Kayıtlar

TARİH OKUMAK

Tarih, ders/ibret almak için okunur; “bilgilenmek, çok şey bildiğini göstermek ve taraf tutmak” için değil. Hele bir Müslümanın tarih (özelde İslâm Tarihi) okuması, ders çıkarmaya yönelik olmalıdır; orada yaşananları (olaylarda rol alan kişileri) eleştirmek ve yermek için değil. Herkes, kendi yaşadığı hayattan mes’üldür, sorumludur; “ve lâ tezirû vâziratün vizra uhrâ. = kimse kimsenin yükünü çekmez.” Bu ümmet, asırlardır tarihin yükünü çekiyor ve bu yükün altında eziliyor. (Neyi kastettiğimi anlamayanlar, Ehl-i Sünnet-Şiâ çatışmasına ve mezhepleşmelerin siyasî/ideolojik yanına bakabilir.) Dinde sorumluluk bireyseldir/kişiseldir. Elçiler bile evlâtlarından (ve ümmetlerinden) sorumlu değillerdir, sadece görevlerini (misyonlarını) yapıp-yapmadıklarından sorumludurlar. Tarih okurken bu durumu göz önünde bulundurmalı; “anakronik” davranmamalı, dünün sorunlarından ders/ibret almalı ama o sorunları bugüne temcit pilavı gibi ısıtıp-ısıtıp getirmemeliyiz.

TECRÜBE

Arapçası da aynı; cerrabe fiilinden isim tecrübe. Kısaca deneyim demek ama deneyim için bir yaşanmışlık, yapmışlık, bişey ya da biolayla  karşılaşmışlık gerekiyor. İşte bu yaşanmışlığa, geçmişte yaşadıklarımızın bizim üzerimizde bıraktığı etkiye/tesire tecrübe diyoruz. Yaşadıklarımızdan ders alırız, onlar bize çook şey öğretir; elbet öğrenmeyeler de olur; onlar boş/boşuna yaşayan adamlardır, onların aklı bigıdım ileri gitmez, aynı hataları sürekli yaparlar. Kişiye unutamayacağı dersi tecrübe verir ama tecrübe de okunmalı ve hatırlanmalıdır. Üzerimizde iz bırakmayan yaşanmışlıklar çok kolay unutulur, hatırlanmaz ve tecrübeye gelmez, konu olmaz. Hatıra ve hatırlama ile tecrübe arasında zihinsel bir bağ vardır. İyi hatıralar ve hatırlamalar, minnet ve vefâya; kötü hatıralar ve hatırlamalar da nefret ve cefâya sebep olur; o gün yaşadıklarımızı âdeta bugün de (hatırlayınca da) yaşar gibi oluruz. Hatırlama, zihindeki hafızanın (belleğin, deponun) çalışması, geçmişle bağlantı kurmasıdır. Yakı

MAHREMİYET

Mahrem : haram, yasak; zıttı nâmahrem : haram, yasak olmayan; muharrem, yasaklanmış. Biz mahrem ve nâmahremi genelde evlilik ile ilgili konularda kullanırız (nâmahremi haram diye biliriz. 'Değmesin mâbedime nâmahrem eli'ndeki nâmahrem, mecâzî ya da ironik kullanımdır; Âkif'in nâmahremi bilmemesi mümkün değildir) oysa, bu iki kavramın kişinin meymenetliliği ve meymenetsizliği ile de ilişkisi vardır. Meymenetli olmak, uğurlu, sağduyulu, kutlu, akıllı ve mübarek olmayı; meymenetsizlik de bunun zıttını ifâde eder. Ashab-ı meymene, kutlu, mübarek olanlar, amel defteri sağ yanından verilenler demektir. “O ashab-ı meymene (sağın adamları), ne mutludur/ne kutludur o ashab-ı meymene; ashab-ı meşeme, ne uğursuz/ne bahtsızdır (bedbahtır) o ashab-ı meşeme.” (Bknz. 56/Vâkıa, 8-9.) Mahrem, aynı zamanda kişiye özel sırlardır, kişinin en özel yanıdır; onu en özel bildiği/gördüğü kişilerle paylaşabilir; evlilikteki mahremiyet bunu ifade eder. Kişinin özel duyguları ve düşünceleri de mahremd

İTAAT

İtaat birine olur; kişi itaat edince kendi özgür iradesi “sakıt” olur. Bu yargı ilk bakışta doğru gibi görünüyor; böyle görürsek, o zaman kişi itaat edince, kendi özgür iradesini itaat ettiği kişiye mi devretmiş olur, onun iradesine uyar da özgürlüğünü kaybetmiş mi olur?!. Evet. Allah’a ve Rasûlüne itaat edende de durum aynı mıdır? Evet. Önce şunu ifâde edeyim : Rasül, Allah’a itaat ettiği için Rasûl’e itaat edilir. Allah’a itaat etmeyene zaten Rasül denmez. Rasûl’e itaati meşrû yapan, O’nun Allah’a kayıtsız şartsız itaatidir.  Pekiî, böyle bir durumda kişisel özgürlük “tamamen” yok mu olmuştur? Hayır. Allah dışında (min dûnillah) hiç kimsenin iradesi mutlak (ve doğru) değildir. Allah dışındakilerin iradeleri doğru ve mutlak olmadığı için, “akletme, seçme ve itaat etme sorumluluğu” akıllı ve iradeli varlıklar olarak bize düşer. Allah bu konuda (da) bize yardım etmiş, Elçilerini ve Kitâb’lar/ını bize yardımcı (rehber) göndererek merhamet etmiştir. İnsan, sittîn sene akletse, kolay kolay

TAVZİH

Şerh de diyebilirdim; şerh, bir metni açma, onu parçalarına (unsurlarına) ayırma, yarmadır; tavzih, bir meseleyi açma, açıklığa/aydınlığa kavuşturma, vuzuh işlemini yapmadır. Şefaat yazısı iyi anlaşılmamış ya da ben müphem yazmış olacağım ki, tavzih gerekli oldu. ‘Ne yani!, biz (hastalanınca) hiç ilâç kullanmayalım, doktora gitmeyelim,  bir şefaatçi edinmeyelim mi?’ diye soruluyor. Elbet kullanacağız, derdimize çare (şifa) arayacağız ama aradığımız şifayı Allah’tan bileceğiz. Allah bize “doğrudan” şifa olmaz!. O, bizim hayatta kalmamız için nasıl gıdalar (rızıklar) yaratmışsa, hastalandığımız zaman da bir takım şifalar yaratmıştır; bu şifaları O’ndan bilmez de onların kendilerini şifa olarak görürsek, yanlış yaparız. Bu şifaların meşrû olmasına dikkat etmek zorundayız; meşrûiyyetin kaynağını O’na atfetmezsek, yine yanlış yaparız.  Ne demek istiyorum? Sözgelimi ben (maddî-manevî) hastalığa yakalandım; Gerçek Şâfî’yi unutarak, bir ot/ilaç içtim, bir doktora, bir şefaatçiye gittim; o beni

