Kayıtlar

AĞRI

İlden değil duygudan söz edeceğim. Ağrı, hissettiğimiz kötü, hareket alanımızı kısıtlayan, bizi yaşamdan uzak tutan aynı zamanda da uyaran bir duygudur. Bu uyarı ciddîye alınmaz ve tedavî edilmezse, organizmamızın (bedenin ve ruhun) bütünlüğü bozulur, uyuyamayız, endişemiz ve ölüm korkumuz artar... Ağrı sadece fiziksel bir travmadan, çarpma, kesme, organ yapılarının bozulması gibi sebeplerden kaynaklanmaz; bişeye kafayı takmak, onu bitürlü çözememek, birinden kötü bisöz işitmek ya da birine kötü bisöz söylemek, ileri düzeyde yaşanan “anlamsızlık sorunu” gibi biçoook “görülemeyen” sebepler de ağrıya yol açar. Bunlar genelde baş ağrısı ve kalp ağrısı şeklinde ifâde edilir; ağrıyı bir “bozukluk” olarak ele alırsak, can sıkıntısı da bitür ağrıdır. Organik ağrıları (beden ağrılarını) fark edince doktora (hekime) gidiyoruz ama ruh ağrılarımızı hiiç fark edemediğimiz için herhangi bir “hekime” başvurmuyoruz. Ruh ağrılarını fark edenler için, tedavi ilimde ve hikmettedir; bu ağrıları fark etme

AKIL VE DUYGU

Akıl, duyu verilerinin algılarını mantık kurallarına göre yorumlar ve bir yargıya varır, buna bilgi diyoruz; duygu, olumlu ve olumsuz histir. Akıl, soğuk; duygu sıcaktır; duygu bizi akıldan çok daha fazla etkiler. Akıllı olup, duygusuz olanlar; duygulu olup, akılsız olanlar, bitürlü hayatlarında “dengeyi, istikrarı, hadi mutluluğu diyeyim” yakalayamazlar, kâh oraya kâh buraya savrulurlar. ‘Acıdık iyilik ettik, başımıza gelmeyen kalmadı’ yakınmasından tutun da, ‘zalimlere acıdık, mazlumları yok ettik’ deyişine kadar söylenenler büyük ölçüde akıl ve duygu dengesini kuramamanın ürünü ama benim konum bu değil, Tanrı tasavvuru. Kimimiz çook akılcı (makul ama soğuk) bir Tanrı tasavvur eder, kimimiz de O’nu kendi duygu dünyasında (içinde, sıcacık) yaşatır. Akılcı, O’nu öteler, ötekileştirir; duygucu O’nu kendine “yakın ve özel” görür. İlki için O, herkesin Tanrı’sıdır; ikinci için O, sadece kendinin Tanrı’sıdır. Oysa O, hem herkesin (âlemin) hem de kişinin “özel Tanrı’sıdır”!. Herkesin olan,

KANT'TA AKIL

Kant, aklı ikiye ayırır : Půr/Saf (teorik) akıl ve Pratik akıl. Pür/Saf akıl, mantık demekti; pratik akıl da ahlâk. İlki bilim yapar, anlar, açıklar; ikincisi davranır, inanır ve tapar. Akıl bunları yaparken normalde (ikisi) birlikte hareket eder; mitik davranmaz, anlamadığı şeye tapmaz; benimsemediği (içselleştirmediği) şeyi yapmaz vs... Kant’ta ödev içsel bir maksimdir; onun ahlâkı ödev ahlâkıdır, o ahlâk da “rasyoneldir”, akla dayanır, vahye dayanmaz. Kant’ın yaşadığı dönem, Avrupa’nın aydınlanma dönemidir (18.yy.), bu dönemden önce de bu dönemde de Yahudiler, Hristiyanlar ve filozoflar teorik/saf akılla, hem mitik, yitik, aşkın/transandantal ve uzak hem de mistik, agnostik, ikonik, somut ve yakın biçook tanrı tasavvuru geliştirmişlerdir. Bu aklın geliştirdiği tanrı, iyiye de kötüye de kullanılabiliyordu; kimi zaman neredeyse deusla değil daimonla özdeş görülebiliyordu. Bu dönemin ürünü olan teizm, böyle bir aklın ürünü olarak sahneye çıkmıştı. Teizmde Tanrı, akıllı bir tasarımcıdır

TÂLİH

Nasip. Kısmet. Baht. Şans. Nasip, büyük pastadan bize düşen maddî ve manevî, iyi ve kötü pay. Kısmet, bu payın taksimi, bize düşen kısmı. Baht, bu taksimin kişide/ki bilinmeyen karşılığı. Şans, bu karşılığın gerçekleşmiş hâli. Bahtı bilemediğimiz için başımıza gelene razı oluruz; bahtı kaderle eşleştirir/eşitler, kör talih de deriz. Bahtı birilerinin açtığını-kapadığını da söyleriz (bahtım açıldı-kapandı deriz). Baht, Farsçadır; kısmet ve nasib, Arapça; şans, Fransızca ya da Latince (chance). Nasip bilinse bile burada tam eşit ve âdil dağıtılamaz; ötede çoook hassas bir dağıtım yapılacak. Çünkü bu hayat, (iyi ya da kötü, az ya da çok olacak olan) ötedeki nasibi belirleyen bir hayattır; mutlak adâletin değil, mukayyed adâletin gerçekleştiği yerdir; mutlak adâletin yeri ötedir. ... Yedi kişi eşit hisseli kurban kesiyor, kurban etini paylaşmak için yediye bölüyor, tarttığı hâlde ‘et kalitesi’ eşit olmayabilir diye de kura çekiyor/atıyor ve kurada çıkan ete razı oluyor.  Kontrolümüzdeki, b

BAHANE

Bir sözü, bir işi ne niyetle söylediğimizi ve niye yaptığımızı biliriz ama muhataplarımıza bambaşka bir niyet ve sebep açıklarız; işte gerçek/asıl niyete ve sebebe uygun olmayan niyetlere ve sebeplere bahane diyoruz. Bahane de bir tür sahtekârlıktır, münafıklıktır ve nifaktır; onu gerçek münafıklık ve nifaktan ayıran şey, savunudur. Nifakta münafık, (yanlış) sözünün/eyleminin yanlış olduğunu bilmez ve savunmazken; bahanede yanlış ya da doğru bir sözün ya da eylemin neden yanlış ya da doğru olduğuna sahte sebepler aranır ve bulunur, böyle yapılarak güya muhataplar kandırılır, kişinin kendinin iyi ve doğru biri olduğuna inandırılır!. Bu konuyu niye yazdım? John Milton ‘Yitik/Kayıp Cennet’ adlı şiir kitabında Tanrı’nın da böyle bir bahane ileri sürdüğünü ima eder ve der ki : Tanrı, Âdem ile Havva’nın cennette günah işleyeceğini önceden biliyordu ama onlara bir bahane “ayarladı” ve şeytanı yarattı. Sanki şöyle demek istedi : hem Benim takdirim (kader) egemen/geçerli hem de sizi/insanı (Âde

