Kayıtlar

HUZUR ve MUTLULUK

"Tadmainnül Qulûb" : Kalplerin tatmin (mutmain) olması ya da kalpleri tatmin (mutmain) olanlar. Bu deyim, 13/Rad, 28. âyette iki kez geçer; âyet, “elâ!, bizikrillahi tadmainnül qulûb” = Dikkat edin!, kalpler, ancak Allah’ı zikr ile mutmain olur.’ diye de biter.  Yıllarca “zikir = tesbih” çektim!, kalbim mutmain olmadı; sonradan anladım ki buradaki zikir (= Allah’ı hatırlama), Allah için “bişeyler” yapma; tatmin (mutmainlik) de, mutluluk ve huzur demekmiş!. Mutluluk (ve huzur), bikere elde edilince, kaybedilmeyecek donuk ve statik bişey değil; sürekli uğrunda çaba sarf edilecek, edilmesi gereken bişey. En büyük zikir, namazdır ve namaz, kötülüklerden uzaklaşmak ve iyilikler yapmak için kılınır. “inne’s salâte tenhâ anil fehşâi vel münker; ve le zikrullahi ekber...” ... Allah’ı zikir çook büyük, en büyüktür. (ekber bişeydir.)!. (29/45.) Elime tesbihi alıp da günde bin kere Allah dememin, "yatıp-kalkmamın"! neresi büyük?!. (Bunları (tesbihi ve namazı) aslâ hafife almıy

TEKEL

Tekel, inhisar, monopol demek. Ekonomik olarak bir malın tek elden üretimi, dağıtımı ve satımı. Böyle olunca, o malın fiyatını ve kalitesini o malı üreten belirler. 26 Şubat tarihli “İhyâ” başlıklı yazımda, dinin cemaatlerin tekeline verilmemesi gerektiğini söylemiş; din, cemaatlerin tekelinde olunca ekonomik ve siyasi ranta dönüşüyor demiştim. ‘Din, cemaatlerin tekelinde değil ki’!, diye itirazlar geldi. Din, elbet Allah’ın “tekelinde” ama bizim dini algılama ve anlama biçimimiz, süratle cemaatler eliyle tekelleşmeye doğru gidiyor ve cemaatler, kendi din anlayışlarını tekel gibi bu topluma dayatıyorlar; dindeki “anlam zenginliğini ve çeşitliliğini” azaltıyorlar; üstüne üstlük farklı ve işe yarar anlamaları da küfürle itham ediyorlar. Rabbimiz, her insanı farklı farklı yaratmış ama her insana “aynı din anlayışını” dayatmış olabilir mi?!. Din, Kitâb’ta “aynı, sabit ve değişmez bir şekilde” durur ama o dini Kitâb’tan okuyan herkes, onu kendi “algı, bilgi ve anlayış seviyesine göre” anlar

ŞİMDİDEKİ GEÇMİŞ ve GELECEK

“Şimdi”deki geçmiş, anılar ve çocukluk = yaşanmışlık; “şimdi”deki gelecek ise yaşayacaklardır. Yaşanacakları “şimdi” belirler, insan “şimdide” karar verir; içinde bulunulan her ân, “şimdidir”; buna “ibn-ül vakt = vaktin oğlu” denir. Şimdinin Arapçası : El-ân. Hézel vakt. Emmâ ba’d. Hâzır, Huzûr ve Es-Séât’tır (الساعة). Es-Séât (saat!), aynı zamanda kıyamettir. Kıyâm-us Séâh/t, Kıyamet (diriliş, yeniden canlanış) saati/vakti demektir. İnsanın yaşadığı şimdisini geçmişi belirlerse, o insan takıntılı (hasta) yaşar. Geçmiş, şimdiyi etkiler ama belirlemez, belirlememeli; geçmişten “ders/ibret” alınarak geleceğe bakılmalı. İnsanın hayatını belirleyen, gelecektir, geleceğidir. Gelecek de, elbet bir gün gelecektir ve insan, o geleceğe hep/her zaman hazırlıklı olmalı. Bu da, “şimdi ve burada” verdiği kararlara bağlı; o kararlar, onun/insanın geleceğini belirleyecektir. Unutmayalım, bize verilen “şimdinin süresi”, buradaki/bu dünyadaki hayatımızdır; yarın, şimdimiz olmayabilir!. “Ben'in Oluş

HASAR

Sağlam “yapının” zarar görmesine hasar aldı diyoruz; bu zarar büyük olursa, buna “yıkım, yıkıntı” adını veriyoruz. Bu “yapı”, bina olduğu gibi insan da olabilir, olabiliyor. Ben, bu yazıda insan/ın hasarından (hüsrandan) söz edeceğim. Hasarla hüsran aynı kökten (خسر) beslenen kelimeler. İnsanın hasarı maddî olursa bedenine; manevî olursa ruhuna zarar verir/veriyor ama ben, beden-ruh ayrımına “ihtiyatlı” yaklaştığım için beden hasarının ruha da hasar verdiğini düşünüyor, buna da hüsran diyorum. Yaşadığımız deprem, binalara ve canlara (insanlara) hasar verdi. Kötü söz = kötülük, duygulara (ruhlara, kalbe) hasar verir, veriyor. İyilik = iyi söz de duygulara (ruhlara, kalbe) iyi gelir, geliyor... Hasar, “yapı bütünlüğünün” bozulmasıdır. İnsandaki bedenî yapı bütünlüğü ma’lum, tüm organlarının tamlığı ve işlevselliği anlamına geliyor ama insan, duygu ve düşünceleri de olan bir canlı; onun duygu ve düşünceleri de hasar alabilir. Bu hasarı, insana bir başkası verebildiği gibi, insan kendi ken

İHYÂ

İhyâ, “yeniden” hayat verme, canlandırma. “Ölü olan” canlandırılamaz; ölüleri diriltmek, sadece Allah’a mahsustur. Hz. İsâ (a.s.)’ın ‘ölüleri diriltmesi’, Allah’ın izniyledir. (5/110.) Ben bu kısa notta, “İslâm’ın (Dinin) İhyâsı Meselesini” ele alacağım. Tarih boyunca konu “mesele” olarak görülmüş; Gazâlî İhya’yı yazmış, İkbal, buna “inşâ” demiş (İslâm’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşâsı), vs... mübarek gün ve gecelerin ihyâsı da benzer şekilde kullanılmıştır. Esasen buralardaki kullanımlardan kasıt, “bilinç inşâsı veya ihyâsıdır.”; ne İslâm yıkılmıştır (ölmüştür) ne de onun ihyâya ve (yeniden) inşâya ihtiyacı vardır; ölen ve yıkılan bizim bilinçlerimizdir; bu bilinçlerin (Ed-Dîn olan), İslâm’la ihyâya ve (yeniden) inşâya ihtiyacı vardır. Bu nasıl olacaktır?!. Ed-Dîn olan İslâm, nasıl doğru anlaşılacaktır?!. 1) Ed-Dîn olan İslâm, hiçbir cemaatin tekeline verilmeyecektir. 2) Ed-Dîn olan İslâm, kendi içinde bölünmeyecek, ona bir “bütün” olarak bakılacaktır. O, iman (akîde), amel (hayat

