Kayıtlar

DÜNYA

Dünya, şu ân yaşadığımız yer, gezegen. Bu yerin üçte ikisi (2/3’ü), su; üçte biri (1/3’ü) ise kara. Bu gezegenin kendi etrafında dönüş hızı, saatte yaklaşık 1600 km; Güneş etrafındaki dönüş hızı da 100 ilâ 110 bin km. Bu hız müthiş bir hız, ve biz bu hızı hiç fark etmiyoruz!; uçaktayken uçağın uçtuğunu, gemideyken geminin yüzdüğünü fark etmememiz gibi. Dünya bir gemi, ve hepimiz bu geminin yolcularıyız. Kimimiz Nuh’un Gemisine binmiş, kimimiz de Firavun’un; Nuh’un Gemisinden inip Firavun’un gemisine; Firavun’un gemisinden inip Nuh’un Gemisine binenlerimiz de var. İki gemi de aynı yere gitmeyecek, bu kesin. Dünyadan dünyaya yolculuk, aynı yere yolculuktur. Dünyayı ebedî mekân olarak görenler, “yolculuk oyunu” oynuyorlar. Ölüm, bu yolculuğun sonudur. Ah keşke!, ölenlere, yolculuğunuz nasıl geçti diye sorabilsek, ama soramıyoruz. Arşı kuşatan Rabbimiz, herkesin nereye gittiğini (gideceğini) biliyor ve bize yol gösteriyor = hidâyet; bize yolun işaretlerini (= âyetlerini) veriyor = Kur'

E-İLÂH...

“E-İlâh-un mea-lAllah?!...” Bu ifâde, Neml Sûresinde beş kez geçer; anlamı : Allah ile beraber başka bir ilâh mı (var)?! = Allah’tan başka bir ilâh mı (var)?!. = Allah’ın yanında başka bir ilâh ha?!. demektir. Bağlamı doğru okuduğumuzda (59 ilâ 66. âyetler), gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla çeşit çeşit bitkiler (= nimetler) bitiren, yeryüzünü yaşamaya elverişli kılan, orada sabit dağlar, nehirler, ovalar, denizler yaratan, o denizlerin arasına engeller koyan, bunalan ve sıkıntıda olan insanların yakarışlarına (= duâlarına) karşılık veren, bizleri yeryüzünün hâkimi kılan, bize karaların ve denizlerin ‘karanlıklarında’ yol bulduran, rüzgârları rahmetinin müjdecisi olarak gönderen, her şeyi yaratan, sonra da o yaratmayı (hesap sormak için) tekrarlayan (= tekrarlayacak olan)!, gökten ve yerden bizi rızıklandıran, göklerdeki ve yerdeki gaybı bilen, bize âhirette olacakları haber veren/bildiren İlâh’tan = Allah’tan başka bir ilâh ha!, böyle bir ilâh mı var?!. Nasıl hüküm ver

SINAV & DENEME & İMTİHAN

Herhalde hayatında hiç sınava (= imtihana) girmeyenimiz ve hazırlanmayanımız yoktur. Çoğumuz için büyük sınav, üniversite sınavıdır. Bu sınava hazırlanmak için dershanelere gideriz, gönderiliriz. Bu sınavdan önce seviyemizi bilmek = belirlemek için biiir sürü deneme sınavına da gireriz.  Aslında büyük sınav, hayatın kendisidir. Hayatın içinde karşılaştığımız her bir olay (= buluşma ve ayrılma) da bu sınavın deneme sorularıdır. Bu sorulara (= karşılaştığımız olay ve durumlara) verdiğimiz cevapların toplamı da, --- ki hayatın toplamıdır = hayattır, --- hayat sınavımızın sonucunu belirler. = belirleyecektir. Pekiî, bu sınavda soruları doğru yapıp-yapmadığımızı nasıl ve nereden bileceğiz?!. Bu soruyu iki şekilde cevaplayabilirim : 1. Sınava hazırlıkla. Bu, doğru bilgi ve temiz vicdan ile mümkündür. Bilindik anlamda bilgimiz olmasa bile, temiz vicdan (= içten inanma, saf kanaat, iyi niyet), büyük oranda bizi tatmin eder. 2. Sorunun en doğru cevabını Allah (c.c.) bilir (ve bildirir). Hay

SANAT, DİN ve FELSEFE

Sanat, tek-düze = sıradan yaşama bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Bu yüzden modern düşünce, sanata hep mesafeli durdu; onu müzelere (ve sanat galerilerine) hapsetti ve “sanat, sanat içindir.” dedi. Modern düşünce, insanlığa iki büyük savaş yaşattı. (= I. ve II. Dünya Savaşları). I. Dünya Savaşından sonra Sovyetlerde bir devrim oldu; asıl sanat da orada gelişti; SSCB, sanatçıyı “ruh mimarı” olarak gördü (dikkat!, bu sistem, ruhu inkâr eden bir sistemdi) ve sistemine dahil/entegre etti; böylece sanat da siyasallaştı. Tek-düze = sıradan yaşama karşı duran din de, benzer muamele ile karşı karşıya; o da vicdanlara ve ma’betlere hapsolunmuş durumda. 1979’daki devrim (= İran İslâm Devrimi) de aynen SSCB’nin yaptığı gibi dini gündelik hayata taşıdı ama bunu yaparken, dini hem millîleştirdi (= şiî odaklı din) hem de siyasallaştırdı. ... Her şeye rağmen, sekülerler için sanat; dindarlar için de din, bu tek-düze = sıradan, sıkıcı ve bunaltıcı modern hayattan kurtuluş için hâlâ birer umut olmaya

ŞEYLEŞME

Terim, Georg Lucàcs’a ait. Bu kavramın arkasında Karl Marx ve Max Weber var. Daha sonra bu kavram, Frederick Taylor tarafından hareket-zaman etüdü ve Fordizm ile geliştirildi. 8-10 yıl İşletme'de bu dersi verdim, konuyu iyi biliyorum. Frederick Taylor, Pittsburgh’daki Bethlehem Çelik Fabrikasında işçilerin verimliliğine dair çalışmalar yaptı, azâmî üretim ve kâr için, onların zamanlarını planladı. ... Aradan 40-50 yıl geçti, artık herkesin zamanı planlandı; kimse artık kendi isteği ile bişey yapmıyor, yapamıyor. Ne zaman kalkacağımız, ne yiyeceğimiz, ne giyeceğimiz, hangi saatte otobüse (= servise) bineceğimiz, saat kaçta işten çıkacağımız, kaçta evde olacağımız, evde ne yapacağımız (= hangi programı seyredeceğimiz, eve hangi eşyayı alacağımız, vb.), hafta sonları nereye gideceğimiz, ... belirli, belirlenmiş; bize seçenek hakkı verilmemiş!. Verilmiş mi?!. Belirlenmiş seçenekleri seçmek, seçmekse, verilmiş!. 4-5 yılda bir yapılan demokratik seçimlerde de belirlenmiş = seçilmiş adayl

YAŞAMAK, ÖLMEK ve SAVAŞMAK

Yaşamak için ölmek = Şehâdet. Ölmek, pardon, öldürmek için yaşamak = Şiddet, vahşet ve dehşet. Sürekli yaşayacağını = hiç ölmeyeceğini sanmak = Gaflet. Hiç ölmemek, ölememek = Sürekli acı çekmek. (Bu hâl, burası ve cehennem için geçerli.) Ölmeyi istemek = Acıdan kurtulmak ve Sevgili’ye kavuşmak. ... Savaş, bunlardan hangisi için yapılır?!. Savaşta ölüm, öldürme ve yıkım kaçınılmazdır. Savaşı, ölenler mi, yoksa yaşayanlar mı (= öldürenler mi) kazanır (veya kaybeder)?!. Niçin savaşıldığına bağlı. Toprak için savaşılıyorsa, ölen, savaşı kaybetmiş; toprağa sahip olan da savaşı kazanmıştır. Hak-hukuk, adâlet için savaşılıyorsa, ölen adâlet için ölmüştür; yaşayan da adâleti yaşatacaktır; yaşatmıyorsa, savaşı kaybeden, yaşayandır, öldürendir. Yaşamayı sadece buraya hasredenler, ölmeyi istemezler. Ebedî yaşayacaklarına inananlar ise, güzel ölürler. Güzel ölüm nedir, nasıldır?!. İbrâhim Babamızın oğullarına (= bizlere) vasiyet ettiği = tavsiye ettiği ölümdür. = illâki Müslüman olarak ölmek. (Bk

SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA

Her yer, her ülke, Amerika veya Avrupa standardında yaşasa, dünyanın kaynakları tüm insanlara yetmez. Dün, odun yakıyorduk; kömüre geçtik; sonra petrole; şimdi de nükleere geçmeye çalışıyoruz. Odunu elde etmek, kömürü elde etmekten; kömürü elde etmek, petrolü elde etmekten kolaydı; nükleer ise çook daha pahalı/maliyetli ve çoook daha tehlikeli. Gıdaya ve suya ulaşmak (bulmak), her geçen gün zorlaşıyor. Küresel ısınma yüzünden buzullar eriyor = doğal felâketler (= depremler, seller, yangınlar vb.), savaşlar ve insanlar arasındaki farklar artıyor. Konforumuzdan = rahatımızdan  vazgeçmeden, çareyi insan sayısındaki azalmada arıyoruz. Böyle = bu bir tür kalkınma sürdürülemez. Altta kalanın canı çıksın; yeter ki biz üste çıkalım. “İnsan, insanın (kardeşi değil) kurdudur. = Homo, homini lupus.” (Thomas Hobbes) Bu kalkınma, yedikçe doymayan aç kurtlar ve kurbanlık kuzular üretiyor (=yetiştiriyor).

KURBAN KESMEK ve TIRAŞ OLMAK

Kurban kesmek, kurbanlık bir hayvanı (koyun, keçi, inek, tosun, düve ve deve) kesmek; tıraş olmak da saçı-sakalı kesmektir. Hac ve umrede, ihramda iken ve “orada” (= mehılle) kesilen kurbanlar “yerine”! gidene kadar = “hattâ yeblüga-l hedyü mehıllehû” (2/196) tıraş olmak yasaktır; ancak ihramdan çıkınca ve kurbanı kesince, tıraş olunabilir. Tıraş, dış temizlik için yapılır. Saçı-sakalı birbirine karışmış bir adam, toplumun/insanların gözünde “pis veya pejmürde” (= üstü-başı dağınık) olarak görünür/görülür. Umrenin veya haccın sonunda insanlar, bayram ederler; hac ve umre edeni, tebrik ederler. Hacda kesilen kurbanlar nereye gider; kurban kesmekle saçı-sakalı kesmek aynı âyette neden zikredilmiştir?!. Kurbanların eti, fakir-fukarâya; kurban kesenlerin taqvâlılıkları (= niyetleri, samîmiyetleri, bilinç ve duyarlılıkları) da Allah’a ulaşır. (Bknz. Hacc, 37.) Kurban, önceden candan idi (= can kesilir idi); Hz. İbrâhim (a.s.) ile mal kesilir oldu. Mal, canın yongasıdır. Mal kurban edenler (

DEVLETLER ve ŞİRKETLER

Günümüz şirketlerini de devletlerini de 'rasyonalite'! (= bürokrasi) idare ediyor = yönetiyor. Şirketler de devletler de “belli amaçları” gerçekleştirmek için çalışıyorlar. Sanki, ikisinin de ortak amacı refahı yaygınlaştırmak ama ellerindeki araçlar farklı. Şirketlerin elindeki araçlar : Para, mal, işgücü, pazar, bilgi, vs. Devletlerin elindeki araçlar ise : Vergi, toplumsal destek = kamuoyu desteği, diplomasi, bürokrasi, silah (= asker-polis), vs. Üniversite, artık ikisinde de ortak. Devletler, daha çok vergi toplamak için şirketlerin önünü açıyor ve şirketleri, verdikleri vergi ve fikrî (demokratik!) destek karşılığında uluslararası pazarlarda koruyup-kolluyorlar. Buna karşın şirketler, devletlere : bizden aldığın vergileri “tembellere” harcama! ve bize karışma! baskısını da yapıyorlar = Liberalizm. Sosyal devleti ayakta tutan, sadece seçim = demokrasi = oy. Zaman zaman oy karşılaştırması da yapılmıyor değil; ‘bir Prof.’un oyuyla bir çöpçünün oyu aynı mı olurmuş?!’ da denili

YALVARMA & YAKARMA

Duâ. Duâ, yalvarmanın-yakarmanın (= yakarışın) ve isteğin EN GÜÇLÜ hâlidir. İstek, “zayıf, güçsüz varlıklara” (=insanlara) da yapılabilir ama yalvarma-yakarma yapılamaz; yapılırsa, yapılan iş, duâya yakınlaşır. Yalvarma-yakarmada “niyet” de önemlidir. Duâda niyet, sadece Allah’adır. Duâ sadece Allah’a yapılır. “ve lâ ted’u meallahi ilâhen âhar...” = Allah’la beraber (= Allah’ın yanında) başka ilâh(lar)a (= birilerine) yalvarma!. (= onları yardıma çağırma!.) (28/88.) Çağırırsan, onlara ilâh muamelesi yapmış olursun!. Duâ, EN BÜYÜĞE, EN GÜÇLÜYE yapılır; EN BÜYÜK, EN GÜÇLÜ duâ ile yardıma çağrılır. Duâ, güçsüzün GÜÇLÜ’den yardım talebidir. Filistin’e = Filistinli (= Gazzeli) kardeşlerimize duâ ediyoruz. ... Güçsüzüz, güçsüzlüğümüzü biliyoruz; ama aynı oranda! duâmızın gücünün de zayıf olduğunu veya O’nunla beraber başkalarına da “duâ”! ettiğimizi de  biliyor muyuz?!. Sanki bu yüzden, Rabbimiz duâmıza icâbet etmiyor gibi!. Ne dersiniz?!.

SÖZÜN GÜZELİ

Bence burada, Kur'ân = Allah’ın Sözü hariç, kimse sözün en güzelini söyleyemez. Nereden biliyorum?!. Hacc Sûresi, 24. âyetten.  Söz söyleme ve söylenen sözü anlama kapasitesi, bitmeyen = sonu gelmeyen bir süreçtir; muhtemelen bu kapasite, en iyi “cennette” fark edilir; çünkü oradakilerin kademe kademe tüm idrak güçleri olgunlaşır; orası da bir tekâmül sürecidir. Oradakiler hep güzel sözler söyler ve güzel sözler dinler; bu yüzden oradaki olgunlaşma = tekâmül çook hızlıdır.  Hacc Sûresi, 24. âyette bu, şöyle ifâde edilir : “Onlar, sözün en güzeline ve çook övülen yola yönelmişler, yöneltilmişler = hidâyet edilmişlerdir.” Bu âyette hidâyet kelimesi iki kez geçer (= hûdû). Hamîd sıfatı, harf-i tariflidir; bu sıfat, yola da Allah’a da gider; Allah’a giderse, Allah’ın yoluna demek olur; övülen yol da zaten Allah’ın yoludur; sırât ise, nekradır.  Bu âyeti, burada (= dünyada) Güzel Söz’e (= Kelime-i Tevhîd’e) uyan, dolayısıyla Allah’ın yoluna giren ve yürüyen insanlara da hamledebiliriz;

KÂBE

Kâbe : Mekke’de bulunan ilk (küp) ev. (Kâbe, küp demek). Beytullah = Allah’ın Evi. Bu Evi, ilk kez, ilk insan Hz. Âdem’in; sonra da (oğlu Hz. İsmâil ile birlikte) Hz. İbrâhim’in yaptığı söylenir. Hâli-vakti yerinde olan her Müslümanın, bu Evi ziyâret = hacc etmesi istenir, farzdır. Ne vardır O Ev’de ve civarında?!. Şeâir. = Apaçık âyetler ve İbrâhim’in Makamı.  Orada, bazı yasaklar da vardır; normal zamanlardaki gibi hareket edilemez. Nelerdir o yasaklar?!. Helâl bile olsa kadınlara yaklaşmak, fısk etmek (= günah işlemek), kavga etmek, saçın bir telini bile koparmak, sinek-böcek öldürmek, vb. şeyler yasaktır. Bunlar bize ne söyler?!. Daha dikkatli, doğa ile daha uyumlu bir hayat yaşamamızı. Hacı, oraya kübik taşlardan yapılmış, 120-130 metrekare bir binayı görmeye gitmiyor; oradaki âyetleri görerek hayatına “çeki-düzen” vermeye gidiyor. Orada, o zor şartlarda bireysel, toplumsal ve siyasal olarak Allah’ın dinine uygun yaşamış insanların hayatlarından izler (= işaretler = âyetler) görme