ARAMA

Arama, bişeyi (birini) bulmak için çabalama. Herkes bişey arar. Bulur mu? Aradığı şeye bağlı. Bulduğu şey, arayanı “tatmin” etmiyorsa, aramaya devam eder. Aranan, aslında Tanrı’dır. Tarih boyunca hep O aranmıştır. Pekiî O’nu kim bulmuş?!. Bulan olmuş mu?! Belki Peygamberler ama Onlar da O’nunla “tam yüz yüze” gelmeye dayanamamışlardır. Mûsâ, düşüp-bayılmış; Muhammed, miraçta O’nunla “perdesiz” görüşememiştir... Filozoflar O’nu aklen; Yahudi, Hristiyan ve Müslüman mistikler de O’nu kalben aramış ve ulaştıkları kadar O’nu bize “anlatmışlardır”!. Yahudi mistik Abraham Ebûlafia’lar ve Martin Buber’ler, Hristiyan mistik Augustinus’lar ve Eckhart’lar, Müslüman mistik A’rabi’ler ve Rûmî’ler O’na “en çok yaklaşan” adamlardır. Filozoflardan Platon, Suhraverdî, Spinoza, Kierkegaard, Wittgenstein, vs... Yine de bunların içinde O’na en çoook “yaklaşanlar”! Nebî ve Rasüller olmuş; O’nu bize en iyi Onlar  “tanıtmışlardır”!. Aslında kimse O’nu “tam”!! bulamamıştır; bulsaydı, yaşamasının bir anlamı ka

YAKINLIK

Yakınlığı ben ikiye ayırıyorum.  1) Dildeki yakınlık. 2) Gönüldeki yakınlık. Farsça’da dilin, gönül demek anlamında olduğunu da biliyorum. Dilde yakınlığı “sen” zamiri ile ifâde ederiz. Sen, karşımızdaki kişidir, muhatabımızdır. Türkçe’de ‘sen’i biraz daha kibar ifâde etmek için ‘siz’ şeklinde de söyleriz.  Rabbimize duâ ederken de “O, sanki karşımızdaymış gibi”! ‘Sen’ deriz; hatta duâlarımızı “emir kipine” dönüştürürüz. Ya Rabbi affet!. Ya Rabbi kabul et!. Helâl rızık ver/ihsan et!. İlmimi artır!. vs... Bakara son âyetlerde (‘âmenerrasûlü’de) “Ente Mevlânâ = Sen bizim Mevlâmızsın.”; ve bir çok âyette “inneKe = muhakkak ki Sen.”; “Ente Erhamurrâhimîn = Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” vb. deriz. “O’nu karşımızdaymış gibi! kendimize yakın görür ve hissederiz.” Bu yakınlığımız, sadece dilde (sözde) kalırsa; kimilerimiz de bu yakınlığın sözde (dilde) olduğunu bile fark edemezse!, O gönlümüze nasıl iner/girer?!. Dilimizi ciddiye alır, ne söylediğimizi bilirsek o yakınlık, inşal

İNKÂR BİÇİMLERİ

İnkâr Biçimleri  • Görmemezlikten gelme • Sessiz kalma, sözlü bir tepki vermeme • Uzak durma (uzaklaşma ve uzaklaştırma, kovma/sürme/sürgün etme) • Yerme, sövme, lânetleme • Öldürme... İnkâr = Tanımama, muhatap almama, kabul ve tasdik etmeme. Kişi/ler kişileri, devlet/ler devletleri, kültürler kültürleri, dinler dinleri inkâr edebilirler. Kişiler, kültürler ve devletler de Tanrı’yı (ve tanrıları) inkâr edebilirler; tâ ki inkâr edilemeyecek bir Tanrı’yı bulana, O Tanrı’ya ulaşana kadar. İnkârın zıddı ikrardır; ikrar, biyerde/bişeyde karar kılma; birini/bişeyi tasdik etme, kabul etme, itiraf etmedir.  Biz ikrarı da inkârı da sadece dille yapılan bişey (iman = dil ile ikrar, ...) olarak biliriz, oysa ikrarın da inkârın da dil dâhil her organa bakan yüzü/yönü/vechesi vardır. Aslında organlar birbirinden bağımsız değildir. Dil ya da el, beyinden ya da kalpten ayrı çalışmaz. Siz, ‘eli işte gözü oynaşta olan’ adama ne diyorsunuz?!. Bu deyimi ciddiyetsiz, hassasiyetsiz ve samimiyetsi

SOFİ

Kelimenin aslı sâfi, saf, katışıksız, yalın. Kelime, sûfî şeklinde de okunur; tasavvuf da kelimenin tefa’ul babındandır, saflaşma eylemi/çabası demektir. Bu iş daha sonra kurumsallaşınca adına tarikat denmiş, bir prosedürü, mürşidi ve müridi oluşmuştur.  Efendimizin Medine’deki Ashab-ı Suffa’sindeki suffe; gölgelik, çardak, pervaz, seki, tente gibi anlamlara gelir. Oradakilerin kendi evleri yoktu, kendi geçimlerini kendileri sağlamıyorlardı; ashab onları besliyor, onlar da ilimle besleniyorlardı. Sûf, Arapçada yün demek. Sofilerin yünlü elbise/entari giydikleri için bu adı aldıkları da söylenir. Asıl önemlisi onların “ihtişamdan, gösterişten, debdebeden” uzak oluşlarıdır. Dört halifeden sonra devlet katında ihtişam, gösteriş, debdebe görünmeye ve tebea ihmal edilmeye başlanınca, bir kesim biraz tepkisel ve siyasal olarak biraz da sünnete uygun olduğunu düşünerek, uzak kalmayı, arınmayı ve yalın yaşamayı tercih etmiştir. Fikrî plandaki mu’tezile bile i’tizalden uzaklaşmak, bir kenara/uz

KUTSAL EŞİK

Görünenden görünmeyene, maddeden ma’naya, fizikten metafiziğe, bedenden ruha, ... geçilen yerdir bu kutsal eşik. Ben bu eşiğe vicdan diyorum. Bu eşiğin bu tarafında “ben/biz”, öbür tarafında “Rabbimiz” vardır!. Bu eşiği geçemeden Rab bulunamaz; bulunsa da bu taraftaki “etkisi/yetkisi” bilinemez!. O eşik bir kez geçilirse, artık “her yerde” O’nun Varlığı ve Hükümranlığı hissedilir, O’ndan kaçılamaz!. O gökte de ilâh yerde de ilâh olur. Bu eşiği geçemeyenler için O, sadece gökte (uzak) ilâhtır, O’na sadece ma’betlerde seslenilir, duâ ve ibâdet edilir; yerin ilâhı O değildir!, yerde başka ilâhlar (şeytanlar, tağutlar) egemendir, onlara kulluk edilir. Mekke müşrikleri de Allah’a böyle inanıyorlardı. Onlara da gökleri ve yeri kim yarattı diye sorulduğunda, “Allah” diyorlardı (29/Ankebut, 61.) ama O Allah’ı yeryüzüne, hayatlarına “karıştırmıyorlardı”!.  Gerçek iman, bu kutsal eşiği geçmektir.