ŞEFEÂT

İnsan hasta olunca doktora gider, ilaç alır; ilaç fayda vermiyorsa ameliyat olur... Kimi de ‘şu ot/bitki, şu su/karışım hastalığıma iyi gelir’ diye onlarda/n şifa arar. İlaçların, otların, içeceklerin “bizzat kendilerinde” bir şifa yoktur; onlara o şifayı veren/koyan “Eş-Şâfî”’dir; O Şâfî’yi unutarak şifa bulacağını umanlar, “gerçekten hastadırlar.” Şefaate de böyle bakmak gerekir. Şifa (شفاء) ve Şâfî (شافى) ile şefaat (شفاعة/ شفيع) müştaktır, akrabadır. Şifa, bedenî/maddî olan; şefaat, ruhî/manevî olan hastalıklar içindir; Eş- Şâfî, her iki hastalığa da şifa verir. Aslında hastalıkların ikisi de özünde aynıdır; biri öbürünü tetikler; bedenî bir hastalık, ruhî bir veya bir çok ihmâlden (hastalıktan); ruhî bir hastalık da, bedenî bir veya bir çok ihmâlden (hastalıktan) doğar; mikrop, mikroptur; şeytan da ruhun mikrobudur.  “De ki : Şefaatin tümü Allah’tandır...” (şefaat etme tamamıyla Allah’ın elindedir.) (39/Zümer, 44.) Fizikî/bedenî hastalıklarımız için bozulmamış, doğal ilaçlar şifad

BİR SORU!...

Müslüman olmaya biz, kendimiz mi karar verdik; yoksa Müslümanlığımızı da mı miras edindik?!. Emekle kazanılan bişeyin değeri çok daha iyi biliniyor; mirastan elde edilen, har vurup harman savruluyor. Miras, harcanıyor; üstüne yeni bişey kon(ul)muyor. Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için,  İslâm’dan değil Müslümanlıktan = bizim Müslümanlığımızdan söz ettiğimi hatırlatayım. Emek vererek Müslüman olmaya karar verenler, İslâm’ın değerini = kıymetini daha çok biliyor da...

İNNÂ LİLLAH...

"İnnâ lillaHi ve innâ ileyHi râciûn." (2/Bakara, 156.) Bu cümleyi genelde biri öldüğünde söyleriz ve bu cümlenin anlamını daraltırız.  Bu cümlenin geniş anlamı nedir? Kelime kelime gidelim sonra da toparlayalım. İnne, kesinlik edâtı; â, elif ama bu elif nahnu’daki bize gider, biz, demektir; li, için harf-i cer’i; Allâh, Allah; i, harf-i cerden dolayı mecrur (esre); ve, atıf harfi; ileyHi, ilâ harf-i cer’ine Hû zamiri bitişmiş (Hû Allah’a gider), harf-i cer Hû’yu da mecrur (kesre) yapmış; râciûn, racea fiilinin muzari müzekker çoğulu; anlamı : kesinlikle bizler Allah içiniz (sondaki râciûn, bu ifadeyi ‘geldik’ şeklinde bir anlama kavuşturur) ve (yine) biz/ler O’na (Allah’a) döneceğiz. Bu cümle biz’i “el var bir” kabul eder. Biz, “olmasaydık”! bu cümleyi söyleyemezdik; varız ki söylüyoruz. Var olmadan önce neredeydik? “O’nda!.” O’ndaydık yine O’na döneceğiz!. Bu, çoook büyük bir sırdır!. Ama O, hem Azîz, hem Ğafûr, hem Kahhâr, hem Rahmân, hem Rahîm, ... leHu-l Esmâ-ül Hüsnâ. Bu

AVANTAJ MI DEZAVANTAJ MI?

Bizler Müslüman olmaya karar vererek Müslüman olmadık, anamız-babamız Müslümandı, biz de Müslüman olduk. Bu durum, avantaj mı dezavantaj mı? İkisi de. Kendi kararımızla Müslüman olmadığımız için, Müslüman olmadan önceki durumla Müslüman olduktan sonraki durumumuz arasında ne gibi bir fark var = oluştu? bilmiyoruz. Bunu bilmemek, Müslümanlık bize ne kattı, ne fayda sağladı?’yı bilememek, bu da Müslümanlığın kıymetini bilememek anlamına gelir!. Diyebilirsiniz ki biz (hepimiz) kendi kararımızla âkil baliğ olunca Müslüman oluyoruz, olduk; bizi kimse Müslüman olmaya zorlamıyor, zorlamadı. Olabilir ama yine de ben, Böyle bir geçmişin/tarihin, kültürün, ailenin (ana-babanın) içinde doğup büyüdüğü hâlde gerçekten Müslümanlığı seçen insanların = Müslümanların alnından öpüyor, her birine saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Onlar, yaşanan bir çoook şeye rağmen Müslüman olmuşlar = Müslüman kalmışlardır. Ötekiler zaten ‘Kâlu: Belâ’dan beri Müslümandırlar!. Onların Müslümanlıklarına lâf söylenmez. ‘Kâlu

EZAN

Aslında ezén (اذان), peltek ze. Üznün/Ézénün, kulak. Ezine, dinlemek, duymak. Ezzene, seslenmek, ötmek (horozun ötmesi). Ézene, bildirmek, tavsiye etmek. İzn, izin, müsaade, icazet. Teezzene, ilân etmek, huzura çıkarmak. İste’zene, izin istemek. Me’zen/mi’zen, (çoğ.) mâzin, minare. Ezénen, ezan ve kamet. Müezzin, ezancı. (Sondaki nunu sükûn nunu olarak görürsek ki göremeyiz, kelime kökü : Elif, ze ve nundur), müezzî, eziyet edici, eziyet verici, incitici, zararlı demek olur. Ezan : Namaza yüksek sesle, yüksek bi yerden (minareden) yapılan çağrı. Beş vakit yapılan dinî duyuru.  Ezanın içeriğinden söz etmeyeceğim; ezan, tam bir dinî manifesto ama o manifestonun, çağıran da çağırılan da farkında değil. Ezan okuyan (müezzin) okuduğunu anlamıyor; duyanlar da onu dinlemiyor sadece sesini (bises) duyuyor; gündelik (sıradan)! bir duyuru yapıldığını düşünüyor, kulak veriyor ama ne dediğini bilmiyor/anlamıyor. Müezzin, davetçidir; Müslüman ahâliyi namaza davet eder ama ahâlinin çoğu bu davete uy