KAOS ve DÜZEN

Kaos, karmaşa, karışıklık ve düzensizlik; düzen, ahenk, nizam ve tertip. Kozmosta kaos yoktur; kaos, insanî dünyadadır. İnsan, kozmostaki düzeni keşfeder ve kendi dünyasını bu düzene uydurursa huzur bulur. Bunun için kozmosun Sahibine (= Âlemlerin Rabbine) inanması = güvenmesi lâzımdır; aksi hâlde kaostan kurtulması mümkün değildir. Ünlü psikolog Carl Ransom Rogers, ömrünün sonlarına doğru Brezilya’da yaklaşık 800 kişilik oldukça büyük bir grup(l)a terapi uygulamıştı. Amacı, “insan odaklı, insan merkezli bir çözüm” bulmaktı. Buldu mu? Zannetti. Başlangıçta, bu insanlar kargaşa, karmaşa çıkardı, aralarında anlaşamadılar; sonra, “bir çözüm” buldular ama bu “çözüm”, herkesi tatmin etmedi, edemezdi de. Ölçeği, ülke ve dünya çapına büyüttüğümüzde bu kadar (milyonlarca, milyarlarca) insanın kendi aralarında (görüşmesi ve) anlaşması mümkün mü?!. Demokrasilerde bile ‘temsilciler, vekiller’ kullanılıyor; %51 bulununca iktidar = söz sahibi olunuyor; %49, muhalefette bırakılıyor; %51’in kendi ara

İNSAN

İnsan, geçmişi/ni şimdiye/şimdisine katan ve geleceği/ni kuran/kurmaya çalışan bir canlıdır. Bizler, millet (tek tek kişiler) ve devlet (toplum) olarak, geçmişte “öteki bireylere, insanlara” yaptığımız olumlu-olumsuz davranışlardan (iyilikler ve kötülüklerden) sorumluyuz. Farkında mıyız bilmem, hepimiz, insanların insan olmalarına da olmamalarına da “katkı”! sunuyoruz. Biz unutsak, unuttuk zannetsek de, “bilinçaltı” (amel defteri/kitap) unutmaz, unutmuyor. Gün gelecek, bize de : “Oku kitabını!.” denilecek. Psikoloji, genelde insanı geçmişinin birikimi olan “iç dünyası” ile ele alır; oysa insan, şimdide geleceğini kuran, kurmaya çalışan ve dışardan “veri ve malzeme” alan bir canlıdır; onun kurmaya çalıştığı gelecek, bu malzemelerde ve şimdidedir. Şimdi, bir birikimdir. İnsan, o birikimlerin (veri ve malzemelerin) işe yarar olanlarını ‘bilir ve seçer’; oysa bunların bazıları gelecek kurmada işe yaramazdır, çürüktür ama insan, onları yine de satın alır, aldanır... Gelecek kurmayı, yakın g

FAY HATLARI

Jeologlar, yeryüzünün fay hatlarını (zonlarını) belirlerler de toplumların fay hatlarını (zonlarını) kimler belirlerler?!. Genelde, bütün toplumların da fay hatları vardır ve bunlar da birbirine benzerdir. Gelir adâletsizliği, toplumlardaki en büyük fay hattıdır. Sosyal/toplumsal bir deprem ‘geliyorum’ diyor, kapıda!. Medya (sinema ve diziler) da bu depremi gözlerden uzak tutamıyor, üstelik teşhir ediyor. Televizyonları (= reklamları ve dizileri), en çok düşük gelir grubundaki insanlar izliyor; bu izlenim, “belli bir birikim ve etki” oluşturuyor; zannımca, çok uzak olmayan bir gelecekte bu “patlayacak”!. Reklâm ve dizilerde ve azınlık gruplarında yaşanan lüks ve konforlu hayatları büyük kitlelerin yaşaması mümkün değil, dünyanın kaynakları bu kadar büyük konforu karşılayamaz ve kaldıramaz. Çook küçük bir azınlığın ve ‘rol modellerin’ (artistlerin) yaşadığı bu hayatlar, büyük kitlelerde önce özentiye, sonra karamsarlığa, sonra da “öfke patlamasına, şiddete ve çook ciddi toplumsal/sosyal

FLÛ SİYÂSET

Siz buna “omurgasız siyâset” de diyebilirsiniz. Ben, klasik sağ-sol kavramlarına farklı bakıyorum. Kısa ve özet olarak, klasik sağ, teşebbüs ve kâr; klasik sol da, emek ve bölüşüm demek. Bu ayrım 1980 öncesinde (iki bloklu dünya yıkılmadan önce) daha belirgindi, şimdi flûlaştı, siyâset de omurgasız hâle geldi. Bunu modernizmden post-modernizme geçiş hızlandırdı. Modernizm kuralcıydı, kategorikti; post-modernizm kural tanımaz, “ne olsa gider” der, rölativisttir. Neredeyse dünyadaki tüm iktidarları “görünmez küresel güçler” belirlerler; “işbaşına getirdiğimiz iktidarlar”, bizim dediğimizi yapsınlar da ‘kim olurlarsa olsunlar, ister sağdan ister soldan olsun, fark etmez’ derler. Yakında ülkemizde de bir seçim var. Seçim için en az iki aday şart. Adayın biri belli; öteki henüz belirlenemedi ama belirli aday, (âdeta) rakibim “kim olursa fark etmez”! diyor; bunda sizce “garip bir (post-modern) durum” yok mu?!. Ben, siyaseti de dinî paradigmamdan, düşüncemden ayrı görmüyorum. Din de sağ ve so

BEN İLE BİZ ARASINDAKİ GERİLİM

Ben, fert; biz, toplum. Ben, psikoloji; biz, sosyoloji. Ben, yalnızlık, kimsesizlik, çaresizlik ve mahremiyet; biz, yardımlaşma, dayanışma, grup, cemaat, kalabalık, kamusallık, millet ve devlet... İnsan, yalnız doğan, yalnız ölen ama bir arada/birlikte, toplu/m hâlinde/içinde yaşayan; kendi olmaya çalışan ama kendinden de içinde bulunduğu toplumdan da memnun olamayan, âdeta bir sarkaç gibi iki yana savrulan, kendi ben’ini de diğer ben’leri de beğenmeyen, sürekli arayan, arayış içinde olan garib bir canlı. ... Kapitalizm (indivudualizm), ben odaklı; sosyalizm (komünizm), biz odaklı ideolojiler. İkisi de insana huzur ver(e)miyor; kapitalizm, bencillik; sosyalizm, eşitlik üzerinden insanlara zulüm ediyor, zulüm üretiyor. Bencilliğin ürettiği zulüm, gelir adâletsizliği; eşitliğin ürettiği zulüm de yetenek köreltme şeklinde tezahür ediyor... İslâm, “ben odaklıdır!” ama o, ben’i güçlendirerek güçlü biz’i kurmak isteyen; güçlü biz’in güçlü ben’lerle; güçlü ben’in de güçlü biz’in içinde kurula

AYN ve ELİF (ع ve ا)