VİCDAN

İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden (= hakkı bâtıldan) ayırmamıza yarayan duygu. Vicdanla akraba olan kelimeler : Vücûd (Vücûd-u Mutlak, Vücûd-u Mümkün, Vücûd-u Mümtenî) Vecd. Mevcûd. Mûcid. Tecevvud. Vahdet-i Vücûd. Kelimenin kökü VCD (وجد). Bulmak. Rasgelmek. Elde etmek. Aramadan bulunmaz.  Ne aradığınızı bilirseniz bazen rast gelebilirsiniz. Bulursunuz ama bu sefer elde tutamayabilirsiniz. Hayatta çook şey ararız; çoğunu da buluruz ama bulduklarımız bizi tatmin etmez ve hep aramaya devam ederiz; tâ ki, “bişey” bizi tatmin edene kadar. İşte! o bizi tatmin eden, huzura kavuşturan şeyi bulunca, artık aramayı bırakır ve kendimizi ona teslim ederiz. Ömrümüz aramakla geçiyor; bulan, çook az insan var!. Neden söz ettiğimi anlamış olmalısınız. Tanrı’dan. Tanrı’yı bulduğunu sanan kabaca üç grup insan var : Halk/ahâli/çoğunluk. Düşünce adamları (Bilim ve Din adamları, Feylesoflar) ve İnananlar (Mü’minler, Evliyâlar, Enbiyâlar) Tanrı’yı merkeze alarak söylersem : Halkın bulduğu/

YOLU KAYBETMEK

Ya da yolu şaşırmak. Gideceğimiz yere bitürlü gidememek. Dönüp durmak... Her gün biyerlere gideriz. Gittiğimiz yerler hiç bitmez. Belli bir süre sonra gittiğimiz yer, geldiğimiz yer olur; hâlbuki geldiğimiz yer de biraz önce gitmek istediğimiz yerdi; burada bu “döngü” sürer-gider... Burada aslında hiçbir yer “gerçek evimiz”! değildir. Ontolojik olarak da doğumla biyerden gelir; ölümle biyere gideriz. Çoğumuz, şimdi fark etmese de ölünce, “yolunu kaybettiğini” anlayacak!. Nereden geldiğini bilemeyen, nereye gideceğini de bilemez ama yine de insan, nereden geldiğini bilmese de, gideceği yeri bilirse, pekbisorun yaşamaz, ama nereye gideceğini bilemezse, bu sefer geldiği yere de ulaşamaz; çünkü geldiği yere gitmek, bu kez de gideceği yer olmuştur!. Yolunu kaybetmek, tam da böyle bişeydir; hiçbiyere gidememektir ya da gittiğini sandığı yerlerden memnun kalmamaktır. Din, bize, cennetten geldiniz; orada sözünüzü tutmadınız ama hatanızı da anladınız, tövbe ettiniz, tövbenizdeki samimiyeti görm

İNTERNET

İnter, international’ın inter’i; net de network’un; uluslararası ağ/şebeke demek. Daha dar kapsamlı olanları : intranet ve extranet. İlk kez Amerkan ordusunda (Pentagon’da) kullanılmaya başlanmış, sonra tüm dünyaya yayılmış.  Dünyadaki internet kablo ağı, kaç milyar km’dir acaba?!. Dar alanda kablosuz ağlar da çalışıyor.  Bu bir şebeke; bu şebekenin ağ yapılanması LAN (lokal), geniş ağ WAN, kişisel ağ PAN, kentsel düzeyde MAN şeklinde kablolu ve kablosuz (Wi-Fi) olarak URL’ler üzerinden kişisel bilgisayar ve telefonlara (İP ya da İMEİ adreslerine) ulaşıyor. Bu ağda (şebekede) herkes kendini “özgür ve merkezde” zanneder. Oysa bu şebekeyi “kontrol” eden bir güç ya da güçler vardır. Büyük oranda internet içeriklerini de bu güçler belirler ve yönetir. Bunu yaparlarken arka planda alan adı (DNS) ve kişisel İP’ler üzerinden internet abonelerini de yönetirler. İnternet kablolarımız bişekilde bizi onlara bağlar. Yakında tamamen kablosuz da bağlayacağız bu yeni tanrılarımıza!. (Not : Genelde 1-

FATURALAR

Dünya ve içinde de biz, ağır bir ekonomik bunalım (kriz) yaşıyoruz ve bu bunalımın (krizin) faturasını büyük oranda pandemiye kesiyoruz; oysa bu krizin baş aktörü sistem ve yanlış yönetimlerdir. Tüm dünyada da bizde de, başta enerji fiyatları olmak üzere her kalemde çook ciddî bir artışlar var; bu durum, dar gelirli vatandaşın cebini değil tâ kalbini yakıyor; tuzu kurular rahat. Türkiye şartlarında tuzu kuruların içine dahil olabilmek için “bugün” (yarın değişebilir) aylık en az 15.000 TL ve üzeri bir gelire sahip olmak gerekiyor. Kim bu tuzu kurular? Ülkenin %10-15'i. % 85-95’i gerçekten zor durumda ve karamsar.  Öne çıkan konu elektrik faturaları. Bana gelen faturayı detaylı inceledim. Aylık 265 kw kullanmışım 555.00 TL fatura geldi, 103 TL’si vergi (%18 KDV ve ayrıca Elkt. Tük. Vergisi); 1 kw elektrik yak. 2.09 TL. Bir aile ortalama 10 metreküp de doğalgaz tüketse, doğalgazın mk’ü de yak. 2.8 TL; 750-800 TL de doğalgaz faturası; artı su; sadece faturalar en az 1.500 TL. Bunlar k

CILIK, ...CULUK.

Gençliğimde ekmeğimi kazanmak için lokantalarda bulaşıkçılık; daha sonra bakkalcılık ve hocalık yaptım. Bunlar birer meslekti ve meslekler ekmek parası içindi ama herkes ekmeğini bu tür meslekleri yaparak kazanmıyor. Kimi dernekcilik, kimi vakıfcılık, kimi tarikatçılık, kimi cemaatçilik, kimi de kavmiyetçilik yaparak para, prestij ve güç kazanıyor.  Maalesef dincilik, özelde islâmcılık, yaparak da para, prestij ve güç kazanılıyor. İslâm, her türlü mesleğin (işin = hayatın) nasıl doğru-iyi ve güzel yapılacağına dair ahlâkî, doğal/fıtrî ve evrensel ilkeler koyan ilâhî bir rehberliktir; siz onun bu “özelliğini” samimî bir şekilde dikkate almaz da onu kullanır, kişisel, toplumsal ve siyasal prestij ve güç kazanmaya çalışırsanız, islamcılık yaparsınız; din alır, din satar ve bu alım-satım üzerinden ekonomik, dinsel (dînî) ve siyasal güç elde edersiniz. Dinde samimiyet = Allah rızası = Âhiret/öte dünya/hesap bilinci ortadan kalkarsa, bu dindarlık olmaz; dincilik (islamcılık) olur. İslâm, elb

ÖNEMLİ BİR UYARI!

