Kayıtlar

BİZ

“Biz” Birinci çoğul şahıs zamiri; içine sen, ben ve siz girer. Zamirler, dilde isimlerin (kişi adlarının) yerini tutar. Dil, nasıl ismini aldığı varlıkların yerini tutmazsa isimler de kişilerin yerini tutmaz ama onları “temsil” ederler. Rabbimiz olan Allah Kitâb’ı Kur'ân-ı Hakîminde Kendi Özel İsmi Allah’tan başka 99 Esmâ’sının yanında “Ben ve Biz = Ene ve Nahnu” zamirlerini de kullanır. (326 kez Ben, 1700 küsür kez Biz.) Ben, birinci tekil şahıs zamiridir ama Allah “şahıs” değildir. Ankara Okulu Yayınlarından çıkan, felsefeci Prof. Veli Urhan tarafından yazılan ‘İnsanın ve Tanrı’nın Kişiliği’ kitabında Tanrı, bir “kişi” olarak görülse de O aslâ bir kişi değildir ama insanın “anlaması” böyle bir ifâde kullanılmıştır; Sayın Prof. “personalizm” çalışmıştır. Pekiî, Rabbimiz Allah’ın Kendisi hakkında hadi İsim ve Sıfatlarını “geçtik”!; zamirler kullanması, üstelik ‘Ben yanında Biz’ demesini nasıl anlamalıyız?!. ... 'Bütün dünya olarak hepimiz = biz, bu sene zor bir yıl geçirdik.

HATİB, MUHÂTAB ve HİTÂB

Bu yazıda bu üç kavramı Kitâb (Kur'ân) perspektifinden ele alacağım. Hatib, konuşan; muhatab, kendisi ile konuşulan, hitab da konuşma demek.  Kitâb’ta konuşan “açık ve gizli = Zâhir ve Bâtın” olarak Allah’tır. Kimi yerde (kimi zaman) birinci tekil şahıs kipini kullanarak Kendi’si “doğrudan/bizzât” konuşur; kimi yerde (kimi zaman) de birinci çoğul ve üçüncü çoğul kipiyle Meleklerini, Elçilerini, bizi (hatta şeytanları), yeri, göğü ve derilerimizi (organlarımızı) konuşturur. Muhatap/lar ise yine Elçileri ve biziz. Muhatap çevresi zamanla genişlemiştir. İlk muhataplar, Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt ve ilk Mü’min-Müslümanlar (Ya Eyyühellezîne Âmenû!); sonra, kâfir ve münafıklar (Ya Eyyühellezîne keferû! Ya Eyyühel münâfikûn!); sonra, Ehl-i Kitâb; sonra tüm insanlar. (Yâ Eyyühennâs!. Kâffeten linnâs!. gibi.) Melekler (2/30. 7/11. 15/28.), İblis (15/32. 38/75.), yer ile gök (41/11-12.) ve tüm mahluklar (16/68-69.) da muhataplar arasındadır. Kitâb (Kur'ân), âdetâ bu Hatib ve muhatapların “

DİLİN ÇOK KATMANLI YAPISI

Anlamı dil aktarır; anlamda olduğu gibi dilde de çok katmanlı bir “yapı” vardır. Gündelik dil ve bilim dili, somuttur; felsefe ve sanat dili, soyuttur; din dili ise, hem somut hem soyuttur. Somut dil, duyulara; soyut dil akla hitap eder; din dili hem duyulara hem akla (gönle/kalbe) hitap eder, insanı “komple bir bütün” olarak kuşatır. Kitâb’ın dili yer yer somut (muhkem), yer yer soyuttur (müteşâbih). Dili müteşabih olan âyetleri, muhkem âyetlerin ışığında dinde râsih olanlar anlar. Âyet de işaret demektir; âyetler anlamı işaretle anlatır. Bu işaret, hem harf/harfî  sembol hem de sembolik, mecazî, temsîlî, teşbihî söz/dil anlamındadır.  Sadece somut olanlarla yetinenler lafızcı = zâhirî; somutları dikkate almayarak sadece soyuta dikkat çekenler agnostik = bâtınîdir. Allah, hem Zâhir hem Bâtın olduğundan ‘O’nun Dili’ de hem Zâhir hem Bâtın’dır; bu dil, Kitâb’ına da yansımıştır. O, Kitâb’ı = Hitâb’ı anlaşılsın diye muhatap aldığı kavmin diliyle konuşmuştur. Hz. İbrâhim’e A’ramice, Hz. Mu

DİNE İKİ TÜR YAKLAŞIM!.

Mutlak Din ve Mukayyed Din ya da Evrensel, Zamana bağlı (Zamanla kayıtlı) olmayan Din ve Zamanla kayıtlı Din. İlki, İlâhî ve tarih üstü; ikincisi, insanî ve tarihsel. İlki, amaç ya da hedef koyan Din; ikincisi, konjonktürel ve yaşanan hayata uyarlanan Din. Mutlak Din, o gün yaşanan hayata iner; o hayat üzerinden hedef/amaç belirler; Mukayyed Din, o gün yaşanan hayatın realitelerini dönüştürür, onlara “doğru yön/ler, hedef/ler” belirler. Örneğin kölelik ve cariyelik. Mutlak Din, kölelik ve cariyeliği kaldırmayı, insanları “eşit kılmayı” hedefler ama bunu yaparken o gün yaşanan “fiilî durumu” ıskalamaz, aşama aşama (tedrîcî) bir düzenlemeye gider; çünkü birden/âniden yasaklama, o gün yaşayan insanlara “zor gelir”!. İçki yasağında da aynı durum yaşanmıştır ama hâlâ içki içilmeye devam edilmektedir. Hayatta Mutlak Dinin “değinmediği, sonradan ortaya çıkan” alanlar (konular) da vardır. Sözgelimi Mutlak Din, modern teknolojiden (internetten, biyolojik-kimyasal silahlardan) hiç bahsetmez, ama

YARATMA = HALK

Noktalı ha ile. Noktasız ha’lı halk, traş olmak ya da sakal/ı kesmek demek. Noktasız ha’lı nahar, kurban kesmek; noktalı ha’lı nahar, horlamak. Arapçada nokta önemli; nokta, hem anlamı hem harfi değiştiriyor; nokta altta olursa be, üstte olursa nun oluyor... Küfüv’ü yazdıktan sonra İhlâs’taki “lem yelid ve lem yûled” âyetine kısacık da olsa değinmemek olmaz diye düşündüm ve bu âyeti düşünürken bu başlık ortaya çıktı. “Lem yelid ve lem yûled.” âyeti Doğmamış ve doğurmamış (doğurmamış ve doğurtmamış ya da baba da değildir, evlât da değildir.) şeklinde çevrilir. Velede-yelidü, doğurmak; veled, çocuk. Lem tekidî olumsuzluk/nefy edatı, kesinlikle doğmamış, kesinlikle doğurmamış. Kur'ân’a “sadece dilsel bir Metin”! olarak bakarsak, Huve’yi eril bir zamir olarak görürüz ve Allah’ı hâşâ “erkek”! olarak tasavvur ederiz; bunu geçmişte (kelâm tarihinde) yapmışlar. Hâlbuki O (Huve), eril de (zaten dişil de) değildir. Ya nedir? İşte, Ehad’dir. Samed’dir. Lem yelid ve lem yûled’dir. Ve lem yekün

