınca da, “değerler” farklılaşır. Ahâlinin değer verdiğine ‘seçkinler’; seçkinlerin değer verdiğine ahâli değer vermez ve dönüp bakmaz hâle gelir; ahâli ile seçkinler arasındaki bu “çatışma” sürüüüp-gider. Belki de! ahâlinin yaşayışı değerlidir; belki de seçkinlerin... Tanrı, bu çatışmaya “noktayı” koyar. Tanrı’ya inanmayanlar ise bu çatışmayı sürdürür; tarihten günümüze kadar süren çatışma, bu çatışmadır. Hâbil’in değer verdiğine Kâbil; Kâbil’in değer verdiğine Hâbil değer vermemiş ve aralarında “çatışma” çıkmış; Kâbil, Hâbil’i öldürmüştür. Kapitalizmin değer verdi

HUZURSUZ İNSAN!..

Huzursuz insan üç şeyle uzlaşamaz = çatışır : • Kendi ile. • Toplumla = diğer insanlarla.  • Tanrı ile. Tanrı ile uzlaşan, diğer ikisi ile kolay uzlaşır ama Tanrı ile uzlaşmanın yolu önce insanın kendinden, sonra da diğer insanlardan geçer; diğer insanlar, insanın kendinin izdüşümüdür.  İnsanda sürekli çatışan, temelde iki “güç” vardır : İyilik ve kötülük = Taqvâ ve fücur.  Taqvâsı = iyilikleri, fücurlerine = kötülüklerine galip gelen de, tersi de (kötülükleri iyiliklerine galip gelen de) “tam anlamıyla” huzuru bulamamıştır. İki güç eşit ve kötülük = fücur galipse, huzursuzluk = tedirginlik hat safhadadır; taqvâ güçlendikçe huzursuzluk azalır. “Tam Huzur” mümkün mü?!, bunu ben bilmiyorum; açık ve net söyleyeyim, ben sürekli “tedirginim”, tüm çabam, bu tedirginliğimi azaltmak üzerine kurulu. ... Kitâb’ın “Ey Mutmain Nefs!”, ifadesini de iki şekilde anlamak mümkün. Yukarıyı = yukarıdaki âyetleri dikkate almadan okuyanlar, bu âyeti/hitabı “kurtulmuş/tatmin olmuş nefis” olarak okurla

UTANMA

Kişi neden, ne zaman ve niçin utanır? Utancın/utanmanın tüm sebeplerini sayamam ama birkaçını söyleyebilirim. 1. Vicdanı yapma dediği hâlde, yaptığı işten utanma. Bu utanma, kişinin kendinin kendine karşı utanmasıdır; bu utanma varsa, öteki utanmalar neredeyse “yok” hükmündedir.  2. Kötü, haksız ve ahlâksız bir söz ve davranıştan dolayı insanlardan utanma. 3. Allah’tan utanma. Bu utanma daha çok birinciyi çook az da ikinciyi içine alır. Utanma, hayvanî düzeyden insanî düzeye çıkabilmiş ve aç karnını doyurabilmiş insanlara hastır. Çook fakir adam utanmaz, utanmamalıdır!; onun yerine zengin utanmalıdır!. Hırsızlık, ‘arsızlık’ çook aç biri için ‘mübahtır’; onların suçu zenginlerindir.  Yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da vurgulayayım. Temel ihtiyaç maddelerine (ev, ekmek, su, elbise, ayakkabı) sahip olmayan, iş bulamayan, üç gün aç yatan bir adam, hırsızlık yaparak kendinin ve çocuklarının karnını doyurmuşsa, bu hırsızlığın suçu hepimizindir. Kapitalist reklâm dünyasının et

MELEK, İNSAN ve ŞEYTAN

Melek, içinden kötülük alınmış şeytan. İnsan, içinde iyilik ve kötülük barındıran ‘hayavân’ (= canlı). İnsan, hem melek hem şeytan.  Şeytan, içi kötülüklerle dolu azman. ... Dünya, insanın Tanrı ile işbirliği = güç birliği yaparak = Tanrı’ya kulluk ederek yaşanması gereken bir mekândır. Tanrı, her yerdedir; dünyanın dışında “oturup olan-biteni seyreden “olağanüstü ve uzak bir Güç” değildir, “istivâ” bu değildir. İnsan, Tanrı’ya itaat = kulluk ederse “melek gibi” olur, isyan ederse şeytan gibi!. Melekler, Tanrı’ya isyan etmez; şeytanlar eder; insanda, meleklik de şeytanlık da vardır; seçim, insana verilmiştir. 

İ'TİDAL

İ’tidal : Ölçülülük. İki aşırı uçtan (= ifrat ve tefritten) kaçınma. Dengeli bir tutum takınma. Ekonomik olarak i’tidal, ne israf etme = saçıp-savurma, ne de cimrilik etme, orta bir yol tutma. (lem yüsrifû ve lem yakturû ve kâne beyne zélike kavâmâ. 25/Furkan, 67.) Psikolojik olarak i’tidal, ne keşiş hayatı yaşama, ne de dünya zevklerine dalarak kaybolma; ruh kadar bedene de özen gösterme. Ne Hıristiyanların bedeni, kadını ve dünyayı hor gören manastır hayatı; ne doğu dinlerinin asetik (münzevî) yaşamı; ne tasavvufun uzleti ya da çilesi; ne de kapitalizmin lüksü, israfı/savurganlığı ve konforu; İslâm’ın orta yolu. Efendimizin “Ben oruç da tutarım, yerim de; gece namazı da kılarım, uyurum da; eşlerimle de birlikte olurum. Benim sünnetim budur.”; Kitâb’ın “ümmeten vasatan” (2/Bakara, 143.) dediği tavır, hâl ve yaşayış. Âyet devamında, böyle yaşayın ki, “insanlara şâhitler/önderler (gerçeğin tanıkları) olasınız. = litekûnû şühedâe alen’nâs.” der. Keşişlikte de savurganlıkta da “hayat yokt