“İmanında bir hayır kazanmamış kimse”!..  لاَ يَنفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا (6/Enam, 158.) Bunca ibâdet yaptığımız, bolca zikir çektiğimiz, önemli gün ve gecelerde içten “yalvardığımız, duâlar ettiğimiz” hâlde, niye böyleyiz?!. Rabbimiz bizi duymuyor mu?! da bu hâldeyiz!. İyi miyiz?!. İyi isek, sözüm meclisten dışarı.  Değilsek niye?!. İmanı, sadece bir “kabul”; dini, sadece bir ritüel (litürji, bireysel ve toplumsal ve de şekilsel âyin) olarak gördüğümüz için olmasın!. Din, bizden salih amel (eylem), Rabbin emirlerine tam teslimiyet istiyor. Sözel imanın (= sadece dil ile ikrârın) yeterli olmayacağını söylüyor. Başta ana-babalarımız olmak üzere, yakınlarımıza, yolda kalmışlara, yoksullara, mazlumlara, yetimlere, ... iyilik edin! diyor. “Allah’ın size iyilikte bulunduğu gibi, siz de insanlara iyilikte bulunun.” diyor. وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ   (28/Kasas, 77.) ... Bütün dinler bunu söylüyor. İsrailoğulları da zamanında tapınaklarında (Beth-El’de, Esegila’da, Dan’da) Rabl

İSÂ (a.s.)

Özelde İsrailoğullarına, genelde tüm insanlığa gönderilmiş kurtarıcı = Mesih İsâ.  Hanne’den, Hz. Meryem’in annesinden başlamadan İsâ anlaşılamaz. Hanne, bir erkek çocuğu olacağını düşünerek onu ma’bede adar ama kız doğurunca; “Ya Rabbi, ben bir kız doğurdum, adını Meryem koydum, Sen kabul buyur!.” der (3/Âl-i İmrân, 36.) Meryem’in bakımını ma’bedde Hz. Zekeriyya üstlenir; her yanına gidişinde rızkını yanında hazır bulur. İsâ, Hz. Meryem’den babasız olarak dünyaya gelir. Hz. Meryem’in yaşadıkları, 19. Meryem Sûresinde anlatılır. İsâ doğduğunda Kudüs ve civarına Yahudiler hâkimdir. İsâ, Beytlehem’de bir hurma ağacının altında dünyaya gelir. Ahali O’na, “Ey Meryem Sen gerçekten iğrenç bişey yaptın, Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi, annen de iffetsiz değildi.” (19/Meryem, 27-28.) diyerek tepkilerini ifâde ederler. Kucağındaki çocuk (İsâ) : “Beşikteki çocuk : Kuşkusuz ki Ben Allah’ın kuluyum. O, Bana Kitâb verdi ve Beni Nebi yaptı.” dedi. “Ve Beni bulunduğum her

OLMAZSA OLMAZ!

Ne çook olmazsa olmaz dediğimiz şey var. Para, olmazsa olmaz.  Sağlık, olmazsa olmaz. Şu adam, başımızda olmazsa olmaz. Şu işi başaramazsam, olmazsa olmaz. Elektrik, su, ekmek, telefon, petrol, olmazsa olmaz... Elektrik, telefon, petrol yokken de hayat vardı.  O adam yokken de... Ama, Su ve ekmek yokken, hayat yoktu. Suyu ve ekmeği, “hayatî” buluyoruz da, onları var Eden’i “hayatî” bulmuyoruz ve O “yokken”! hiçbişey olmaz demiyoruz!. O “yokmuş gibi”! davranıyoruz!. Üstelik,  “O’ndan başka ilâh yok.” da diyoruz. O “yoksa”! hiçbişey yok!. O, “olmazsa”! hiçbişey olmaz!, demiyoruz. Diyor muyuz?!. Gerçekten mi?!.

MÛSÂ (a.s.)

Öldürülecek korkusu ile bir sandığa konularak Nil’e bırakılan çocuk. Firavun’un sarayında büyüyen çocuk. Şuayb (a.s.)’a 8-10 yıl öğrencilik eden ve O’na damat olan genç. Ruhunda sorumluluk ateşi yanan “adam”. Ve Tûr’da Rabbinin Nidâsına muhatap olan “adam”. Doğrudan Rabbinden talimat alan “adam”. Kardeşi Hârun ile Firavun’un karşısına dikilen “adam”. Çağın sihirbazlarına meydan okuyan “adam”. Kavmini Firavun’un zulmünden kurtaran “adam”. Rabbinin izni ile âsası ile Kızıldeniz’i yaran “adam”. Kavmini kırk yıl çöllerde gezdiren “adam”. Kavminin buzağıya (altına) taparak kendisine ve Rabbine ihanet ettiği “adam”. “Adam gibi adam”. Irkçı ve kavmiyetçi Yahudilerin kimselere vermediği “adam”. Bizim adamımız, insanlığın adamı. Sadece İsrailoğullarının değil herkesin önderi, rehberi olan bir “adam”. Yaşadığı çağ yak. M.Ö. 1400-1300; insanlar O’nu dinleseydi O, sadece İsrailoğullarını değil herkesi kurtarırdı, İsrailoğulları O’nu sadece kendilerinin Peygamberi sandılar; buna rağmen Sâmirî’ye uy

İBRÂHÎM (a.s.)

Üç semavî dinin ortak atası, tevhidin babası, imanın şövalyesi İbrâhim. O kadar kıymetli ve değerli ki her tahıyyatta Efendimizle birlikte O’na da salât-ü selâm gönderiyoruz. Ur’da (Urfa, Harran!) doğdu İbrâhim. Babası ya da amcası göçmen bir kavmin reisi idi, muhtemelen mecûsî idiler, ateşe, yıldızlara ya da güneşe veyahutta putlara tapıyorlardı. Batıya doğru (Filistin, Mısır) göç ettiler; Babil tanrılarını (Iştar’ı, Baal’ı, Nahar’ı, Yam’ı vb.) tanıdılar. İbrâhim, kavmiyle yaklaşık M.Ö. 1850-1800 civarında Filistin kenti Hebron’a yerleşti. İçsel bir arınma ve tefekkür sürecinden sonra Kur'ân’daki ifadeleri  “bunlar benim Rabbim değil; Benim Rabbim ‘batmaz’!” şeklinde özetleyebileceğim durumu yaşar ve aynı zamanda kavmini de düşünmeye davet eder.  O’nun yaşadığı deneyimi kimse yaşayamaz, o deneyime kimse dayanamaz; O, onun için büyüktür ve Ülü-l Azm arasına girmiştir. Putları tek tek balta ile kırmış, büyük putu ibret-i âlem için bırakmıştır. Çağının firavunu Nemrut tarafından ateş