KÜFÜV

“ve lem yekün leHû küfüven Ehad.” Küfüv : Denk, eş, benzer. “O (Allah) dengi, benzeri, eşi olmayan Ehad’dir ya da O’nun dengi, benzeri, eşi yoktur, Ehad’dir.” O’nun dışındakiler, noksandır. Sadece O, tamdır. İşrak felsefesi (Suhreverdî ve Molla Sadra) buna Teşkik/Teşgıg (تشقق) = yarılma, parçalanma derler. Bunun klasik felsefedeki karşılığı “Tikel/Cüz/Parça”. Teşkik/Teşgıg (تشقق), bütünün yarılması (parçalanması) değil; ton alması gibi bişey. Kırmızı ya da yeşilin tonları gibi. “Küll/Bütün/Tam Varlık”, tamlığından hiçbir şey kaybetmiyor, tikel/cüz/parça varlıklara şekil/sûret ve can/ruh veriyor; buna “Vucûd-u lâ bişart maksemî” deniyor. (Vucûd, mevcut olma, vücut bulma; maksemî, taksimden pay alma; lâ bişart, şarta bağlı olmayan.) Küfüv olmama, yani “bişeye benzememe” işrâkî felsefede, Kendi hiçbir şeyden pay almayan ama her şeye “Kendine yakınlığı oranında” pay veren Ehad’e = Allah’a karşılık geliyor. Ehad Olan Allah dışındaki varlık, mertebelerine göre vücud ve zuhur şeklindeki teşki

ÜÇ KELİME

Tefsir, Te’vil ve Ta’bir. İlk ikisi sözün (ya da metnin) açıklaması. Tefsir, sözün (ya da metnin) dildeki ve rivayetteki zâhirî anlamdaki karşılığı; te’vil, sözdeki sembolik, mecazî (bâtınî) anlam. Ta’bir, “(rüyada) görülenin” yorumlanması. Te’vile de yorum deniyor ama o yorum, ta’birdeki yorumdan farklı. Söz/ses, duyulur; yazı/metin, (gözle) okunur (görülür); rüya da “görülür” ama bu “görme”, yazıyı görme gibi değildir. Yazıda, sadece harfler (harflerden oluşan kelime ve cümleler) görülür, oradan “anlama” ulaşılır; rüyada “anlamın da içinde olduğu her şey görülür”, sonra bu “görüntü = vizyon” yorumlanır, ta’bir edilir. Rüyada görünen, yazıda görünene göre çoook daha detaylıdır; o detay yorumlanırken (ta’bir edilirken) tekrar daraltılarak söze ya da yazıya dökülür. Böyle bakarsak, “en geniş anlatım ve görüntü” rüyada olandır ama rüya, göreni bağlar; rüya gören, rüyasını “yorumlayarak, ta’bir ederek, söze ya da yazıya döküp” anlattığında, dinleyen ya da okuyan da o rüyayı yine “kendine

ZAMANSIZLIK = HULD

Kur'ân, zamansızlık dünyasından bizim zamanlı dünyamıza “konuşur”!. Onun konuşması, “diyalojiktir”, insanı oradan buraya, buradan oraya götürür; nasıl, insan ilk önce “o zamansızlık dünyasından = cennetten” buraya geldi ise, yine oraya “sağ-sâlim” gidebilsin diye. Zaman, kabaca üçe ayrılır : Dilde bunların karşılıkları mazi/geçmiş, şimdi/ân ve gelecek/âti sîgaları, kipleridir. Kur'ân, mazi/geçmiş kipindeki bir fiili gelecek için de kullanır. Sözgelimi 39/Zümer, 68-70’de kıyamet sahneleri anlatılırken kullanılan fiillerin (Nüfiga, Saiga, Vudia, Cîe, Gudiye gibi) kipi mazi edilgendir. Sûra üfürüldü. Allah’ın diledikleri dışında gökte ve yerde kim varsa herkes bayıldı. Kitaplar (= amel defterleri) ortaya kon(ul)du. Nebîler ve şâhitler getirildi. Aralarında hak ile (adâletle) hüküm verildi gibi... daha olmamış olaylar olmuş gibi (zaman dışından, zamansızlıktan) anlatılır bizlere. Yine bize (buradaki zamana) göre çok uzun sürecek bir olay, zamanın çoook kısa bir ânında gerçekleş(tir

ÖLÜM

Zor konu. Ölümü anlayan hayatı da anlar!. Ölüm, zamanla kayıtlı olan hayatın sonudur. Zamansızlık (= Huld), bir başka zor konu. İnşallah o konu hakkında da bişeyler karalayacağım. Bu karalamalar beni bağlar; “kesin doğru” olmayabilir. Ölüm/ölüş, mevt. Mevtâ ya da meyt, ölü. Vefât, ölüm ânı, buradaki zamanla kayıtlı hâlin sona erişi. Ölüm sonrası, ba’sü ba’del mevt, zamansızlık. Ölüm, kötü bişey midır.? Kişiye göre değişir!. Kişiye nisbet edilmeyen (= kendinde ölüm, bizatihî ölüm) yoktur!. Olsa dahi, onun iyiliğinden ya da kötülüğünden bahsedilemez.  Meselâ ateş, bizatihî kötü değildir; ateş, yaktığı şeye (oduna ya da insana) göre kötüdür. Ateş İbrâhim’i yakmamıştı!. İbrâhim’e “kötü” gelmemişti ama oduna (kömüre, kâğıda vs.) ya da “biz odunlara göre” kötüdür ateş, bizi yakar!. Ölüm de aynı. Bize göre kötü ölüm!. Rûmî ya da Belhî’ye göre (İranlılar Belhî diyor) ya da “şehitliği/şehâdeti göze” alanlara göre kötü değildir ölüm. Onlara “düğün-bayramdır = şeb-i arûs’tur” ölüm. Ölmeyen yok; h

MÜMKÜN İLE İMKÂNSIZ

İki zıtlık. Daha biçoook zıtlık var hayatta ve düşüncede. Ölüm-Hayat. Özgürlük-Mahkumiyet (Cebr). Cehalet-Bilgililik. Cennet-Cehennem. İyi-Kötü... Bu zıtlıkları bir kılmak, birleştirmek mümkün mü?!. Sarhoş etmeyen şarap (56/18.). Hiç yaşlanmayan delikanlı (= Vildan. 56/17.) Hep bâkire kalan kız (= Hûri. 55/72.). Hiç bozulmayan süt (47/15.) Daha bir çok ifâde var Kitâb’ta. “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.” (8/17.) Ok senin elindeydi ama sen atmadın, Allah attı. Ya da Allah, senin elinle attı. Ya da Allah sana el (güç/imkân) verdi, sen attın.  Sen bunu bildin de, sen atmadın (ben atmadım dedin), Allah attı. Bilmedin, ben attım dedin, Allah da itiraz etti; “sen atmadın, Ben attım.” dedi. İkisi de “mümkün”! de, İkisi de “imkânsız” mı?!. Hayır, O’na imkânsız bişey yoktur.!. İmkânsız bize göredir. O, her imkânsızı mümkün kılar.  Ama, bize çoğu şey imkânsız olarak kalır. Ne zaman, bize o imkânsızlar mümkün olur?!. O’na kul olursak, O’nunla olursak!, O’nu her şeyden çook seversek = eşed

BEŞ YEMİNDEN SONRA!