KOYUN ve KEÇİ

İki evcil hayvan; biri “uslu”!, öbürü inatçı. Neden koyun ve keçi? Tâ-Hâ, 18. âyette geçen “ğanem” kelimesi, koyun mu keçi mi? Biçok meal koyun, bir kısmı da davar diye çevirmiş. Mûsâ (a.s.)’ın yaşadığı (çobanlık yaptığı) coğrafya koyun yetiştirmeye müsait bir coğrafya değil; dağlık, taşlık, engebeli bir arazi; burada bence koyun değil keçi yetişir. Nereden bu kanıya vardım? Mûsâ (a.s.)’ın âsâsı ile taşa vurulup her bir kabile için 12 pınarın fışkırmasından; yine o âsâ ile davarlarına yaprak (muhtemelen meşe ya da çalı yaprağı) silkelenmesinden; ovada (düz arazide) meşe olmaz; meşe ve çalı, sert ve zor arazilerin (iklimlerin) ağaçlarıdır. Zamanın İsrailoğulları da keçi gibi inatçıdır; âdetâ Mûsâ (a.s.)’a bir prova yaptırılmaktadır. İsrailoğulları koyun gibi olsaydı, söz dinlerler, kolay yönetilirler (güdülürler!) ve kendilerine gönderilen peygamberleri öldürmezlerdi. Keçi, çook inatçı bir hayvandır; zor arazilere tırmanır, yeni filizlenmiş dalları kemirir, onlara yaşama = büyüme (filiz

MATEMATİK

Matematik, aritmetik (sayılar) ve geometridir. Sayıları, doğal, rasyonel, reel, asal, ondalık gibi gruplara ayırırız ve aritmetik, bu sayılar arasındaki ilişkileri konu alır; geometri ise metrik mekanı... İkisi arasında uzay-zaman (uzam) açısından kopmaz bir ilişki vardır. Nokta, birdir; iki nokta, iki; üç nokta üç... Bir, iki şekilde düşünülebilir : Görünen bir, Görünmeyen Bir. Görünen bir, bir mekân kaplayan, Görünmeyen Bir’in “tecellî ettiği, göründüğü” biri, (bu tecellî, tüm özellikleri ile ve tam değildir); Görünmeyen Bir ise, zaten herhangi bir zaman ve mekânda tecellî etmez, görünmez, O, duyusal olarak algılanamaz. Gördüğümüz bire karşılık gelen noktanın da bir olarak kaldığı sürece, esasında zamana ve mekâna bir bağlılığı yoktur; ne zaman, onda zaman ve mekân etkili olmaya başlar, o bir mekânda hareket eder, iki olur; bu hareket, düz bir yönde olursa bir çizgiye (doğruya) karşılık gelir. (Çizginin iki ucundaki noktayı ve aradaki boşluğu da hareket olarak düşünün.) Çizginin iki

MÜSAFİR

Müsafir : Seferde (yolda) olan; yoldan geçerken “bize” geçici olarak uğrayan. Asıl/esas işi bize gelmek olmayan. Geçerken geçici olarak biraz soluklanmak için bizde duran. Nereye gittiğini ve ikametgâhını bizim bilmediğimiz yolcu. Biz mukîmlere yolu ve yolculuğu hatırlatan adam. Arapçası dayf.  İbrâhim’e ve Lût’a gelen misafirler (dayf-i İbrâhim) de hatırlatmışlardı. Misafirlerde bir misyon (görev) varsa, o görevi/misyonu yerine getirmek için yolculuk yaparlar; yolculukları esnasında da bize uğrarlar; yoksa, aylak bir turist gibi gezerler. Ülkeler, turistleri misafir ve altın yumurtlayan tavuk olarak niteliyor. Umre ve hacca gidenler bile, ilgili ülke tarafından böyle görülüyor; çünkü misafirlerdeki “misyon” ortadan kalktı, artık misafirler misyon yüklenmeden yolculuk yapıyor. Saygı duyduğum Yahudi sosyolog-filozof, Zygmund Bauman, yolcuları üçe ayırır. Aylaklar. Turistler. Hacılar. Aylaklar, parasız pulsuz boş boş (amaçsız) gezerler, sadece vitrinlere bakarlar, bişey almaya ve yemeğe

YAĞMUR

Yağmurun eskiden adı rahmetti; yağmur yağınca, rahmet yağıyor, denirdi; insanların değiştiği gibi dil de değişiyor = dili insanlar değiştiriyor.  Toonlarca ağırlığındaki yağmur (rahmet) yüklü bulutları havada tutan Rabbimiz, rahmet yağdırırken bile rahmet(iy)le (merhametiyle) yağdırıyor; ya o rahmet, tane tane (damla damla) değil de birden/toptan yağsa idi, hâlimiz nice olurdu!.

RAĞBET

Beğeni içeren istek; istenilen şeye duyulan güçlü arzu. ‘Bit pazarına rağbet yağdı’ sözü, değersiz mallar kapışıldı demek. Değersiz şeylere rağbet etmek, rağbetin değerini de onlara rağbet eden bizlerin değerini de düşürür.  İnşirah Suresindeki “fe izâ ferağte fensab ve ilâ Rabbike ferğab. = bir işi bitirince başka bir iş için yorul/çalış ve (sadece) Rabbine rağbet et = yönel!.” denir. Ferğab, rağbet et, i’tibar et!. Ferğab  ilâ Rabbik = Yaptığın bütün işleri Rabbine yönelmek için yap!. Her iş seni O’na yöneltsin!. Boş durma!. O’na kavuşmak için yorul, çalış, durma!. Başka şeylere rağbet etme!. O şeylerde O’nu ara!. O, onlarda değil ama onları O’nun için yaparsan, onlar seni O’na götürür. Şunun şurasında yorulacağın kaç gün?!. Dayan!. Yılma!. “Rabbin, senin göğsünü (gönlünü) genişletmedi mi? Senin belini büken o yükü hafifletmedi mi?!.” ‘Bu iş zor’, deme!. “Zorlukla beraber bi kolaylık vardır; kesinlikle vardır.” Sen canını sıkma, üzülme, bitkinlik, bıkkınlık hatta yorgunluk gösterme!.

CEMAAT/LER

Değerden bağımsız anlamıyla cemaat, topluluk, yığın, kitle; cemiyet de toplum demektir. Cemaati bir araya getiren şey, aynı düşünce ve değer ortaklığıdır. Camii cemaatini “namaz” ve camii bir araya getirir; camii, yeri; namaz, değeri ifâde eder; namazdaki değerin farkında olmayan topluluk, cemaat oluşturamaz, topluluk (kitle) olarak kalır; camii ile cemaat (namaz) esasında birbirinden ayrılamaz. Türkiye’de camiiler Diyanet’in kontrolünde olduğu için cemaatlerin değildir ama yurt dışında camiiler, cemaatlere tahsislidir. Neden? Aynı düşünce/fikir/görüş etrafında toplanan insanlar görüşlerini İslâm’la “özdeş” gördükleri ve camiinin de İslâm’ın bir şiarı olduğunu kabul ettikleri için, bu böyledir. Bu insanları bir araya getiren, İslâm’ın o yorumudur. O yorum, başlangıçta birinin yorumu idi, onun yorumunu benimseyenler bir araya gelince bir cemaat oluştururlar ve kendilerini ya o kişinin adı ile ya da görüşleri ile adlandırlar. Süleymancılar, Nurcular, Fethullahçılar, Erbakancılar, Bayramî

SAÇMA

Saçma : Aklen tutarsız, geçersiz, mantıksız iş ya da söz. Aklın ve mantığın dışında bir ölçü varsa, o iş ya da söz saçma olamayabilir ama o ölçü ile aklın/mantığın ölçüsü çelişir.  Aklın, mantığın dışındaki ölçüye dinin ölçüsü dersek, akla/mantığa saçma gelen bişey dine; dine saçma gelen bişey de akla/mantığa saçma gelirse, akılla/bilimle iman/din çelişirler; gelmezse, çelişmezler. Doğru bir aklın saçma dediğine din; doğru bir dinin saçma dediğine akıl saçma demez. Akıl da din gibi kişiye Tanrı’nın ikramıdır; ikisi ortaklaşa, işbirliği içinde çalışmalıdır; akıl terk edilirse din; din terk edilirse akıl saçmalar.

O. ŞU. BU.

O : Hüve. Şu ve Bu : Tilke ve Zélike.  Bakara 2. âyet, ‘Hüve-l Kitâb’ demez; ‘Zélike-l Kitâb’ der. Neden? Ortada bir Kitâb yoktur. Araplarda Kitâb henüz oluşmamıştır. Araplar, sözlü kültüre sahiptir. Onlarda söz, Kitâb’tır. O Kitâb ifadesi “yazılı bir Kitâb’ı” imler; Bu Kitâb, henüz yazı olmamış (Mushaf = sahifeye dökülmemiş) bir Kitâb’ı. O Kitâb, “uzaktaki ve bilinemeyen” bir Kitâb’tır; Bu Kitâb, burada olan, hayatın içinde olan, bilinen bir Kitâb’tır. Şu Kitâb denseydi, burada olan ama biraz uzağa atılmış bir Kitâb kastedilirdi. Hüve/Huve, bilinen ama gösterilemeyen bir (kişi ve işaret) zamir(i)dir. Allah’a Hüve/Huve denir ama aslâ Zélike ya da Tilke denmez. Neden? Hüve/Huve, hüviyeti gösterir. Zélike ya da Tilke’de hüviyet olmaz. ‘Zélike-l Kitâb’u lâ raybe fîh = İşte bu Kitâb, içinde zerre şüphe olmayan/barındırmayan bir Kitâb’tır.’ ‘Hüden lil Mütteqîn. = (Onda) Mütteqîler için hidayet (var)tir.’ Onlar, ... Allah-u A'lem. 

İBRÂHİM

İbrâhim, Âdem’den sonra bilinen ortak atamız.  İbrâhim’in bir oğlu İshâk, Yahudilerin ve Hristiyanların atası; öteki oğlu İsmâil, Müslümanların atası. Üç dinin mensupları amcaoğlu, akraba.  Aile kavgası din kavgasına dönüşmüş!. Yoksa, Din kavgası aile kavgasına mı dönüşmüş?!.

BOŞLUK

Boşluk, fiziksel (maddî) anlamı ile içinde bişey olmayan, tenha, ıssız ve uçurum; psikolojik anlamıyla anlamsızlık, gayesizlik; siyasî anlamıyla güç/otorite eksikliğidir. Mutlak anlamıyla fiziksel boşluk mümkün değildir. Fiziksel şeyler cisimdir, cisimlerin katı, sıvı ve gaz hâlleri vardır; bir yerde katı ya da sıvı bir cisim yoksa gaz olur; bu açıdan hiç bir yerde boşluk yoktur. Fiziksel anlamda boşluğa düşmek, olsa olsa katı ya da sıvı (yiyecek-içecek) bişeyin olmadığı bir yere düşmek olabilir. Psikolojik (ma’nevî) anlamda boşluğa düşmek ise, 1) Umut edilen şeylerin gerçekleşmemesi sonucu ara ara sıkıntılar, çöküntüler yaşamaktır. 2) Her şeye rağmen her şeyde bir anlamsızlığın, boşluğun görülmesi, gayesiz yaşama, yaşama bir anlam verememe ve düşülen o boşluktan artık çıkamamadır. Siyasal anlamda boşluğa düşmek, yönetim/otorite yokluğu sonucunda toplumsal kargaşanın anarşinin baş göstermesidir.  Psikolojik boşluk halledilmeden fiziksel boşluk da, siyasal boşluk da halledilemez. İçi/ru

BİLİNCE, NE OLACAK?

Ne kadar çok şey bilirsek bilelim, yarın başımıza ne geleceğini bilmiyoruz. Gelince, bileceğiz. Hayat, çoook bilinmeyenli bir denklem. Bilince ne olacak? Nasıl davranacağımızı bileceğiz. Bugünkü bilgimiz o zaman işe yarayacak. Doğru bildiklerimizle amel edersek, yarın başımıza gelecekleri de belki bugünden “tahmin edeceğiz.”!. Bu anlamda tüm bildiklerimiz “bir tahminden öte” bişey değil; bu açıdan bilgimize değil Rabbimize güvenmeli = inanmalıyız.

HAYAT

Biyolojik hayattan (canlılıktan) söz etmeyeceğim; bizzat yaşanan bireysel ve toplumsal hayatlardan söz edeceğim. Acısıyla tatlısıyla ne hayatlar yaşanıyor bu hayatta!... Şu ân dünya üzerinde 8 milyar insan var ve her biri “ayrı bir hayat” yaşıyor, kimsenin yaşadığı hayat, kimseninkine benzemiyor. İnsanlığın her 70-80 yılda bir yenilenme yaşadığı ve dünyanın yaşının da 4-5 milyar olduğunu düşünürsek hesaba gelmeyen her bir hayat için, herkesin hayatı için, “özel” diyebiliriz. Her ne kadar hayat, bizim hayatımızsa da başkalarının hayatı da bize “hayat” olarak görünür; bu hayatları : • İmrenerek • Kıskanarak • Şükrederek izleriz. İmrendiğimiz ve kıskandığımız hayatlar bile sorunludur. Başkalarında gördüğümüz hayat, ‘bize göre berbat’ bir hayat olduğu için şükrettiğimiz hayat, sadece bizim hayatımızdır. Başkaları şeklen bize benzemediği gibi başkalarının hayatı da bizim hayatımıza benzemez. Hayatımıza etki eden o kadar çoook şey var ki biz, bu etkilerin birini ya da bikaçını seçince,

ÇİLE

Dert, ıstırap, sıkıntı, meşakkat, cefâ... Hepsi de başa gelince “çekilen” şeyler... Bence sadece çile (belki de cefâ, cefâ, cevften = seçilen zorluk demekse), başa gelmeden istenen ve “çekilendir.” Dert, ıstırap, sıkıntı, meşakkat, cefâ, ya bizim bir hatamız (günahımız) sonucunda bir fatura/bedel olarak ya da hiçbir hatamız (günahımız) olmaksızın  ‘ne yapacak bi bakalım?’ de(ne)mek için başımıza gel(ebil)ir. Çileyi kişi kendi seçer, biz seçeriz.  Niye? Adam olup (ileride) sefâ sürmek için. Klasik anlamıyla çile, tasavvufta inzivadır; inziva da yalnızlık/uzlet demektir. Benim çileden kastım tam bu = yalnızlık, uzlet = insanlardan uzaklaşma değil, insanların = hayatın içindeki çiledir. Rahat olanı seçmek kolay; zor olan, meşakkati seçmek.  İnsan, niçin/niye durup dururken böyle zor/meşakkatli bir durumu/şeyi seçer, aptal mıdır? Gelecekten endişe eder ve o endişeden (korkudan) emin olmak için şimdi o meşakkati göze alır. Dert, ıstırap, sıkıntı, meşakkat, cefâ şimdi çekilir ama bunlar ya d

EHAD

Ehad, Arapça bir demek. Vahid de bir. İki bir, farklı bir. İlk bir, ideal ve bölünmez bir; ikinci bir, aritmetiksel (matematiksel) ve bölünebilir bir bir. Matematiksel (aritmetik) bir, tanenin, adedin, bölünebilirlerin biri; ideal bir, parçalanamayan Samed olan bütünün, İlâh’ın Bir’i, bu Bir’i başka hiçbir şey “kullanamaz.”!. “Qul : Hüve-l Allahu Ehad.” ‘De ki onlara : O Allah’tır ve Bir’dir.’ Onlar O Bir’i başka birlerle karıştırıyorlar. Söyle onlara : O Bir başka Bir’dir; onların bildiği bir gibi değildir. O, diğer birleri bir (fert, tane) yapan = yaratan Bir’dir. O birler, O’nun birlemesi ile bir olurlar; O, onların birliğini istediği zaman bozabilir; onlarda zaten “Saf birlik” yoktur. Ali, bir insandır ama onun insanlığında biçook şey (iyilik-kötülük = taqvâ ve fücur) vardır, biçook şey gizlidir.  O Allah, “Saf Bir’dir.”!. Es-Samed’dir = ‘İçinde’ başka bişey olmayan Som Bir = Saf Bir’dir. O’nun ‘İçinde’ herhangi bir çatışma olmaz. O’nun ‘İçi ve Dışı’ yoktur, O, ‘İç ve Dış’ olarak d

İŞ = AMEL

İş, âletle yapılır ve bi işe yarar. Elle (eller ile) yapılan işler ve kafa ile yapılan işler diye, iş/ler ikiye ayrılır; bunlara beden işçiliği ve fikir işçiliği de denir. Ben, beden işçisi hiç olmadım, onu aslâ küçümsemiyorum da; fikir işçisi olmak için uğraştım, oldum mu bilmiyorum?!. Bildiğim bişey var, fikir işçisinin malzemeleri, duyular (görme, işitme, koklama, tatma, dokunma), duygular, hayal ve akıldır. Sadece duyuları ile iş yapanlardan fikir işi/işçiliği (fikir işi bir ürün) çıkmaz; duyguları ve hayelleri ile iş yapanlardan müzik, resim, edebiyat gibi sanat eserleri çıkar; aklı ile iş yapanlardan da fikir çıkar. Müzik, resim, edebiyat vb. fikir değil mi? Fikir ama yeni bir fikir değil, eklektik (derleme-toplama) bir fikirdir; benim kastım, “yeni ve orijinal bir fikir.”!. Bu orijinal ve yeni olan fikir, şeytanî (nefsânî) de olabilir ilahî de; İlâhî olabilmesi için aklın imanla tanışması şarttır. İmanla tanışmayan akıldan, salih = iyi = doğru bir iş çıkmaz!. İman, duyu, duygu v

ARZU

Arzu : İstek. Dilek. Temennî. Arzu, Farsça bir kelime ama Türkçeleşmiş.  Arzunun hem irade ile hem nefisle (istekle) hem de emniyetle (imanla) ilişkisi vardır. İrade ile ilişkisi, neden onu değil de bunu açısından; nefisle ilişkisi haz açısından; emniyetle ilişkisi tatmin ve huzur açısındandır. Temennînin kökünün emn/emene olduğunu söyleyenler, onu ileri bir noktada imanla buluştururlar; münye olduğunu söyleyenler ise, geçicilikle ilişkilendirirler. (Menâ/meniyye/menâyâ, ecel, ölüm ve kader demek; menî de, er suyu, sperma, nutfe.) Arzular tümden ölmez, öldürülemez; kontrol edilir; arzu ölürse, hayat biter. Arzularda uyumlu bir hiyerarşi aranır ve her arzu “Allah’ın Rızasını Arzuya” hedeflenir; “Allah’ın Rızasını Arzu”, tüm arzuları derleyip-toparlar; O’ndan sapış, kopuştur, bu kopuş, hedeften ve anlamdan kopuştur. Bu, bir süreçtir. Bu sürecin başında hayatta kalma = bedeni besleme arzusu vardır; arzu, buraya takılı kalırsa (her arzu bedene endeksli olursa) insanın duyguları taşlaşır, a

İŞ ve BOŞ ZAMAN

Modern yaşamda iş, meşguliyeti; boş zaman, işsizliği gösterir; çoğumuz işinde “değerli bir damar” bulunamadığı için o iş, nihayetinde boşa düşecektir. İşimiz, sadece karın doyurmaya ve “iyi yaşamaya” endeksli ise, “doyum ve ölüm” gerçekleşince, o işin boş olduğu anlaşılacaktır. İyi yaşamayı, değerden bağımsız “rahat ve konforlu yaşamla” özdeş ve ahlâkî değerle bağlantılı olarak ikiye ayırabiliriz. İlk iyi, doyumla kişiyi büyük bir boşluğa düşürür; ikinci iyide doyum yoktur ama bu doyumsuzluk, açgözlülük gibi bir doyumsuzluk değildir. Açgözlülük anlamındaki doyumsuzluk, ahlâk içermeyen maddî tüketimler için geçerlidir. İşinde ahlâkî bir değer/damar bulamayanlar, belli bir süre sonra o işten sıkılır; kendine boş zaman arar; o boş zamanı bulunca da, • Gezer. • Eğlenir. • Dinlenir.  • Arar/arayış peşine düşer.  Bu dört şey de boş zaman olmadan olmaz. İlk üçü, can sıkıntısını gidermek; dördüncüsü, can sıkıntısına çare aramak içindir. Değerden bağımsız iş, geçim sıkıntısı; arayış ise

HULÛL

Hulûl, halle (حل) fiilinden isim. Halle, hem girme = o yapıya nufûz etme, hem de çözme = o yapıyı kirlerinden, pisliklerinden arındırma = girerek arındırmadır; orada bizzat bulunma ve o olma değil!. Tanrı, yaratılmış hiçbir yapıya “tam girmez” ve “o yapı = o” olmaz. Tanrı, hiçbir şeyle sınırlanamaz; onda = o yapıda O'nun İsimlerinin = Esmâ’sının (Fiillerinin = Ef’âl’inin) tecellîlerinin bir kısmı görünür; tamamı görünse, o = yapı dağılır, yok olur = yanar!; hiçbir yapı O’na dayanamaz; dağın dağıldığı gibi. (7/Â'raf, 143.) Hulûlün reenkarnasyonla (ruh göçü ile) uzaktan yakından hiçbir ilgisi/alakası yoktur.

BÜTÜNLEŞİKLİK

Bütünleşik (entegrasyon) kelimesi, kavramı ile 90’lı yılların sonunda iletişim alanında çalışırken tanıştım; sonra bu kavramı sosyal hayata ve sorumluluğa taşıdım. Bütünleşik İletişim, reklâm, halkla ilişkiler, pazarlama, haber (gazetecilik) ve propaganda gibi unsurları bir bütün (karma!, bütünleşik bir yapı) içinde ele alır. Ben bu yazıda bu kavramı zihnimin bir kenarında tutarak insan hayatına entegre etmeye niyet ettim; bakalım, ne çıkacak?!. Anoraksiya hastalığını bilirsiniz. Kişinin vücudunu beğenmemesi, kendini çook şişman görmesi ve kilo vermesi için oldukça az yenmesi, az uyuması ve çook yorulmasıdır. Bu durum vücudun dengesini bozar; onun için bu bir hastalıktır. Vücuttaki her organ düzenli ve dengeli çalışmalıdır; bu da dengeli ve düzenli beslenmeye/yemeye, yeterli derecede uyumaya/dinlenmeye bağlıdır. Bu, bedenin dengesidir; buna ruhun/psikolojinin dengesini de ilâve edersek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz : Düzenli ve dengeli çalışmayan, ruh durumunu dengeleyemeyen akıl da

ÖZ/ET OLARAK SİYASET FELSEFESİ

Siyaset, bireyin sosyal (toplumsal) hayatını yönetmek içindir; siyaseti, ekonomi (iktisat) açık bir şekilde; din de gizli bir şekilde etkiler, hatta belirler. Bireysel hayata (bireyin hayatına) siyasetin açık ve doğrudan bir müdahalesi yoktur; gizli ve dolaylı müdahaleyi ise herkes fark/hiss edemez. Modern siyaset felsefesinde din, bu alana “gizlenmiş/hapsedilmiştir.”!. Birey, devleti (= her hangi bir toplumsal/siyasal otoriteyi) kabul etmezse, buna Proudhoncu anlamda anarşizm denir. Bunun tam zıttında/karşısında da yoğun/baskın/baskıcı devlet kontrolü = marksizm vardır. Arada, anarşizme yakın duran liberalizm; devlete yakın duran sosyal demokrasi = sosyal devlet modelleri; tam ortada da flu duran demokrasi vardır. İslâmî bir devlet modelinde ise, nihaî otorite Allah ve Rasulü (= Kitâb ve Sünnet), Ul-ul Emr (fukaha ve ümerâ) ve örftür. Örfün, fukaha ve ümerânın görüşlerinin (koyduğu yasaların = içtihatların) Kitâb ve Sünnete uygunluğu esastır. İslâmî bir devlette, Müslümanlar gönülden

ANLAMI GÖRMEK!

“Anlamı Görmek”! Allah-u A'lem, burada anlamı göremeyenler, ötede Allah’ı göremeyecekler!. Anlamı Görmek, doğruyu görmek ve doğru yaşamaktır. Doğruyu görmeyen ve doğru yaşamayanlar (= Sırât-ı Müsteqîm üzre yürümeyenler), Allah’ı görebilirler mi?!. Allah (c.c.), hayatın anlamıdır.  Bu mümkün mü?!. Anlamı Görmek, sadece “nazar = nazariye” değil, “ameldir de = ameliyedir de”. Nazarsız = nazariyesiz amel de = ameliye de, amelsiz = ameliyesiz nazar da = nazariye de kişiyi yoldan çıkarır.

ÜSLÛP

Üslûp  Söz söylemekten (konuşmaktan) ve bişey/ler yazmaktan maksat, namluya kurşun sürmek değil, idrake ve kalplere dokunarak insanlara yaşanabilir bir hayat sunmaktır; bunu konuşma ve yazma üslûbu belirler. Kimi konuşma ve yazmalar, muhatabı kurşun gibi yaralar ya da öldürür; kimi konuşma ve yazmalar da hayat ya da şifa verir. Dil, yaralar da (öldürür de) yaşatır da. (Şifa da olur dert de.) Dili kullanmak, maharet ve cesaret ister; bunu sağlayan, ahlâktır = sorumluluktur. *** Doğru konuşma ve yazma, olacakları haber verme, şimdiden göstermedir. Şimdi ve gösterme, tahayyüldeki şimdi ve göstermedir; filmlerdeki görüntüler gibi. Filmde deniz görseniz, o denizde şimdi yüzemezseniz, o denizin varlığını da inkâr edemezseniz; aynen bunun gibi o konuşmanın ve yazmanın haber verdiklerini = gösterdiklerini de inkâr edemezsiniz. Konuşma ve yazma bir yanıyla tahayyül (hayal kurma) bir yanıyla da teakkul, akletmedir. Hayal, tehassusa = duyguya; teakkul, akla dayanır; akıl, delil arar; his/hayal, a

ZAMAN HK...

Zaman, bilinmesi, kavranması çook zor olan şeydir; hareketle özdeşlenir ve zamanın içinde olduğumuz için, içerden zamanı keşfedemeyiz, denir. Aslında zaman, bölünemeyen bir “bütündür.”!. Bizden önce de vardı, şimdi de var, gelecekte de var olacak; hiç bitmeyecek. Buradaki bölünüş ve bitiş = süre/ecel, buraya özgü ve sahtedir!.  Dünya zamanı, gece-gündüze (güneşin doğuş ve batışına), 24 saate ayarlı; başka dünyalarda başka güneşler var, belki de oradaki günler 240 saat/te, 2400, 2 milyon saat/te ... sürüyor; o güneşler bu kadar bir sürede doğuyor ve batıyor... “İşler (!), sizin hesabınıza göre bin yıl süren bir günde O’na yükselir...” (32/Secde, 5.) “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde O’na yükselir.” (70/Mearic, 4.) Bu âyetler, bize burada zamanın “göreceli/nisbî”! olduğunu gösterir. Zaman, kişinin içinde bulunduğu olumlu-olumsuz psikolojik duruma (moda) göre çabuk da geçer, hiç geçmek de bilmez. Sûfîler zamanı, ân-ı dâim, ibn-ul vakt, eb-ul vakt gibi terimlerle ifâde

NAMAZ

Namaz “Her şeyi sorguluyorsun, namazı da sorgula da, namazı niçin kıldığımızı bi söyle!.” diyen (sorusu böyle bir üslûbu çağrıştırıyor) biri sormuş... Baş üstüne, söyleyeyim. Namaz, bir Müslüman için olmazsa olmaz bir ibâdettir; Müslümanın dininin direğidir. Namaz, o Müslümanı kötülüklerden uzak, iyiliklere yakın tutmak için kılınır. Namazda zımnen Rabbe bu şekilde/böyle söz verilir ve ölene kadar da namaz terk edilmez; çünkü kişi ölene kadar kötülükten (şeytanî duygulardan ve işlerden) emîn/güvende olamaz; Rabbin yardımı/inâyeti müstesna. Rabb, “namazla ve sabırla Ben’den yardım isteyin.” der. Kimse, ‘ben bu dünyada şeytanımı (kötü/lük duygularımı) yendim, hele de öldürdüm.’ diyemez; burada olduğumuz sürece bu mümkün değildir; Peygamberler bile namazı terk etmemişlerdir. Burada kişinin her yaptığı iş, iyi olmaz, olmayabilir; namazla onu af dileyerek düzeltebilir... burada kimse, ‘ben erdim, benim her işim iyi, benim artık namaza ihtiyacım kalmadı.’ diyemez!. Ötede, burada insana potan

EVRİM

Evrim, genelde ilk ve basit canlıdan, son ve kompleks canlı insana geçişin ifadesi olarak kullanılır ve evrimcilerle dinciler (dindarlar!) arasına belli bir mesafe konur. Bu yazı, bu mesafeyi kısaltmak için filan yazılmadı; öğrenme kavramından hareketle evrime kısa bir dokunuş için yazıldı. Canlılar içinde en mükemmeli insan; insanı mükemmel yapan da aklı. Akıl, beynin bir fonksiyonu. Bildiğimiz anlamda “beyni olmayan” canlılar da hayatta kalmak için “bişeyler” yapıyorlar, ihtiyaçları olan şey neyse, onları bişekilde karşılıyorlar.  Evrimciler, bize en yakın canlıların, hem (iki arka ayağı üzerinde) dik yürüyen hem insana benzeyen hem de bazı şeyleri öğrenebilen canlılar olarak maymunlar olduğunu söylerler. Ben, daha çok bildiğimiz ve evcilleştirdiğimiz için, bi geriye giderek köpeklerden söz edeceğim. Köy hayatında köpek, av ve koruma amaçlı beslenir; şehirde ise “yalnızlığı gidermek ve süs” için besleniyor. (Köpek beslemediğim için yanılıyor olabilirim.) Köpeği evcilleştirme, onu eği

DUALİTE ve İNSAN BÜTÜNLÜĞÜ

Dualite : İkilik. Pluralite : Çokluk. Dualite/İkilik : Ruh-Beden. Madde-Mâ’nâ. Dünya-Âhiret. Söz/Lafız-Mâ’nâ... Çokluk : Her şey.  Ruhla bedeni “ayırdığımızda, ayrıştırdığımızda”, bunların (bu ikisinin) bütünlüğünü bizler (= yaratılmış hiçbir güç) sağlayamaz. Esasında bunlar ayrışmaz varlıklardır; yaşam = hayat, bunların ayrışmaz bütünlüğüdür. Bunlar burada muvakkat (geçici) olarak bitişiyor ve ayrışıyorlar. Bu geçicilikte = geçici hayatta, bu bütünlüğe herkes kendi “yazılımını” yüklüyor. Bir bilgisayarda donanım (beden) olur da yazılım (ruh) olmayınca, o bilgisayar nasıl çalışmazsa; insanda da ruh bedenden ayrılınca insan da çalışmaz = yaşamaz, yaşamıyor. Geçici ayrılıktan (ölümden) sonra, bu iki unsur tekrar birleşecek; ruhumuza (amel defterlerimize) yüklediğimiz yazılımla bu iki unsur tekrar “birleşecek, insan bütünlüğü bozulmayacak, fert kaybolmayacak”, yüklediğimiz yazılımlara göre o fert = o yapı = o bütünlük tekrar çalışmaya başlayacak. Kimi yazılımlar cennetteki bütünlükle; kim

MUHASEBE

Muhasebe : Çalışma-çabalama sonunda hesap yapma ve hesabın sonunda kâr-zarar hesaplama. Neyi hesapladığımız, kâr-zararın ne olduğu ve bu hesabın vadesi (kaç yılda bir yapıldığı da dahil) önemli. Sizce kâr nedir? Emek verilen bir işin sonucunda ele geçen kazanç, değil midir? Bu kazancın kısa ya da uzun vadede bir işe yaraması, kazanan = çalışan insanın hayatını kolay kılması, ona er ya da geç bir menfaat sağlaması gerekiyor mu? Böyle bir “beklenti”! olmasa,  insan niye çalışsın? Çalışmaz değil mi? Çalışır!, diyenleri, başka bir sâik/motivasyon çalıştırıyor olmalı!. Bu ikisinin kâr-zarar hesabı, muhasebesi aynı olmaz; birinci tür hesap yapan, ikinci hesabı anlayamaz. Birinci tür hesap yapanların hesabı kısa vadeli, maddî, parasal, dünyevî ve somuttur; ikinci tür hesap yapanlarınki uzun vadeli, ma’nevi, uhrevî ve soyuttur. İlki biten, tükenendir; ikinci, bitmediği ve tükenmediği söylenendir (!). İlki, hesaba gelendir; ikinci, hesaba gelmeyendir (bi gayri hisâb). İlkinde, kişi hesap yapınc

KAFA (BAŞ)

Kafa (baş), insanın en değerli uzvudur; neredeyse tüm değerli (duyu) organlar(ı) orada/ondadır; duygunun kalpte olduğu kabul edilir. İki göz, iki kulak, iki deliği ile burun, tat alma organı dil, konuşmak ve nefes alıp-vermek için ağız, akıl (beyin)... Böyle değerli bir organ, sadece Rabbin Huzurunda (Önünde) eğilir; secde ile alın (baş) toprağa konur. Canlılar içinde dik duran ve dik yürüyen tek canlı, insandır. Bu dik duruş, başın “yukarda” oluşudur. Yukardaki baş, sadece Rabbin Huzurunda (Önünde) eğilir. (= Rukû ve Secde) ... ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;  Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!...  -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan koğârım! Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;  Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.  Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,  Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!  Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?  Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!  Kanay

FRAGMAN

Fragman, sinema dilinin bir kelimesi; gösterilecek bir filmin kısa tanıtımı. Esasında filmin tamamı hayattır; bu anlamıyla her söz ve yazı da bir fragmandır.  Hiçbir kitap, hayatı tam anlatamaz; her kitap bize hayat hakkında kısa notlar = işaretler = izler verir.  Kur'ân bile! hayat hakkında “temel ilkeler” verir ve geçmiş hayatlar hakkında ibret alınması için “kısa fragmanlar” sunar; bu “fragmanları”! da Kitâb’ın çeşitli sûrelerine serpiştirir ki siz, onların kendi yaşadığınız hayatla irtibatını kurun!, der.  Hiç kimse, hiçbir kitapta kendi hayatının “tümünü” yazamaz; yazdığını farz edelim!, bu kitabı okumaya hiç kimsenin gücü ve zamanı yetmez. Öyleyse, kitaplara da bi tür fragmanlar olarak bakmamızın bence hiçbir sakıncası yok. Kur’ân, bizim bildiğimiz “konulu kitaplar” gibi değildir; Onun düzeni geçmişe de gider, şimdi/ân hakkında söyleyeceğini de söyler, gelecekte olacaklardan da söz eder... Onu, “ilâhî bir fragman gibi”! okumak, ara boşlukları/nı yaşadığımız hayatla doldurmak

HAFIZA

Hafıza, hem bellek/bellemek hem belleneni saklama/k demek. Hafız, Kur'ân’ı hafızasına alan, hafızasında tutan, Mushaf’a bakmadan okuyan. Hazıfayı ikiye ayırmazsak ya da iki kol/damar olarak görmezsek, bize tevarüs eden (nesilden nesile aktarılan, miras kalan) bişey (bilgi, tecrübe) olmaz. Hafıza : 1. Kişisel hafıza 2. Toplumsal ya da tarihsel hafıza  Kişisel hafıza, kişinin hafızasıdır; toplumsal ya da tarihsel hafıza ise dünden bugüne = bize, gelen bilgi ve tecrübe birikimidir. Bunlar geleneklerle fiilen ve sözlü; kitaplarla da yazılı, yazı yoluyla taşınır. Modern hayat, gelenekleri öldürdü; söz, değerini yitirdi, onun yerini görüntü (görsellik) aldı; yazı yazılıyor ama okunmuyor = okuyan çok az. İnsanlar mesajlarını görüntü ile (fotoğraf, video, film/sinema vb.) veriyor; yazıyı okuyanlar, köklerini arayanlar ve o köklere dayanarak sağlam gelecek kurmak isteyenlerdir. İnsanlık tarihi, aslında bir devamlılığın tarihidir. Hayat, total hayattır; herkes o hayattan bipay alırken =