ÜLÜ-L AZM

Azm/azim sahipleri demek; bilinen dört meşhur “ülü-l” var. Ülü-l Elbâb, Ülü-l Ebsâr, Ülü-l Emr ve Ülü-l Azm. Ülü-l Elbâb : Akıl sahipleri. Ülü-l Ebsâr : Basîret sahipleri. Ülü-l Emr : Emr sahipleri. Ülü-l Azm : Karşılaştıkları bütün zorluklara azim ve kararlılıkla dayanan Peygamberler : Nuh, İbrâhim, Mûsâ, İsâ ve Muhammed (aleyhimüsselâm). Ülü-l Elbâb ve Ülü-l Ebsâr olunmadan Ülü-l Emr olunursa, zulüm ortaya çıkar. Ülü-l Emr olan bazıları Ülü-l Azm olamaz, zorluklara katlanamaz.  Ülü-l Azm olanlar, zaten hem Ülü-l Elbâb hem Ülü-l Ebsâr hem de Ülü-l Emr olur. Bu yazı, Ülü-l Azm Peygamberlerin hayatlarından kısa kesitler (fragmanlar) sunacak. İlki Nûh (a s.)’dan. 900-950 yıl kavmine Hakk’ı/hakikati anlatmak için uğraş-çabala, (neredeyse) sana kimse inanmasın ve üstelik seninle dalga geçsin. 71. Sûre, Nûh Sûresi, Nûh (a.s.)’in mücadelesini özetler. 5 ilâ 9. âyetler: “Ya Rabbi! Ben halkıma gece-gündüz çağrıda bulundum. Fakat Benim çağrım onların kaçışlarını artırdı. Parmaklarını kulakların

DÎNÎ DENEYİM

Kendini dindar olarak isimlendiren (hisseden, bilen) herkesin, öyle ya da böyle (içsel ya da dışsal) bir dînî/dinsel deneyim yaşamış olması umulur ya da beklenir.  Böyle bir dinsel deneyim yaşamayanlar, kendilerini nasıl dindar hissedebilirler?!. Dînî deneyimler kişiye özeldir; bizzat bunlardan söz etmeyeyim, şöyle bir soru silsilesi ile konuya gireyim. Din, size ne verdi, veriyor; inandığınız dinin size extra ne gibi bir getirisi oluyor, bu din iç dünyanıza ve dış dünyanıza nasıl bir katkı sunuyor; sunuyor mu; sunuyorsa, bu size içsel olarak nasıl bir huzur duygusu veriyor veya dışsal olarak sizin hayatınızda ne gibi (nasıl) bir değişikliğe sebep oluyor?. ilh.. Bu soruyu şöyle de toparlayabilirim. İnandığımız bu dinin Tanrı’sına değil de başka bir dinin (sözgelimi Hristiyanlığın) Tanrı’sına inansaydık, içsel/özel (psikolojik) ve dışsal/sosyal (kamusal) hayatımızda ne gibi bir değişim olurdu; İslâm’ın Tanrı’sına inandığımız için bir Hristiyanla farkımız ne, yaşantımızın neresinde onlar

İSLÂM BİNASI

Aslında varlık (kâinat) binası demem lâzımdı ama kâinatın binasını (düzenini) bizler kurmadığımız için daha özel ve bizi ilgilendiren bir “binadan” söz edeceğim. Kâinat binasını da din (İslâm) binasını da Allah kurar ve yönetir (idare eder), O, El-Hayy-el Kayyûm’dur. Bu yazı, din binasının ana unsurlarını konu ediniyor. Bu binanın odağında (merkezinde) Tevhîd (Allah) vardır; binanın diğer unsurları/elemanları O’nun “etrafında” yerlerini alırlar. Allah, merkezden çekilirse tüm yapı çöker. Din binasının (dinin) teorik-kavramsal düzeyde de anlaşılabilmesi için, yine merkeze “Allah Kavramını” koymalıyız. O “Kavram” olmadan, dinî her kavram iyi ve doğru anlaşılamaz. Ne Peygamber, ne Kitâb, ne İbâdet, ne Hesap (Âhiret), ne Şefaat, ne Zikir (Tesbih), ... hiçbir dinî kavram anlaşılamaz; her kavram serseri mayın gibi düzensizleşir ve içi boşalır. Din, bir kavramsal yapı (düşünce sistemi ise)! ise, onun zihin ve dil düzeyinde anlaşılabilmesi için bu kavramların düzenli bir örgüsünün, örgütlü bir

KELİME-İ TEVHÎD ya da ŞEHÂDET

Yeni bir dine/dünyaya girişin anahtarı, parolası, mottosu. Eski dünyasından/dininden memnun olmayanların, o dinde/dünyada huzur bulamayanların onunla huzura kavuştuğu “kelime”. “Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.” Aslâ Allah dışında bir ilâh yok, Muhammed (de) O’nun Elçisidir. Muhammed’in getirdiği din (O’nun söyledikleri), gerçek dindir; O’nun ilâhı gerçek ilâhtır; O’nun ilâhından başka ilah milah yok, sadece O’nun İlâh’ı var. Başka ilâhlar olsa, o ilâhlar, kendi aralarında anlaşamaz (çatışır), yerde ve gökte düzen bozulur. Yerdekilerin anlaşamaması, sürekli çatışması, O’nun dışında başka ilâhlar edindikleri için değil mi?!. “Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O’nun yanında bulunanlar O’na kulluk etmekten büyüklenmez ve (O’na kulluk etmekten) usanmazlar. Gece-gündüz ara vermeksizin O’nu tesbih ederler. Yoksa yeryüzünde birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri onlar mı diriltecek? Eğer ikisinde de (gökte ve yerde) Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de kesinlikle fesada uğr

DÖNGÜ

Herkes dine (dolayısıyla Tanrı’ya) aynı şekilde inanmaz ve yak(ın)laşmaz. Kimi duyusal, kimi duygusal, kimi ussal, kimi ruhsal olarak yak(ın)laşır. Bunların her biri bir aşamadır; bu aşamalar tamamlanınca başa dönülür; başa dönenle, daha başlarda olanın dindarlığı (inancı, yaşamı) da aynı olmaz.

DİNE NEDEN İHTİYAÇ VAR?