NAMAZ

Bazı kelimelerin ses (fonetik) yapısı ve etimolojisi, semantiği ve epistemolojisi (anlamı, içeriği) ile akrabadır; namaz kelimesinde ben bu akrabalığı göremiyorum.  Latince ve de özellikle Arapça’da bu akrabalık belirgindir, namaz Farsça olduğu için bu ilişki açıkça görülmüyor, sezilmiyor; belki de bu benim Farsça bilmediğimdendir. Namazın Arapçası Salât; salâtın fonetiği/sesi ile etimolojinin (kelime kökünün) ilişkisi, anlamına/semantiğine yansır. Nasıl yansıdığını bu yazı ortaya koyacak. Salât kelimesinin kökü : Salâ; salât, tâ-i merbûtalı isim hâli. Salât, iki şekilde yazılır : صلات  ve صلوة . Fiil hâli, sallâ (صلى). Ona ses yönünden akraba kelimeler : Vesala/Yesılu ( وصل/ يصل), anlamı : birleştirmek, ulaştırmak, ilişki kurmak, yaslanmak, dayanmak... Salâ/Yaslî, ateşte kızarmak, ateşe dayanmak. Vasl/un, vuslat, bağ/bağlantı; vısl, azâ, organ, eklem. Salavât (صلوات), hem salâtın çoğulu hem Efendimize salavât getirmek, destek vermek. Şimdi bu kelime/ler Kitâb’ta hangi anlamlarda kulla

MÜSLÜMAN

Müslüman, Allah’a teslim olan, müslim olan demek. (Aslı, Müslimîn; ‘Müslim-ân’, Farsça; namaz da Farsça, salât’ı değil namazı daha sık kullanıyoruz.) “Hani Rabbi O’na (İbrâhim’e) : ‘Teslim ol!.’ demişti de O, âlemlerin Rabbi için (âlemlerin Rabbine) teslim (müslim) oldum demişti.” (2/Bakara, 131.) Kişi, âlemlerin Rabbine teslim olmadan yolunu kaybetmiştir; ne bir yol araaar ne de bir yol bulur, oraya-buraya savrulur; hiçbir istikâmeti olmaz. “İhdina-s sırât-al müsteqîm.” (1/Fâtihâ, 6.), doğru bir istikâmet arayanın şiddetli duâsı, isteği ve arzusudur.  Allah’a teslim olmadan dosdoğru bir istikâmet bulunamaz. Allah’a teslim olan, normalde mümin olur, her şeyden (yürüdüğü yol dahil) emîn olur. Teslim (Müslüman) olmadan Mü’min olunmaz!. Teslim olunca kalp yatışır, huzur bulur ama bu teslimiyet kalpten olmazsa (kalbe girmezse), iman kalbe girmez ve kişi Mü’min de olmaz. “Bedevîler : ‘İnandık’ derler. De ki onlara : Siz daha imana ermediniz, sadece teslim oldunuz...” (49/Hucurât, 14.) Aslın

YILAN

Yılan, Arapça’da en az üç kelime ile karşılanır: Sü’bân. Haneş ve Hayye.  “Âsasın Mûsâ’nın sü’bân edersin. Mısır’da Yûsuf’u sultân edersin.” (Ahmed-i Dâî) Dâî, bu mısrada yılanı sü’bân (ﺛﻌﺒﺎﻥ) olarak söylese de, kast ettiği hayye’dir; çünkü Kitâb’ta bu yılan (âsânın yılana dönüşmesi) hayye (ﺣﻴّﻪ) olarak geçer. (20/Tâ-hâ, 20.) Hayye, daha çok küçük yılan; sü’bân, daha çok büyük yılan = ejderha için kullanılır. Şahmeran da yılandır; yılanların şâhıdır. Şahmeran, insan başlı yılandır; (mitolojide) yılanın insana; insanın yılana dönüşmüş hâlidir. Yılanda hem zehir vardır hem de şifâ; bu bakımdan yılan (zehiri), kimini zehirler, kimine şifâ olur; o (yılan), ‘zehirli’ olan(a birine) panzehir; sağlam olan(a birine) zehir olur. Firavun, azgın/azmış biri olduğu için zehirliydi = yılandı, zehirli bir adamdı. Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.)’ın âsasını ona ‘panzehir olsun diye’ Mûsâ (a.s.) ile gönderdi. ... Âdem de “yılanla” zehirlendi.  Şeytan, Âdem ve Havvâ’nın yanına “yılan olarak, yılan sûretinde” g

YAŞAM/AMAK, BİR FIRSATTIR

Yaşam, kişinin kendini inşâ etmesi için ona verilmiş bir fırsattır. Herkes bu fırsatı iyi kullanamaz. Herkeste inşânın malzemeleri (duyu, duygu, akıl, irade) aynıdır ama herkes nasıl bir kimlik-kişilik inşâ edeceğini bilemez; inşâ için bilmek yetmez, yapmak şarttır. İnşaat ustası (inşaatı yapan biri) olmasa, inşaat ya da malzeme mühendisi (inşaat yapmayı bilen biri) o inşaatı (evi, yolu, köprüyü, tüneli vs.) yapabilir mi? Yaşam, o kişinin yaşamı olduğundan, kendini bilen biri, kendini (kimliğini, kişiliğini) inşa etmedikçe “kendi” olamaz!. Bilgi (bilmek) tek başına bişey inşa etmez/edemez.  İman, bilmek ve anlamaksa; yapmak (amel etmek) da değiştirmektir. Kötü yaşandığı düşünülen bir dünyada/hayatta kötüyü bilmek neyi değiştirir? Bilmeden (anlamadan) yapmak, nasıl yanlış yapmaya yol açarsa, bişey yapmamak da o kadar yanlışa yol açar. ‘Bilgi aydınlıktır.’ denir ama, bilgi salih amele dönüşmezse, bileni aydınlatsa da rahatlatmaz. Karanlıkta yaşanır ama (aşırı) soğukta ve (aşırı) sıcakta

GÖRÜNTÜ

Somut cisimlerin görüntüsü, soyut “cisimlerin görüntüsü” gibi değildir. Görüntü, en-boy ve derinlikten ibarettir!. Bu “görüntüye” ‘şekil, sûret, resm, kalıp, sîga ve şahs’ denir. Her görüntünün bir rengi vardır ama her görüntü (ve renk) “gerçekte bir” değildir. Portakalın görüntüsü ile (matematiksel) kürenin görüntüsü aynı mıdır?!. İnsanın bedeni, görüntüsü ise ruhunun (aklının, duygularının vs.) görüntüsü nedir? Numen ile fonemeni (beden ile ruhu) birbirinden (burada) ayırmak mümkün mü?!. Görüntüler (fenomenler, duyular) dünyası, hakikatin dünyası değil; hakikatin gölgelerinin (görüntülerinin, âyet ve işaretlerinin) dünyasıdır. Biz birbirimizin bedenini görüyoruz, oysa bedenimizin ötesinde (hem iç dünyamızda hem de dış ve öte dünyamızda) “müthiş görüntülerin” olduğu söyleniyor; din buna “gayb âlemi” diyor ama biz “gaybı”, kayıp gibi görüyor, şehadetle oyalanıyoruz!. Şehâdet, Gayb Olan’a şehâdettir, görünene değil. Ruhunu bedeninde gizleyenler, bedenini gösterir, bedenini ön plana çıka

AKLA GÜVENMEK

Modern dünya (bilim), aklın rehberliğinde yürüyor, bilgimizin kaynağını akıl olarak görüyor. Aklı temel alanlar, bilgiyi akla dayandıranlar (bilim adamları ve bilimciler), aklın neye dayandığını sormuyorlar!. Akıl, “mükemmel bişeyse”, Tanrı’dır, o zaman biçoook tanrı vardır; çünkü akıllar kendi aralarında anlaşamıyor/uzlaşamıyorlar. Aklın yolu bir (tek) değil ama Tanrı tek. 

TESLİMİYET

Bişeyi yapmadan önce içimizde o şeyi yapma arzusu/isteği oluşur, (o şey başkalarının isteği de olabilir); o şeyi yaptığımızda o isteğe/arzuya teslim olmuşuzdur. O istek, ilâhî emirlere aykırı (vesvese, zan ve bâtılsa) ise, teslimiyetimiz şeytanadır; şeytan içimize kadar girmiş, bizi teslim almıştır; âdeta biz bir şeytan ya da şeytanın askeri olmuşuzdur, bu şeytan bizim kendi nefsimiz de olabilir başka nefisler (kişiler) de; o istek ilâhî emirlere uygunsa, İlâh’a/Allah’a teslim olmuş, Müslüman olmuşuzdur. Aslında “kendini bilmek”, kime teslim olduğumuzu (kimin isteklerini yaptığımızı) bilmektir; herkes, vicdanı/fıtratı temiz kalmışsa (çook günah işleyerek vicdanını karartmamış/köreltmemişse), vicdanına sorduğunda vicdanı ona kime teslim olduğunu söyler. Bir yanlışlık (günah) sonucu oluşan pişmanlık ya da vicdan azabı böylelerinde ortaya çıkar; vicdanı kararanlar o azabı bile duyamaz/hissedemezler; onların kalbi taşlaşmıştır, Ebû Leheb’in karısının kendini ve kocasını yakacak odunları (k

ÖZGÜRLÜK ve BAĞIMSIZLIK

(İçimdeki ses, son yazıya -Kendini Tanıma- yanlış yerde nokta koydun, insanların zihninde soru işaretleri kalmış olabilir dedi ve bu yazı yazıldı.) Özgürlüğü daha çok içsel; bağımsızlığı da daha çok dışsal bağlamda kullanıyoruz. İkisi de kişinin maddî-manevî bişeye kendini bağımlı, muhtaç ve mecbur hissetmemesi, tamamen kendi “keyfine = isteğine” göre davranması/yaşaması anlamındadır. Bu, mümkün müdür? Önce dışsal bağımsızlık (özgürlük). Kim, ekmeğe, suya, havaya, güneşe, toprağa (eve, arabaya, arkadaşa, eşe-dosta vs.) muhtaç olmadan tek başına yaşayabilir?!. Buna kurumsal kimlikler (devletler ve şirketler) de dahildir. İçsel özgürlüğe (bağımsızlığa) gelince, içimizde onca istek/arzu, duygu, düşünce/fikir, yargı, tercih, hayal var. Ben bunların hiçbirini dinlemeyeceğim, kendime (keyfime) göre yaşayacağım diyebilir misin; derseniz, siz kimsiniz?!. Derseniz, siz tamamen rastlantısal ve belirsizlik içinde, zifiri karanlıkta (zulumât içinde) yaşarsınız; kimse sizi tanıyamaz; sürekli karar

KENDİNİ TANIMA

Buna kendini bilme de diyebilirsiniz; gerçi bilme ile tanıma arasında fark var ama Türkçe’de biz ikisini neredeyse müteradif kıllanıyoruz; Arapça’da bilme, alime; tanıma, arefe. “men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû. Kendini bilen (tanıyan), Rabbini bilir (tanır).” hadis-i şerifi üzerine çok düşünmüşümdür.  Kişinin kendini bilmesi kendi üzerine düşünmesidir; şeyleri bilmesi de şeyler üzerine düşünmesi. İlki (arefe’den) irfan; ikincisi (alime’den) ilim. İnsan kendi üzerinde nasıl düşünür de kendini bilir?  Önce “ben kimim?” sorusunu sorar. Bu soru, kişiyi hem felsefe hem tıp hem de dinle tanıştırır. Bedenini tanır; ne yiyip-içeceğini, ne kadar uyuyacağını, nasıl bir yerde yaşayacağını, hangi hormonların ne zaman, ne salgıladığını ve bu salgıların ne tür bir duygulanıma yol açtığını öğrenir... bedenini atıl/hareketsiz bırakmaz; sözgelimi düzenli egzersiz/yürüyüş yapar... Neler beni heyecanlandırıyor, neler sinirlendiriyor, neler üzüyor, neler duygulandırıyor, neler sevindiriyor? vs... K

OKUMAK

Okumanın en az iki boyutu var. 1) Kâğıda ya da elektronik ortama yazılmış bir metni (text ya da mushaf/sahifeler) anlamak için okuma. Buna ince okuma diyorum. İnce okuma, metnin bağlamına, kelimelerin anlamına, dizilişine, satır aralarına, noktalama işaretlerine ve metin bütünlüğüne dikkat ederek okumadır. Bir nokta, bir virgül cümlenin anlamını etkiler, hatta belirler. Örnek : Rahîm ve Racîm (رحيم ve رجيم). Oku! Baban gibi, eşek olma. Oku! Baban gibi eşek olma. 2) Okunan anlaşılınca, anlaşılanı okuma = duyurma. Bu, “okunanı” okumadır, birini bişeye (davaya, inanca, düğüne, yemeğe vb.) davet etme, çağırmadır. Türkü/şarkı okuma, Ezan okuma gibi. Türkü/şarkı okuma eğlenme amacı taşıdığı için gündem dışı ama ezan okuma meramımı ifâde ediyor, oradaki okuma, çağırma, davet etmedir. Bu okumada davet eden ve davet edilen vardır; davet eden/çağıran, okuduğu/çağırdığı ile başkalarını da okumaya davet eder. Birinci okumayı “iyi-güzel-doğru” yapamayan, ikinci okumayı “tam” yapamaz; “görünüşte

REKÂBET

Genelde ekonomik bir terim olarak kullandığımız bu kelimeyi hayatın her alanına taşıyabiliriz. Siyasette rekâbet, sporda rekâbet, iyilikte rekâbet, başarıda rekâbet, vs... bu kavramı “yarış” alanından çıkarır da kişiselleştirerek egomuzu şişirir üstünlüğe/üstün gelişe, o üstünlüğü de sahip oluşa ve övünce (fahr) dönüştürürsek, rekâbetin ‘yönünü’ değiştiririz ve öne geçenler, arkada kalanların yoluna sürekli engeller koymaya, geçtikleri yerlere barikatlar kurmaya başlar/lar. Rekâbette asıl olan, herkesin yarışta olması, yarışın da (yasal, ahlâkî, ilâhî) kurallara göre yapılmasıdır. ... Arapça zengin bir dil; belki de en zengin dil. Devenin biçook ismi gibi rekâbetin de biçok ismi var; bu isimleri nüansları ayırıyor. Müdarabe, ekonomik rekâbet, aynı zamanda şirket ortaklığı; münâfese, benlik davası güden ve kıskançlık içeren çekişme/yarışma; müzâhame, rakiplere zahmet veren siyasî çekişme, sözlerin çekişmesi, karşılıklı sataşma; müsabaka, centilmence yarışma; müsâcele, güzelce tartışma.

BİR KAVRAM BİR ÂYET

Ân’ı (آن), biz genellikle şimdiki zaman (şimdi) olarak biliriz; aynı ân, fiil olarak da kullanılır (âne/ye’ni), anlamı zamanı gelmek, yaklaşmak. 57/Hadid, 16’da “elem ye’ni...” diye sorulur. Kime mi?, diye soruyorsanız işte âyet : “İnananların, Allah’ın öğütlerini dinleyip de Hakk’tan gelen şeyle kalplerinin yumuşaması zamanı gelmedi mi?!. Onlar daha önce kendilerine Kitap verilip, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onların çoğu fâsık kimselerdi.” أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَن تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِن قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ

HAYATIMIZIN HATASI

Nihiliste (nihilist, hiçci, hiç bir kural/sınır tanımayan) sormuşlar : ‘hayatının hatası nedir’ diye; “doğmak”, demiş ama doğmak bizim hatamız değil, hiç kimse isteyerek doğmuyor. Hayatta bir çoook hata yaparız ama bazı hatalar hayatımıza mâl olur. Bir Müslüman olarak bu cümlede kullandığım ikinci hayatı hem dünya hem âhiret hayatı olarak anlamış olmalısınız. Dünyadaki hayatımıza mâl olan hata, ölümcüldür, ölümle sonuçlanabilir ama âhiretteki hayatımıza mâl olan hata(lar), ölümcül değil ama ondan çook daha tehlikelidir. Herkese göre hayatının hatası farklıdır; bana göre hayatımın hatası, hayatı (insanları, olayları) ciddîye almamak, önemsememek, umursamamaktır. Niye? Bu hayat kimseye bâki değil, kimse ölümsüz/ebedî değil. Bu dünyada kimse ebedî/bâkî yaşamıyor ama ebedî yaşayacakmış gibi davranıyor. Bu hâl, başta en yakınlarımız olmak üzere maddî-manevî hakkını aldığımız ve hakkımız geçen (üzerimizde emeği olan, emek verdiğimiz) insanları “biçiyor, onların kalplerini kırıyor” ve göçüyor

SEÇKİN

Seçkin, kendindeki özelliklerin başkalarında bulunmadığını düşünen ve kendini onlardan üstün görerek ayrı tutan, kendi gibi olanlarla yaşayan. Aristokrat. Irk merkezli bakınca soylu, asil; eğitim odaklı bakarsak kültürlü; coğrafya merkezli bakarsak şehirli; idarî-siyasî güç açısından bakarsak yönetici/efendi... bunların karşıtları : sokaktaki adam, sıradan adam, maraba, amale, işçi, köylü, teba/reaya/yönetilen, güdülen, halk, ahali... Seçkinler “azınlık” olmak ama yönetmek (yönetici olmak) zorundadır; onlar üstün (soylu/asil) oldukları için onları kimse yönetemez. Demokrasi çoğunluk yönetimidir ama yönetim seçkinlerdedir. Bu cümleye dikkat!. Halk kendi içinden yönetici seçince, o yöneticiler çook çabuk seçkinleşiyor. İşçilikten işyeri temsilciliğine, oradan şube başkanlığına ve sendika ağalığına; çobanlıktan başbakanlığa, göçmenlikten bakanlığa ve cumhurbaşkanlığına, hamallıktan patronluğa yükselen kişiler kendilerini seçkin görüyorlar. Seçkin olmayı yanlış anladıkları için. Nedir gerç

VİTR ya da VETR

“Allah, ziyade olarak size bir namaz verdi; o sizin için kırmızı develerden daha hayırlıdır, o vitirdir; Allah onu sizin için yatsı ile fecrin doğuşu arasına koydu.” (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 1; Tirmizî, “Vitir”, 1.) Kırmızı deve, Arab’ın altını idi. Vitr, tek (eşsiz) demek. Biz o vitri yatsı namazının peşine ilâve ediyoruz; gece kalkmaya üşeniyoruz. Vitr, teheccüd’dür; teheccüd, gece namazı, pardon salâtı demek. Vitr, vetr şeklinde 89/Fecr, 3’de; teheccüd, “Sana özgü nafile olarak gecenin bir kısmında uyan. Umulur ki Rabb’in seni “Makam-ı Mahmûd’a ulaştırır.” وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَّكَ عَسَى أَن يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَّحْمُودًا 17/İsrâ, 79’da; gecenin önemi de 73/Müzzemmil, 6’da : “Kuşkusuz gece neşesi (nâşie), bir oluşu (doğuşu) gerçekleştirmek için söz bakımından daha etkilidir.” إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْءًا وَأَقْوَمُ قِيلًا şeklinde geçer. Nâşie, neşee (نشأ)’den doğmak, yetişmek, serpilmek; vat’en (وطء) çocuk yapmak için ilişkiye girmek a

SINIR

Somut şeylerde bişeyi bişeyden ayıran şey sınır. Somut şeylerdeki sınırı keşfetmek (bilmek) zor değil ama iş soyut “şeylere” intikal edince bu iş oldukça zorlaşır ve flûlaşır. Akıl (düşünme) ile imanın (inanmanın) sınırı da, irade ile cebrin, cüzi irade ile küllî iradenin sınırı da böyledir. Bu sınırın hangi tarafında durursak, meselelere (hayata) o şekilde bakarız. Bir meseleye ya da hayata inananın bakışı ile inanmayanın bakışı bir ve aynı olmaz; farklı olur. İnsanın kendi iradesi dışında bir irade yoktur diyenle küllî iradeyi kabul eden de bir ve aynı olmaz. İlki, hiç bir şarta/koşula bağlı olmadan hareket eder; öteki küllî iradeyi hesap eder. Elbet, ilki yanlış yapar, yanlış hareket eder. Neden? Sınırsız ve sorumsuz davrandığı için. Pekiî irade meselesinde sınır nerede başlar ve nerede biter? Size net bir sınır söyleyemem ama flû bazı işaretler verebilirim. Dünya (ve hayatı), dışardaki âlemle mukayese edildiğinde koca şehirdeki evimiz hatta odamız gibidir. (Bu kıyas/karşılaştırma b

OLMAK

“Bir çocuğun oldu.” Bu çocuk büyüdü, delikanlı oldu. Okudu; öğretmen, doktor, hâkim oldu.  Asker oldu. Evlendi, baba oldu. Çalıştı; zengin ya da âlim oldu. Cimri ya da cömert oldu. Kâfir ya da Müslüman oldu.  ... Öldü. İlk olma ile ölme arasında biçook şey oldu ama ilk olmadan önce ve ölmeden sonra ne oldu, bilemiyoruz!. Belki de bilemeyeceğiz!. Belki de “esas/asıl olma” orada. Orada değilse, burada ne olursak olalım pek bişey fark etmiyor, herkes bişekilde eşitleniyor; öyleyse bütün olmalar boş, bişey olmaya değmez. İnançtan başka hiçbir şey, bu sorunu çözemez. Olmak ya da olmamanın (to be or not to be) tüm sırrı burda!.

AKLIN KALPLE İLİŞKİSİ

Aklın kalple ilişkisi, bedenin ruhla ilişkisinin bir türevidir. Beden-ruh ilişkisinde daha geniş-kapsamlı bir ilişki varken, akıl-kalp ilişkisinde daha “özel” bir ilişki vardır. Akıl, düşünmenin; kalp, inanmanın merkez organıdır. Aklın bedendeki karşılığı beyin; kalbin bedendeki karşılığı yürektir. Akıl düşününce, kalp inanınca ruhsal (soyut) bir faaliyet yapmış olur. Her akıl düşünmez. Düşünmede, neden, niçin ve nasıl soruları; inanmada daha çok ‘büyük Kim’ sorusu vardır. Somut alandaki düşünme, daha çok nasıl sorusu üzerinde olur, bu soru teknoloji üretir; neden ve daha çok da niçin sorusu üzerinde düşünme ise aklı somuttan soyuta geçirir, onu felsefe ve din ile tanıştırır. Aklın sınırlarını zorlayan kişi iki durumla karşılaşır. 1) Aklını putlaştırır. 2) Çok şey bilmesine rağmen daha çook şeyi bilmediğini fark eder. Birinci durumu yaşayan, “olduğunu ve her şeyi bildiğini” zanneder, bilime güvenir, hatta ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir.’ der, yeni bir arayışa girmez. Aslında yapılan

MEHABBETULLAH

De ki : Duâ ve yakarışınız O’nun için (O’na) değilse  (başkasına/başkalarına ise) Rabbim sizi ne yapsın, size niye değer versin?! ama siz yalanladınız, bunun karşılığını yakında göreceksiniz.” قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا (25/Furkan, 77.) (Abæ/yæ’beu, önemsemek, değer vermek.) Bu âyet, “duânız olmasaydı Rabbim size niye değer versindi.” şeklinde de çevrilir. Bir başka âyet daha görelim.  “İnsanlardan bazıları Allah’ın yanı sıra başka varlıkları O’na denk tutar ve onları Allah’ı sever (sevdiği) gibi sever. İman edenlerin Allah’ı sevmeleri (Allah sevgisi) ise her türlü sevgiden çook (şiddetli/eşed) üstündür. Keşke zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu daha önceden anlayabilselerdi!.” وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ

ÇOĞUNLUK

Çoğunluk, demokratik rejimler için önemlidir, çünkü iktidarı (ve kamuoyunu) çoğunluk belirler. Dinde çoğunluğun bi önemi yoktur, hatta biçook âyet, “çoğunluk, akletmez, inanmaz.” der. Meselâ Yasin 7, “lekad hakkal kavlü alâ ekserihim fehüm lâ yüminûn.” der. Kesinlikle (andolsun/lekad) onların çoğu/ekserîsi üzerine (azap) söz/ü hak oldu, onlar inanmıyorlar/inanmazlar.” Onlar bilmedikleri için inanmazlar, işlerine gelmez, bilgileri kısır/kısa vadelidir, bura/sı içindir. Modern bilim (de) bilgiyi ilme bunun için dönüştüremez. İlim, hikmetle kardeştir, arkadaştır; bilim de (felsefede bile, her ne kadar felsefeye hikmet sevgisi/arayışı -- philo-sophia-- dense de)  hikmet yoktur. İslâm (Allah), çoğunluğa değer vermediği için samimî olarak Müslüman olmak isteyene, çoğunluğu ölçü almamasını ve “ben Müslümanların ilkiyim.” demesini emretmiştir. “ve ümirtü lien ekûne evvelel Müslimîn. Ben Müslümanların ilki olmakla emr olundum.” Bana ne! başkası, başkası ne olursa olsun; ben, dini sadece Allah’a

BEDENİN RUHLA İLETİŞİMİ

Buna, insanın kendi ile iletişimi de denebilir. İletişim, uzmanlık alanım olmasına rağmen (bu konuda doktora yapmama rağmen), insanın kendi ile iletişimini (bedenin ruhla iletişimini) çook geç fark ettim. İletişim, kişinin kişi ve kitle (şirket, kurum, devlet vb.) ile iletişimini kendine konu edinir; kişinin kendi ve Rabbi ile iletişimine yer vermez. Oysa, kendi ile doğru bir iletişim kuramayan kimse ile doğru bir iletişim kuramaz. Kişi, kendi ile (kişinin bedeni ruhuyla) nasıl iletişim kurar? Beden ve Ruh arasındaki ilişkiyi/iletişimi kuran nefstir, nefs, kişinin ben’idir. Nefste, akıl ve karar = irade yüklüdür. Nefs, ya bedeninin ya ruhunun tarafına ağırlık verir ya da ikisini “dengeler”; bunu (denge de dahil) herkes kendi içinde bulunduğu iç ve dış şartlara göre yapar.  Bedenini önemseyen, çok kaliteli ve çeşitli yemekler yer, iyi barınır-bürünür, görünür (makyaj yapar); gezer-tozar, eğlenir... Ruhunu önemseyen, bedenine “işkence” çektirir; çook az uyur, çook az yer, az banyo yapar,

MÜBAREK

Medya-internet çağında Müslümanlar arasında en fazla mesajlaşma “mübarek” günler ve gecelerde gerçekleştiriliyor. Çoğumuza garib ve saçma gelecek ama ben şöyle bir soru sorarak söze başlamak istiyorum. İslâm’da mübarek gün ve geceler var mıdır, varsa hangileridir? Cuma, Kadir, Regaib, Berat... Hafta yedi gün; bu yedinin biri mübarekse, altısı değil; o altı günü ne yapacağız?!. Cuma, “toplanma/toplantı” demek. Bir konu/mesele görüşülecekse toplanılır, toplantı yapılır? Müslümanlar, Cuma günü bu işi/meseleyi “hutbe” ile hallederler!. Hutbe/ler, ayrıca tartışılmalı; kim, nasıl, niye oluşturuyor (yazıyor), kimin adına oku(nu)yor vs... Cuma günü Müslümanlar hangi bireysel ve toplumsal meselelerini hallediyorlar da Cuma “mübarek” oluyor?!. Cumayı mübarek kılan başka bişey var da ben mi bilmiyorum?!. Cuma dışındaki günleri başkaları mı yaratmış?!. Haftada belli günleri, yılda belli ayları (Ramazan) ve geceleri (Kadr) “mübarek” kılan, özel olaylardır. Bir Müslüman için ‘en özel, çook özel olay

DÜRTÜ

Kişiyi bişeyi yapmaya sevk eden güçlü içsel arzu, sâik, içsel güdü/içtepi, içerden/insanın içinden gelen kışkırtma/kışkırtı; bu güdüye/içtepiye/isteğe verilen isim, örtmekten örtü gibi dürtmekten dürtü; Arapçası nezğ. Dürtünün doğal/normal olanı da var, anormal olanı da; anormal olanı, anormal olan şeytandan, onu anormal olan şeytan dürtüyor. Dürtünün normal olanı ise acıkınca acıktığımızı, yorulunca yorulduğumuzu hissetmemiz; anormal olanı da, çook yememiz, çook uyumamız, ihtiyacımız olmadığı hâlde çalmamız (kleptomani), yalan söylememiz (mitomani) böbürlenmemiz/büyüklenmemiz (kendimizi dev aynasında görmemiz)... Anormal olan dürtülerimizi şeytana atfederiz, bu dürtüler bizi esir alırsa şeytanlaşırız (şeytan oluruz). Şeytan olmamak (şeytanlaşmamak) için kişi önce bu dürtülerin kötü olduğunu fark etmeli, sonra da onlara karşı koyabilmeli. Kitâb, bu karşı koyuşun başarı ile sonuçlanması için, Rabbi hatırlamayı ve Rabbe sığınmayı öneriyor. “Eğer şeytan, bir dürtüş ile seni dürtecek olurs

RADİKAL

Radikal, kökten ve kesin çözümcü; radikalizm, kesin (kökten) çözümü savunan siyasî ideoloji. Bu kavramın dindeki karşılığı fundemantalizmdir ve genellikle ve de yanlışlıkla aşırı dinî/siyasî gruplara (İŞİD, DEAŞ, Taliban, İhvan! vb.) refere edilir. Böyle bir yazıyı neden yazıyorum? Son yazılarımı okuyanlardan bazılarınız beni de radikal ya da fundamentalist görebilir endişesi/şüphesi üzerine... Son 7-8 yıldır dini (tabiî ki İslâm’ı), bütüncül/bütünsel bir kurum/sistem (yapı ve düzen) olarak anlamaya çalışıyorum. Dinin inanç, ekonomi, siyaset, ibâdet, âhiret vb. konularda söylediklerini bir araya getirip, ona (dine) bütüncül bakmak, onu daha iyi anlamak ve ondaki tutarlılığı (uyumu) net görmek istiyorum. Bu aynı zamanda, Rabbim benden ne istiyor, benim için nasıl bir sosyal, siyasal, ekonomik vb. düzen kurmak (kurdurmak!) istiyor, benim nasıl olmamı/davranmamı istiyor ve bu düzen nasıl kurulabilir sorularının da cevabı. Bunun için epey çalıştım; âyetlerdeki kelimeler nerede, nasıl, hang

NARKOZ, HİPNOZ, UYKU ve ÖLÜM

Narkoz, bedene; hipnoz, ruha/düşüncelere yapılacak operasyon için verilir. Uyku, yorulan bedenin (benin) dinlenmesi; ölüm, dünyadaki hayatın sona ermesidir. Hiç narkoz (genel anestezi) aldınız mı bilmem; ben iki kez aldım; anestezinin/narkozun etkin olduğu süre boyunca kişi neler olduğunu hatırlamıyor; bedenimiz kesilince acı duymayalım diye uyutuluyoruz, hislerimize ve bilincimize bloke konuyor. Ölmüyoruz, nefes alıp-veriyoruz, kalbimiz/nabzımız atıyor/muş.  Kişi, anestezide “anestezik” ilaçlarla uyutuluyor, o ilaçların tesiri geçince de ayıltılıyor, uyandırılıyor, buna reanimasyon/yeniden canlandırma deniyor ama can çıkmıyor, insan ölmüyor ki!; hipnozda herhangi bir ilâç kullanılmıyor, kişi “telkine” uğruyor; telkin, fikir aşısıdır; fikirlerin çoğu bilinci uyutur, uyuşturur. Hangi fikir uyutmaz, uyuşturmaz?! Eleştiriyi (sorgulamayı) yedeğinde/yanında tutan fikir/ler. Bu fikirler bırakın uyutmayı/uyuşturmayı, aksine/tam tersine bilince kan/can/enerji verir, onu dinamik, enerjik, diri

BEN

Herkes kendini ben olarak tarif eder; her ben özeldir;  ben’leri özel yapan “içindekilerdir”!. Benin içi olduğu gibi dışı da vardır; benin dışı bedendir; bedene “yabancı misafir” alırsak, ben kirlenir, kendine yabancılaşır. Ben bedeninin/evinin ev sahibi, kişinin kendidir ve bu beden/ev ona emânet verilmiştir; intihar (bedeni/evi yıkmak, yok etmek) yasak olduğu gibi o eve, yapısına uymayan misafirleri (şeytanları, kötü düşünceleri) almak da yasaktır. Ben, bedenle (evle) ruhun (istek-arzu, düşünce ve inançların) uyumlu birlikteliğidir. Gerçek ben, ara ara ‘evde kim var’ diye soran ve evde yabancı misafir barındırmayandır. Ben, kendine yabancı olan misafirle yaşarsa, ona benzer, zamanla onu sevmeye başlar; ben’e iyi gelen (huzur veren) misafir, onun ustası/yapıcısı, Yaratıcı’sıdır ve O Yaratıcı’nın dostlarıdır; O/nların dışındakiler onu sıkar, bunaltır.  Şöyle bir örnek vereyim. Çook sevdiğiniz, çook değer verdiğiniz biri ile “beraber” olmak istiyorsunuz. Bu beraberlikte onu kırmak istem

HAYAT

Hayat, El-Hayy Olan’ın ikramıdır. O, hayatı ikiye bölmüştür : Dünya Hayatı ve Âhiret Hayatı. Âhiret Hayatı, dünyada yaşanan hayata göre şekillenecektir. Dünyada nasıl yaşanırsa, Âhiret Hayatı güzel olur? Bu soruya doğrudan dinî bir cevap verebiliriz ama ben bu cevabın kişideki karşılığını merak ediyorum. Dünya hayatında herkese bir süre/ecel verilmiştir. Ecel, burada zamanın bölünmüş ya da bize denk gelen/verilen hâlidir. Zamanı, genelde geçmiş (mazi) şimdi (ân) ve gelecek (âti) diye üçe böleriz. Geçmişinden ders alıp geleceğini düşünerek yaşanmayan ân (zaman), kayıptır, oyundur. Böyle bir yaşam, ne olduğu bilinmeyen yap-boz ya da puzzle oyununa benzetilebilir. Yaşamda (dünya yaşamında) karşılaştığımız her şey puzzlın parçalarıdır ama biz her bir parça ile belli süre oyalanıyor, oynuyor ve sonra onu terk ederek (bırakarak) bibaşkasına geçiyoruz. Elimize aldığımız her bir parçanın (iş, tatil, meslek, hobi, kitap, film vs.) büyük parça ile bütüncül bir ilişkisinin olduğunu bilmiyor; biri

BİLİNÇ

Biliyorum, bilinç konusu en zor konulardan biri, bu konuda söz söylemek de (yazı yazmak da) zor ama ben mümkün olduğunca bu zorun üstüne gideceğim (başaracağım demiyorum!). Bilgi, bilince dönüşürse değerli olur; yoksa “mâlumât, enformasyon” düzeyinde kalır ve kişiye yük olur. Bilinç, biyönüyle imana dönüşmüş bilgidir; (Allah-u A'lem) iman, “yakîn” olursa “hikmete de” döner. Bilinç nasıl bişeydir? Her şeyden önce bilinç kişiseldir; kişinin yaptığı şeyi ve o şeyi ona yaptıran şeyleri bilmesidir. Kişinin yaptığı şey, dışsaldır, dışardadır, görünür ama o şeyi ona yaptıran şey, içseldir, içeridedir, görünmez ama bilinir. Bişeyi içsel ve dışsal olarak bilen, o şeyi yapanın kendisi ve Rabbidir. Yaptığı şeyi neden ve niçin yaptığını bilmeyen, sürüklenir; bilinç, o şeyi yapmamayı da gerektirir. Bişeyi yapıp-yapmanın kararını bilinç verir; her bilinç doğru olmaz/çalışmaz; bilinci doğru çalıştıran, doğru istikamettir = tutarlılıktır = doğru imandır. Bu da ilahî bir temele/dayanağa yaslanmalıd

ŞEHÂDET

Üzerinde en çok kafa yorduğum/düşündüğüm ama bitürlü gereğini yerine getiremediğim kelime şehâdet. İki yerde kullanıyoruz. 1) İslâm’a girerken. (Şehâdet getiriyoruz, “Eşhedü en Lâ ilâhe illâ Allah, ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû” diyoruz.). 2) Allah için canımızı verirken. İkisi de şehâdet. İlkinde bize verilenle ikincisinde bize verilen aslında aynı. İlki de “huzur” ikincisi de. İlki bu hayatta, ikincisi ebedî hayatta ama ilk şehâdetinde “ısrarcı/azimli/kararlı” olmayan ikinci şehâdete eremiyor. İkinci şehâdete erene, Allah Rızası (Allah, hak-hukuk, adâlet) dışında her şey (para-pul, makam-mevkî, statü vb.) teklif ediliyor ama o, onların hiçbirini kabul etmiyor; ya adâlet ya “ölüm”! diyor.  İlk şehâdeti getirip ama ikinci şehâdet kararlılığını gösteremeyenleri tâğutî düzenler ‘kolay’ kullanabilmişlerdir; tarihte bize ışık saçanlar ise hep ikinciler olmuştur; onlar, Rabbimiz Allah’tır deyip ve o doğrultudan şaşmayanlardır. “Rabbimiz Allah’tır deyip, dosdoğru olanlara gel

ZOR

Bişeyi öğrenmenin ya da yapmanın kişiye güç ve imkânsız gelmesi, o şeyi öğrenmede ya da yapmada kişinin zor-lanması. Bişey, kişiye iki bakımdan zor gelir. 1) O şey gerçekten zordur. 2) Kişi o şeyi yapmak için güçsüzdür, yetersizdir. İlki için de ikincisi için de kişinin güçlenmesi (güç toplaması) gerekmektedir; “zayıf” kişiye her şey zor gelir. Kişi, bişeyin iyi-doğru-güzel olduğunu bildiği hâlde o şeyi yapmakta zor-lanıyorsa,  1) İsteğini/iradesini güçlendirmelidir. 2) Bilgisini inanca dönüştürmelidir.  3) Ona o şeyi yapmayı sağlayan dışsal ortamları/şartları oluşturmalıdır = yaşam biçimini değiştirmelidir. 4) O şeyi azar azar (parça parça) yapmaya başlamalıdır ve yapmakta “ısrarcı/azimli” olmalıdır. Kitap okumak (namaz kılmak vb.) istiyorum ama okuyamıyorum (kılamıyorum) diyen biri, kitap okumanın (namaz kılmanın) iyi-doğru-güzel bişey olduğunu bilir ama bu bilgisi henüz güçlü bir iradeye dönüşmemiştir, sadece “bilgi düzeyindedir”, o bilginin inanca dönüşmesi ve o inancın da

LAĞV

Lağv (لغو), boş, gereksiz ve saçma söz demek. Biz bu kelimeyi lağvetme/ortadan kaldırma, hükümsüz bırakma, feshetme anlamında kullanırız; lügat/sözlük de aynı köktür. Bu kök, Kitâb’ta 11 yerde, 41/Fussilet, 26’da da emir kipinde kafirlerin ağzından kullanılır. “Kâfirler : Bu Kur’an’ı dinlemeyin, gürültü-patırtı edin, belki üstün/galip gelirsiniz derler/dediler.”  وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ Onlar (kâfirler) Kur’an’ı “gereksiz, saçma ve boş söz” olarak görürler. Kur’ân’ı dinlemeyen, Kur’ân’a kulak vermeyen, günah işler. Günah, (dince) suçtur. Suç (günah) işlendikçe bağımlılık yapar; bağımlılık, iradeyi köreltir, kişiyi (bağımlı olduğu şeye) tutsak eder. Sürekli işlenen suçtan (günahtan) kurtulmak gittikçe zorlaşır. Kişi tövbe de etse, sürekli tövbesini bozar. Günah, insanlığı (insanı/insan olmayı) bozar. Kumar ya da içki bağımlısını düşünün!. Bağımlı, ‘artık oynamayacağım, içmeyeceğim’ der, ama yine oynar, yine iç