Dikkat!, yemin eden Allah, Rabbimiz!. İnsan yemin ederse, Allah’ı şâhit tutar; Allah yemin ederse, neyi şâhit tutar?!. (Kendini, Elçilerini, Melekleri, Vahyi/Kur'ân’ı, Kıyamet Gününü, Güneşi, Ayı, Gökyüzünü, Asrı, Kuşluk Vaktini, ...) Yemin, sözü kuvvetlendirmek ve yeminden sonraki sözü kesin kılmak için edilir. Bir değil, tam beş yeminden sonra (6. âyet ve devamına) söylenenlere dikkat!. Âdiyat Sûresi  :  1. “Vel âdiyâti dabhan.” = Kızgınlıkla (hınçla) düşmanlık yapanlara veya soluk soluğa koşan (at)lara. 2. “Vel mûriyâti kadhan.” = öfkesinden yanıp tutuşanlara veya tırnaklarından ateş saçanlara. 3. “Vel mugîrâti sübhan.” = Sabah erkenden akın/baskın edenlere veya sabahlara kıskançlık yapanlara. 4. “Fe eserne bihî nak’an.” = Tozu dumana katanlara veya ortalığı (fesada) bulandıranlara. 5. “Fe vesadna bihî cem’an.” = Toplumun (topluluğun) tam ortasına dalanlara veya toplumu fesada boğanlara.  6. “İnnel insâne li Rabbihî lekenûd.” = Kesinlikle insan, Rabbine karşı çook na

TEKÂMÜL

Tekâmül, kemâlin devam etmesi, hiç bitmemesi, ucunun hep/sürekli açık olması ama her noktanın bir önceki noktadan daha kâmil (mükemmel) olmasıdır. “... el-yevme ekmeltü leküm dineküm...” (5/Nisa, 3.) âyeti, “dinin M.632’de tamamlanması, sona ermesi” anlamında değil; o gün yaşanan hayata, dinin (Allah’ın ve Rasûl’ünün) ilâhî bir istikâmet (ruh  ve yön/yöneliş, kıble) vermesi, o ruhun (yönün/yönelişin, kıblenin) bozulmaması hâlinde bugün de yarın da bu tekamülün devam edeceği anlamındadır. O gün “şekillenen din”, o günün dini idi. Bugün, bugünün dini; yarın, yarının dini aynı ruhla (yönelişle) şekillenir.  Bakın Kitâb’a!. Kimler var, ne tür sorular soruyorlar?!. Hepsi, o gün yaşanan konulara ve sorunlara dair. Bugün, başka konular (sorular/sorunlar) gündemde. Bugün, bugünün konularına (sorularına/sorunlarına) verilen dinî cevaplar (sadece sözlü cevaplar değil, çözümler de), bugünün dinidir. Dünün dini, bugüne uymaz!. Bu, “yeni bir din” değil, o dini bugüne taşıma; o dini, bugün yaşanan h

DİNDARLIK ALGIMIZ

Dine girmek, dindar olmak mı demek?! Dine, “Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.” diyerek girilir. Bu giriş, bir işe, çıraklığa girer gibi bir giriştir, bunun kalfalığı ve ustalığı da vardır... Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz bir işe önce çırak olarak başlarsınız, sonra kalfa, sonra usta olursunuz; dindarlık da böyle bişeydir. Dine ilk girene önce “getir-götür işleri” verilir, sonra “basit işler” daha sonra da “ağır işler!.” Mesleklerde ustalık, nasıl bir yetişme sürecine tâbî ise, dindarlıkta da benzer bir süreç işler. Dine ilk girene, bazı ‘dinî talimleri’ tekrarlama ve onları yapmada beceri kazanma işleri verilir. Sözgelimi ilk defa namaz kılmaya başlayan birine, namazın nasıl kılınacağı (dış/görünen şartları, ki bunlar aynı zamanda namaza hazırlıktır) öğretilir; kişi, namazı gönüllü ve severek kıldıkça namazın içindeki şartlara (iç şartlarına) da nüfûz etmeye ve kıldığı namazdan haz almaya (huşû duymaya) başlar... ve namazı hayatı kılar. Oruçta da aynı süreç geçerlidir. İlk

BİR ÂYET

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ birr’e erişemezsiniz. Ne infak ederseniz, Allah onu bilir.” لَن تَنَالُواْ الْبِرَّ حَتَّى تُنفِقُواْ مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ (3/Al-i İmran, 92.) Birr, sevilen şeylerden üstündür. Birr, kişiyi “EN SEVİLENE” ulaştırır. Birr, sadaka, saygı, sadakat, doğruluk, dürüstlük, dindarlık, (Allah’a) itaat ve nezaket demektir; berr, toprak, kara parçası; bürr, buğday (tanesi); ebrar da iyilikler. İyilik, sevilenlerden (sahip olmak için çaba harcanan) verilenlerle olur. Sevilen şeyler, çoook çeşitlidir. Para, araba, ev, makam, ilim, onur, itibar, ... Kişi bunlardan vermedikçe (infak etmedikçe) birr’e ulaşamaz. Birr bulunmadıkça da Allah bulunmaz!. Allah, birr’e “erenlere” “yakındır”; daha doğru tâbir, birr’e erenler, Allah’a yakındır.!. Sevdikleri şeyleri (para, araba, ev, makam, ilim, onur, itibar) sevenler (onlara sahip olmak, onları elde etmek için çalışanlar ama onlardan vazgeçmeyenler), Allah’a yakın o

TEAHHÜD

Teahhüd, ahit kökünden söz vererek üzerine “yük” alma; müteahhit, yük/teahhüd alan. Söz verme = yük alma varsa; söz veren ve verilen, yük alan ve veren olur ve bu söz ve yük, bir sözleşmeye (mîsaka) bağlanır. Sözleşme (mîsak) ile ahitleşme aynıdır. Misak, VSK’dan işi vesîkaya bağlamak. Urvet-ül Vüskâ, sağlam kulp diye çevrilir, aslında sağlam belge, kesin kanıt, karşılıklı anlaşma demektir; vesæk da bağdır. Misak/sözleşme, tarafları bağlar. Misak ile, ahit ile taraflar karşılıklı teahhüd (taahhüt) altına girerler. Herkes söz verdi, Yaratıcısı = Rabbi ile bir anlaşma yaptı. (7/Araf, 172.) İnsanoğlu bu sözü/sözleşmeyi/ahdi unutur diye, Rabb, “hatırlatıcı Elçiler” gönderdi. O Elçilerden de söz aldı. (33/Ahzab, 7.) Taahhüdünü (ahdini, sözünü) yerine getiren “hak edişini” alacak; getirmeyene ceza var!. ... Hadi ilk verdiğimiz sözü hatırlamadık, “hatırlatıcılara” (Elçilere) da mı kulak asmadık!. (39/Zümer, 71.) Aklımızı da mı işlet(e)medik!. Elçileri dinlemiş (işitmiş) ya da aklımızı kullanm

PROFİL

İnsan yüzünün yandan (dıştan) görünüşü. Daha uygun bir tabir bulsaydım bunu kullanmayacaktım, tip/tipoloji demeyi düşündüm, beğenmedim; bu (profil) da meramımı karşılamıyor ama niye de kullandım.  Ne anlatacağım? Efendimizin muhatap olduğu insan profilinden kısaca söz edeceğim. Kimler O’nun çağrısına kulak kesildi, kimler kulak asmadı, kimler mesafeli durdu?!. 1. Fıtratlarını bozmamış bir-kaç istisna dışında cârî düzenin tüm nimetlerinden en azamî şekilde yararlananlar, kulak asmadı; Onun bize verebileceği bişey yok dediler. 2. Sistemden (cârî düzenden) iyi-kötü yararlanan, “riske, yeni bir maceraya” girmek istenmeyenler, mesafeli durdu. 3. Sistemin (cârî düzenin) ezdiği kişiler, kulak kesildi. Zaten, “yeni mesaj = çağrı” sisteme bir “alternatif” vadediyor, mevcut ilâhlara kulluğu reddederek insanları “Tek İlâh’a kulluğa” davet ediyordu. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hatice, Zeyd b. Hârise ilk gruba mensuptu. Hz. Ömer, ikinci grubun içindeydi, sonra “iknâ oldu”; Hz. Bila