Var mı? Var.  Hangi dine? Tutarlı dine. İnsanı kendi “evine götüren” dine. Kendini, burada evinde hisseden için dine ihtiyaç yok!. Dünyayı, dünyadaki evini ev bilen ve bu evde huzur bulduğunu sanan için dine ihtiyaç yok!. “Dünya sürgününü” sona erdirmek için dine ihtiyaç var. Bu sürgünü bilim sona erdiremiyor. Bilim, burayı kısmen açıklıyor ama burada neden bulunduğumuzu açıklayamıyor. Tüm arayışına, çabasına rağmen felsefe de bunu yapamıyor. Sadece din, bu arayışa anlamlı ve iknâ edici bir cevap verebiliyor. Dünyada bulunuşa sahici cevabı sadece din verebiliyor.  Dünyadan kâm almak isteyen gençler için din, bir süre “gündem dışı” kalsa da, belli bir yaştan sonra dünya insanı “kesmiyor”, insana yetmiyor!. Ama ‘gençliğini yaşayamayanları’ dünya 60-70 yaşlarında bile cezbetmeye devam ediyor; onlar hâlâ dine bir ihtiyaç hissetmiyorlar ve dindarca bir yaşama yönelmiyorlar. Ergenlik, kişinin kendini evinde hissetmemesi, burada rahat edememesi, kendine “güvenli/rahat bir ev” aramasıdır. Bu e

ÖMÜR

Doğumla ölüm arasında geçen süre. Herkes kendine sormalı, bu süre nasıl geçiyor?!. Geçinmek için mi?  Eğlenmek için mi?  Öylesine mi?... Sonunda elimize ne geçecek? Pişman mı olacağız, memnun mu?!. Ömrü “bir sermaye” olarak görenler için, bu sermaye çar-çur da edilebilir, değerlendirebilir de. Değerlendirilmezse “müflis” olunur. Efendimiz, müflisi şöyle tarif eder : "Müflis kimdir, biliyor musunuz? Ashab, Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır; dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ümmetimin müflisi, kıyamet gününe, namaz, oruç ve zekât görevlerini yerine getirdiği halde, ona-buna sövmüş, iftira etmiş, şunun-bunun (haksız yere) malını yemiş, kanını dökmüş, onu-bunu dövmüş olarak gelen kimsedir. Bu kişinin iyiliklerinin sevabından hak sahiplerine verilir. Borcu ödenmeden sevabı biterse, diğerlerinin günahları ona yüklenir, sonra da cehenneme atılır." (Müslim, Birr, 59.)

İTİRAF

(Unutmadan bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Saint Augustinus’un İtiraflar/ım kitabını mutlaka okumalısınız.) İtiraf da ARAFE (عرف) kökünden; ma’ruf, irfan, ta’rif, urf (örf), a’raf gibi. İtirafın ikrardan farkı zorunluluktur. Bu zorunluluk içsel de olabilir dışsal da. İkrar, belli bir içsel süreç sonrasında kişinin kendinin bir karar vermesi ve doğruyu söylemesi ve doğruya yönelmesidir; itiraf ise mecbur bırakılması, zorla kabul etmek zorunda kalmasıdır.  İtiraf, başkaları tarafından bilinmesini istemediğimiz suçlarımızın (günahlarımızın), ya vicdanî (içsel) ya da metazorik (dışsal) bir baskı ile yine bizim tarafımızdan açığa çıkarılmasıdır. ... Hiçbir şey gizli kalmayacak!. Kimse kimseyi kandıramayacak!. Kandırdım sananlar, suçlarını itiraf etmek zorunda kalacak!. Mazlumlar üzülmesin!. Sadece sabretsin. ... Hâlis-muhlis (samîmî) olanlarla,  sahtekâr (üç kâğıtçı) olanlar açığa çıkacak!. İnandım diyenle, gerçekten inanan; imanını "kalkan" olarak kullananlarla imanını her şart

YORGUNLUK ve BIKKINLIK

Yorgunluk, bir işe verilen güçteki azalma ve kişinin o işi yapmada zorlanması; bıkkınlık da o işten usanması, artık o işi yapmak istememesi. Yorgunluğun Arapçası Nasab (NunSadBe) ya da Vehen (VavHeNun); bıkkınlığın Arapçası ise Sæ’mün/Sæ’met/ün (SinElifMim). Bazı işler yorar, bazıları bıktırır, bazıları da hem yorar hem bıktırır. Yorucu işlere dinlenilince tekrar devam edilir = dinlenince tekrar yorul!. = fe izâ ferağte fensab!. Bıktırıcı işler, bir daha yapılmak istenmez. Ama,  “İnsan, iyilik istemekten bıkıp usanmaz. Eğer kendisine bir kötülük dokunursa, hemen karamsarlığa kapılır ve ümitsiz olur.” لَا يَسْأَمُ الْإِنسَانُ مِن دُعَاء الْخَيْرِ وَإِن مَّسَّهُ الشَّرُّ فَيَؤُوسٌ قَنُوطٌ (41/Fussilet, 49.) Aynı Sûrenin 38. âyetinde, “Rabbinin katında olanlar (O’na yakın olanlar), gece-gündüz O’nu “tesbih” ederler ve hiç usanmazlar (bıkmazlar).” buyrulur. Böyleleri için âhirette hiç yorgunluğun olmayacağı da söylenir. (25/Hicr, 48. 35/Fâtır, 35.) 35/Fâtır, 35 ve 50/Kaf, 38’deki “luğûb”,

KEVSER

İnnâ æ’teynâ, Kevser Sûresi’ndeki Kevser’den söz edeceğim de ‘gücüm’ yok; o Kevser, El-Kevser, Kevser değil. Ne fark var?!. Çoook fark var. Kevser hakkında çok şey söylenmiş. Büyük hayır.  Bitmez tükenmez nimet.  Cennette bir havuz... Bu Sûre, bağlamı bilinmeden, o bağlam okunmadan okunursa oradaki Kevser anlaşılmaz, anlaşılamaz!. Onların parası-pulu (malı-mülkü), evlâd-ü iyâli, ekonomik-siyasî ikbâli vardı. Özellikle erkek evlâdın insanın adını, nâmını, soyunu, ikbâlini (neslini/geleceğini) sürdüreceğine, devam ettireceğine inanılıyordu... Efendimizin erkek evlâtları ölmüştü; onlara göre soyu kesilmişti, ebter’di; O’na bir evlât bile verilmemişti, verilmiş ama geri alınmıştı... O’na zayıflar (müsteza’flar), köleler, fakirler, miskinler, mazlumlar inanıyordu. İleri gelenler (meleler) ve mütrefler (şımarıklar/kendini beğenmişler) de O’nun moralini bozuyordu. Rabbi de O’na moral veriyordu.  ‘Sana, sadece Senin bildiğin Kevser’i verdim.’ diyordu.  Biz, o Kevser’i bilemeyiz, O’nun samimiye

BEN OLSAYDIM...