A ve E; aynı sesin, kalını/serti ve incesi/yumuşağı; A, kalın ve sert; E, ince ve yumuşak. Bu sesle başlayan bir çoook kelime/ses var ama ben iki sesi/kelimeyi ele alacağım : İbret (عبرة) / İbret (إبرة) ve Âdem (آدم/ادم) / Adem (عدم).  Abr (عبر), kelimesinden ibâre de türer. Abr’ın, yorumlamak, dile getirmek, göz yaşı, göz yaşı dökmek, karşıya, öteye geçmek, sözün (ibârenin) arkasındaki anlamı bulmak gibi anlamları var. İbr (إبر), iğne, ibre; ebr (ابر) sokmak, aşılamak, laf getirip-götürmek; ilk iki harf (elif ile be) yer değiştirirse, bi’r (بئر) olursa, kuyu anlamına gelir. Âdem (آدم), ilk atamız; Adem (عدم), yokluk. Âdem, bizim arketipimizdir, biz ademden (yokluktan) var edilmişizdir. Yokluk (adem), varlığın (vücûdun) zıddıdır. Yokluğu zihin kavrayamaz. “Yok Olmayan Var”, ademden Âdem’i ve kâinâtı “ademden/yokluktan = Kendi dışında hiçbişey yokken” var etmiş/yaratmıştır. Yaratmanın nasıllığını (mâhiyetini) biz bilemeyiz; bilsek Tanrı olurduk, haddimizi bilmeliyiz!. Biz yaratılanların

İBRÂHİM'İN KUŞLARI

Hz. İbrâhim, Bakara sûresi 260. âyette, “Rabbine, Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!, demiş; Rabbi de Ona : (yoksa) inanmıyor musun?!, diye sormuştu. O : hayır (belâ), inanıyorum ama kalbim mutmain olsun = yatışsın istiyorum (Rabbim), demişti. Allah da Ona : Dört kuş al! ve bunları kendine alıştır! (fesurhünne!); sonra onlardan her birini (minhünne cüz’en) bir dağa koy, at! (ceale fiili kullanılıyor); sonra onları çağır, onlar Sana koşarak geleceklerdir. Bil ki, Allah Azîz ve Hakîm’dir.” demişti. (2/260.) Süleyman Ateş, âyetteki “fesurhünne” kelimesinin, kesme ve parçalama anlamında değil, ‘emhilhünne’, temhil, kuşlarla ilgilen, onlarla vakit geçir, onları kendine alıştır ve onları tanı!, anlamında olduğunu söyler; temrin ve tedrib de eğitme, yakınlaştırma, alıştırma ve tanıma anlamındadır. Âyetteki bağlama -- ki bağlam, ölülerin nasıl diriltileceğinin bilinmesi meselesidir -- ve cüz kelimesine bakarak, bir çook Meal ve Tefsir fesürhünne kelimesine kesme, parçalama anlamı

İNEK

İneğin Arapçası bakara. Bakara, Kur'ân’ın en uzun sûresi. Bu sûrenin 40 ilâ 96. âyetleri bir bütünlük içinde okunursa, Mûsâ (a.s.) ile İsrailoğullarının yaşadıkları hakkında bir fikir edinilebilir. İsrailoğulları ineğe tapan bir kavimdi. Apis (Hapi) öküzünün de onların (Mısırlıların) tarihinde kutsal bir yeri vardı; zamanla bu öküzün ineğe dönüştüğü görülüyor. Mısır, Nil’den dolayı tarımla uğraşan, tarım alanlarının mülkiyeti için geometriyi ilk keşfeden, zamanın oldukça ileri bir medeniyeti idi. Bu medeniyete Mûsâ (a.s.) Elçi olarak gönderilmişti ve onlara “inek kesmelerini”! emretmişti. Bu, dininizi değiştirin!, siz bu dinle (düzenle) devam edemez, huzur bulamazsınız; demektir. Bu din değişikliğine toplumun ileri gelenleri (Kur'ân bunlara mele’ ve mütref der) karşı çıkarlar, yeni dinle (Hz. Mûsâ’nın getirdiği dinle) alay ederler ve yine alaycı bir şekilde ‘Ey Mûsâ bize Senin ilâhını (=Allah’ını) göster.’ (2/55) derler. Mûsâ (a.s.) da, Rabbine : “Rabbim Seni görmek istiyorum.”

ONTOLOJİ ve FİLOLOJİ

Ontoloji, varlıkbilim; filoloji, dilbilim. Varlıkbilimde büyük V ile yazılan Varlık, varlığın tümünü; küçük v ile yazılan varlık, tek tek varlıkları “gösterir.”!. Mutlak Varlık Olan Tanrı, ontolojinin konusu değildir!. Dinde (yaratılmış) V/varlık, gayb ve şehâdet olarak adlandırılır. Dil = dilin kelimeleri ve cümleler (söz, metin, kitap) V/varlığı “işaret” ederler. Dinin Kitâb’ı bunlara “âyet = işaret” der; âyetler de muhkem ve müteşâbih olarak ikiye ayrılır. (Sanki!) muhkem âyetler, şehâdet, somut (duyular) âlemine; müteşabih âyetler de, gayb, soyut (akledilir) âleme işaret ederler. Dil, varlığı insana, insanın zihnine (kalbine değil!) taşır. Wittgenstein, “dil, varlığın evidir.” demişti. Âdem’e (= insanoğluna), “isimlerin öğretilmesi”, varlığın bilinmesi içindi. Varlığa ismi, Âdem (= insanoğlu) koyar. Her dilde varlıkların ismi değişiktir. Dil, insanî ve toplumsaldır. İnsan, dille varlığı öğrenir ve öğretir. İnsan/oğlu, varlığa isim koyarak onu zihnine taşır ve başka insanlara da akt

HAYAT ve ÖLÜM

Hayat ve ölüm, El-Hayy-el Qayyûm Olan’ın bize = bizim toprak olan bedenimize (hayat) “üflemesinin” gerçekleşmesidir”!. Üfleme, iki şekilde, iki amaçla olur : Harlama/harlatma = canlandırma ve Söndürme = öldürme şeklinde. İnsanın da içinde olduğu tüm varlığa hayat, O’nun “üflemesi” ile gerçekleştiği gibi, tek tek veya toplu öldürme/ölümler (kıyamet) de O’nun (sûra) “üflemesi” ile gerçekleşecektir. Sûr’un, sûret (= beden!) anlamı yanında, sevr kökünden “boynuz” anlamı da vardır. Allah-u A'lem, hayat, bedene üfleme = nefh, bedeni canlandırma şeklinde gerçekleşirken; ölüm de bu canı = harlamayı = hayatı söndürme, sona erdirme şeklinde gerçekleşecektir, gerçekleşi(yo)r... Mülk 2. âyette, "ölümün ve hayatın yaratılmasından" söz edilir. Ölüm de bir “yaratma” ise, bu yaratmanın, bir son değil, aksine Hayy-el Qayyûm Olan’ın üflemesi ile olduğu söylenebilir. İnsan, “ölümsüz bir varlık” olduğunu kendi de (= şeytan da) bilmektedir. Şeytan (= insanın kötü yanı = insanın kendisi kendin

RUH DURUMUMUZ

Klasik insan anlayışımız, insanı ruh ve beden diye ikiye ayırır ve ona düalist bakar. İnsan, her ne kadar ruh ve bedenden oluşsa da o, gerçekte bölünemez bir bütündür. İnsanı bölerek anlamaya çalışmak, onu anlamamak, anlayamamaktır; insan, bütünlenmeden, onun ruh ve beden bütünlüğü birlikte ele alınmadan o tam ve iyi anlaşılamaz. İnsanın bedeni, onun kesîf (yoğun, maddî); ruhu, latîf (hafif, manevî) yanına karşılık gelir. Ruh = insanın kendi, isterse kendini göğe (yücelere) de yükseltir; yere (toprağa) da alçaltır, hatta yerin dibine bile geçirir. (Ahsen-i Takvîm ve Esfel-e Sâfilîn). Ruhta = insanda, akıl, irade ve vicdan (= fıtrat) yüklüdür.  İyilik, ruhun = insanın yükselmesi, vicdanın (fıtratın) temizlenmesi; kötülük de ruhun = insanın, vicdanın (fıtratın) alçalması demektir; ruh, iyilik ve kötülük için bedeni/ni kullanır; beden, ruhun topraktan yapılmış âletidir; bu âlet olmadan burada iş yapılamaz. ... Bu kısa girişten sonra sanırım, ruh durumumuzun kötü olmasını, yaşadığımız bu d

MÎSAK

Mîsak : Sözleşme, anlaşma. Rabbimize ‘Kâlû : Belâ’da, ‘Elest Bezm’inde verdiğimiz söz. Elest Bezmi, Rabbimizin, hepimizin zürriyetlerini Âdem babamızın sırtından (= zahrından) aldığı ve yine hepimize : “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? = “Elestü bi Rabbiküm”? dediği ân. ... “Elestü bi Rabbiküm?” sorusuna dikkat!. ‘Ben, sizin Rabbinizim’, denilmiyor; Rabbiniz değil miyim?, deniyor. İki ifâde arasındaki farkı, fark edin!. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? sorusu, sorulana (= bize) tercih hakkı verir. İkinci ifâde (= Ben, sizin Rabbinizim), haber ve yargı cümlesidir, kesin hüküm (yargı) bildirir. İlk ifâde, insana, insan iradesine (= insan özgürlüğüne) saygı; ikinci ifâde, bir tür dayatmadır. ... Bu sorunun ne zaman sorulduğu, kelâm tarihini meşgul etmiş ve etmekte; genel kanaat, yaygın görüş olarak denilmiştir ki, bu misak, insan daha bedenen yaratılmadan, ruhlar âleminde gerçekleşmiş; her “insan”! orada Rabbine “Belâ = Evet” demiştir; insan, burada bedenen yaratılınca, ruhlar nerede stok

HESAP

Ekonomik anlamı ile, kâr-zarar, gelir-gider. ... Küçük adamlar, küçük hesaplar yaparlar; büyük adamlar da büyük hesap; ekonomi, hesapsız yürümez. ... Siyasal anlamı ile hesap, kısaca “oy hesabıdır.”!. Bu, seçilenler için, alınacak oyun; seçenler için de verilecek oyun hesabıdır. Seçen, seçtiği kişi için “bu adam/lar işimi daha kolay görür” hesabını yapar; seçilen, idarî güç (=erk) elde etmenin... acı (= yıkıcı felâketler) bile bu hesaba dahil olabilir. ... Dinî anlamıyla hesap, “Hesap Günü” içindir. Bu hesap için yapılan işlerde dünyevî (= ekonomik ve siyasî) bir hesap gözetilmemesi istenir; burada “hesapsızlık” en iyi hesaptır; buna, Allah Rızası = Rızâ-i Bârî denir. ... Bu dünyada hesap yapanların eline sadece “rakam” geçer; rakamın azı-çoğu birdir. Matematikte rakamlar (= sayılar), çook çeşitlidir: Doğal, tam, reel, rasyonel, irreasyonel vs. Hesapsızlığı, rakamlar ölçemez; onu hiçbir rakam ifâde edemez; onun “bedeli/karşılığı” insanın içindedir, insandadır, insanladır. (= İnsanın Ra

YANLIŞ ANLA(ŞIL)MA

Anlama, bir hatip-muhatap, anlatım/iletişim olayı sonucunda gerçekleşir; yanlış anlama, iletişime konu olan kodlanmış/dile (söze, yazıya) dökülmüş mesajın (anlamın), ya kaynakta/anlatıcıda (hatipte) ya da anlayanda/muhatapta doğru kodlan(a)maması veya bu kodun muhatapta doğru açılamamasından kaynaklanır. Yani, kaynak/verici (= hatip/konuşan, yazan), anlam taşıyan mesajı, ya kendisi doğru anlayamadığı veya doğru kodlayamadığı ya da muhatap/alıcı bu mesajı doğru çözemediği/açamadığı için yanlış anla(şıl)ma gerçekleşir. Bunun fiziksel, psikolojik, sosyal ve kültürel sebepleri vardır. Fiziksel sebepler, fiziksel ortam = gürültü, parazit vb. (ses ve yazı kalitesizliği, imla hataları dahil); psikolojik sebepler, konuya/mesaja ilgisizlik, yorgunluk, stress vb.; sosyal sebepler, özgürlük ortamının olmaması, apolitik durum vb.; kültürel sebepler, eğitim/bilgi seviyesinin, okuma-yazma oranlarının düşüklüğü vs... Mesaj doğru kodlanmış/kurgulanmış ve doğru hedefe (alıcılara) yönlendirilmiş, ama mu

LİZBON DEPREMİ

1 Kasım 1755, saat : 09:40. Gece, Azizler Günü kutlanmış; tüm yaşayan ve vefat etmiş Azizler ve Azizeler (= Ermişler) anılmış, dualar/niyazlar edilmiş ve sabah deprem olmuş; yaklaşık 100.000 kişi vefat etmiş, onca yapı yıkılmıştır... Bir ülke (= kıta) Tanrı’ya (= Kiliseye) bu kadar bağlıyken, gece de Azizler Günü kutlanmışken, sabah, depremle bir sürü insan ölmüştür. Bu, ‘Tanrı’nın bize kötülüğü, teodisedir, ilâhî adâlet değildir.’, denir ve dine (= kiliseye, kilisenin Tanrı’sına) itimat sarsılır. Kant, Voltaire, Rousseau gibi yazar ve düşünürler, depremi Tanrı ve Bilim bağlamında tartışırlar; bu depremin Tanrı ile ilgisi yoktur, tamamen doğaldır ve bilimin konusu yapılmalıdır, ... derler. ... Deprem ilâhî bir ceza mı; bir doğa olayı mı; ikisi birden mi, yani İlâh/Tanrı, doğayı kullanarak bize bir ceza mı vermektedir?!. İnananlar açısından Tanrı’yı devreden çıkarmak mümkün değildir; O’nun izni olmadan bir yaprak dahi düşmez. İnanmayanlar açısından, ‘bu iş bir doğa olayıdır; doğayı tanı

ÜLFET ve UZLET

Ülfet, insanlarla buluşma, onlarla yakınlık kurma, kaynaşma ve ortak yaşama alışma. Uzlet, insanlardan uzak durma, kaçma, yalnızlığa ve inzivâya çekilme. Dinde ikisi de var, hatta ikisi birlikte var. İlki toplumsallık; ikincisi ferdiyet, tek başınalık, halvet. Bir de “halvet der encümen” diye bir tabir var; anlamı ‘halk içinde Hak’la birlikte olma’. Rahmetli Özal, bu kavramı siyaset diline transfer etmiş, “halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” demişti. Bu, ‘Hakk’ın Rızası için halka hizmet etmek.’ şeklinde de okunup-anlaşılabilir ve uygulanabilir. Ama bunun için önce, kalplerin ülfet etmesi = insanların kalplerinin birbirine ısınması/kaynaşması, düşman olmaması, düşmanlara (= bozgunculara ve zâlimlere) karşı ortak hareket etmesi gerekir. “ve ellefe beyne gulûbühüm...” (Allah) Onların (= O Mü’minlerin) kalplerini birbirine bağladı; (Ey Muhammed!) Sen, yeryüzündeki her şeyi verseydin (= infak etseydin) bu kaynaştırmayı (bağla/n/mayı, ısındırmayı) yapamazdın. (8/63.) Bunu ne yaptı?!. Aynı Alla

DİLDE MECAZ

Mecaz, dilin = kelimelerin “şeyleri” (= olgu ve olayları, varlıkları) doğrudan anlamlandırmakta, anlatmakta, aktarmakta ve açıklamakta zorlandığı durumlarda başvurulan ve yine dilin içerisinde olan bir yöntemdir. Dil, bilgiyi taşır; taşırken de o bilgiyi (= gerçeği = hakikati) hem açıklar = açığa çıkarır hem de örter = gizler; mecaz, dildeki bu örtünün (= perdenin) biraz aralanmasına yardım eder. Hakikat, bize hep (= her zaman) perdelidir, örtülü verilir; Onun perdesi tam açılsa, “yanarız”!. Efendimizin Mî’rac’ında Cebrail’in : ‘Ben artık daha öteye gidemem” dediği durumu ve Efendimizin de Rabbi ile arasındaki “son perdeyi” böyle de okuyabiliriz. En nihâî hakikat, Rabbimizdir; O’nun İsimleri, Sıfatları ve Fiilleri de O’nun Zât’ını hem açan hem de örten birer perdedirler; son perde hiiç açılmayacaktır; O, bize cennette bile “selâm söyleyecektir”!. “selâmün kavlen min Rabbin rahîm.” (36/57.) Pekiî, biz O’nu nasıl bileceğiz?!. Kendimiz, sıfatlarımız, fiillerimizle O’nun Zât’ını, Sıfatları

HÂSILÂT

Hâsılât, ticarette, günlük ve aylık yapılan satışların parasal/rakamsal değeri. Bu rakamdan tüm giderler (= masraflar) düşülür ve kâr-zarar hesabı yapılır. İşletme kira ise ve o işletmenin kirası da 3-5 günlük hâsılatla karşılanıyorsa, iyi iş/hâsılât yapıyor sayılır. Hesaplar genelde yıllık hâsılata göredir, kâr-zarar ve vergiler bu hâsılat üzerinden hesaplanır. ... Kur'ân da hiç zarar etmeyen ticaretten = (“ticâreten len tebûr”) bahseder. (35/29.) İnsan da kendi hayatının günlük, aylık, yıllık ve ömürlük muhasebesini yapmalı, yapabilmeli; ara-sıra da olsa kendini hesaba çekebilmeli. Bunu günlük yapamıyorsa, haftalık (= Cuma günü); haftalık yapamıyorsa aylık; aylık yapamıyorsa yıllık (= sözgelimi Ramazan’da) yapmalı, ara ara kendine, kendi geçmişine ve yaptıklarına bakabilmeli. Neredeydim, nereye geldim, ne oldum, nereye gidiyorum, ne olacağım, sorularını kendine sorabilmeli. (Bu soruların en iyi, en doğru sorulacağı zaman dilimi, herkesin uyuduğu, ortalığın iyice sakinleştiği zama

MÜŞKÜLÂT-ÜL KUR'ÂN

Müşkil, güçlük, zorluk ve çetinlik demek ama bu kelime Kur'ân ile kullanılınca, özellikle H/1 ve 2. yüzyıllardan itibaren “Kur'ân’da anlaşılması zor ve çetin konular ve çelişkiler”! şeklinde anlaşılmaya başlanmıştır. Bunlar, 8-10 başlık altında toplanır; bunların başında da irade özgürlüğü gelir. 1) Kıraat (= okuma) farklılıkları. 2) Kelime ve kavramların gerçek ve mecazî manaları. 3) Kelime ve kavramlardaki içlem-kaplam (= kapsam) meselesi. 4) Muhkem ve müteşabih konusu. 5) Olay bağlamının ıskalanması sonucunda anlamın zıtmış gibi görünmesi. 6) Harf-i Cerlerin kelimeye verdiği anlamı doğru anlayamama. 7) Kader ve 8) İrade meselesi. 9) Kölelik-cariyelik ve 10) Nesh (Nâsih-mensuh) meselesi. İşin başında şunu kesin olarak belirteyim : Kur'ân’da çelişki yoktur, zor meseleler vardır = Ben böyle olduğuna inanıyorum. Kur'ân,  insanlar zorluk çeksin diye indirilmemiştir. Kur'ân'da meşakkat (liteşgâ, 20/2) ve harac (حرج, 7/2) kelimeleri, Kur'ân için olumsuz anlamda

ÖZGÜR İRADE MESELESİ

İnsanın irade hürriyetinin sınırları, İslâm kelâm tarihinde hep tartışma konusu olmuştur. Meselenin küllî irade kapsamında nereye oturduğu hâlâ günceldir, sanırım güncel olmaya da devam edecektir. Küllî irade anlaşılmadan, cüz’î irade anlaşılamaz. Küllî irade, iki türlüdür. Tekvinî ve Teşrîî. Tekvinî irade, mutlaktır ve yaratmaya ma’tuftur. Teşrîî irade ise, teklifî ve dinîdir; Rabbin bişeyi dileyip-dilememesidir. İradede isteme de istememe de olur, Rabbin iradesinde de bu durum geçerlidir; Rab da bazı şeyleri ister, bazılarını istemez; istekleri emir; istemedikleri neyhdir; din, bu emir ve nehiyler bütünüdür; insanın iradesi de bu alanda iş görür; insanın iradesi, tekvinî irade kapsamına girmez; insan, bişey yaratamaz, yapar. Buradaki yaratmayı, mutlak kudrete sahip olmak anlamında kullanıyorum; Eş’arîliğin “kesb” kavramındaki yaratmasını kast etmiyorum. İnsan, hiçbir şeyi “yoktan” yaratamaz; olan şeylerin sebeplerini bir araya getirerek “yeni bişeyler yapar”!. İnsanın yaratılış gayes

NE VAR, NE YOK?

Bu soru, genelde hal-hatır sormak içindir. Cevap da, ‘iyiyim, eh işte, şükür; senden ne haber?’, şeklinde gelir ama benim bu soruyu sormam, ontolojik; ontoloji varlıkla, var olanlarla ilgilenir.  Ne vardır? 1) Bilimsel açıdan gözlem ve deneye konu olanlar.  2) Psikolojik açıdan duyulur, duyumsanır olanlar. 3) Felsefî açıdan akledilir olanlar.  4) Dinî açıdan inanılır olanlar. Ben, bu yazıya 4. şıkkın kapsamına giren Tanrı’yı konu edindim. Tanrı, var mıdır, yok mudur?!. İnanan (= teist) açısından vardır.  İnanmayan (= ateist) açısından yoktur.  Deist açısından da varlığı ile yokluğu belli değildir. Varsa bile!, bişey yapmamakta, biişe yaramamaktadır; başlangıçta varmış, her şeyi yaratmış ama şimdi ‘ne var, ne de yok’ gibi bişey!... Teiste göre var; yaratıyor, yaşatıyor... Ateiste göre yok; olsa, hayat böyle “düzensiz” olmaz/dı... Düzensizlik, insanî (= toplumsal, ekonomik ve siyasal) dünyada ve kısmî, kâinatta değil. Tanrı, insana özgür irade ve akıl vermiş; insan, irade ve aklı

TEŞEHHÜD

Teşehhüd, şehâdet getirme; İslâm’a, Müslümanlığa giriş; İslâm’ı din, Allah’ı Tek İlâh ve Rab olarak kabul etme. Teşehhüd = Şehâdet getirme, ben Allah’ın Tek İlâh ve Rab olduğuna, İslâm’ın da en doğru din (= düzen) olduğuna şahitlik ediyorum, demek.  Bunu sözle söylemek = “eşhedü en lâ ilâhe illâ Allah” demek kolay da, bunu söyleyebilecek “duruma”! gelmek o kadar da kolay olmasa gerek!. Durumdan kastım, ön hazırlık ve şahitlik (= şehâdet). Şahitlik (= şehâdet), “görme ile”! olur. Görmenin biçimleri vardır. Gözle görme, akılla görme, kalp ile (= gönülle) görme. Gözle görme, somut varlıklar için; akılla görme, soyut varlıklar ve kavramlar için; kalp ile (= gönül ile) görme de inanmadır. Kalp ile (= gönül ile) görmede şüphe olmaz. = “mâ kezebe-l fuâdu mâ reâ.” (53/11.) = Kalbi (= gönlü) gördüğünü yalanlamadı. (= gördüğünden şüphe etmedi.) Siz, Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz? = “efetümârûnehû alâ mâ yerâ.” (53/12.) Ona inanmıyor musunuz?!. Ona inandığınız için mi “eşhedü” diyorsunuz

MÜ'MİNİN İSTİKÂMETİ

Mü’mine istikâmet veren, imanıdır. İman, mü’mine iç ve dış tutarlılık, kararlılık ve dinamizm verir. İç tutarlılık, duygu ve düşüncelerde; dış tutarlılık, davranışlarda olur, görülür. Bu, Tek İlâh’a inanmakla mümkündür. Birden çok ilâha inanmak, içerde ve dışarda çatışmalara yol açar, insanı bir oraya bir buraya savurur, kararsız ve tutarsız kılar. Tek İlâh’a güvenmek = inanmak, insanın duygu ve düşüncelerine (= iç hayatına) ve davranışlarına (= dış hayatına) çekidüzen verir, onu ikilemlerden (= her türlü çelişkilerden) kurtarır, kendi ve çevresi ile barışık hâle getirir. Kendi ile barışık hâle gelmek, kişinin duygu ve düşüncelerini ve de iradesini ilâhî iradeye teslim etmesi, Rabbinin emrini dinlemesi, Rabbinin kulunun eliyle iş görmesi = Rabbin kulunu kul-lanmasıdır. Dışarı/çevre ile barışık olmak da aynıdır. = Kulun, Rabbin istediği gibi davranması = Rabbin kulunu kul-lanarak iş görmesidir. Böyle bir imanda kul da mü’mindir Rab da. (El-Mü’min). (= İki M/mü’min iyi anlaşırlar.) El-Mü

İNŞİRAH

İnşirah, şerh’in (شرح/şeraha'nın) infiâl babından; gözün-gönlün açılması, ferahlaması ve rahatlaması demek. Merhum Ali Şeriatî’nin tâbiri ile insanı tabiat, tarih, toplum ve benlik sıkar, boğar; bunlar insana zindan olurlar; insanı bu zindanlardan ancak iman kurtarır. İman, en özgür, tek özgür seçimdir. İmanda zor ve baskı olmaz. Allah bile! insanı inanmaya zorlamaz. O, istese herkese imanı zorla kabul ettirirdi. Kişi, imanla ferahlar, inşiraha erer, rahatlar. Dış (toplumsal, siyasal vb.) baskılarla, zorlama ile iman olmaz; olursa, bu baskılar ve zorlar sona erdiğinde iman da sona erer. Özgür iman, insana sorumluluk yükler; böyle bir imanı bulan, sadece Rabbine karşı sorumlu olur. Bu sorumluluk, diğer sorumlulukları (kişisel, ailevî, toplumsal, siyasal vb.) dışlamaz; aksine, onları “sınırlar”, onlara hak ettikleri değeri verir/verdirir; kişiyi onların altında ezmez/ezdirmez. Bu hâl, böyle bir imana eren kişiyi, kendi nefsanî/şehevî arzularından, toplumsal ve siyasal baskılardan (ma

BEN

Her ne kadar bizim kültürümüzde ben demek, iyi bişey değilse (şeytan işi ise) de insanın arayışı gerçekte bir ben (= kendi) olma arayışıdır. Ben olma, her türlü dış baskıdan, ben’i sınırlayıcı olan her şeyden âzad/özgür olmadır. Ben olma, kendi sınırlılığını da bilmedir. Öyle ise, gerçek ben nedir?!. Sınırlı beni (= benliği), Sınırsız Ben’e teslim etme, O’na güvenme (= inanma) ve “gerçek benliğe erme ve bulma”!. Şeytanî ben/lik ile insanî ben/lik arasındaki fark : Şeytanî ben/lik, inadına ben diyen, kendi benliğinden başkasını ben görmeyen benliktir. İnsanî benlik, kendi benliği ile yetinmeyen, kendi benliğini sınırlı ve âciz gören ben/lik/dir. Şeytanî ben/lik, Rabbini dinlemeyen, O’na teslim olup güvenmeyen bendir. İnsanî benlik, Rabbinde Mükemmel Ben/lik gören ve “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ” diyen bendir.

DİNDARLIKTA UYUM ve UFUK

Din, hayatı (= içeriyi ve dışarıyı) düzenler. Her dinin bir iç yapısı (özü), bir de dış yapısı (şekli) vardır. İç yapı (= öz), muharrik gücü; dış yapı, kurumları belirler. Kurumlar (dış yapı), dinlerde benzeşebilir. Dinleri birbirinden ayıran, iç dinamikleri, iç yapılarıdır; buradan bakınca (hak-bâtıl) bir sürü dinden söz edilebiliriz.  İlâhî dinin (= İslâm’ın) iç yapısı ile dış yapısı uyumludur. Onun iç yapısında Tevhîd (= Lâ ilâhe illâ Allah, Muhammed’ür Rasûlüllah) vardır; dış yapısı da buna = bu Tevhîd’e göre şekillenir. Hz. Muhammed (a.s.) M/610 ilâ 632 yılları arasında bu dinin iç-dış uyumunu, içinde bulunduğu şartlara ve imkânlara göre “tam uyumlu”! hâle getirmiştir. Bizler bugün bu iç yapıyı dış yapıya; dış yapıyı iç yapıya uyumlu kılmakta zorlanıyor, uyumlu hâle getiremiyor, sürekli savruluyoruz. Dış (kurumsal, şeklî) yapı, bireysel bazda sakal-sarık, çarşafı, vb.; toplumsal bazda aile kurumunu, insan ilişkilerini; ekonomik ve siyasî kurumları (banka, parti, dernek, vakıf vb.)

KÖTÜLÜK PROBLEMİ

Kötülük Problemi = Teodise. Allah’a şer = kötülük izafe edilebilir mi? Âmentü’deki “hayriHî ve şerriHî minellahi Teâlâ” = Hayır ve şer Allah’ü Teâlâ’dandır, ne kadar aklî ve ahlâkî? Felak Sûresi 2. âyet, “min şerri mâ halaq” = yarattığı şeylerin şerrinden, der. Bu minvalde, bir çok âyet vardır.  Kötülük neden, nereden kaynaklanır? Allah, kötülük yaratmaz, çünkü O “kötü” değildir. O, insanı (iradeli varlıkları) yaratırken, onları imtihanın gereği olarak iyilik ve kötülük işleme/yapma potansiyeli ile yaratmış; onların iyilik yapmasını, kötülükten uzak durmasını istemiştir. Kötülük, insanın bir faaliyetidir. Kötülük yapmayı insan ister; Allah, insanın kötülük yapmasını istemez. Kötülüğü insan ister ama Allah yaratır sözü de irdelenmeye muhtaç. Allah insana kısmî yaratma gücü de vermiştir. Kötülüğün şartlarını insan oluşturunca, o kötülük sünnetullah gereği oluşur. Allah, hiç kimsenin kötülük yapmasını istemez, kötülük yapandan da razı olmaz. “... ve lâ yeardâ li ibâdihil küfr; ve in teşkü

DİNDEN BAHSETMEK

Bahis, üzerinde konuşulan konu. Bir konunun konuşulması için : 1) Konu. 2) Bahseden = Konuşan. 3) Muhatap = Konuşulan kişi olmalı, bulunmalı. Konu, kapsamlı ve önemliyse ve de hakikat değeri taşıyorsa; konuşanın : işinin ehli olması, o konuyu anlatabilmek için uygun bir birikime, konuyu anlaşılır kılacak bir dile sahip olması, muhataplarının düşünsel bekraundunu = arka planını bilmesi = onların fikir ve ideoloji dünyalarını, ilgi durumlarına göre konuşması, vs... gerekir. Dinleyenlerin de : 1) Konuyla ilgili olması = konuya aç olması ve 2) Konuşana güven duyması gerekir. Konu dinse, konuşanın dini = dinî hakikatleri kendine dert edinmesi; dinleyenlerin de bu dinî hakikatleri umut olarak görmesi ve onlara açlık hissetmesi şarttır. Hem konuşan hem de dinleyenler açısından ortam, medya (araç), “özgür ve objektif/tarafsız zihin” gibi faktörlerde önemli ölçüde etkilidir. “Ya eyyühellezîne eâmenû!, ve lâ yekûnû kellezîne kâlû semi’nâ, vehüm lâ yesmeûn...” Ey İman edenler!, işittik deyip de i

TEŞBİH ve TENZİH

İki kavram da kelâmî. Kelâm, İslâm dünyasında H/4-5/M/11-12. yy.larda oluşmuş bir disiplin. Daha önce Yahudi kelâmı/teolojisi/ilahiyatı var; oradan Yunan mitolojisi ve felsefesi, sonra Hristiyan teolojisi/kelâmı/ilahiyatı doğmuş, oluşmuş; fetihler ve tercüme hareketleriyle Müslümanlar bu teolojilerle/kelâmlarla/ilâhiyatlarla tanışmışlar... Teşbih ve tenzih kelâmî olduğu kadar, aynı zamanda da imanî kavramlar. Kelâm zaten, o dönemde “imanı korumak için” oluşmuş/oluşturulmuş ilmî/aklî bir disiplin. “Korunan iman”, çok fazla gelişmez!. İman, mücadele ile, sınav ile gelişir ve olgunlaşır. İman, sabit, statik, standart bir kalıba sığabilen bişey değildir, hep kemâl/tekâmül, olgunluk arayan bişeydir.  Teşbih ve tenzih, insanın Allah tasavvurunun göstergeleridir; insan-Allah ilişkisinin düzeyini belirlerler. Teşbih, somut düşünen (algılayan) zihinler için; tenzih, soyut düşünen (algılayan) zihinler içindir. Teşbih, Allah’ı bişeye, (sözgelimi bir insana/antropomorfik) benzeterek, duyulur âlemi

İNANÇ ve İMAN

İnanç, inanılanların teorik bilgisi; iman, bu bilginin içselleştirilmesi ve hayata dönüşmesidir. İnançlıyız ama imanlı mıyız?!. Neye inanacağımızı biliyoruz ama bunların hayatımızda bir karşılığı = bir etkisi var mı?!. İnanç, bilme; iman, güvenmedir.  İnandığımız Allah’a güveniyor mu, O’na kayıtsız-şartsız teslim oluyor muyuz?!. (= İslâm). İslâm, bizde kuralları olan bir dinin = sistemin, düzenin adı; Onun hayat tecrübemizdeki yeri “neredeyse yok gibi”!. = Hayatımızı İslâm’ın kurallarına göre düzenlemiyoruz. İnanç, “donuktur”; iman, dinamiktir. İnanç, teoriktir; iman, pratikdir. İnananlar iman etmeli!.

YÂ-SÎN, VEL KUR'ÂN-İL HAKÎM

Allah’ın Kitâb’ının/Hitâb’ının Kerîm (= Kur'ân-ı Kerîm), Azîm (= Kur'ân-ı Azîm), Azîz (= Kur'ân-ı Azîz) gibi Hakîm (= Kur'ân-ı Hakîm) sıfatı da var. İsim olarak da bir rivayete göre 50 küsür ismi var : Kitâb, Beyân, Beyyine, Furkan, Kelâmullah, Hablullah, ... bunlardan bir kaçı. Ben, bu kısa notta Kur'ân’ın Hâkim sıfatı üzerinde duracağım. Kur'ân’ı biz okuyunca, Kur'ân bize okununca (Söz, ses-nağme ve anlam olarak), üzerimizde bir hâkimiyet = tesir = etki oluşturuyorsa, O Ses bizi kendine (içine = anlamına) çekiyorsa, O Kur'ân Hakîmdir. Sadece Kur'ân’ın ses ve nağmesi ile yetiniyorsak, Ondan sadece duygusal (= geçici) olarak etkileniyoruz, sürekli etkilenmiyoruz, Kur'ân bize sürekli cazip gelmiyor, Kur'ân’ın üzerimizde kalıcı bir etkisi olmuyor demektir. Halbuki Kur'ân’ın kelime anlamı,  “cazibesinden dolayı” sürekli okunan Kitâb demektir.  Kur'ân bizde sürekli bir tesir = etki oluşmuyorsa, bizim Ona Hakîm dememiz, hatta Ona “olağanüs

İNSANIN İKİ HÂLİ : KULLUK ve ÖZGÜRLÜK

Kulluk, bize (= doğuya) özgü; özgürlük, batıya (= batılılara) özgü bir terim/kavram. Bizden (= doğudan) bakınca, özgürlük, serkeşlik, dik kafalılık, başına buyrukluk; batıdan (= batılılardan) bakınca, kulluk da kölelik.  Aslında, kulluk, özgürlük; özgürlük de kulluktur. Nasıl? Özgür, kendi ve kendi gibi eksik ve mükemmel olmayan birine boyun eğerse = kendinin ve kendi gibi birinin emirlerini dinlerse, ideolojilerini benimserse, kendine de başkalarına da zulmetmiş olur; kulda da aynı şey, aynı durum geçerlidir.  Özgürlük de kulluk da zâlim ve gaddar olmayan, Mükemmel ve Merhametli olan Bir’ine karşı olursa (= gösterilirse, yapılırsa), kulluk, özgürlük; özgürlük de kulluk olur. Mükemmel Bir’i bulunamazsa, kulluk kölelik; özgürlük de serkeşlik ve keyfilik olur; her iki hâl de zulüm üretir.

DOĞRU DÜŞÜNCENİN SEYRİ, SERÜVENİ

Düşüncenin doğrusu varsa, yanlışı da (eğrisi de) vardır. Yanlış düşünce, doğru hedefe ulaşamayan, deli danalar gibi bir oraya bir buraya savrulan, hiçbir yerde tatmin, huzur bulamayan düşüncedir. Düşünceye bilgi de diyebiliriz.  Düşünce (= bilgi), düşünen (= bilen) ile düşünülenin (= bilinenin) ilişkisidir; bu ilişkiyi akıl kurar; akıl, bağ/bağlantı kuran demektir. Akıl, düşünmek (= bilmek) için, bilinenlere (= düşünülenlere) yönelir ve şu soruları sorar. 1) Düşünen (= bilen ben) ve düşünülenler (= bilinenler = kişiler ve şeyler) var mıdır?. Bu, aynı zamanda bilinenlerden bilinmeyenlere doğru yapılan bir yolculuktur. 2) Düşünen = bilen beni, başka benlerden ve şeyleri başka şeylerden ayıran şey/ler nelerdir?. 3) “Şeyler” (= kişiler ve eşyalar), kendi başlarına mı vardır, yoksa Bir’i mi var etmektedir? Ben, kendimi var etmediğime göre, şeyler de (= kişiler ve eşyalar da) kendi başlarına var olmamışlardır. 4) “Şeylerde” (= kişiler ve eşyalarda) mükemmeliyet yoksa, şeyler (= kişiler ve eş

DÜNYA ve ÂHİRET

Dünyanın olduğu gibi görülmesi, kim olduğumuza, dünyada niye bulunduğumuza bağlıdır. Herkes, dünyayı kendisinin “olduğu şekilde = kendi neyse o şekilde” görür.  Burayı (dünyayı) “cennet/asıl yurt ve çook önemli bir imkân olarak” görenle; burada “yabancılık hisseden” ona aynı bakmaz. Onu cennet görenler, ondan olabildiğince faydalanmak, haz almak isterler. Yabancılık hissedenler de ona “mesafeli” yaklaşırlar ve derin bir “sıla/vatan özlemi” çekerler. Birinciler, unutkanlar (= geldikleri yeri unutmuş olanlar); ikinciler, hatırlayanlardır. (Bu kavramların dindeki karşılığı nisyan = unutma ve zikir/tezekkür = hatırlamadır.) Unutanlar için âhiret, cennet olamaz, çünkü onlar burayı cennet bilmişlerdir. Bu işin aslı, taâ “isimlerin öğretilmesine” kadar gider. Öğrendiklerini unutanlar, dünyaya dalıp-gidenler; hatırlayanlar, âhiret için çalışanlar; çok azı da hatırlamak için çaba sarf edenlerdir.

ELMANIN TADI

Elmanın, armudun, muzun, karpuzun... tadı.  Elmayı bilmekle tatmak aynı şey değil. Tat, damaktan, dilden beyne ulaşan sinirlerle oluşur; elma bilgisi ise, gözle, sözle... Beyin ile zihin aynı şey değil; beyin, et; zihin, bilinmiyor. Tat, beyinde = ette (dilde, damakta) oluşur ama tat hissi zihinsel/ruhsaldır; beyin, beden; zihin, ruhtur; tadı zihin hisseder. Hisler de (= duygular da) zihinseldir, duyular da. Görme, duyma, koklama, tatma, dokunma (hissetme); gözle, kulakla, burunla, dille ve elle olur ama beyin işlevsel/aktif olmazsa, hiçbir duyu ve duyum gerçekleşmez; beyni aktivite eden ruhtur; ölü = ruhsuz adam bişey hissedemez, tadamaz.  “Onların gözleri var, görmezler; kulakları var, duymazlar; kalpleri var, anlamazlar; onlar hayvanlar gibidir; belki de daha aşağı (= edall).” (7/179.) Herkes, her şeyden aynı tadı almaz.  Herkes, her dokunduğunda/n aynı hissi duymaz. Anneye dokunma ile sevgiliye dokunma aynı değildir. Herkes, okuduğu metni (= kitabı) aynı şekilde anlamaz. Herkes, bi

RECEB

Receb, üç ayların ilki. Receb, Şaban, Ramazan. Receb, aynı zamanda haram ayların da ilki. Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem. Receb, saygı duymak, korkmak, hürmet göstermek demek. Neye, kime? Ayın kendisine değil elbet. Cahiliye Arapları (Arab-ı Baûde = Ad ve Semud kavmi ve Mudar kolundan olan Kureyş, bu aya özel önem verir, savaşmayı = kan dökmeyi bırakır, dünyevî hırslarına son verir, putlarına ibâdet ederlerdi. Efendimiz bunu ta’dil etti. Efendimiz, bazı cahiliye uygulamalarını iptal, bazılarını ibkâ, bazıları ta’dil bazılarını da ihyâ etmiştir; bu (Receb = Haram aylar uygulaması), ta’dil = değiştirme şeklinde sürdürülen uygulamalardandır. Kitâb da bu uygulamanın sürdürülmesini, diğer aylara da örnek ve bir başlangıç olsun diye bu aylarda her türlü zulmün durdurulmasını ister. Savaşmamaya = kan dökmemeye, talan-soygun yapmamaya, günahtan uzak durmamaya Receb ile başla, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’de de devam et, alış...  Receb ile başla, Şaban ile devam et, Ramazan’a ulaş!. Rama