EVRİM-2

Dilimizin düzeyi, düşüncemizin düzeyidir. Düşüncemiz nereye evrilmişse, dilimiz de oraya evrilir. Kuşak çatışması (= generation gap = dedelerin torunlarını; torunların dedelerini anlayamamaları), dilin değişmesi yüzündendir. (Bir de alfabe değişmişse, hafıza tamamen sıfırlanmış = formatlanmıştır.) İlk Müslüman toplumla aramızda yaklaşık 15 asır (= 1500 sene) var. O zaman kullanılan kavramlar ile bugün kullanılan kavramlar arasında kültürel olarak büyük farklar oluştu; Kur'ân’ı onlar gibi anla(ya)mıyoruz; bu yüzden neredeyse bütün ciddî ilâhiyatçılar “anlama sorunu üzerine” çalışıyorlar. Dilin mantığını ve dildeki değişimi anlamadan, kadim metinleri anlayamayız. Allah’tan, elimizde bozulmamış ve (temel anlamı) korunmuş bir Metin (= Mushaf) var. Bu Metnin (= Mushaf’ın) “Bütünlüğünü = Ana-Fikrini = Ana Mesajını” anlamadan, Onun âyetlerini = cümlelerini tek tek (= parça parça) ele almak, Onun ne demek istediğini almamaktır. O Metnin (= Mushaf’ın) merkezinde “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” var

EVRİM

Biyolojik evrimi bildiğimi söyleyemem ama dilin evrimi konusuna epey zaman harcadığımı söyleyebilirim; burada da, bu konuya değineceğim. Evrim, hep düz ileri gitmez, (= hep tekâmül etmez); geriye de gider. Evrim bize, şeklen tekâmül gibi görünse de o, ahlâken geri de gidebilir = tereddî de edebilir. Yâni, görünüş olarak en kâmil canlı insan gibi görünse de insan, hayvandan daha geri (= daha vahşi ve daha yırtıcı da) olabilir. Dil de, dilin kelimeleri de böyledir.  Dilde, “Doğru Yol = Sırât-ı Müsteqîm” kavramını ele alalım. Doğru Yol = Sırât-ı Müsteqîm kavramı, “başlangıçta” dînî idi ve Allah’ın gösterdiği (= Allah’a doğru giden) yol, anlamında kullanılıyordu; zamanla bu kavram “evrimleşti” ve siyasallaştı. Benim yaşımda olanlar ve daha yaşlılar Doğru Yol Partisi’ni hatırlarlar. Bu partinin eski adı da Adâlet Partisi idi (= AP). Adâlet de dînî bir kavramdı. Şimdi de yine bir partinin adında Adâlet kelimesi var. Sizce, Doğru Yol Partisi’ndeki “yol” ile Sırât-ı Müsteqîm’deki “sırât/yol”,

SAVURMA ya da SAVRULMA

1. Düven/Dövenle dövülmüş ekini sapından (= samanından) ayırmak için rüzgâra vurmak. 2. Rastgele sağa-sola veya bir yöne! (= her yöne) saçılmak. 3. Eldekileri (= malı, zamanı, hayatı, vb. şeyleri) amaçsızca israf etmek. Savurmada eldekiler; savrulma da ise bizzat kendimiz savruluruz. Rüzgâr, Farsça bir kelime. Bu kelimenin Arapça karşılığı rîyh; ruh da aynı köktür. ... Coğrafî (= doğal) olarak rüzgâr çeşitleri : Lodos, Keşişleme, Karayel, Kıble, Poyraz, vs. Bir de “yapay, siyasî-toplumsal-fikrî rüzgârlar” var. Asıl bu rüzgârlar bizi savurur, savuruyor. Aklımız ve irademiz, doğal-coğrafî rüzgârlara zaten karşı koyamıyor ama “yapay, siyasî-toplumsal-fikrî rüzgârlara” karşı koyabilecek güçteler. Ama biz o rüzgârları da doğal rüzgârlar gibi görüyor ve hayatımızı bu rüzgârlara teslim ediyoruz. Bu yapay rüzgârları estirenler, bizi kendi amaçları için savuruyorlar. Doğal rüzgârların ne zaman ve nereden estiğini “bilirsek”!, onların bizdeki samanı deneden (dâneden) ayırmak (= bizi adam etmek,

OKU!.

İlk emir, “Oku! = İkra!..” O emre ilk cevap, “Ben okuma bilmem!.” ... Öğren o zaman okumayı. Okuma olmazsa, olup-biteni anlayamazsın!. Bu okuma, yazılı bir metni okuma değildir; ortada yazılı bir metin de yoktur; bu okuma, olup-biteni = hayatı okumadır. “Kadîm Metinleri” (geçmiş yaşamları) oku(ya)madığımız için, yeni metinler kanla ve şiddetle yazılıyor; o yazıların izi de Gazzeli masumların yüzlerinde/n okunuyor ama biz hâlâ okuma bilmiyoruz. Okumayı öğren(e)mezsek, nerede, ne yapacağımızı da bilemeyiz. İkra!.

VARSAYIM

Varsayım : Teorem, hipotez.  Varsayım, ‘bişeyin’ var olan veya yok olan; veyahutta yok ama var kabul edilen, ya da var ama yok kabul edilen hâli midir?!. Bilimde varsayım, ‘o şeyin’ (var-lığı ya da yok-luğu) ispatlanabilen bişeydir. Pekiî, dinde varsayım olur mu; meselâ, Tanrı varsayılabilir mi?!. Zaten biz O’nu varsayıyoruz!. (demeyin.) (Buradaki varsaymak, var olduğunu kabul etmek. Soru, bilimsel anlamıyla soruldu ve Tanrı ispatı istendi.) Tanrı, bir teorem veya hipotez gibi ispat edilebilir mi, dendi?!. Bence edilebilir. Teorem veya hipotezlerin ispatı sebep-sonuç ilişkileri ile olur. A, B’nin; B, C’nin; A ve B, Z’nin sebebi; A, K ve M durumu, D, E, F, C, H’nin sonucudur gibi. Somutlayalım. Tüpü (ocağı) kapatmayı unuttuğum için ocaktaki yemek yandı. Uykusuz araba kullandığı için kaza yaptı. Kaza, uykusuz araba kullanmasının sonucu, vs... Bütün bu sebeplere “ara sebepler” diyoruz.  Asıl sebebe veya ara sebeplere sebep olan Varlığa da Tanrı diyoruz. Tanrı’ya da bir sebep ararsak, tese

ACABA (?!)...

Acaba, hem merak, şüphe, tereddüt bildiren hem de hayret bildiren bir soru edatı ve zarfıdır. Kelime, Kitâb’ta acebe-yecibü,  ea’cebe-yu’cibü kökünden 14 yerde; şaşkınlık, tuhaflık anlamında, aceben, acîb ve ucâb şeklinde 13 yerde; toplamda 27 kez geçer. Bana bu yazıyı yazmaya sevk eden âyet, Kâf, 2. âyet. Âyet şöyle : “Onlar, içlerinden (kendi aralarından) bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve bu ne acâib bişey!, dediler.” Âyette ‘bel’ edatından sonra gelen acibû, şaşmak-şaşırmak anlamındaki bir fiildir; âyetin son kelimesi ise acâib anlamında hâl/durum bildiren sıfat = acîb’tir. Ne diyormuş O Uyarıcı?!. Ölen ve toprak olanların tekrar dirileceklerini (ve hesap vereceklerini) söylüyormuş!. Buna = bu dönüşe (= söze) şaşmışlar/şaşırmışlar ve bu imkânsız bir dönüş = “zélike rec’un baîd”, demişler. (3. âyet.) O Uyarıcı(lar), bütün ilâhları birlediğinde de, bu acâib bişey = “inne hézâ leşey’ün ucâb” demişlerdi. (Bknz. 38/Sâd, 5.) Ucb (ﻋﺠﺐ) da acâib/demek/ten türer. Ucb, çok bilmişlik etme/g

YOKLUK ve BOLLUK

Varlık ve darlık da diyebiliriz. Her ikisi de sınama aracı ama varlıkta veya bollukta, bu sınavın kaybı çok daha kolay gibi duruyor; çünkü varlıklılar = bolluk içinde yaşayanlar, başta Rableri olmak üzere bi çoook şeyi unutuyorlar, şımarıyorlar. Yokluk = yoksulluk = darlık çekenlerin aklına ara ara (= ara sıra) da olsa hak-hukuk, adâlet ve Allah geliyor; zenginler, çoğu şeyi unutuyor; Kârun gibi (okudum, çalıştım, sermayemi riske ettim ve) ‘ben kazandım.’ (onlar yattı!) diyor... A’raf, 94 ilâ 102 arasını lütfen okuyun, ama bu okumayı olmuş-bitmiş (= tarihsel/tarihî) bir hadise olarak görmeyin; kendi hayatınızla irtibatını kurun. Dün yoksulduk; samîmî duâlarımız vardı; duâlarımız kabul oldu, bolluğa kavuştuk... Dünkü hâllerimizi de Rabbimizi de unuttuk!. Unutmayanlara selâm olsun. Onlar, darlıktan/yokluktan varlığa/bolluğa kavuşmuş ama darlıktaki hâllerini unutmayıp darda olanlara el uzatarak Rablerine şükrederler; hâlâ darlıkta iseler Rablerinden zerrece ümitlerini kesmezler.  102. âye

SIÇRAMA

Sıçrama : İleriye, daha çok da yukarıya doğru atlama, yukarılarda biyerlerde tutunma veya bu işi (sıçrama işini) sürekli yapma.  Kierkeagard, ‘Korku ve Titreme’ adlı kitabında Hz. İbrâhim’in imanını (oğlunu kurban etmesini) bir “sıçrama” olarak tanımlar; daha doğrusu ona göre iman, insanla Tanrı arasındaki boşluğun sıçrayarak doldurulmasıdır. Sanki, ilimden (akıldan) imana da (kalbe de) böyle bir sıçrama yapılıyormuş gibi!. Ama biz Müslümanlar, bu sıçramayı, ilme ve imana doğru değil de mala-mülke ve makama doğru yapıyoruz.  Uzuun yıllar (1923’ten 2002’ye kadar) ilmen, mâlen ve makâmen büyük “yoksulluklar” yaşamış bu insanlar, 2002’den sonra ilmen olmasa da mâlen ve makâmen büyük sıçramalar (atlamalar) yaşadılar ve yükseldiler.  Bu yükseklik, onların çoğunun başını döndürdü; çook azının da midesini bulandırdı. Midesi bulananlar, ilmî ve ahlâkî (imânî) alana yöneldiler; başı dönenlerin aklını, konfor/lüks ve gösteriş (akıllarını) başlarından aldı, küstahlaştılar. Sizler, benim gördüğümü

KENDİ SÛRETİNDE!...

Sûret, gözün gördüğü şekil, biçim, form. Akıl, sûretin arkasındaki aslı (= özü, cevheri, tözü) arar.  Madde ve sûret tartışmasına girmek istemiyorum ama şu kadarını söyleyeyim; ayrım, farklılık/farklı olma, tane olma, sûret farklılığındandır. Tanrı, insanı Kendi Sûretinde yaratmışsa, insanı “Kendine benzer”! yaratmıştır. Sûret, bir sıfatsa = bir sıfat benzerliği ise, ben bu benzerliği alışılmışın (mevcut anlayışın) dışında ele almak istiyorum.  Tanrı  Alîm’dir; insan da âlim olmak ister, istiyor. Tanrı, Kadîr’dir; insan da kudret, güç, kuvvet sahibi olmak ister, istiyor. Tanrı, Mâlik-ül Mülk’tür; insan da mülk sahibi olmak ister, istiyor.  Tanrı, Kahhâr’dır; insan da kahhâr olmak ister, istiyor... Bugün, Tanrı’ya en çok inananlarımız, O’na en yakın olanlarımız da mülk sahibi olmak için çırpınıyorlar; üstelik bunu “bir lokma bir hırka” diyerek yapıyorlar. Bakın  tarikatlarımızın hâline!. Bazı tarikat şeyhlerimiz 15-20 milyonluk arabalara biniyor. Tarikatlar, holdinglere dönüşüyor. Tarik

HZ. MÛSÂ (a.s.)'IN KASTI NEYDİ?!.

A’raf, 143. âyette, Hz. Mûsâ, Rabbi ile “buluşma vaktine” (limîkâtihâ) gelince, O’na : “Bana Kendini göster, Sana bakayım.” (erinî, enzır ileyKe) dedi. Rabbi de Ona : “len terânî” = Beni kesinlikle göremezsin; görmek istiyorsan şu dağa bak = unzur il-el cebel...” dedi. Burada hem nazar hem reâ fiili kullanılmıştır. İkisi de görme. Reâ’dan rü’ya ve re’y de türer. Rü’ya ve re’y, gözle görme değildir. Rü’ya, uykuda görülür; re’y, görüştür, tercihtir; reyimi kullandım, bi tercihte bulundum, demektir. Nazarı daha önce yazdım; hem gözle görmek hem de akılla düşünmek, nazariyat yapmak. Hz. Mûsâ, Rabbini gözleriyle mi görmek istemiştir, yoksa aklıyla (= kalbiyle) mi, yoksa her ikisi ile de mi?!. Rabbinin verdiği cevaba ve “buluşma vaktine” bakılırsa gözleriyle!. Rab, her zaman her yerde ise, bu “buluşma (yeri ve) vakti” de neyin nesi?!. Yasin 11. âyette, “... ve haşiye-r Rahmân-e bil gayb...” denir. Anlamı, görmedikleri hâlde Rablerinden korkanlar, demektir. İnanma da, görmeden olur, oluyor. R

KALP & FÜÂD

İkisi de kalp. Fark nerede?!. Kalp, inkılâb (= tekallüb) eder, değişir-dönüşür; sanki füâdda bi sabitlik vardır veya aranır.  Füâdın çoğulu, ef’ide; kalbin çoğulu, kulûb. Füâd, çoğulu ile birlikte Kitâb’ta 16 yerde; kalp, çoğulu kulûb ile birlikte 168 yerde geçer; aradaki tekrar farkı, yaklaşık on kattır. Kitâb, Efendimizin “kalbine değil, füâdına”, füâdını sağlamlaştırmak ve sâbit kılmak için indirilmiştir. (Bknz. Hûd, 120. Furkan, 32.) Bize bitürlü güven (eman/iman) vermeyen, habire değişen-dönüşen kalbimizi, sabit, istikrarlı, güvenli hâle getirmemiz gerekiyor. Bence bunun yolu, sanki önce kelime, sonra hâl düzeyinde kalpten füâda geçmek!. Bu hâle geçersek, sanki on kat daha rahatlarız gibime geliyor. Bu nasıl olur?!. Özü = Zâtı değişmeyen, Samed Olan Allah’a güvenle = imanla olur. Sürekli değişen-dönüşen, bu sayede başkalaşan kişi ve düşüncelere güvenirsek (inanırsak), sürekli inkılâb eder, bitürlü huzur bulamayız. İman, bitür huzursa, bu huzur, bir donukluk değil, aksine güven içi

NAZAR-İYAT

Nazar, bakış, görüş. Nazariyat, (anlamak için) düşünsel bakış, düşünsel görüş. Her nazar, kişide bir “manzara” (= görünüş, görüntü) oluşturur. Baktığımız “manzara”, somutsa, gözle; soyutsa, akılla görülür. Düşünme veya anlama, gözle bakışımızla akılla bakışımızı birleştirme; iki “manzarayı bir manzarada” görmedir. Çünkü, göz de akıl da aynı kişide, aynı şahıstadır. Duyuş da kişide duyu/msal = sesli bir manzara oluşturur. Duyuşun manzarası,  her yöndendir. Ses, her yönden gelir. Ses, “manzaranın” (= görünüşün, görüntünün) hareketi/eylemi, o hareketin/eylemin çıkardığı sestir. “Biz cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık. Onların gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar; kalpleri (akılları) vardır, anlamazlar; onlar hayvanlar gibidir; belki de daha aşağı.” (7/179) Batılı anlamdaki nazariye (= teorem, tez) ile, doğulu (= dînî) anlamlardaki nazariye farklı. “efelâ yenzurûne il-el ibili keyfe hulikat?!” (88/17)’deki nazar, hem deveye bakmayı hem de deveyi “incelem

DİN, FELSEFE, BİLİM

Başlığı, büyükten küçüğe doğru koydum ama söze küçükten başlayacağım. Bilim, doğayı ve kendimizi bilme uğraşı. Bir sürü bilim dalı var. Fizik, Kimya, Biyoloji, Sosyoloji, Psikoloji, vs.  Felsefe, bilimin verilerini toplar/toparlar, “büyük resmi” ortaya koymaya, olup-biteni anlamaya çalışır. Anlar mı, anlayabilir mi?!. Anlayamaz. Çünkü, her veriyi bilemez, her veriyi o büyük sisteme dahil edemez, etse de ilişkileri doğru kuramaz. Geriye din kaldı. İnsanî dinleri kast etmiyorum, ilâhî dinden söz ediyorum. İşte bu din bize, o büyük sistemin işleyişinin evrensel yasalarını ve ilkelerini verir ve bizi o sistemi kurana saygıya (= kulluğa) davet eder. Din yoksa, huzur da yoktur. Din, bilimsel ve felsefî arayışa son verir mi?!. Hayır, aksine bu arayışı güvenli bir şekilde teşvik eder.

KİA

KİA’ın açılımı, Kitle İletişim Araçları. Radyo-Televizyon, Gazete-Dergi gibi. İnternet vasıtasıyla Sosyal Medya da artık bir kitle iletişim aracı oldu.  Kitleye hitap etmek, kitleyi etkilemek neden önemlidir?!. • İktidar olmak için. • Daha çok mal ve hizmet satmak için. Kitlenin (= ahâlinin) %99’u geçimle (= yeme-içme, barınma-bürünme) ve rahat yaşama ile ilgilenir. Geriye kalan %1’lik kesimin ise daha “farklı dertleri” vardır ama onların işi de yine kitle iledir, kitleyi daha âdil ve daha insanî bir yaşama iknâ. Kitle, yaşadığı hayattan memnun olduğu sürece, o %1’lik kesimin işi çook zordur. Kitle iletişim araçlarını elinde bulunduranlar : • Kitle, isyan etmesin diye, • Kitle, bazı şeylerin farkına varsın veya uyansın diye yayın yaparlar. İktidarı (= gücü) elinde tutmak veya onu yıkıp-ele geçirmek için, olanı, olmamış gibi göstermek veya olanı iyi veya kötü yönde abartmak (= yalan söylemek), kitle iletişim araçlarının çok sık başvurduğu bir yoldur; kitle, her zaman bu tür mani

HAYAT

Hayat hakkında konuşmak zor. Ben bu zorluğu, bir benzetme ile aşmayı deneyeceğim. Hayata bir “noktadan” başlarız. Bu noktanın “içinde” başlangıçta çook az kişi (anne, sonra baba vs.) ve şey bulunur. Zamanla hayatta yol aldıkça = yaşadıkça, bu “noktanın/hayatımızın içine” daha fazla kişi ve şey girer. Hayatta yolculuk, bize kesik-kesik = noktadan noktaya bir yolculukmuş gibi görünse de, aslında bu yolculuk, “tek noktanın içindeki” bir yolculuktur. Bu kesik-kesik = noktadan noktaya yolculuğu, bir çizgi şeklinde gösterirsek, yol boyunca, içinde bulunduğumuz noktanın içine, sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz kişileri ve şeyleri yerleştirir veya yerleşmiş olan şey ve kişilerin bazılarını atarız; diğer bir deyişle bu çizgiyi ya kalınlaştırır ya da inceltiriz; buna, deneyim veya tecrübe de diyebiliriz. İçimizdeki (= bu noktanın içindeki) kahırlar (üzüntü ve sıkıntılar), bizi mahvederken; sevinçler (sevgiler) de bizi hayata bağlar. Kahır da sevinç de ilişkide = iletişimde olduğumuz kişilerin bize,

HADİS

Dînî anlamıyla Peygamber sözü. Kelimenin etimolojik kökü HDS (حدث). Hâdise, olay; havâdis, olaylar; hudûs, ortaya çıkma; muhdes ve hâdis, yeni; ahdes, çok yeni; zıttı, kadîm, eski; ehâdîs, rüya, düş. Kelime, Kitâb’ta türevleri ile birlikte 36 yerde geçer. Her insanın hayatında olduğu gibi Peygamberlerin hayatında da söz ve eylem (olay), olmazsa olmazdır; Peygamberler de konuşur (= söz söyler) ve iş yaparlar. Peygamberlerin söz ve eylemlerini sıradan insanların söz ve eylemleri ile “aynı kefeye” koymaya kalmak, bu yüzden hadis karşıtı olmak, en hafif tabiri ile Peygamberlik makamına saygısızlıktır. Sıradan insanların söz ve eylemleri ile Peygamberlerin söz ve eylemlerini nasıl ayıracağız; asıl soru/n bu olmalı; Peygamberlerin söz ve eylemlerini yok saymak (= inkâr etmek) değil. Peygamberin söylemediği sözleri, Peygamber sözü gibi söylemek, çook ayrı bir fâcia.  Lokman Sûresi 6. âyete dayanarak, hadisleri “hafife almak”, hadislerin bağlamını ve Peygamber(ler)in hayatını ıskalamaktır. Âye

BEŞ DÎNÎ KAVRAM

Mushaf. Kitâb. Kur'ân. Sünnet/Hadis. Siyer. Mushaf : Sahifelere yazılmış yazı demektir. Bu yazı, “sanal/kurgu da gerçek/hakîkî de” olabilir; Kur'ân’a karşılık gelen Mushaf’a, gerçek/hakîkî yazı; diğer mushaflara, sanal/kurgu yazı diyebiliriz. Çünkü Kur'ân, yaşanmış = gerçek bir hayatın (= Sünnet’in) sözlü ifâdesidir. Bizim kitap dediğimiz (kitap olarak bildiğimiz) “şeyler/nesneler” ise, kişisel veya kamusal kütüphanelerimizde bulunan, sanal/kurgusal yazılardan ibarettir. Oysa Kitâb, harflerle değil, eylemlerle, bizzat yaşamla yazılan (= eyleme dökülen) “fiilî yazıların” adıdır. Bu “yazılar”, daha sonra harflere, dolayısıyla da sahifelere (kâğıt, vb. elektronik ortamlara) dökülebilir ve M/mushaf şeklini alabilir. Amel Defterlerimiz, yaşamımızla (hayatımızla) yazdığımız “yazılardan” oluşan kitaplardır; onları, kargacık-burgacık harflerle değil, apaçık eylemlerimizle yazarız. Kur'ân, eylemlerle, bizzat yaşamla yazılan (= eyleme dökülen) fiilî “yazının” sahifelere dökülmüş

UNUTMAK

İnsan kelimesinin, nisyan (= unutma/k) veya üns/ünsiyet (= yakınlık kurma, yakınlaşma) kelimesinden geldiği söylenir. Bence, her ikisi de insana “yakışıyor”!. İnsan, hem unutuyor hem unutmuyor. (= yakınlaşıyor!.) Unutmak, “unutulanı” aklın ve iradenin dışına atmaktır; unutmanın zıttı, hatırlamak = zikretmek, akılda (= gönülde) tutmaktır. Unutma örnekleri : • Bir zamanlar çocuk (bebek) olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar fakir (ve anne-babamıza muhtaç) olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar köylü olduğumuzu unutuyoruz.  • Bir zamanlar yaşadığımız bu yerlerde başka insanların yaşadığını unutuyoruz.  • Bir zamanlar bizim de ana-babamız, dedemiz-ebemiz olduğunu unutuyoruz.  • Bir zamanlar bizim de ana-babamız, dedemiz-ebemiz gibi olacağımızı = öleceğimizi unutuyoruz. Çook daha gerilere gidelim. • Bir zamanlar “yok”! olduğumuzu, adımızın-sanımızın anılmadığını unutuyoruz.  • Bir zamanlar toprak (çiçek, böcek, sebze-meyve vb.) olduğumuzu unutuyoruz. Daha “gerisini” bilmiyo

BURADA ve ŞİMDİ

Burada, mekâna; şimdi, zamana işaret eder. Burada olmak, hareket hâlinde olmaktır. Burada hareket olmazsa, yaşam (canlılık) da olmaz. Buradaki hareket, zaman demektir. Hareket (de), belli bir mekânda olur. Bu yüzden mekân, zamandan; zaman, mekândan ayrılamaz. Burada ve şimdide olmak, zamanda ve mekânda olmaktır. Zamansız mekân, hareket etmez, ölüdür. Mekânsız zamanda ise hareket görülmez.  Şimdii, mekân ve zamanı iki boyutlu bir düzlemde = çizgi ile gösterelim. Çizgi, noktaların birleşmesinden oluşur. Çizgi üzerindeki her nokta, bir mekânı; bu noktaları birbirine birleştiren “şey” de zamanı gösterir. Aslında zaman bölünemez bir sürekliliktir ve sonsuzluktur ama biz onu (zamanı), geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde böleriz. Zaman, mekândan ayrılamıyor ve sonsuzca akıyorsa, mekân da sonsuzdur. Bizim mekânı (da) bölmemiz, aynı, zamanı bölmemiz gibi, anlamaya yöneliktir. Çünkü, bölünmemiş mekânı ve bölünmemiş zamanı bizim zihnimiz (havsalamız) anlayamaz, kavrayamaz. Çizdiğimiz bu iki boyutlu

DERT ve ANLAMA

Dert, söyletir. Derdi aynı olmayanlar, birbirlerini anlayamazlar. Derdi olanın söylediklerini, derdi başka olanlar anlayamazlar. Ancak, derdi ortak olanlar birbirlerini anlayabilirler. Dert, Farsça; Arapçası Be’sâ’/Be’s (بأساء). Bu kelime, Kitâb’ta genelde zarar (ضراء)/sıkıntı kelimesi ile birlikte geçer. Ben, be’sâ’ kelimesini (ulvî/kutsî) dert; darrâ’ kelimesini bedenî, ekonomik sıkıntı veya darlık (zarar) olarak anlıyorum. Bakara: 177, bu tür durumlarda sabredenleri, iyiler (= birr/ebrâr) olarak niteler. Ulvî/kutsî dert de insana bir tür “darlık”! verir. Bu dertten (kabzdan/sıkıntıdan), insanı ancak ve ancak El-Bâsıt Olan kurtarabilir. Aynı derdi çekenler de birbirlerini daha iyi (daha rahat/kolay) anlayabilir. ... “Davulun sesi insana uzaktan hoş gelir.” O davulun yerine bir de kendinizi koyun; o tokmakların bir de size vurulduğunu düşünün; aynı sesi mi verirsiniz?!. Hiç dişi ağrımamış biadam, diş ağrısını nasıl bilebilir, nasıl anlayabilir?!. “Aşk, ağlatır; dert, söyletir.” Ağlama

KESİT

Kesit: Algılanacak (bilinecek, incelenecek) şeyin, parça parça (= parçalı) olan kısmıdır. Aslında, parçaladığımız (= kesitini aldığımız) bütünün/şeyin kendisi de bir kesittir. Doğrusunu söylemek gerekirse, kesit, bir bütün olduğu gibi bütün de bir kesittir. Biz, evreni ve evrendeki şeyleri zaman zaman kesit; zaman zaman da bütün olarak görürüz. Bu söylediklerim, yüzeyseldir; işin bir de derinliği vardır ama o şimdilik bizim konumuz değil. İnsanlığı, yüzeysel (bedensel/bedenî!) bazda ele alırsak, her birimizi(in bedenini) insanlık (bedeninden) ayıran şey, derimizdir. Deriye sahip herkes ve her şey, hem bir kesit hem de büyük bir bütündür ama bunu sadece insan bilebilir. Varlık (= âlem), devâsâ bir deniz = okyanustur. Okyanustaki her “balık”, okyanusun bir kesitini görür; okyanusun bütününü göremez. Geştalt ve algıda seçiciliği duymuşsunuzdur. Geştalt, Almanca bir terimdir; anlamı, şekil/form demektir. Geştalta (Geştalt kuramına) göre, görünen (= algılanan) şekil, algılanandan çook daha

ÂHİRET İNANCI

Âhiret, dünya olmadan olmaz. Dünyada olanlar âhirete inanırlar ama her dünyada olan da ona inanamaz. Dünyada olan her insan, önce dünyaya doğar; sonra, kendini dünyada bulur. = Ergenlik ve dünya ile sağlıklı-sağlıksız ilişkiler kurar;  ya temelli dünyalı olur, dünya ile dostluk-yârenlik eder, dünya ile kaynaşır; ya da dünyada misafir olduğunu anlar ve onunla arasına mesafeler koyar. Dünya caziptir, insanı çeker-alır, kandırır. Akıllı adam, dünyadan gidenlerin kazandıklarını yine dünyada bıraktıklarını görür ve dünyaya/dünyalığa çok fazla meyletmez; onunla/onlarla arasına mesafeler koyar. Böyle bir adam, dünyadadır ama dünyalı değildir; dünyada misafirdir. Dünyada misafir gibi yaşamayan, âhirete inanmış gibi yaşayamaz. Bilmeyenler için hatırlatayım. Misafir, seferde (yolda) olan, bulunduğu yerde geçici/muvakkaten bulunan demektir. Yolda olmak için, yola/yolculuğa çık(ıl)acağını bilmek, yola girmek gerek. Adam, dünyaya dibine kadar batmış (âhiret için hiçbişey yapmıyor, ölümler bile onu

DÜŞÜNCENİN SEYAHATİ

Seyahat, bilinmeyen yerlere yapılan gezi. Ünlü, çağdaş, Yahudi sosyolog ve filozof Zygmund Bauman, üç tür seyahatten söz eder: Aylakların seyahati. Turistlerin seyahati ve Hacıların seyahati. Bence, düşüncede de ‘aynı veya benzer türden bir seyahatten’ söz edilebilir. 1. Aylak aylak düşünen veya düşünmek için düşünenlerin seyahati. 2. Bilmek için düşünenlerin seyahati.   3. İnanmak için düşünenlerin seyahati.   Cebinde harcayacak beş parası olmayanlar,  nasıl aylak-aylak gezerlerse, başka yapacak bir işi olamayanlar da aylak-aylak düşünürler; ben buna, Nasreddin Hoca’dan esinlenerek, ‘hindi düşünmesi’ diyorum. Parası bol olup, harcayacak yer bulamayanlar da sırf, tarihi-turistik biyerler göreyim diye seyahat ederler, ama onlar, gördükleri yerlerden (şeylerden) gerekli ibretleri/dersleri almadan aynı şekilde yaşamaya devam ederler; aynen bunlar gibi, bilmek için düşünenlerde de, edindikleri dağınık ve parçalı bilgi (uzmanlık bilgileri), onların hayatlarında bir değişikliğe yol açm

LÂ HAVLE...

Genelde işlerimiz “ters” gidince veya başımız sıkışınca “Lâ Havle” çekeriz. (Lâ Havle ve lâ Quvvete illa Billâh-il Aliyy-il Azîm, deriz.) Ne demek isteriz?!. Güç ve Kuvvet, sadece Yüce ve Büyük (Olan) Allah iledir (= Allah’ın yardımı iledir.) Bir başka ifâde ile, Yüce ve Büyük Olan Allah’ın Gücü ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Buradaki ‘Lâ ve illâ’, Şehâdetteki ‘Lâ ve illâ’ ile aynıdır. Şehâdetteki ilâh’ın yerine Havl ve Quvvet konulmuştur. Allah’tan başka İlâh yoktur = Allah’ın  Gücü ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Öyle midir?!. Öyleyse, bizdeki güç ve kuvvet nedir?!. Allah’tan başka ilâh (var) kabul edenler, ne olacaktır?!. Bizdeki (herkes ve her şeydeki) güç ve kuvvet, O’ndandır, O’nun bize “vergisidir”!, bizim değildir. O’ndan başka ilâh (var) kabul edenler de (= O’na şirk koşanlar da) O’nun kullarını ilâh kabul etmektedir. ... Kitâb’ta havl kelimesi, ‘doğrudan güç’ anlamında kullanılmaz; güç ile kuvvet neredeyse müteradiftir; yukarıdaki cümle de (= Lâ Havle .

MAYASI BOZUK!...

Biliyorum, bu deyim, aslını-esasını kaybetmiş, temel/fıtrî özellikleri bozulmuş anlamında, çoook ağır bir deyimdir. ... Doğru dinin (= İslâm’ın) mayasını şirk bozar. Şirki, din bünyesine (= inancına) bulaştıranın, dini bozulmuştur; onun inandığı din, artık doğru (= hâlis) din olmaktan çıkmıştır. ... Biri, bizim kişiliğimizi hedef alarak, bize “mayası bozuk” derse, beynimize kan sıçrar. ... Birbiri ile bağlantılı iki soru soracağım. 1. İyi bir dindarsak, dinimize, kişiliğimizden çook fazla daha değer vermemiz gerekmez mi?!. 2. İnandığımız dine şirk karıştırmayarak (= bulaştırmayarak) o dinin mayasını bozmamamız gerekmez mi?!. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, (doğru ve hakkıyla söylenirse), mayası bozulan dini (= bizim inandığımız dini, İslâm’ı değil, İslâm, temizdir.), yeniden temiz maya ile mayalar. ... Hadi, hakkıyla yeniden, bir daha, bir kez daha, sıdq ile, gönülden tecdîd-i iman : “Eşhedü en Lâ ilâhe illâ-l Allah, ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve rasûlüHû.” Ne dediniz de din mayanızı (

DUÂ ZAMANI

“Rabbi edhılnî mudhale sıdqın ve ehrıcnî muhrace sıdqın vec’alnî min ledünKe sultânen nasîrâ.” (17/80.) Anlamı: “Rabbim beni, gireceğim yer/e doğru bir girişle (= doğrulukla) girdir; çıkacağım yer/den doğru bir çıkışla (= doğrulukla) çıkar; bana katından (= min ledünKe) güçlü bir destek (= sultân) ver.” Orijinal metinde, cümleye ‘...de...den’ anlamı veren, ‘an ve ilâ’ harf-i cerleri yok ama tüm mealler bu âyeti böyle çeviriyorlar. Yanlış mı?!. Hayır, eksik!. İnsanın gireceği (girdiği) ve çıkacağı (çıktığı) ‘şey’, sadece somut/maddî bir mekân = yer olmaz; insan, manevî/psikolojik bunalımlara, kişiyi kendinden geçiren, kendini unutturan (deli eden) sevinçlere de (= olumlu-olumsuz duygu durumlarına da) girip-çıkabilir. Bu yüzden âyetin kapsamını daraltmamak gerekiyor; o yüzden, âyette ‘an ve ilâ’ harf-i cerleri hem hazfedilmiş hem de yoktur diyebilmeliyiz. Tamam, Efendimiz bu duâyı hicret arefesinde = Mekke’den Medîne’ye hicret etme kararı alınca, çok sık edermiş, bu duâ, Onun o ânki hâli

KAZANÇ

(Bu yazı, ‘bunca yıldır yazıyorsun, ne kazanıyorsun?.’ şeklinde özetlenebilecek bir soruya cevap olarak kaleme alındı.) Kazanç: Belli bir emeğin sonucunda elde edilen maddî-manevî (= somut-soyut) gelir, hâsıla, semere, fayda, vs. Bunları üç şekilde gruplayabiliriz: Para. Şöhret ve Sevab. • Para: Somuttur ve ekonomiktir. • Şöhret: Yarı somut, yarı soyuttur ve toplumsaldır. • Sevab: Tam soyuttur ve dînîdir. Para, sadece banknot değildir; ele geçen her türlü mal: ev, araba, arsa, yat-kat, fırsat, belge: diploma, ruhsat, vs.dir. Şöhret, sadece yerel değildir, ulusal ve küreseldir.  Sevab, insana burada hiçbir getirisi olmayan (= olup-olmayacağı da bilinmeyen ama olacağına inanılan) ve iyi bişey olduğu sanılan “şeydir”!. Şimdi, bu üç tür kazancın birbirleriyle ilişkisine (= birer-bir, altı; ikili = ikiye-bir üç olmak üzere) toplamda dokuz soru ve dokuz kısa cevapla bakalım. 1. Para, şöhret kazandırır mı?. Kazandırır. Temiz (helâl) para, temiz (iyi) şöhret;  kötü (= kara) para, kötü

DİN BİNASI

Bir binayı ayakta tutan, direkleri ve kolonlarıdır; duvarlar değil. Bizler, din binasının direkleri ve kolonları ile değil de duvarları ile ilgileniyoruz; aslı ihmal ederek füru’yu ön plana çıkarıyoruz.  Din binasının, temel, ana, orta (taşıyıcı) direği, Kelime-i Tevhîd’dir = Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır. Diğer “tamamlayıcı” direkleri de Namaz, Oruç, Hacc ve Zekât’tır = İslâm’ın beş şartıdır. Binada değil de çadırda yaşıyorsak, çadırı ayakta tutan ana direk, yine Kelime-i Tevhîd = Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır; çadırı kenarlarından toprağa bağlayan direkler de Namaz, Oruç, Hacc ve Zekât’tır. Biz, ana direği yıllarca ihmal ettik, “zayıflattık”; öteki direkleri güçlendirerek, bu dini (= din binasını) ayağa kaldırmaya çalışıyoruz. Kaldırabilir miyiz?!. Kaldırabiliriz ama belli bir süre sonra, bu bina (yine) tam ortasından bel vererek yıkılır; ama orta (ana, temel) direk sağlam olursa, öbür direkler de sağlam olur; aynen toplumun orta direği gibi. Toplumun orta direği çökerse, toplum (çatı, bina)

ZAMAN

Zaman kelimesinin kökeni nedir?! Kitab’ta zaman (زمان) kelimesi geçmez; zaman kelimesinin aslının Farsça olduğu, zurvan kelimesinden türediği söyleniyor, Avesta’da zurvanizm diye bir dinden de söz edilir. Kitâb'ta zamana karşılık Ebed. Ezel. Sermed. Huld. Hukb. Dehr. Hıyn. Asr. Ecel. Gece-Gündüz. Bugün/Yevm. Ğad/Yarın. İstikbal/Gelecek. Ay/Kamer. Yıl. Vakt. Sa’at gibi kelimeler geçer. Bu kelimeler zamanın uzunluğunu ve kısalığını, geçiciliğini ve sonsuzluğunu belli bir skalada ifâde eder. Zamana hükmeden, mekâna da (mekândaki şeylere de) hükmeder. Yunan Tanrısı Kronos, Kaos’tan türemiş Uronus ile Gaia’nın oğlu olan bir Titan/Tirandır; zamanı ölçen kronometre ve zamandizim anlamındaki kronoloji de buradan gelir. Kronos, bütün Tanrıların babasıdır, zamanla çocuklarını yer. Ben, zaman (زمان) ile zemîn (زمين) arasında yakın bir ilişkinin olduğunu zannediyorum; iki kelime de Farsça. ... Efendimizin haber verdiği bir kudsî hadise göre, Yüce Allah şöyle buyurmuştur : “İnsanoğlu dehre (zam

ZAMANA BAKIŞ

Zamanı ölçen saatlere değil, zamanın kendisine bakış. Zamanın kendisine bakabilir miyiz?!. Hayır, çünkü zaman boyutlu ve sûretli bişey değil. Mekân, iki boyutlu; mekândakiler (şeyler) de üç boyutlu; zamanda, boyut yok. Öyleyse, zamanı nasıl algılıyoruz da onu, geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde bölüyoruz?!. Zamanı da sayı doğrusu gibi, doğrusal olarak bir çizgi üzerinde gösterirsek, 0 (sıfır), şimdi; -1,-2,..., geçmiş; +1,+2,... gelecektir. Onu (zamanı), doğrusal değil de döngüsel olarak gösterirsek, saat (şekli) gibi bişey/şekil yaparız; saatin akrep ve yelkovanı, hangi rakamın üzerinde ise, ona, şimdi; saatin dönüş yönüne göre, onlardan geride (solda) olanlara, geçmiş; ileride (sağda) olanlara, gelecek deriz ama bu bizim sorunumuzu çözmez, çözmüyor. Zaman, sürekli kendini tekrarlayan, döngüsel bişey değil. Her gün, yeni bir gün. Herkesin zamanı kendine özel bir zaman. Biz, niye de doğrusal zamanı benimseyerek yürüyelim ve şu soruyu soralım. Biz, zamana doğru mu gideriz; zaman, bize do

HAZIR MIYIZ?!

Hazır, hazırla(n)mak fiilinden sıfat-isim; hazır ile huzur aynı kök : HZR (= حضر). Çocuklarımızı sınava (= geleceğe) hazırlıyoruz. Düğün (toplantı, yemek, görüşme, yolculuk vs.) için, hazırlık yapıyoruz; uyumaya (= yatmaya), namaza hazırlanıyoruz. Hazırlıklarımız bitmiyor... Tüm bu hazırlıklarımızın sonunda da “Huzur’a” çıkıyoruz. İyi hazırlananlar, kazanıyor; kötü hazırlananlar, kaybediyor. Yeni (= yeniden) bir hazırlık imkânımız da yok. ... Hazır, şu ân ve burada, demek; hazır, zamanı ve mekânı içine alan (= içinde barındıran) bir “kelimedir”!. Biz, bu kelime ile “hâllenir” isek = hep/her zaman, şu ânı ve bu mekânı en iyi şekilde değerlendirir isek, hep hazır olur, hep huzur buluruz; aksi hâlde, hep kaybederiz. Hazırlık, şu an ve burada (= şimdi) yapılacak bişeydir, ertelenemez; ertelenirse, hazırlığını yaptığımız ân ve mekân (= huzur), elimizden kayaar-gider.

GÖZ, KULAK ve KALP

Göz, görür; kulak, duyar; kalp, hisseder. Görüntü (= şekil veya sûret) varsa göz görür. Görmenin de biçok çeşidi vardır. Görmek, bakmak, şahit olmak, seyretmek, süzmek vs... Arapçada da aynı: nazar/nazariye, basar/basiret, reâ/re’y, şühûd/şehâdet... Ses varsa kulak duyar. Bizim kulaklar, belli desibeldeki veya belli frekanslar arasındaki sesleri duyabiliyor. (20 ila 20.000 Hertz.) Uzaydaki büyük patlamaları veya yerde yürüyen karıncanın yürüyüşünü duyabilseydik, kafamız patlardı. Duygu varsa kalp hisseder. Herkes, aynı duygu ve hassasiyet yoğunluğuna sahip değildir. Hasis değilse, iyi görenin, iyi duyanın hassasiyeti de yüksek olur. ... Gördüklerimizi ve işittiklerimizi artık kaydedebiliyoruz. Dün, bu kayıtlar, çook sınırlı olarak mağara duvarlarına, kil/taş tabletlere, hayvan kemiklerine, papirüs, porşömen ve kağıtlara (= sahifelere) yapılıyordu/yazılıyordu, şimdi elektronik ortamlara yapılıyor, yazılıyor.  Her şeyde bir kayıt var. Her şeyimiz kaydediliyor. = Amel Defteri. Bizler, bu

KONUM

Konum ikiye ayrılır  :  1.Mekânî konum.  2.Makâmî konum. Mekânî konum, enlem ve boylamla; Makâmî konum, (toplumsal) statü ile belirlenir. Bir de kişinin Rabbi karşısındaki konumu vardır; onu, sadece O bilir. Makâmî konumunu emekleri ile, hak ederek değil de, eş-dost ve tanıdık-dayıları ile elde edenlerin, Rableri karşısındaki konumu “iyi olmasa” gerek.

ZAMAN, MEKÂN ve BEN

Zaman, mekândaki hareketi; mekân, zamandaki hareketsizliği ifâde eder; ben de, hem zamandaki hareketi hem de mekândaki hareketsizliği fark edenim. Ben olmasam, zaman da mekân da (benim için) olmaz. Her mekân bir nokta; tüm mekânlar (büyük mekân) da büyüüük bir nokta; noktaları birbirine bağlayan çizgi (= yol = ecel), (benim) zaman(ım). Şimdi, dünya noktasındayım; yarın, âhiret noktasına gideceğim. Ahiretteki yerimi de buradaki yönüm (= kıblem) belirleyecek.

İSTİKÂMET

Kelimenin kökü, kâme (قام); istif’al babında; istekame, yestekımu, istikâmet. Kâme (قام) : ayakta durmak, dikilmek ama hangi yönde?!. Belirsiz. Her yön olabilir. İstikâmet ise belirli bir yönde ayakta durmak, dikilmektir. Müslümanlar için, iki boyutlu düzlemde bu yön, Kâbe = Beytullah = Allah’ın Evi’dir. ... İki kişinin yönleri farklıysa, pek çok şeyi anlamaları da farklıdır. İşi biraz basitleştireyim. Bir odada, iki kişi karşılıklı oturuyoruz; ortamızda da bir sehpa var, sehpanın üzerinde de iki bardak çay var. Ben, muhatabıma ‘hangisi benim’ diye soruyorum; o da ‘sağdaki’ diyor. Bana göre sağdaki miii, ona göre sağdaki mi?!. İkimiz yan yana ve aynı yöne doğru otursaydık, ikimizin sağı da (solu da) aynı olurdu. Bir başka örnek, Güneşle yön tayininde. Güneşi, doğarken solumuza (= kalbimiz tarafına) alırsak, önümüze güney; arkamıza kuzey deriz; batarken solumuza alırsak, önümüz kuzey; arkamız güney olur. ... Kâbe’de tavaf, Kâbe’yi Güneş gibi sola (= kalbimiz tarafına) alarak yapılır. Ba

NOKTA-ÇİZGİ

Nokta, uzamdaki en küçük yeri/mekânı; çizgi, iki boyutlu düzlemi “gösterir”!. Evren, çoook büyük bir noktadır; bizler (bizler de çoook küçük noktalarız), bu büyüüük evrenin içinde, küçüüük noktaların birleşiminden oluşan yollarda yürürüz. Yolların üzerindeki yerleri (önemli mekânları : Okul, Camii, Müze vb.) de, noktalarla gösteririz. Çizgi, iki boyutlu düzlemi gösterir dedim, ama çizginin yönünü belirtmedim. Bir yerden bir yere (= gideceğimiz doğru yere = yöne) gidebilmek için, yönü (= çizginin yönünü = kıbleyi) doğru bilmemiz şarttır; aksi hâlde deli danalar gibi uçsuz bucaksız uzayda (uzamda) dolanır dururuz. Doğru yön için, iki şey gereklidir. 1) Ben. 2) Belirli bir referans noktası (= röper). Ben, yönümü bu referans noktasına (= röpere) göre tayin ederim = bulurum; o referans noktasına (= röpere) yüzümü döndüğümde, o referans noktası (= röper) benim önüm olur; önüme göre, arkamı, sağımı, solumu belirlerim... Bu, iki boyutlu ve düz hatlı bir yön belirleme işlemidir. Bir de yüksekli

NAMAZDA BEDENİMİZ NE DER?!

Namazda Huzur’a temiz bir bedenle (ve kalple/gönülle) çıkarız = Abdest. Namazda bedenimiz yönünü bulur = Kıble; Beytullah’a = Allah’ın Evine = Kıbleye yönelir. Namazda ellerimizle mâsivâyı (= Allah dışındaki her şeyi) geriye (= arkamıza) atar ve Allah’u Ekber = Allah En Büyüktür, Allah’tan başka ilgilenebileceğimiz bibaşka büyük yoktur, diyerek başlarız = İftitah Tekbiri. (Eûzu-Besmeleyi es geçiyorum.) Huzur’dayız. Ellerimiz bağlı, göbeğimizde; başımız önde, gözlerimiz secde yerinde, ayaktayız = Kıyam. Kıyamda okuduklarımızı (= söylediklerimizi) bedenimiz; bedenimizin söylediklerini (= okuduklarını) kıyamda okuduklarımız yalanlamamalı; unutmayalım!, Huzur’dayız; ne hâlde olduğunuzu (= tutarlılığımızı ve tutarsızlığımızı) “Huzur’unda Olduğumuz” biliyor; bu mesele, bu yazının konusu değil. O’nunla konuşuyoruz. Biz O’na, O da bize, “bişeyler”! söylüyor/uz... = Kıraat. Allah’u Ekber = Allah En Büyüktür, diyerek, “Tamam” anlamında eğiliyoruz = Rükû. (ve “Sübhane Rabbi-yel Azîm” (baş üstüne!