'Onun yerine ben olsaydım, şöyle yapardım.' sözünü çok söyleriz. Bu yazıda, Efendimizin yerinde olamayacağımıza göre, her birimiz, kendimizi O’nun yaşadığı dönemde (O’nunla çağdaş) yaşıyor olduğumuzu varsayarak bir muhasebe yapalım (kendimizi bir hesaba çekelim) istedim. ... 40 yaşına kadar dikkat çekici hiç bir özelliği fark edilmeyen (belki de olmayan!, bize göre); ‘sıradan insanlar gibi’ yaşayan, ama dürüst olan “bir adam”!, 40 yaşından sonra ‘Ben gönderildim.’ diyor. Buna biz ne diyoruz? O’na hemen inanabilir miydik? Neye bakar, nasıl bikarar verirdik?!. Sizin adınıza konuşamayacağıma göre yine iş başa düştü; ben ne yapardım? Herkes de bu soruyu kendine dürüstçe sormalı ve dürüstçe cevaplamalı. Bu soru, Efendimizi bugün, bu çağda yaşıyor gibi göstererek de sorulabilir; o zaman soru şu biçimi alır. 1400 sene önce değil de bugün, ben yaşarken Muhammed adında biri “çıkıyor” “Ben gönderildim” diyor, ne derdim/k? Bu soru, ilkinden çook daha riskli bir soru; çünkü dinî-kültürel b

EBÛ LEHEB

Efendimizin amcası. Leheb, alev; Ebû, baba; Ebû Leheb, alev(in) babası. Öfkelendiği zaman yüzü alev gibi kızarırmış Ebû Leheb’in. Efendimiz, Risalet öncesinde kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ü onun oğulları Utbe ve Uteybe ile evlendirmişti; Risalet öncesi  Efendimizle araları çook iyiydi; sonra bozuldu. Karısı da Ebû Süfyan’ın kızı Ümmü Cemîl. Risalet sonrası karısı ile birlikte Efendimizin can düşmanı oldular ve haklarından sûre indi. Leheb ya da Tebbet Suresi. (Kitâb’ta Nebîler dışında --- Zülkarneyn, ya Nebî’dir ya da bu isim bir Nebî’nin sıfatıdır. Bizim Hızır diye bildiğimiz kişinin bile adı geçmez Kitâb’ta; kullarımızdan bir kul şeklinde geçer --- iki kişinin adı geçer : Efendimizin evlâtlığı Zeyd ve amcası Ebû Leheb.) Ebû Leheb'in (ve karısının) adı neden geçer ve neden kendilerine bedduâ/lânet edilir? Onlar kendi(leri)ni kibirli, gururlu, soylu, asîl ve zengin kabul ediyor/lar; diğer insanları kendi(leri)ne eşit görmüyorlardı da ondan. Bu yüzden Efendimizin şahsına ve davasın

BEKLENTİ

Hayattan herkesin bir beklentisi var. Kimi iyi bir işim olsun, güzel bir eşim olsun ister. Kimi işini, kimi eşini beğenmez... Kimi oturduğu evi, bindiği arabayı... Kimi de evini, arabasını değiştirmek için uzuun vadeli borçlanır; borcu bitince ya da bitmeden ölür; ev ve araba için çalışmış olur. Sürekli eş (ve iş) değiştirene de rastlanır. Bir ömür iş için, eş için, ev (yat-kat) ya da araba için çalışmak ve ölüp gitmek, ne kadar hazin!. Türklerde, at, avrat, silah olmazsa olmazdır; bunların çağdaş versiyonu, araba, eş ve iş-güçtür. Ben, çook insanın ömür boyu, ev, araba, (yat-kat) borcu ödemek için çalıştığına ve ölüp-gittiğine şâhit oldum. Evlât yetiştirmeyi (okutmayı) ve onlarla övünmeyi ‘beklenti’ hâline getirenler ve beklentileri boşa çıkan insanlar da var. İnsanı en çok yıkan, beklentilerinin boşa çıkmasıdır. ... Beklenti, umuttur; umutların çoğu gerçekleşmez ama insan ummaya da devam eder. Beklentinin gerçekleşmesi, planlı/hesaplı davranmaya ve beklentinin gerçekleşme şartlarına

EBÂBİL

Kırlangıca benzer bir kuş ama o değil. Onlar yerde uzun süre yürüyemezler, konar-kalkarlar, sürüler hâlinde şehirden uzakta yaşarlar. Onlar 15-20 cm boyunda uçarken uyuyabilen (dinlenebilen), sadece üreme dönemlerinde yere inen ve yuvalarını yükseklere kuran kuşlardır ama bu kuşlar, Fil Sûresinde geçen kuşlar mıdır, yoksa orada bir “benzetme” mi yapılmıştır?!. Kitâb’ın âyetleri muhkem ve müteşâbih diye ikiye ayrılır. Muhkem olanlar açık hüküm ve netlik içerirler; müteşabih olanlarda anlam katmanlıdır; onları ilimde râsih (derin bilgisi) olanlar anlar. (3/7; 4/162.) Derin bilgi, sathî (yüzeysel) bilginin “karşıtıdır”; yüzeysel bilgi, parçalı bilgidir ve ‘en, boy, yükseklikten’ oluşur, sadece bir ya da bikaç alanın bilgisidir; derin bilgi ise kapsamlıdır, bütüncüldür ve bu boyutlara derinlik (boyutunu) katan bir bilgidir. Ben, klâsik-modern hiç bir tefsirde rastlamasam da Fil Sûresindeki Ebâbil’i bir şibh, bir benzetme olarak görüyor, âyetteki ‘saldırıyı’ çok katmanlı ve müteşâbih olarak

ÜÇ ŞEHİR

Tahmin edeceğiniz üzre Ankara, İstanbul ve İzmir’den değil, Mekke, Medine ve Taif’ten söz edeceğim. Bu üç şehir, o zaman da Arap yarımadasının üç büyük şehri idi; en meşhuru da Mekke idi. Hıristiyan Habeş Krallığının Yemen Vâlisi Ebrehe, onun “meşhurluğuna” bir son vermek için Efendimizin doğumundan yaklaşık 50-60 gün önce bu şehre bir saldırı düzenler; Elem Tere olarak bildiğimiz Fil Sûresi özet olarak bu saldırıyı anlatır. Onlar (Ebrehe) fiilerle geldi, Biz de ebâbil kuşları ile. O kuşlarının attığı taşlar onları “yenilmiş ekin” tanelerine çevirdi; der sûre. Bu olay, Mekke’yi daha da “meşhur” yapar. Mekke, dağlarla çevrili bir vâdidedir. Doğuda Ebukubeys dağı, kuzeydoğuda Nur dağı (Hira), güneydoğusunda Ecyad dağı (Efendimizin koyun güttüğü alan, şimdi yok!.), batıda Kızıldeniz (mesafe yaklaşık 80 km.), güneyde Taif (yak. 100 km.), kuzeyde Medine (yak. 460 km.). Mekke ve Medine’yi çevreleyen sıradağların adına Tevrat’taki ismi ile Paran (Arapçası Faran), güncel ismi ile Hicaz dağları