KAZANÇ

Kazanmaktan isim. Geçinmek için kazanmak gerek. Günlük kazanan (gündelikçi) kazancını günlük, aylık kazanan aylık, yıllık kazanan yıllık yer. Çok kazanan, kazanamayacağı zamanları düşünerek biriktirir; o kadar çok biriktirir ki biriktirdiklerini yiyemeden ölür... Kazancın ihtiyaç fazlası infâk edilmeli; biriktirilmemeli. Bu kazanç, mal da olabilir başka bişey de. Kazancını biriktiren, (Allah’a değil) kazancına güvenir. Sapma da buradan başlar. Allah’a inanç (iman), diğer iman esasları ile kopmaz bir bütünlük arz eder. Kitaplara iman : Nasıl yaşanacağını; Meleklere iman : Gücümüzün üstünde de güçlerin varlığını; Peygamberlere iman : Rol modellerin nasıl yaşadığını; Ahirete iman : Ötede de bir hayatın varlığını söyler bizlere. Kazancını sadece buradaki hayatın devamı için harcayanlar, ötedeki hayatı hiç! düşünmezler ama âhirete de inanıyorum derler!. Kazancını ilerde ne olur ne olmaz diyerek biriktirenler, çook daha ilerisini (âhireti) hiç düşünmezler; yığdıkça yığarlar, saydıkça sayarla

VUSLAT

Ferdiyet farkiyettir, farktır, herkesten farklı olmaktır. Herkese benzemek ise, herkes olmak, toplum kurmak, toplumsallaşmaktır. Ferdiyeti oturmamış bireyler birbirlerini taklit ederek bir toplum (cemiyet, millet, cemaat vs. = yapı) kurmaya kalkarlarsa, o toplumu toplum yapan, insanları birbirine bağlayan değerler, bağlar zayıf olur; bu zayıf ve basit değerler onları bir arada tuttuğu için basit/hafif bir şokta (sıkıntıda) yapı dağılır. Topluma güçlü değerleri güçlü kişilikler (fertler) aşılar. Geçmişten gelen değerler de “güncellenmezse, bakımı yapılmazsa” yaşlanır-zayıflar. Bu güçlü kişilikler (fertler), geçmişten gelen değerlere yeni ve taze ruh üflerler ve toplumlarını diri tutarlar. Bu kişilikler (fertler), ma’rifet ehli adamlardan oluşur. Ma’rifet, bu çokluk alemindeki farkı/farkları, kişisel ferdiyetleri aşmadan ve “İlâhî FERD”! ile buluşmadan (vuslat) elde edilebilemez. “Bu adamlar”!, vuslatı ma’rifetle elde eder ya da ma’rifetle vuslata ererler, kulluklarını da farkla (ferdiye

TEVHÎD ANLAYIŞIM

Tevhîd deyince ilk akla gelen Allah’ın birliği ama bunun hayatta bir yansıması olmazsa bu birlik (Tevhîd) “havada/âfâkî” kalır. Tevhîdin hayata yansıması en temelde ontolojiktir ve bir “dünya görüşünü” gerektirir. Tevhîd içi dünya görüşü (de) tevhîdîdir, tektir; tevhîd dışı dünya görüşleri ise parçalıdır ve şirktir. İlkine “monist dünya görüşü”, monizm; ikincisine “düalist ve politeist dünya görüşü”, düalizm ve politeizm denir. Dünya görüşlerinin “içine” Tanrı’yı yerleştirseniz ilkine “vahdet-i vucud, panteizm ya da monoteizm”; ikincisine “materyalizm, pozitivizm ya da politeizm/çoktanrıcılık = şirk” denir. Tanrı “dışarda/aşkın” tutulunca da iki yaklaşım öne çıkar. 1) Etkisiz Tanrı. 2) Müdahale eden Tanrı. Etkisiz Tanrı’da Tanrı, varlığa karışmaz; Müdahaleci Tanrı’da Tanrı’nın “belli istekleri” olur ve bu isteklerini Elçileri yoluyla insanlara iletir; ama totalde, Tanrı hakimiyetini kaybetmez, insanları “denemek için” “belli sınırlar içinde” onları serbest (özgür) bırakır. Monist dünya

İKİ RÂZÎ

Biri filozof (feylesof) Râzî, Muhammed b. Zekeriyya Er-Râzî (865-925); öteki İsmâilî (bâtınî kelâmcı) Râzî, Muhammed b. İdris Ebû Hâtim Er-Râzî (810-890). İkisinin arasında ‘zannımca gıyaben’ akıl-vahiy konusunda şöyle bir 'tartışma' geçer. İkisi de akıl konusunda asılda hemen hemen mutabıktırlar, aklı kullanmak Allah’ın da bir arzusudur derler ama İsmâîlî Râzî, herkes aklını aynı derecede (düzeyde) kullan(a)mayacağını, aklını çok kullananların az kullananlara rehberlik etmesi gerektiğini, bu kişilerin de Peygamberler ve imamlar olduğunu söyler. (İsmâîlik, İmâmiyye gibi, Şiîliğin bâtınî bir koludur.). Feylesof Râzî, gerçeği Peygamberler ve imamlar söylese de o gerçeği anlamak için yine “belli düzeyde de olsa” bir akla ihtiyacın olduğunu, aklını kullanmayanların ruhlarının tortu bağlayacağını, hakikati bulamayacaklarını, kim rasyonalist/akılcı davranır, aklını kullanırsa o nisbette ruhunu bu tortulardan temizleyeceğini ve  bu tortuları temizlemenin de geleneksel-yerleşik görüşle

ÜRE(T)ME

Üreme, neslin devamı; üretme/k, biürün elde etmek, bişey! üretmek içindir. Üre(t)me işine üretim denir. Üre(t)me, ekme (tohumlama) olmadan olmaz. Tohum tarlaya ekilir. Kadın tarladır (“nisâüküm harsün leküm...” 2/223); erkek de tohum. Kadın, tohumu kabul etmek için erkeğe kendini verir; bu (kendini erkeğe verme ya da erkeği kendine alma), erkekteki tohum, dolayısıyla bir canlı (çocuk) üretmek içindir. Bu işi çiftler zevkle/hazla ve kendinden geçerek yaparlar. İşin ucunda üretim yoksa sadece zevk/haz vardır; haz da meşrûdur, çünkü yanlış (gayr-i meşrû) tohumlama yapılmasını engeller.  Yağmurun yağmasıyla toprağın üretmesi de böyledir. Semâ (gök), ‘erkektir’; arz (yer/toprak) da ‘kadın’. Bişey (bifikir, bieşya/bimal) üretilecekse, onu üretecek olan, “o şeye” önce kendini vermeli, “o şey” o kişinin içinde olgunlaşmalı (iyice tasarlanmalı), büyümeli, sonra da “doğmalıdır.”!. Cinsî anlamda meşrû alış-veriş ve doğum, nikâhla (ilahî izinle) olduğu gibi diğer meşrû işler de (doğumlar da, dölle

ZEYD ve DEMOKRASİ

Ne alâka mı diyorsunuz?! Ben şöyle bir alâka kurdum ve sizinle de paylaşmak istedim. Müslüman bişey (biiş) yapacaksa, neyi dikkate alacağını, neyi önemseyerek yapacağını bilmelidir ve ona göre yapmalıdır. Ahzab, 37. âyet, Efendimizin şahsında bunu söyler bizlere. “Allah’ın kendisine nimet verdiği ve Senin de nimet verdiğin kimseye (Zeyd’e) diyordun ki : Eşini yanında tut. Allah’a karşı takvalı ol. (Halbuki) Allah’ın açığa çıkaracağı şeyi içinde gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun (tæhşen nâs), oysa ki huşû duyman (çekinmen) gereken Allah’tır. Sonra Zeyd ondan tamamıyla ayrılınca, onu sana eş yapmak istedik ki böylece evlatlıkların  boşadıkları kadınlarla evlenmelerinde inananların üzerinde bir güçlük olmasın. İşte Allah’ın emri böylece yerine gelmiş oldu.” Bu âyet, toplumun (çoğunluğun) ölçü olamayacağını söylemiyor mu bizlere?!. Söylüyorsa, niye hâlâ ‘elâlem ne der’?!, demeye devam ediyoruz?!. İcmâ’yı “toplumsal konsensüs” olarak görsek bile, o konsensüs/icmâ İlâhî ilkelere aykırı y

AYNI MI?

Anlama, insanın içinde bulunduğu duygusal (psikolojik), sosyal, siyasal, ekonomik şartlara (durumlara) göre şekillenir. Herkes aynı şartlarda olmadığı için, herkes aynı şeyi anlamaz. Anlayamıyorsak, içinde bulunduğumuz şartları (yaşam biçimimizi) değiştirmeliyiz. İnanma, Rabbimizin istediği şekilde anlamadır. Huzurlu bir ailede, bir annenin çocuğuna bakması ve o çocuğu anlaması ile bir kreşte bir çocuk bakıcısının (devletin) o çocuğa bakması ve anlamasını aynı mı görüyorsunuz?!. Rabbimizin Rahmeti annelerdeki merhametten (rahmetten) çoook daha büyüktür.  İhlâslı (samimî) bir şekilde dünyevî hiçbir hesap gözetmeden doğru bir yaşam için (sadece Rabbinin rızasını kazanmak için) dini anlamaya gayret edenle, din üstünden para (unvan, makam) kazanmak için din öğreneni aynı mı görüyorsunuz?!. Hiç bir karşılık beklemeden (gözetmeden) doğru bildiğini anlatanla, bikarşılık (ücret, saygı, itibar vs.) bekleyerek ya da o karşılığı önceden (peşin) alarak (kitap, bilet vb.) anlatanı bir ve aynı mı gö

HİÇ BİR VE AYNI OLUR MU?

Kitâb’ta bu soru formu bir çook konu için kullanılır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9.) "Hiç görenle görmeyen (kör ve sağır ile gören ve duyan) bir olur mu?" (En’am, 50.) "Hiç hacılara su dağıtanla cihat eden bir olur mu?" (Tevbe, 19.) "Hiç aydınlıkla karanlık bir olur mu?" (Ra’d, 16.) "Hiç Mü’minle Fâsık bir olur mu?" (Secde, 18.) "Hiç habîs (pis) olanla tayyib (temiz) olan bir olur mu?" (Maide, 100.) "İman edip salih amel işleyenlerle kötülük yapanlar bir olur mu?" (Mü’min, 58.) "İyilik ve kötülük bir olur mu?" (Fussilet, 34.) "İyilik yapanlarla kötülük yapanların ölümlerini bir tutacağımızı mı sanıyorsunuz?!." (Casiye, 21.) "Fetih’ten önce harcayanla (çabalayanla) Fetih’ten sonra harcayan (çabalayan) bir değildir." (Hadid, 10.) "Özürsüz olarak cihattan uzak kalanlarla malları ve canlarıyla cihat edenler bir olur mu?" (Nisa, 95.)

ANLAMA

Sınır-lama, sınırlı olanın kendini başkalarından ayırması, ayırt etmesi, kendini ve ötekileri (başkalarını) ötekileştirmesidir; bu, aynı zamanda özne-nesne ayrımıdır. İnsanî düzlemde sınırlama, ötekini anlama, ötekine de kendi gibi bir sınır koymadır. Böyle bakarsak, anlama da bir sınırlamadır; sınırı ne kadar “geniş” tutarsak, anlamamız o kadar genişler. Anlama, nesne olanı (anladığımız şeyi ya da kişiyi) özne kılma, “kendimiz” kılmadır. Anlama, önce dışsallaştırma olarak başlasa da, anladıkça bu dışsallaştırma içselleştirmeye (doğru) döner. Birini ne kadar iyi anlarsak, âdeta “o oluruz”, onun gibi düşünür, onun gibi davranırız, onu üzmeyiz. Anlama, sınırsızlığa doğru bir yolculuktur; anlaması (anlayışı) kıt olanların, sınırı da “kıt” (dar) olur. Anlama, anlayanın ve anlaşılanın sınırına bağlı olarak şekillenir. En sınırsız anlama, Tanrı’ya aittir. Tanrı, bütün sınırlıları yaratandır. Tanrı, tüm sınırlıları “anladığı” gibi Kendini de “anlar”.  Anlama, Tanrı’ya yakınlaştıkça artar. Tan

SINIR

Bütünden (Büyük Varlık’tan) ayrı farz edilen; herbiri bişey (bivarlık) olan ama o bütünle (Büyük Varlık’la) bağını (ilişkisini) koparamayan, koparırsa ölen (yok olan), bütün dışındaki her şey, herkes için geçerli bir kavramdır sınır. Sınır koyma, bölme ve bölünmedir. Büyük Varlık’tan “kopan” her varlık, sınırlı bir varlıktır; ona (onlara) bir “isim” koyarız; bu “kopan/ayrılan varlıklar” somut da olabilir soyut da. Sınır, kendi içinde “kendine yetersiz” bir bütünlüktür; kişi bu yetersizliğini diğer varlıkların “bütünlüğü”! ve Bütün Varlık’la ilişkisi sayesinde gidermeye çalışır. Aynı zamanda sınır/lama, “belli bir süre” yeterli olma (zengin olma) anlamına da gelir ama o sürenin sonunda kişi/sınırlı varlık, yetersizliğini anlar ve öteki varlıklarla ve Bütün Varlık’la ilişkiye geçerek bu yetersizliğini gidermenin yollarını arar. Öyle bir zaman gelir ki, tüm varlıkların kendi gibi sınırlı olduğunu anlar ve Sınırsız ve Mükemmel Bir Varlığa tapar!. (Bütün Varlık, parçalı/sınırlı varlıkların

YENİ EFLÂTUNCULUK

Eflâtun’un (Platon) fikirlerini ondan yaklaşık 550-600 yıl sonra Plotinus Hristiyanlığa uyarlamış, oradan da “İslâm”! (değil kültürü) almıştır. İbn-i Sinâ’daki Zorunlu Varlık (Vâcib-ul Vucûd) buraya kadar dayanır. Platon’un “İdea/lar/ını” Aristo maddeye indirgemiş ve her maddî varlığı bileşik görmüş; bileşik (mürekkep) varlıklar parçalarına ayrılırlarsa onlardaki “en saf” hâl ortaya çıkar denmiş, en geriye gidilememiş ve aslında bişey de bulunamamış, (bugün de atom altı fizik, CERN’de aynı şeyi yapıyor) buna teselsül denmiş; Aristo, farazî olarak bu en geridekine, ilk başta Olan’a “ilk hareket ettirici”  demiş, O’nu mükemmel saymış, adına da Tanrı demiş... Bu, filozofların Tanrı’sıdır; Peygamberlerin Tanrı’sı “her ân iş başındadır” = “külle yevmin Hüve fî şe’n” (55/Rahmân, 29.); O, sadece ilk sebep değil her ân her yerde ve her şeyde “Aktif Sebep’tir” ama bizler O’nu (Görünmeyen Aktif Sebeb’i) değil görünen sebepleri dikkate alıyoruz ve araya biiir sürü sebep ilâve ediyoruz.  Etmeliyiz

İKİ DÜNYA

Tam kastım bura ve öte değil ama burayla ve öteyle yakından ilişkili; ağırlıklı olarak buradaki iki dünyadan söz edecek ve sözü öteye bağlayacağım. Burada da iki dünya var. Biri reel (gerçek), öteki ideal (fikrî). İdeal dünyaya bizi kitaplar bağlar; kitaplar, gerçek (reel) dünyadan memnun olmayan adamlar tarafından yazılır; kitaplar, onların (yazarların) düşünce dünyasıdır. Her kitap başka bir dünyadır. Çoğu da sanal bir dünya. Neden? Çoğu reel dünya ile uyumlu değildir. Reel dünya ile uyumlu olanların çoğu da öte dünyayı tanımaz, ötede bir dünya olduğuna da inanmaz.  El-Kitâb (Kitâb-ül Hakîm), hem bu dünya hem öte dünya ile uyumludur; bu dünyadan memnun olmayanlara burada ne yapmaları gerektiğini, = öte için ne gibi = nasıl bir hazırlık yapmaları gerektiğini söyler. Kitâb-ül Hakîm, dünya ve âhiret mutluluğu için indirilmiş ilâhî bir ikramdır. Bu Kitâb, öteki kitaplar gibi okunmamalı (görülmemeli), Ona temiz dokunulmalı. “Lâ yemessuhu ille-l mutahharun.” âyetini iki şekilde okumak (anl

DELİ/LİK ve VELİ/LİK

Deli/lik ile veli/lik arasında çok ince bir çizginin olduğu söylenir; ben buna dâhîliği de ilâve ediyorum. Deliler de veliler de dâhîler de “sıra dışı” insanlardır; çok çalışırlar; bu çalışma (gayret ya da yoğunlaşma), delide akıl yitimine; velide akıl aşımına; dâhîde yüksek akıl ritimine sebep olur. Deli de veli de dâhî de bizim gibi sıradan insanlara sıra dışı (anormal) gelir. Deliliği biliyorsunuz. Veliliğe dair şöyle bir hikâye anlatılır. Biliyorsunuz veliler, Allah’tan başkasına güvenmez, bel bağlamazlar. Hikâye bu ya!, bir veli kuyuya düşmüş; kuyunun yakınından geçen bir sürü insan sesi duymuş, biri beni kurtarsın diye bağırmamış, onlardan yardım istememiş (dilenmemiş!); aradan bir zaman geçmiş, bir arslan yelesini kuyuya sarkıtmış ve o yeleye tutunarak kurtulmuş... dâhîler de, buna benzer! yardımlar gelince “müşküllerini”! çözüyor, “olağanüstü buluşlar” gerçekleştiriyor ve biz sıradan insanları şaşırtıyor, hayretler içinde bırakıyorlar. Delilik neyse ne! de, velilik ve dâhîlik b

BEKLENTİ

Beklemek fiilinden türetilmiş isim beklenti; umut anlamında ama umuttan farklı. Umut,  bir duygudur, gerçekleşir de bilir, gerçekleşmeye de bilir de; beklenti ise, olması/gerçekleşmesi beklenen bişeydir ve gerçekleşmesi yönünde güçlü bir inanç vardır. Umutta da bir beklenti (beklenen) vardır ama o beklenti (beklenen) net değildir, ola da bilir olmaya da bilir; beklentide olması umulan (beklenen) şeye dair güçlü bir umut (inanç) vardır; ayrıca bu umut, kişisel bişeydir; beklentide ise bu umut toplumsallaşmıştır. Beklentinin toplumsal hâli, bir kurtarıcı beklentisidir; ki bunun bizim dünyamızdaki karşılığı Mehdî/Kurtarıcı beklemektir. Şiîlik’te de Sünnîlik’te de (tüm Müslümanlar arasında) bu beklenti bir inanca dönüşmüş durumdadır. Bu beklentinin oluştuğu ortam, dünyada haksızlığın/adâletsizliğin, zulmün her yerde kol gezdiği, yakın gelecekte umudun da tükendiği bir ortamdır. Biz göremezsek de bir gün tüm haksızlıkları, adâletsizlikleri, zulmü ortadan kaldıracak biri (Mehdî) çıkacak/gele

YERLİ ve MİLLÎ

Dün batılı idik, hâlâ da öyleyiz. Taâ Orta Asya’dan beri göçmeniz. Göçtüğümüz yerlerin “kültürüne” çook çabuk adapte oluyoruz. Neredeyse dünyanın her yerinde vatandaşlarımız var; onlar, oraların kültürüne çook kısa bir sürede çok kolay uyum sağlıyorlar. Vatanda olanların çoğu da küresel kültüre adapte; çook azı direniyor ama bu direnişleri her geçen gün kırılıyor. Kim yerli?. Kim millî?.  Yerlilik ve millilik ne? Neye göre, değişmeyen bişey mi? Evrensel ahlâkî değerler dışında değişmeyen bişey var mı? Her millet, (bu) evrensel ahlâkî değerlere ya kendi rengini veriyor ya da onları beğenmeyerek terk ediyor ve yerine kendi değerlerini koyuyor; çoğu da evrensel-ahlâkî değerleri bilmiyor. Bizim yerli ve millî değerlerimiz neler? Bu değerler, evrensel ahlâkî değerlere uyuyor mu, uymuyor mu?!. Uyuyorsa dün ve bugün niye yüzümüz batıya dönük/tü?!. İslâmcılığımız bile yerli ve millî değil. Biz, dinimizi Arabistan (Mekke-Medine), islâmcılığımızı Mısır, Pakistan’dan (Afganî, Abduh, Mevdûdî, S. K

ANI

Anmaktan isim.  Bugün 28 Şubat. Anılarım canlandı.  25 yıl önceydi. Yıl 1997’ydi. Bahane Sincan’da yapılan Kudüs Gecesi tiyatrosu, Tarikat Şeyhlerine verilen İftar yemeği, Üniversitelerde başörtülü öğrenci mi olur tartışması, vs... Yoo işi hafife almayın; konu millî güvenlik meselesi; laiklik = rejim elden gidiyor. Ey rejimin sahipleri!, silahlı ve silahsız güçlerinizi birleştirin ve rejimi koruyun/kurtarın!. Konu, 9 saat Milli Güvenlik Kurulu'nda müzakere ediliyor ve topyekûn mücadele kararı alınıyor. Topyekûn. Asker-Sivil bürokrasi, Medya. Yargı. STK’lar. Siyasî Partiler. Tehlike çook büyük, topyekûn mücadele edilmezse başarılı olunamaz. Yargı, partiyi kapatmalı. Asker, tanklarla sokağa çıkmalı. Medya, “karanlığı aydınlatmalı, manşetten saldırmalı”!. Rektörler, o öğrencileri ya iknâ odalarına almalı ya da atmalı!... Hepsi oldu.  Adına post-modern denen bir darbe yapıldı ve etkisi de bin yıl sürecek dendi. Ertesi yıl askere gittim; 35 yaşımdaydım korkuyordum ve endişeliydim. Altı

MÜBELLİĞ & MÜFESSİR

Mübelliğ, BLĞ (بلغ)’dan, açıklayan, bâliğ/buluğ da aynı kök; Müfessir FSSR (فسر)’dan, tefsir eden.  İki kelime de “ma’naya ulaşarak onu açıklamak, açmak” demek ama aralarında “nüans” var. Müfessir, açıklamasına kendi yorumunu katar; Mübelliğ, ne anlamışsa onu tebliğ eder. Anlama da bir tür  yorum değil midir? Bu soru, hermeneutiğin en temel sorusudur; hermeneutik anlamayı da yorumlama olarak görür. Dün, ben de bu görüşe yakındım; bugün aralarındaki “nüansı” sanki fark ettim gibi!. Nüans (bence) şu : Mübelliğ, sağduyulu, iyi niyetli ve tarafsız davranıyor, kendini sadece ve sadece Rabbine karşı sorumlu görüyor; Müfessir, anlayışını, içinde bulunduğu şartlara ve ‘hâkim paradigmaya’ uyduruyor. Tefsirde rivâyet-dirâyet; ilmî/fennî, edebî/luğavî, felsefî, batınî/sufî, tarihî, tahlîlî, işârî ve fıkhî gibi çeşitlenmelerin olması, tefsiri tebliğin önüne geçirmiştir. İmam-ı Şâfî’ye atfedilen “Efendimiz, Kur'ân’ın hem Mübelliğ’i hem Müfessir’idir.” sözü, tebliğle tefsirin ayrılmadığı zamanla

KUT

Öz-Türkçe bir kelime. Uğur, baht, talih, mutluluk, saadet anlamında, hem dinî hem siyasî bir terim kut. Dinî anlamı, dince kut-sal olanı; siyasî anlamı, töreye karşılık gelen ve devlet (ve Hakan) uygulamalarını kapsar; zıttı kut-sal, kut-lu olmayan, din-dışı, töre-dışı. Eski İran dini Mazdekîlik’te kut-sal olan, Ahura-Mazda’ya; kutsal olmayan, Ehrimen’e izafe edilirdi. Türkler, orta Asya boyunca  o bölge kültüründen etkilendiklerinden bu terimi onlardan esinlenerek oluşturmuş ve anlamlandırmış olmalılar. Terimin bugünkü kullanımı mübarekle özdeş gibi görünse de, kaynak/derinlik oraya kadar gider. Bildiğim kadarıyla İslâm’da kutsal-kutsal olmayan ayrımı ve Mazdekîlik’deki gibi iki ilâh (Tanrı) yoktur; tek ilah (Allah) vardır ve O İlâh’ın emrine uygun olan iyidir/sevaptır; aykırı olan kötüdür/günahtır; var olan her şey de “kutsaldır”; çünkü Allah’ın yaratmasıdır. Pekiî şeytanı nereye koyacağız?!. Şeytan, “âsî biri”, insanın âsî tarafıdır; o, insana içerden vesvese verir, insanı Allah’ın

MOTTO!

“Eşhedu enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû” ne demek diye soruluyor?  Literal anlamı : "Şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür."; Hakikî anlamı : “Her biriniz aslâ O’nun gibi olamazsınız ama O’na benzeyen “küçük birer Muhammed”  olun!, O’nu örnek alın!, O'nun gibi Allah'a kul olun!”, demek. Kul olmadan Rasül olunmaz; bizler, kul oluruz ama Rasül olamayız. Kulun Rasul'den önce gelmesi tesadüf değildir. Din ile dinî bilgiyi (dindarlığı) birbirine karıştırmamalıyız!. Din, Allah’ın; dinî bilgi insanların; ikisini en uyumlu kılan kişi Allah’ın Rasul’ü/Efendimiz. Bizim görevimiz O’na (Hz. Muhammed’e) benzemeye çalışmak, dini O’ndan öğrenmek, O’nun gibi yaşamak. Düne gidemeyeceğimize göre bunu, bugün, bugünün şartlarında yapmak. “Lâ ilâhe illâ Allah Muhammed-ür Rasulüllah.” bunun her dönem geçerli mottosu, şifresidir.

YOK-LUK

Yok/luk  Hiçlik. Adem. Var olmama hâli. Bu tanım, duyusal. Akılsal olan = aklı olan, yok’u, yokluğu kabul etmez, yokluk yoktur. Daha doğrusu gerçek yokluk, bu var görünen şeylerin arkasındaki gözle görünmeyen varlıktır. Bu varlığa (= yokluğa) “fenâ” deniyor; fenâ, (var gözüken) eşyanın nazardan silinmesi, onlara 'bideğer'! verilmemesidir. Nietzsche bu yokluğu anlayamaz, ona hiçlik der; çünkü Bekâ’ya = Bâkî Olan’a inanmaz. Onun dediği anlamda yokluktan yok çıkar. Yok, yok ki, yokluk olsun. Bizim bu düzeyde (boyutta) var dediğimiz ve var gördüğümüz şeyler, başka düzeyde (boyutta) yok!; onların asılları orada, gölgeleri burada; gölgeleri var zanneden, asılları yok zanneder. Yok, bibaşka boyuttaki vardır. Düşüncedeki ‘var’la, realitedeki ‘var’ aynı mıdır?!.

Mİ'RAC

Mi’rac (معراج), Arapçada merdiven, yukarı çıkmaya yarayan, basamaklardan oluşan ma’nevî “araç”; maddî olanına “süllem” deniyor. Allah-u A'lem, süllem bedeni, mi’rac ruhu (düşünceleri, idraki) yukarı taşıyor/çıkarıyor. Efendimiz bu “bu gecede yukarıya” bedenen mi ruhen mı çıktı tartışmalı bir konu. Ben bu tartışmaya girmeyeceğim ve manevî mi’racı konu edineceğim. Mirac, bir “gece” gerçekleşmiştir; başka bir “gecede de” Vahiy inmeye başlamıştır. Gece, karanlığı sembolize eder. “Mi’rac gecesi” günlerinde Efendimiz “tam bir geceyi” yaşamaktadır. Daha önce de yazdım. Mi’rac, Mekke döneminin son yılında (Hicret’ten bir yıl önce), ablukadan (tecritten, boykottan), Ebû Talib ve Hz. Hatice’nin vefatından, Habeşistan’a hicretten ve Taif hadisesinden çok kısa bir süre sonra, çook sıkıntılı bir dönemde vukû bulmuştur. Mi’rac, Efendimize ma’nevî ek bir destektir. Efendimiz Kâbe’nin Hicr veya Hatim denilen yerinde uykuya dalmışken (uyku ile uyanıklık arasında) “Bir’i” (muhtemelen Cebrail bir ‘Bu

ÜST KİMLİK

Türklük, Araplık, Slavlık, Perslik, Kürtlük vb. birer kimliktir ve bu kimliklerin kendilerine özgü kültürleri (anlayışları) ve yaşayışları vardır ve bunlar da Allah’ın bir âyeti/işaretidir ama “yereldir”!. İslâm, evrensel bir din olduğu için Türklüğü, Araplığı, Slavlığı, Persliği, Kürtlüğü aşan ama yok saymayan bir “Üst Kimlik’tir”. İslâm’ı kendi yerel (ırkî/etnik) kimliklerinin altında gören ve ona uyduran milletlere (kavimlere) Müslüman denebilir mi?!. İslâm’a giren (Müslüman olan) milletler (kavimler), diğer milletleri (kavimleri) aslâ küçük ve aşağı göremez, onları ezemez, onları da kendi kavimleri (milletleri) gibi görür, kardeş bilir. Dün, Balkanlarda Türklük böyleydi; Türk deyince Müslüman akla geliyordu, Türk, Müslüman’la aynıydı ama bugün Türk, aynı şekilde anlaşılmıyor. Aynı anlayışı İslâmlık = Müslümanlık her yerde sağlayabilir. Türk Müslümanlığı (Anadolu Müslümanlığı, Anadoluculuk), Arap Müslümanlığı, Pers Müslümanlığı gibi uydurma kavramlar pansuman çözümlerdir, makro ve m

SÜNNÎ

İslâmî yönetim, Emevî Arapların elinde “kavmiyetçi” bir karakter göstermeye başlayınca diğer Müslümanlar onları Sünnet’e davet ederek yönetimi daha islâmîleştirmek istemişler, bu tutuma da “Sünnî” tutum demişlerdir. Bu “kavram” (Sünnî kavramı), ümmetin genelini kapsasın diye daha sonra biraz daha genişletilmiş ve “ve-l cemaat” ibaresi eklenmiş ve kavram, ‘Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat’ şeklini almıştır. Bu, elbet iyi niyetli, barışçıl ve entellektüel (fikrî) bir çabadır. Bu çaba, önce “aşağıda” (Kûfe, Basra, Medine, Arap nüfusun yoğun olduğu yerlerde) neşv-ü nevâ bulmuş, sonra “yukarıya” da (Horasan bölgesine de) yayılmıştır. Bu kavram etrafında zaman zaman “aşağıda” Şiî ve Haricî desteklerle şekillenen yerel/bölgesel çaplı fiilî isyanlar görülmüş ama her seferinde bişekilde bastırılmıştır. II. Ömer (Ömer b. Abdülaziz) zamanında bu isyanlar iyice yatışmış ama II. Ömer’in ölümünden sonra tahta geçen II. Yezid ve Hişam dönemlerinde (720-750) “aşağıdaki” bu küçük çaplı isyanların sayısı artmış

SÜNNET ve BİD'AT

Sünnet, sözlük anlamıyla tutum, yol, âdet ve gelenek; (dinî) terim anlamıyla Hz. Muhammed’in fiil ve sözleri. (Daha çok fiilleri. Sözleri daha sonra Hadis adını alacaktır ve ağırlıklı olarak vefatından 60-70 yıl sonra 700’lü yıllarda derlenmeye başlanacaktır.) İlk defa Sünnet ne zaman ön plana çıktı?  Sapma/lar (bid’at) başlayınca. Bu sapma/lar (bid’at), ne zaman, nasıl fark edildi?!. 1) Hilâfet saltanata dönüşünce.  2) Araplık (Arap olma) bir üstünlük olarak görülmeye başlanınca. 3) Arap olmayan Müslümanlar Mevâli muamelesi görünce.  Fetihler yaygınlaşınca, fethedilen yerleri Araplar (özellikle Ümeyyeoğulları, Emevîler) idâre etmeye başlıyor; diğer Araplar da daha alt kademelerde görev alıyor; ahâli (= mevâli) ise teb’a statüsünde tutuluyor. Ayrıca fethedilen topraklarda Müslüman olmayan ciddî bir kitle de var, onlar “cizye/kelle vergisi” vermekle mükellefler. Hilâfet, saltanata dönmüş; artık halifelik babadan oğula geçiyor; ümmete danışılmıyor, lüks ve şatafat yaygınlaşıyor, üm

İSLÂM'IN IŞIĞI

6. yüzyılda bugün Ortadoğu dediğimiz bölgenin batısında Hristiyan Bizans; doğusunda Mazdekî-Zerdüştî Pers hâkimdi. Güneydeki (Yemen, Umman Habeş/Etiyopya) ve Mısır’daki Hristiyan ve Yahudi halklar/kabileler  Bizans’a bağlı olarak yaşıyorlardı. Pers’in güneydoğusunda (Hint) ve doğusunda, Budizm, Taoizm, Konfüçyunizm gibi dinler vardı. Ticaret, tarıma ve hayvancılığa dayalıydı. Yukarda/kuzeyde Bizans ile Pers sürekli savaş hâlinde olduğundan doğu-batı ticareti aşağıdan/güneyden, Mısır-Suriye-Mekke-Yemen-Hint hattından yapılıyordu. Daha yukarının (Hazar-Kırgız-Moğol hattının) ayrı bir dünyası vardı, bu yazıda oraların İslâm’la bir bağını kurmayacağım; daha sonra (7 ilâ 10. Yüzyılda) oralar İslâm ile tanışacak. Mekke ve civarında (orta Arabistan) yerleşik ve göçer çok sayıda (bedevî) kabile var, onlar arazi yüzünden genelde birbirleriyle savaşır, hayvancılık (koyun ama genelde deve), ticaret ve ganimetle geçinen küçük kabile devletleridir. Kusay, 4 ve 5. yüzyılda bunları bir araya getirmiş

İKİ DENİZ

“İki Deniz” Mûsâ iki denizin farkındadır ve O, iki denizin birleştiği yere ulaşmak, oradan hem bu taraftaki denize hem öteki taraftaki denize “bakmak” istemektedir... Denizin biri, hâdiselerin zahirî/görünen sebeplerine bakan/vâkıf olunan dünyadır; öteki, hâdiselerin asıl sebeplerine vakıf olunamayan gaybî/ bâtınî/görünmeyen dünya/ahirettir. Hızır (kendine ilim verilen kul), iki dünyaya da vâkıftır ama bu vukûfiyeti kendi elde etmemiştir, bunları “ben kendim yaptım dememiş”; “ve mâ fæltühû ân emrî = bunları Ben kendiliğimden yapmadım.” (18/Kehf, 82.) demiştir.  Hızır ile Mûsâ’nın yaşadığı üç olay, nereden bakıldığında göre değer ve anlam kazanır. Mûsâ buradan bakmış, “durup dururken niye gemiyi deldin. Bir masum/masun çocuğu neden durup dururken öldürdün. Ücret almadan yıkık duvarı neden ayağa kaldırdın?” diye sormuştur Hızır’a. (Sabredebilseydi daha çoook olay yaşardı/yaşayacaktı Mûsâ. Allah-u A'lem) Hızır da Ona : ‘Sen Benimle olmaya güç yetiremez/dayanamazsın.’ demiştir... Bizle

CİDÂR (DUVAR)

Duvar, yapıyı dışa karşı korur; duvarsız bir yapı kurulamaz; hele o yıkılmış duvarların içinde bir hazine varsa, o duvarlar tekrar yapılmalıdır. Kehf Sûresinde geçen Mûsâ-Hızır hikayesindeki üçüncü olay. İlk olay, geminin delinmesi; ikinci olay çocuğun öldürülmesi; üçüncü de bu. Mûsâ “iki denizin birleştiği” yere kadar genç arkadaşı ile durmadan (dinlenmeden) gideceğim, der; acıkırlar, arkadaşına, şurada biraz dinlenelim, bu arada da acıktık biraz bişeyler yiyelim, der ama arkadaşı “yiyecekleri balığı (ğadâ)” daha önce dinlendikleri deniz kenarındaki kayalık yerde unutmuştur, “ölü balık”! denize “uçmuş/kaçmıştır”!. “Ölü de olsa”! balığın vatanı denizdir. Orada Hızır’la buluşurlar; Hızır Mûsâ’ya : “Sen Benimle olmaya dayanamazsın.” der... Yol alırlar... gemi, çocuk ve duvar.... Duvarın altında “hazine” (altın mı?) vardır ve duvar yıkılmıştır, o hazineyi sadece ehli alsın diye Hızır, “aç olmasına rağmen”! onarır; Mûsâ da O’na : “günlerce aç kaldık, bari biraz ücret (biraz yiyecek) karşıl

OKUMA

Kıraat. Tilâvet ve Tertil. Düğün/e okumak. Gazel okumak. Ezan okumak. Duâ okumak. Kur'ân okumak. Şarkı okumak. Maval okumak. Bildiğini okumak. Tüm bunlar okumak. Kıraat, Karae’den ara ara okumak. Tilâvet, Televe ya da Tülüv’den sık, peş peşe okumak. Tertil, Retele’den düzenli okumak. Bu üç okuma da anlamak içindir ama tilâvet ve tertîl düzenli ve istikrarlı bir okuma olduğu için daha etkilidir. Düğün/e okumak, çağırmaktır.  Gazel okumanın iki anlamı var : Gerçekten bir gazeli okumak ve aslı astarı olmayan şeyleri söylemek. Ezan, duâ ve Kur'ân okumaya sonra geleceğim. Şarkı okumak ile maval okumak, gazel okumanın birinci ve ikinci anlamına karşılık gelir. Bildiğini okumak, kimseyi dinlememek, kendi bildiğini yapmaktır. Dikkat ettiyseniz bu okumaların hepsinde “gözle ve sözle okuma” yoktur. Gözle okuma, yazılı bir metni sessiz okumadır. Gözün diğer fonksiyonları da var, buraya girersek çıkamayız. Sözle okuma ise 1) Sesli okuma 2) Çağırmadır. Gazel okumanın ikinci anlamı (= maval