HZ. HATİCE

Tâhira (Temiz Kadın), Tâcira (Tüccar Kadın), Seyyide (Kadınların Efendisi), Ceyyide (Soylu Kadın). Vâlidemiz, Efendimizle evlendiğinde 40 yaş civarında idi; Efendimiz de 25 yaş civarında. Vâlidemizin vefatı, hicretten bi kaç gün öncesine, boykottan bir kaç gün sonrasına rastlar. Amca Ebû Talib ile aralarında üç gün vardır ve bu yıl, ‘hüzün yılı’ olarak bilinir. Vâlidemiz, Efendimizle evlenmeden iki evlilik yapmış, iki eşi de vefat etmişti. İki kocasından ve babasından hatırı sayılır bir mal/servet edinmiş; bu ‘servet’ ile güvenilir kimseler vasıtasıyla ticaret yapıyordu, tüccardı. Efendimizle evlenmeden önce de Efendimizi bir kaç kez ticaret kervanından sorumlu olarak kâr ortaklığı (mudaraba) ya da ücret karşılığında Şam’a ve Yemen’e göndermişti. Vâlidemiz, Efendimizin dürüstlüğünü önceden de biliyordu, zaten O’na herkes ‘El-Emîn’ diyordu ama O, bizzat ticaretle bu ‘Emînliği’ bizzat test etti; evlilik öncesi son sefere kölesi Meysere’yi de Efendimizin yanına verdi, ondan ‘yolculuk boyu

ÜÇ AŞAMA

İnsan, kemâl/tekâmül peşinde ise onun hayatı en az üç aşamalı bir süreç izler; kemâl/tekâmül gibi bir derdi yoksa o zaten şeklen insandır. Bu aşamalar : 1. Mevcut durumu sorgusuz-sualsiz kabullenme. 2. Mevcut durumdan şüphe etme, “acaba sorusunu” sorma. Sorgulama, arayış ve akletme dönemi. 3. Yeni mükemmel-ideal bir hayatla tanışma, imana/emniyete erme/erişme dönemi. Bizler açısından ilk (birinci) durum, doğalmış gibi görünüyor. İkinci duruma çok az insan ulaşabiliyor. Üçüncü durum neredeyse mucize gibi!. Efendimiz açısından ilk (birinci) durum hiç yaşanmadı. O, hiç mi hiç şirke bulaşmadı ama ikinci durumu (Allah-u A'lem) 40 yaşına kadar aşama aşama yaşadı. İçinde yaşadığı şirk düzenini sorguladı. Tabiî bu, önce şüphe ile başladı; sonra her bir  olayı kendi içinde sorgulayarak devam etti, onların tek tek kökenlerine indi; daha sonra bütüncül bir sorgulamaya girdi. Yaşanan hayatın temelinde şirkin (putların, put sisteminin) olduğunu gördü ve “bir karar” verdi. Efendimizin bu k

MEKKE SOKAKLARINDA DOLAŞMAK!.

Bugün değil, o gün. 1400 yıl önce, hayâlen.  Bugün dolaşmak, Ravza hariç, herhangi bir şehrin sokaklarında dolaşmaktan farksız. Bugün dolaştığımız sokaklardan Kâbe görülmez, Kâbe’nin varlığı hissedilmez. Kâbe’yi Berlin duvarından, İsrail’deki ayrım/utanç duvarından,  Amerika-Meksika seddinden ya da Çin seddinden çook daha yüksek beton duvarlarla çevirmişler. Ama O yine de Hira’dan görülebiliyor!. Ben, hayâlen 1400 yıl önceki o sokaklarda gezeceğim; sizi de hayâlen gezdireceğim. Bak!, en görkemli yapı Dâr-un Nedve; ondan sonra da Ebu Cehil’in evi; Leheb’inki de ondan aşağı değil. Kâbe, her zamanki gibi mütevâzi. Bak!, Kâbe’nin kuzey-doğusundaki iki tepeden oluşan dağ Ebû Kubeys dağı; onun biraz yüksek olan tepesi Sefâ tepesi; karşısındaki de Merve tepesi (şimdi o tepeler yer altında, bir camekânın içinde); aralarındaki mesafe yaklaşık 400-500 metre. O tepeleri sırtına al, sağa bak!; Hz. Muhamned’in evini görürsün!.  Bak! Bak! İşte geliyor!... Tek başına. Çok düşünceli görünüyor... Ağır

BELİ BÜKEN YÜK!.

Ne ola ki!, bu yük?!. Henüz Vahy gelmemiş, görev verilmemişti!. Sûre (İnşirah) Mekkîdir; Mekkî süreler kısadır (bi kaç âyet) ve bu  sûrenin iniş sırası yaygın kanaate göre 12. sıradadır; henüz çok erkendir. Siyer ve meğazî yazarları Efendimizin hayatını anlatırlarken;  müfessirler de ‘ve vecedeke dâllen fehedâ’ âyetini tefsir ederlerken bu yükü, cahiliye dininin içinden çıkamamak, hidayeti bulamamak, ne yapacağını şaşırmak şeklinde açıklarlar. Şuarâ ve Kasas surelerinde de Hz. Mûsâ (a.s.)’ın vahiy inmeden önceki hâli, kendi dilinden şu iki kelime (dâll ve zulm); (... “ve ene min-ed dâllîn.” ve “innî zalemtü nefsî...” Şuarâ, 20. Kasas, 16.). Efendimizin Vahy öncesi hâli de ‘ve vecedeke dâllen fehedâ’ = “Biz Seni ne yapacağını bilmez bir hâlde (dâllen) bulduk ve hidâyet vererek doğruya yönelttik.” şeklinde ifâde edilir.  İnsan, kendi kendine hidâyet bulamaz; ona Rabbi hidâyet bahşeder; Rabbine yönelirse... Efendimizin cahiliye karanlığı içindeki yönelişi Rabbine idi ve O’na en iyi Hira’d

ORTAM

Efendimiz, zorluklarla dolu bir ortamda yetişmiş = kendini yetiştirmişti = O’nu Rabbi yetiştirmişti. O’na, “her zorluğun yanında (peşinde) bir kolaylık vardır.” (fe inne mæl üsri yüsrâ) demişti. “Elem neşrah leke sadrek? ...” “Senin göğsünü genişletmedik mi? (İçindeki darlığı/sıkıntıyı gidermedik mi?) Senin üzerindeki yükü hafiflemedik mi? O yük Senin belini büküyordu (yürüyemiyordun!). Senin itibarını (şerefini) yücelmedik mi? Kesinlikle zorlukla beraber bikolaylık vardır. (Sabret! Seni o kolay olana ulaştıracağız. Bunda şüphe yok ki tekrar ediyorum.) İnne mæl üsri yüsrâ.  Öyleyse, boşa çıktığını sandığında!, hemen bir ‘işe’ koyul, ‘o işte/esas işinde’ yorul. Rabbine doğrul, yönel!. (Kıbleni kaybetme!. O’ndan iste! O’na yalvar. O’ndan yardım dilen!.)” (94/İnşirah, 1-8.) “Sen, Bizim ‘Gözümüzün’! önündesin!.” Rabbinin hükmünü sabrederek bekle!. Sen gözümüzün önündesin. Her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et!.” وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبّ