Kayıtlar

KUR'ÂN BİZE NE VERİR?!...

Bence (!), Kur'ân bize üç tür bilgi verir : 1) Kesin, değişmeyen Haber = Nebe’. 2) Hüküm. Hükümler, toplumun (insanların) içinde bulunduğu şartlara göre değişebilir (= nesh) ya da o hüküm ertelenebilir. 3) Tarihî bilgi = Geçmişe dair haber = Kıssa.  1 ve 3’de kesinlikle değişme olmaz.  1. maddedekiler dinin asıl/esas ilkeleridir; iman esasları buradadır, hayatın anlamı (niçin var olduğumuz) buradan çıkar, burası “sigortadır.”!. 2. maddede yer alanlar, coğrafya-iklim, eğitim düzeyi, ekonomik durum vb. şartlara göre farklılık gösterebilir/gösterir; buna hukuk (şeriat) denir; her ümmetin farklı şeriatı olabilir. (Tehlikeli! bişey söylediğimin farkındayım; ben, şeriatı, din gibi geniş değil daha dar, şir’a (hukuk = kanun/yasa) anlamında kullanıyorum); şeriata da 1. maddede sayacağım değişmez ilkeler ruh, yön ve şekil verir. 3. maddedekilerse, zaten olmuş bitmiş (= yaşanmış) hâdiselerin bizlere ders = ibret alınması için anlatılmasından ibarettir. Bu taraftan bakınca, 2 ve 3. maddedekil

YAŞADIĞIMIZ ZEMİN/ORTAM

Bilgi de iman da bu zeminde anlamlıdır; inanmak için olağan-üstü hâller beklemek abestir. Böyle bir zeminde olağan-üstü hâller “sıradanlaşsaydı”, hokkabazlar gibi yaşardık; burada bize ara ara olağan-üstü şeyler yaşatanlar, hokkabazlardır. Din, bu zemine inen kurallar bütünü; Onu getiren Elçi de bu zeminde/bu şartlarda yaşamış bir insandır, “olağan üstü = muvizevî biri”! değildir. Öyle olsaydı, bizler : “Bu nasıl bir Peygamber!, bize gelmiş, bizim gibi değil, bize benzemiyor”, derdik. Din (Kitâb), buraya inmeden önce mucizevî olabilir ama buraya inince/tenzil, buranın şartlarına uygun hâle gelir, burayı düzenler. ... Müşrikler, Efendimize, niye “sihirbaz, kâhin, mecnun” dediler?!. Onun getirdiği düzenin = dinin yaşanılan = yaşadıkları düzene = dine “yabancı” olduğuna ve yaşanamaz! olduğuna “inandıkları”! için. Öyle miydi?!. O din, ‘yaşanamaz bir din’! miydi?!. Öyle olmadığı, 23 yılda gösterildi = anlaşıldı. Din, bir “sihir”! değildir, onu “sihirli bir değnek gibi”! görmemek gerekiyor,

KUR'ÂN OKUMA BİÇİMLERİ

Okumaya başlamadan önce Kitâb’ın 'sıradan bir kitap' olmadığını bilme ve Eûzu-Besmele çekme. Abdest alma = Bedeni ve ruhu (duygu ve düşünceyi) temizleme = iyi niyetle okumaya başlama. 1) Düz = Mushaf düzenine göre okuma. 2) Konu düzenine göre okuma. 3) Nüzul = İniş düzenine göre = Siyer’e uygun okuma. 4) İçinde yaşanılan güncel probleme = yaşanan hayata göre okuma. 5) Çapraz okuma. = Bir ayetin başka ayetlerle, bir kelimenin başka kelimelerle, o kelimenin başka ayetlerdeki kullanımlarıyla ilişkisini kurarak okuma. 6) Bu okumalardan bir ANAFİKİR = BÜTÜNCÜL BİR ANLAM çıkarma ve BU BÜTÜNLÜĞÜ göz önünde tutarak bunu test etme ya da güçlendirme. 7) Sürekli (= her gün) okuma ve her okumada yeni bir seviyeye yükselmeye = ya mevcut anlamı güçlendirmeye ya da “daha derin ve daha yüce bir anlama” yükselmeye gayret etme.

HAKİKAT ve FARKLILIK

Hakikat tektir ama o hakikate ulaşma yolları farklı farklıdır. Bu, hem mesafe açısından hem içerik (= içeriği anlama) açısındandır. Dil, hakikatin yol işaretleridir ama dili biz oluştururuz, (dil, toplumsaldır), dilin kelimelerine biz “anlam” veririz; anlamlar, “Tek ve Değişmeyen Bir Hakikat’e” endeksli olmazlarsa, hedefsiz = kıblesiz olurlar, boşlukta yüzerler. Tesbih, yönün/kıblenin “Tek ve Değişmeyen Hakikat’e” doğru olmasıdır. Yönelmeyi sadece mekânsal düşünmemek lâzım, yönelenin samimiyetini = ihlâsını da hesaba katmak lâzım; samimiyet, içeriği anlama ile de ilgilidir; anlamın (anlamanın), dolayısıyla anlayanın hakikate yakınlığı (ya da uzaklığı), onun samimiyet düzeyine göredir. Farklılık alanları burada, buralarda oluşur. Bu, zâhirde herkesin bedenen farklı farklı olması gibi bişeydir; bu farklılık, bâtında da görülür. Herkesin hakikati algılaması = anlaması aynı olmaz ama hakikat aynı kalır. Eğer hakikat de, anlayışlarımız gibi farklılık gösterseydi, farklılık arz etseydi, o ha

HAKİKAT ve GERÇEK

Hakikat, Hakk’tır; O’ndan gelenler de... Hakk’ın bilinmesi, bilene göre farklılık gösterir, buna “yorum” denir. Bilen, “temizlik düzeyine göre”, bilgisini Hakikate = Hakk’a yakınlaştırır; en temiz olanlar, Hakikate = Hakk’a en yakın olanlardır. Bizler, Hakikate = Hakk’a yakınlığımıza göre, bildiğimizi = bilgimizi “gerçek” kabul ederiz. Hakikat = Hakk, muğlak ve müphem olursa = Hakikat = Hakk da hep “değişirse”, ya da “çoklu hakikat” kabul edilirse, tüm arayışlar “avara kasnağa” döner, “hedefsiz” olur; “çoklu Tanrı = çok Tanrıcılık” normalleşir. Din, hakikattir = haktır; dini anlamak, hakikati anlama çabasıdır; bu çabada samimiyet esas olmalıdır. Anlamayı kirleten şeyler, dini = hakikati, dinden = hakikatten daha düşük şeylere (dünyalık mal, statü vb.) âlet etmektir. Bunlar (bu adamlar), “çoklu hakikat” ya da post-modern bilim adı altında Hakikati de (= Hakk’ı da) sulandırıyor, bulandırıyorlar; sağlam bir kulp = “urvet’ül vüsqâ” (2/256.) bırakmıyorlar. İyi ki İslâm var; İslâm, bu hayatı

AMMÂR

Ammâr b. Yâsir; annesi Sümeyye, İslâm’ın ilk şehîdi; babası Yâsir de, aynı gün işkence ile öldürüldü, ikinci şehîd; kendini de = Ammâr’ı da Sıffin’de (657) şehîd ettiler. Efendimiz Onun için : “Ey Ammâr!. Seni bağî (azgın ve âsî) bir grup öldürecek.” buyurmuş. Bu hadisi bilenler, O öldürülünce şaşkına! (bozguna mı desem!) uğramış, orduda bir karışıklık çıkmış (bozgun yaşanmış), komutan-diplomat Amr b. Âs bile buna şaşırmış!, bunu gören Muaviye, Amr b. Âs’a, ‘Onu biz öldürmedik, Onu buraya getirenler öldürdü!, demiş... (Bknz. İslâm Ansk. Ammâr b. Yâsir maddesi.) 683'deki Harre vakası = I. Yezid'in Medine'yi yağmalaması ve bir çook Sahabeyi öldürmesi, yine Huseyn b. Numeyr'in 683'de, Haccac'ın da 692'de Kâbe'yi kuşatmalarında benzer gerekçeler ileri sürmeleri, Kâbe'yi yıkmalarını ve o kadar Müslümanı öldürmelerini Allah'ın takdirine = kadere bağlamaları!... Allah'ı ve dinini bu kadar istismar edenler, yine "bu müslümanların!" arasında

KELİME

Kitâb, kelimeyi ikiye ayırır : Kelime’tüs Süflâ ve Kelime’tül Ulyâ. (9/40.) Kelime’tül Ulyâ, Allah’ın Kelimesidir ve Allah’ın Kelimesinde herhangi bir tebdil olmaz = “... lâ tebdîle likelimâtillah...” (10/64.) Kelime’tüs Süflâ, boş, sefil, bayağı, âdî söz demektir. Bazıları bu sözleri “entellektüel ve akademik” bulsa da; aslında onlar, “entel mugalata, akademik gargara ve boş safsatadır = sophisteiadır”!.

MÜPHEM

Müphem : Kapalı. Muğlak. Karmakarışık. Net, belirgin, açık ve seçik olmayan. Kelimenin kökü : BHM (بهم). Ebhem, ism-i tafdil şekli; mübhem, anlaşılmaz olan. Ebhem, anlayanın, anlamaya çalışanın (= öznenin) hâlini; mübhem, anlaşılmaya çalışılanın (= nesnenin) hâlini ifâde eder; müphemlik, her iki durumdan da kaynaklanabilir.  “Behîmetül en’âm” tabiri Kitâb’ta 3 yerde geçer. Maide,1. Hac, 28 ve 34. Behime’deki BHM, mübhem’in de kökü ama daha alt/aşağı düzeyi. Anlamaya çalışanın = öznenin dört ayaklı = ‘beyinsiz’ olması. Dört ayaklının da beyni vardır ama işine geleni anlar; iki ayaklı da böyle davranırsa, anladıklarını mübhem anlar, behîme gibi olur... Din söz konusu olunca, bence! bu sadece dindardan = dini anlamaya çalışan insandan kaynaklanır. Dindar ne kadar “temiz” olursa, dini o kadar açık-seçik ve net anlar. Din, hep temizdir. (80/13-16.) Bu temizlik ise Sübhân ve Müteâl, Azîz ve Kerîm (Mükerrem) olan Allah’a kadar gider; ara kademelerde az da olsa “kir = müphemlik = karanlık”! bu

ETKİ-TEPKİ

Söz (konuşma, yazma), etki içindir. Etki, tepki ile belli olur. Tepki de üç şekilde verilir : 1) Kabul = Onay = İkrar. 2) Tereddüt = Şüphe. 3) Ret = İnkâr. İkinin de 1’e ve 3’e yakın üç biçimi/türü olur, bunları, 2/a, 2/b, 2/c şeklinde yazalım : 2/a) İçim yattı, vicdanım kabul etti ama kabul etmeye korkuyorum. 2/b) Söylenenler önemli ve ciddî, ama benim gerçekten düşünmeye ihtiyacım var; kararımı sonra vereceğim. 2/c) Aslında kabul etmedim, reddettim de şimdi tepki vermiyorum, susuyorum; uygun zamanı bekliyorum. (“Yargı kesin : Acı duymak ruhun fiyakasıdır; kin, susturur insanı, adına çıdam denir; susulunca tutulan çetele simsiyahtır, o siyah öc almakcasına gür ve bereketlidir.” İ. Özel. Erbaîn, 2017, s.174.) 2/b’ye = düşünme süresine, bişey diyemem ama 2/a ve 2/c hakkında bir kaç cümle kuracağım. 2/a’da bir sözün hakikat olduğunu vicdan kabul etmişse ama kişi onu açıkça ikrar = kabul edemiyorsa, ya bedenine ya da malına bir zarar geleceğinden korkuyor demektir. Bu durumda, ikrar (kabu

BLOG HAKKINDA

https://bilmekisteyenlericin.blogspot.com/ Adresindeki Blogu açmak için Hassas Uyarı yazan sayfadaki Turuncu "ANLIYORUM VE DEVAM ETMEK İSTİYORUM" yazan çubuğu tıklamalısınız. Bu blogda irili-ufaklı 1028 yazı var. Blogdaki yazıları paylaşmanız serbest.

KARAMSARLIK

Karamsarlık, ümitsiz olma hâli. Çalışıp-çabalayıp sonuçtan = başarıdan emîn olmamak. Mü’min’e karamsarlık = ümitsizlik yakışmaz. Mü’min, yaptığı işten ve onun sonucundan emîn olan insandır; o, yaptığı işi bilerek ve inanarak yapar, sonucunu da er ya da geç alacağını bilir (= inanır). Şahsen ben, her konuda olduğu gibi bu konuda da Efendimizi örnek almamız gerektiğini düşünüyorum. Efendimizin 23 yıllık Risâlet döneminin ilk yıllarında Ona 3-5 kişi inanmıştı. İlk beş yılda bu sayı 40’ı zor bulmuştu; Hz. Ömer’in 5. yıldaki 40. Müslüman olduğu söylenir. Beş yılda 40 kişi!. Bir yılda = 365 günde 8 kişi. Bu rakam ayda yaklaşık bir kişiye bile tekâbül etmez = 0.675 kişi. Siz, Efendimizin yerinde olsanız, karamsar olmaz mıydınız?! ama O, bunca eziyete, bunca sıkıntıya rağmen Kendinden emîndi = Mü’min’di. Hicretteki, 13 yıl sonraki sayı, 100’lerle ifâde ediliyor; büyük kırılma = sıçrama, Hudeybiye’den sonradır. ... Başarının burada elde edilmesi şart mıdır? Hayır. Tavizsiz ısrar = da’vada sebat

SANAT

Bilgi üç şekilde iletilir : 1) Söz, yazı. 2) Sanat. 3) Hayat. İlki malûm, eğitim-öğretimle; ikincisi, görsel ve işitsel malzemelerle; üçüncüsü hâl (= davranışlar, yaşayış) iledir. Sanatın, müzik, resim, heykel, plastik sanatlar, tiyatro, fotoğraf, sinema (7. sanat) gibi dalları biliniyor. Şiir, söz ve yazının sanatla buluşmasını ifâde eder; güzel söz ve güzel yazı da sanattır; güzel sanat, güzel insanların elinden (dilinden) çıkar... Sanatın, “ince duygulu insanların” eseri olduğu söylense de, bence sanat, “ince zekâ” sahibi olmayı da gerektirir. Sanatı taşıyan malzemelerle, anlamı taşıyan malzemeler benzerdir. Söz ve yazıda bu, alfabedir (ses, yazı = dil); görsel sanatlarda, renk ve biçimdir; sözlü sanatlarda ritm ve ahenktir (uyum). Bu taşıyıcı “malzemelerin” arkasında “anlam” vardır; anlamı (mesajı) bunlar taşır. Bu “malzemelerin” arkasındaki anlamın, bizdeki karşılığı “uyuşursa”, kişi anlamı kolay yakalar. Bu uyuşma, bazılarında sadece “duyguda”, bazılarında sadece “bilgide”, bazıl

NAMAZ

Namaz, dinin direği; dindarı dinde “uyanık” ve teslimiyette samimî olduğunu “gösteren” ibâdet.  Bence! namaz, en az üç aşamalı bir ibâdet.  İlki, “şekil şartlarına” (tâdil-i erkân) riayet. İkincisi, özü kavrama (huşû). Üçüncüsü, “hayatı namaz gibi yaşama”!. İkinci aşama bile zorken, üçe geçebilmek çook zor olsa gerek.  Bilelim ki her aşama birbiri ile bağlantılı. İlkinde (dışardaki ve içerdeki) 12 şart yerine getirilmeli; ikincide bu şartların gayesine odaklanılmalı; üçüncüde bu şartlar hayata taşınmalı.  Namazın 12 şartı : Dış şartlar : 1) Tahâret. Hem dış hem iç temizlik. 2) Setr-i avret. Örtünme. İleriki aşamada hayâyı da içine alır. 3) Kıble. Kâbe’ye dönme. İleri aşama, “ortak hedef, ortak amaç”. 4) Vakit. Namazın zamanında kılınması, işlerin zamanında yapılması. 5) Niyet. Duygu ve düşüncedeki temizlik. Dış şartlar 6’dır; tahâreti biz burada hades ve necaset diye ayırmadık. İç şartlar : 1) Tekbir. Sadece Allah’ı Büyük görme, büyüklüğü O’na hasretme. 2) Kıyam. Ayakta durma. Kıyam et

SAMİMİYET TESTİ

Herkes, Müslüman = dindar olduğunu söyler ama çoğu dindar Müslüman, din = Müslümanlık uğruna eziyet çekmeye (= fedakârlık yapmaya) razı olmaz; olsa da “şikâyet”! eder. Asıl dindarlık, Müslümanlık, din uğruna çekilen eziyetlerde (fedakârlıklarda) belli olur. “Allah’a iman ettiğini söyleyen kimi insanlar var ki, Allah yolunda bir eziyet gördüğü zaman, insanların fitnesini (eziyetini neredeyse) Allah’ın azabı ile bir tutar. Eğer Rablerinden bir yardım gelecek olsa, kesinlikle hiç kuşku yok ki (müşriklere) biz sizinle beraberdik, derler. Allah, herkesin göğsünde olanı en iyi Bilen değil midir?!.” وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ فَإِذَا أُوذِيَ فِي اللَّهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللَّهِ وَلَئِن جَاء نَصْرٌ مِّن رَّبِّكَ لَيَقُولُنَّ إِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ أَوَلَيْسَ اللَّهُ بِأَعْلَمَ بِمَا فِي صُدُورِ الْعَالَمِينَ (29/Ankebut, 10.) Vicdanımızı biyoklasak iyi ederiz. Normal zamanların Müslüman’ı = dindarı mı, zor zamanların Müslüman’ı = dindarı mıyız?!. İnsanların

FÂTİHÂ'SIZ NAMAZ OLMAZ!

“Namazda Fâtihâ okumayanın namazı geçerli olmaz.” (Buhârî, 765. Müslim, 394. Tirmîzi, 247. İbn-i Mâce, 847.) Her rekatta Fâtihâ okunur; günde kırk rekât namaz vardır; Fâtihâ, günde kırk kez okunur. 1, 2, 3, 4, 5, ... değil 40 kez. Günde 40 kez okunan Fâtihâ, ayda 1200, yılda 14.400, on yıl namaz kılan biri için 144.400, elli yıl kılan biri için de 720.000 kez okunur. Niye? Anlayalım diye. 40’ta anlamazsanız, 440’ta, 440’ta anlamazsanız, 1440’da, ... belki de 714.440’da anlayın diye!. Anlamadan namaz olmaz mı? Olur, ama “anlaşılmayan bir namaz”! olur. Fâtihâ anlaşılsa ‘namaz, namaz’ olur. Namaz, Fâtihâ’nın anlaşılması için okunur!. Fâtihâ’nın anlaşılmasıdır kulluk. Fâtihâ, Allah’ı “bilmek”! ve O’na Hamd etmektir = “El-Hamd’u lillâhi Rabb’il âlemîn." = Âlemlerin Rabbi Allah’tır, Hamd O’na hasdır. “Er-Rahmân’ir Rahîm.” O, Rahmân ve Rahîm’dir. (= Âlem, O’nun Rahmâniyeti ve Rahîmiyeti ile ayaktadır.) “Mâlik-i yevm’üd Dîn.” = Din (Dinin ve hesap) gününün Sahibidir. (O gün gelecektir ve

KÖHNEMİŞ DİL

Dil, bilginin (mesajın) ve kültürün taşıyıcısıdır; din dili de dinin taşıyıcısı. Günlük dil de bilimsel dil de farklı değildir. Dil de kültür de uzuun bir sürecin sonucunda oluşurlar, gelişirler ve değişirler. Kullandığımız dil, kültürü; kültür de, dili etkiler, hatta belirler. Din dilini, içinde yaşadığımız kültür etkilemiş ve bozmuştur. Bu bozulmayı düzeltecek olan, Kur'ân Dilidir, Kur'ân’ın Dilidir, Kur'ân’ın kavramları ve malzemeleri ile Efendimizin İslâm binasını kurduğu ve O binanın içinde yaşadığı hayatıdır. Bizim bugün İslâm’ı anlatmak için kullandığımız dil “köhnemiştir!”; bu dili bugünün insanları, özellikle de gençleri anlamamaktadır; bu dil onlara “yeterli = doyurucu!” gelmemektedir. Âcilen, bugünün insanlarının, özellikle gençlerinin anlayacağı “bir dil kurmamız”! gerekmektedir; kuracağımız bu dilin tüm malzemeleri Kur'ân’da = Kitâb’ta mevcuttur. Bu dili, kurucuları, hayatları ile de temellendirmeli, (= sağlam kurmalı, yaşayarak test etmeli); teorik = kağıt

HUZUR İSLÂM'DADIR

Biliyorum, bu cümle günümüzde bir kamyon arka yazısına dönüştü, ama, inanıyorum ki hâlâ canlı ve dipdiri!. Bu dünyada herkes bişey arar; kimi ne aradığını bilmez, kimi de bulamaz; bulanların çoğu da bulduğundan “memnun” olmaz, memnun kalmaz. Sevilen, aranır. Kimi, parayı sever ama para insana huzur vermez, aksine başına dert/belâ olur. Kimi, insanları sever ama çoğu zaman bu sevgiler kavgalarla biter; kimi dünyayı (dünyalığı) sever ama ölümle tüm bu sevgiler de biter, sona erer... Akıllı adamlar, “bitmeyen sevgiyi”! arayanlardır; bu da İslâm’la mümkündür. İslâm, El-Vedûd’u aramanın en doğru yoludur = Sırat-ı Müsteqîm’dir; bu yol, iyilik, güzellik (= hayr) yoludur; bu yolun sonu, El-Vedûd’a çıkar; bu yol, O’nun Habîbini takiple yürünür, bu yolun sonunda O’na kavuşulur ve O’ndan başka da hiçbir şey görülmez = “ilâ Rabbihâ nâzira/h” (75/23.)

ORYANTALİZM

Oryantalizm : Batılı kafa ile doğuyu anlama çabası, şarkiyatçılık. Oryantalist bilim adamlarının amacı, “açık” bulmak ve doğuyu “tanımlamak”!. Oryantalistler başlangıçta bu işi açık açık = alenen yaptılar; 20. yüzyıldan sonra daha sofistike ve daha rafine yapmaya başladılar. 21. yüzyılda da doğulu bilim adamlarının bir kısmı (bir kısım ilâhiyatçılar), oryantalist araştırmalara dayanarak İslâm’ı anlamaya ve anlatmaya çalıştı; bunlara modernist İslâmcılar dendi; “bir grup genç!” de, bunların görüşlerini benimsedi; geleneksel İslamcılar da onlara tepki gösterdi. İslâm, bu etki-tepkinin “kurbanı” yapılmaya çalışıldı. Modernistler, Yunan aklı ile düşünmeyen, batı felsefesi bilmeyen insanları “gerici” saydı. Gençler arasında batıya giderek batıda eğitim alan insanlar “itibar” görmeye başladı; geleneksel medrese eğitimi alanlar da “hafife”! alındı. Bu “kavga”! hâlâ sürüyor... Kavgayı bitirecek olan yaklaşım; geleneğin “tortuları” ile modernist yaklaşımın “aşırılıklarını = art niyetlerini” tem

OKUMA BİÇİMLERİ

Okuma da aynı görme gibidir; görüş açımız ve baktığımız yer, baktığımız şeyin görünümünü belirler; okuma da (= anlama da) böyledir. Batılı bilgi altyapısı ile formatlanmış = şekillenmiş (oryantalist) bir okumanın anlaması ile, doğulu bilgi ile şekillenmiş (oksidantalist) bir okumanın anlaması aynı olmaz. Bizim İslâm’ı = Kur'ân’ı okumamız ve anlamamız hem oryantalist hem oksidantalist. Kur'ân, anlaşılması için “temiz bir zihin = temiz bir fıtrat” ister; onun için Onu okumaya (anlamaya) başlarken “Eûzu-Besmele” çekeriz.

İLERLEMECİ DİN ve TARİH...

Pozitivist, progresif/ilerlemeci, modernist bilim, tarih bilimini de etkilemiştir; bu tarih de, dine bakarken = dinler tarihi disiplinini oluştururken, dinî anlayışa ilkelden moderne doğru bir seyir çizgisi belirlemiştir. Bu bakış/yaklaşım, çook sakat ve çook tehlikelidir. Bu bakış/yaklaşım der ki, ilk insan animist idi, sonra paganist, sonra teist, sonra ateist oldu; ateist olunca da modernist oldu... Doğru yaklaşım, ilk insan muvahhid (teist) idi, sonra, insan bu tevhidi bozdu, animizme ve paganizme (= şirke) yöneldi; bu bozulma dönemlerinde Peygamberler (Islah Ediciler) gönderildi, Onlarla tekrar tevhide dönülmesi = Tek Tanrı’ya teslim (=İslâm) olunması istendi. Bütün Tevhidî dinler, İslâm’dır. Din duygusu her insanda fıtrîdir; tevhid bozulunca bu duygu cahillerde somut olan taşa-toprağa (= puta/putlara), “okumuşlarda” ise, soyut olan sembollere rozet-flama-logo-bayrağa ve ritlere yönelir. Tevhîd, Tanrı’yı somutlamadığı gibi soyutlamaz da. Bu, Tanrı’nın yokluğuna değil, O’nun Müteâl

HUDEYBİYE

628’de Mekke müşrikleri ile imzalanan ve Müslümanların çoğu için “onur kırıcı”! bulunan bu anlaşma, çook büyük bir diplomatik zaferdir. 1) Mekke ile saldırmazlık anlaşması yapılınca Hayber’in fethi gerçekleşmiştir. 2) Bu barış ortamı civar kabile ve devletlerle ilişkileri hızlandırmış, Efendimiz onlara elçiler ve mektuplar göndermiştir. 3) Mekke, Müslümanlarla anlaşma yaptı diye civar kabileler de yapmış, biçoğu Müslümanlığı seçmiştir. 4) Anlaşmanın imzalandığında Müslüman sayısı 1400 iken, iki sene sonra Mekke fethedilirken bu sayı 14.000’e yükselmiştir. (Ceatani, İslâm Tarihi, c. 2. s. 540.) 5) Ebû Cendel gibi Mekke’li Müslümanlar Mekke’den kaçarak ticaret yolu güzergahında toplanmış, ticaret kervanlarını tehdit eder hâle gelmiş, Mekke’nin ekonomisine zarar vermişler ve bunun üzerine Mekke’li yöneticiler ilgili maddeyi feshetmişlerdir.  Hudeybiye bir kırılmadır. Bu anlaşmadan sonra İslâm’a girenlerin sayısında büyük artışlar yaşanmıştır, çok geçmeden (iki yıl sonra) Mekke silah kulla

KUTLU

Kut, Öz-Türkçede baht, talih, mutluluk. Arapçada Kuds/Kudsî, Mübarek, Mukaddes. Fiil hâli, takdis. İlk takdis, meleklerin Rablerini takdisi (kutsaması) = “ve nukaddisu leK/e”. (2/30.) Ruh-ul Kuds = Kutsal Ruh : Cebrâil. İsâ (a.s.) ve tüm Elçilerin Ruh-ul Kuds = Cebrâil ile (Cebr : güç; El/İl, İlâh = İlâhî Güç ile, Melek ile) desteklenmesi. (2/253.) Arz-ı Mukaddes = Kudüs. Mûsâ (a.s.) : “Ey kavmim! Allah’ın size vadettiği mukaddes yere girin!...” dedi. (5/21.) “Bu Kur'ân’ı, Ruh-ul Kuds = Cebrâil Rabbinden indirmiştir...” (16/102.) “Ey Mûsâ!. Sen kutsal vâdi Tuvâ’sın; çıkar ayakkabılarını (nalınlarını).” (20/12. 79/16.) “O Allah, El-Melik, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min’dir...” (59/23. 62/1.) ... Kutlu/kutsal olanlarda “hiyerarşi” var ve her dinin (düzenin) de kutsalları var. Bu kutsallar arasında bir “seçim” yapamazsak, bizi sevindiren her şeyi kutlar, kutsallaştırırız. Her yıl, kendimizin ve sevdiklerimizin doğum gününü, savaşların, kurumların ve ülkelerin kuruluş/kurtuluş yıldönüm

EBÛ CENDEL

Asıl adı Âs b. Süheyl, lakabı Ebû Cendel. Kardeşi Addullah b. Süheyl. Babaları Süheyl b. Amr. Ebû Cendel’i Hudeybiye ile birlikte hatırlayın. Hendek Savaşı arefesi, müşrikler küplere binmiş; Efendimiz “gördüğü bir rüya üzerine” bir grup ashabı ile umreye silahsız yola çıkıyor ama Mekke müşrikleri onları Kâbe’ye sokmak istemiyorlar. Karşılıklı görüşmeler oluyor; diplomatlar gidip-geliyor; Efendimiz Hz. Osman (r.anh)’ı Mekke’ye arabulucu, müzakereci elçi olarak gönderiyor, bir süre sonra Hz. Osman (r.anh)’ın öldürüldüğü haberi yayılıyor; Müslümanların morali çook bozuluyor. Mekke’den gelen son elçi Süheyl b. Amr ile Hudeybiye’de (Mekke’ye 17 km uzaklıktaki bu yerde) bu anlaşma imzalanıyor. Anlaşmanın şartları Müslümanlar için ağır. 1) Bu yıl ziyâret yok;  2) Ziyâret gelecek yıl yapılacak ama sadece üç gün. Bu üç günlük süre içinde Mekke boşaltılacak, Müslümanlar kimseyle temas kuramayacak. 3) Müslüman dahi olsa Mekke’den Medine’ye sığınanlar/gidenler iâde edilecek ama Medine’den Mekke’ye

GAYZ

Gayz : Öfke. Kin. Öfke, kin, sadece insanlara has bişey midir? Olmadığını Furkan, 12. ve Mülk, 8. âyetten anlıyoruz. “O ateş, onları uzaktan görünce, onlar o ateşin kendilerine olan öfkesini, kinini = öfkeli kükremesini, homurtusunu = “tegayyuzen ve zefîrâ” işitecekler.” (Furkan, 12.) (O ateş) “neredeyse öfkesinden ‘kuduracak’! “tekâdu temeyyezu minel gayz”, her grup ona atıldığında, oranın bekçileri (= zebâniler) onlara soracak : “size daha önce bir uyarıcı gelmedi mi?!.” Bazı öfkelerin haklı öfke olduğunu düşünür müsünüz?!. Bence ateşin öfkesi, haklı bir öfke. Cennet ise çook sâkin!. (Gayzın karşıtı/zıttı sukûnet.)

PANORAMİK BAKIŞ

Panorami, geniş kadraj demek; panoramik bakış da geniş kadrajlı bakış; kadraj, çerçeve. Önceki yazıda Efendimizin hayatına geniş bir kadrajdan baktık; bu yazıda ise son 23 yılına (610 ilâ 633’e) yine geniş bir kadrajdan (panoramik) bakacağız. İlk 13 yıla Mekke dönemi deniyor. Bu dönem, bireysel inşâ, acı/ızdırap, hüzün ve hazırlık (eğitim) yılları. Son 10 yıl = Medine dönemi, kurumsallaşma (= sosyal inşâ) ve savaş yılları. Biyografide “genel hatlara, tarihe düşülen notlara” baktık; arada yaşanan binlerce olaya bakamadık; sözgelimi Efendimizin kişisel hayatına, ayakları şişecek, takati kesilecek kadar yaptığı ibadetlere, gece namazlarına, mesciddeki konuşmalarına, evliliklerine, çocuklarını ve arkadaşlarını eğitim faaliyetlerine, hicret yolculuğuna ve Sevr mağarasında “tehlike ile burun buruna gelişine” ve o ândaki tevekkülüne... bakamadık.  Biyografiye dikkatli bakın, ilk 40 yıla değil, -- zaten o kırk yılı es geçtik --; son 23 yıla. Bir tek yıl, “rahat = yatarak” geçmiş mi? Bu yoğunlu

EFENDİMİZİN KISA BİYOGRAFİSİ

571 : Doğumu. 595 : Evliliği. 610 : Vahyin gelişi = İlk vahyi alışı. 615 : Habeşistan’a hicret emrini vermesi. 617-620 : Boykot (abluka = açlık) yılları. 619 : Eşi Hz. Hatice ve amcası Ebû Tâlib’in vefatı = Sene-i Hüzün. 621 : I. Akabe Biatı. 622 : II. Akabe Biatı. 622 : Medine’ye hicret. 622-624 : Medine Vesikası (Anayasası). Ensar-Muhacir Muâhedesi/Kardeşlik Anlaşması. 624 : Bedir Savaşı. 625 : Uhud Savaşı. 626-627 : Hendek Savaşı = Ahzâb Gazvesi (29 Aralık-24 Ocak). 628 : Hudeybiye Anlaşması. 628 : Hayber’in Fethi. 630 : Mekke’nin Fethi. 630 : Huneyn Savaşı. Mekke’nin fethinden 17 gün sonra.  630 : Tebük Seferi. Mekke’ye 700 km mesafede.  630-631 : Diplomatik Çabalar = Elçiler yılı = Sene'tül Vüfûd. 71 heyetin geldiği, bir o kadar da Efendimizin komşu ülke ve kabile yöneticilerine davet mektupları gönderdiği yıl. 631 : İtikâf ve Cebrail ile karşılıklı Mukabele.  632 : Vedâ Haccı ve Hutbesi. Hutbeyi dinleyen yaklaşık 12.000 kişi. 632 : 13 Rebîulevvel, Vefâtı. ... Uhud ve Huneyn,

RABITA

Rabıta deyince, ben yaşta olanların aklına “yeşil kuşak projesi” için Suûdilere kurdurulan, Uğur Mumcu’nun da hakkında yazılar (sanırım bu adla bir kitabı da) yazdığı uluslar arası örgüt gelmesin. Ben bu kelimenin/kavramın (râbıtânın) Kitâb’taki karşılığına değineceğim. Kelime Kitâb’ta beş yerde geçer : Âl-i İmran, 200. Enfal, 11 ve 60. Kehf, 14 ve Kasas, 10. Bu yazı daha çok Âl-i İmran, 200’deki râbıta ile ilgili olacak ama diğer dört yerde de hemen hemen aynı anlam; sadece Enfal 60 farklı. Rabıta, iki şeyi birbirine bağlamak, birleştirmek demek. Antrparantez söyleyeyim, “yeşil kuşak”, kapitalizm ile İslâm’ı birleştirmeyi, İslâm’ı sosyalizmden uzaklaştırmayı amaçlıyordu ve bir Amerikan projesi idi; Afganistan başta olmak üzere tüm İslâm dünyasında uygulamaya kondu ama o yıllarda Mısır ve Suriye’den İslâm sosyalistleri de çıktı, o fikirler bize de sirayet etti... ... Âl-i İmran, 200. âyetin anlaşılabilmesi için bir sayfa geriden okunması ve tarihi arka-planın bilinmesi şarttır. Bu âyet

ASKER

Askerin bizdeki değeri ve yeri yüksektir; Efendimize saygısızlık olmasın diye biz askere Mehmetçik denir; Muhammed, övülmüş demektir; Mehmetçik de bir derece alttan övülmüş anlamındadır. Muhammed (a.s.), niçin övülmüşse, Mehmetçik de onun için övülmüştür. Merak ettim, baktım, Muhammed (a.s.)’a inen Kitâb’ta asker kelimesi nasıl ve kaç kere geçiyor diye. Askerin Kitâb’taki karşılığı cünd; çoğulu, cünûd = ordular; ordu askerlerden oluşur, değil mi? Tekil ve çoğul olarak bu kelime Kitâb’ta tam 29 kez geçer; ben sadece Yasin’deki iki kullanıma değineceğim. İlki, 28’de; ikincisi, 75’de. 28’deki bağlam, Elçileri dinlemeyen, hatta Onları öldüren kavmin akıbeti için. “Biz onları helâk etmek için bir ordu indirmedik (= buna gerek de duymadık), sadece bir ses = sayha onların helâk olmalarına = sönüp gitmelerine (hămid) yetti.” 75’deki bağlam, şirk koşanların hâlini tasvir eder. “Onlar, Allah dışında bazı (ilâh olmayan) ilâhlara kendilerine yardım etsinler diye kulluk ederler. Oysa o ilâhlar, onl

BİR UMRE HATIRASI

Bu not, size büyük bir sıçrama gibi gözükecek, umarım bağlantıyı kurarsınız. Umreye gittiğimde ilk olarak Medine’ye indim; Mescid-i Nebevî’nin avlusuna Gameme/Bulut Mescidi tarafından girince “duygulandım”! ama yaklaştıkça kalbim katılaştı, âdeta taş gibi oldu... (bu, kişisel bir hâl, önemsemeyin.) Sonra, 'niye böyle oldum?' diye düşünürken, orada yatan “Mevtâların = Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in”, yaşarken böyle “ihtişamlı, gösterişli” bir yerde yaşamadıklarını hatırladım. Orayı âdeta saraya çevirmişlerdi, kapıya da güvenlik dikmişlerdi... bu hâl bana yabancı geldi, belki ağlarım diye Cennet-ül Bâkî mezarlığına gittim, orada da ağlayamadım, kalbim nasıl taş kesildiyse...

ÜST-DÜZEY YÖNETİCİLER

Resulullah (s.a.v.) bir gün gece, mûtad olmayan bir saatte, mescide geldi/gitti; orada Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.anhümâ)’e rastladı. Onlara (bu saatte) niye geldiklerini sordu. ‘Bizi evden çıkaran, açlıktır!.’ dediler. Resulullah da : ‘Beni de evden çıkaran açlıktan başka bir şey değildir.!” buyurdu. Hep beraber Ebû’l Heysem İbn-ul Teyyihân’ın evine gittiler. O, misafirler için arpadan ekmek yapılmasını emretti. Ekmek yapıldı. Sonra bir koyun kesti; hurma ağacında asılı olan tatlı suyu da indirdi; yediler-içtiler. Resulullah (s.a.v.) : “Şu günün nimetinden (kıyamet günü) hesap sorulacak!. Açlık sizi evinizden çıkardı. Bu nimetlere nail olduktan sonra dönüyorsunuz!.” buyurdu. (Müslim, Eşribe 140, 2038. Muvatta, Sıfatu’n Nebî 28, (2, 932). Tirmizi, Zühd 39, 2370.) Efendimiz ve Onun iki sağ kolu, Ondan sonraki ilk iki halifesi (halefleri) Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.anhümâ) sade vatandaş iken de halife iken de böyle yaşadılar; saltanat sürmediler; saltanat, Emevîlerle başladı; Emevîle

BEDİR YETİMLERİ!...

Bu ifadeye, Efendimizin kızı Fâtımâ ile yaptığı konuşmada rastladım. Fâtımâ vâlidemiz de Efendimiz gibi çook sade ve çook zor bir hayat yaşamıştır. Rivayetler Onun elbisesi eskiyene, elleri çatlayana, göğsü yaralanana kadar ev işlerini (temizlik, un öğütme, su taşıma vb.) yaptığını söyler. Kendisi Efendimizden bir yardımcı istemeye çekinmiştir, bir yakınını (muhtemelen halaları) Babasına göndermiş; onlar da Efendimizin işinin çook yoğun olduğunu görmüşler ve geri dönmüşlerdir ama Efendimiz onların geldiğini görmüştür; işi bitince onlara uğramış ve “ne için gelmiştiniz?” diye sormuş; onlar : “Fâtımâ için; Fâtımâ Sana söylemeye çekiniyor.” demişler. “Neyi söylemeye çekiniyor?”. “Sen de biliyorsun ki çok yoruluyor, Senden bir yardımcı istiyor.”... Efendimiz kızına gider ve Ona : “Ey kızım!. Bedir yetimleri Senden daha fazla hak sahibidir. Sana istediğinden daha fazlasını vereyim mi? Allah’a hamd etmen ve O’nu tesbih etmen...” ... Bugün, Bedir yetimlerinin yerine ümmetin yetimlerini koyabi

EFENDİM/İZ!

Bugün benim/bizim Ona : Efendim/iz, dediğim(iz)e bakmayın; biliyorum ki Onun sağlığında Ona Efendim, deseydim bana kızardı. O sağken, Kendisine aslâ Efendim/iz, Seyyidim/iz, Sultanım/ız dedirtmemiş; en çok Ey Allah’ın Rasûl’ü hitabını sevmiş, ismi ile hitap edilmesini istemiştir. ... Efendimiz vefât ettiğinde zırhı bir Yahudi’de rehindi. Evinde yiyecek bişeyi yoktu, birazcık arpa almak için zırhını o Yahudi’ye rehin bırakmıştı. Hatırlayın O, o zaman devlet başkanı idi; bir devlet başkanının ve bir Peygamberin o günün toplumunda “azınlıkta olan” bir Yahudi’den = gayri müslimden borç almasını hayal edin!... ... Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemiz : “Bazen iki üç ay geçerdi de evimizde hiç ateş yanmazdı.” (Tirmizi, 2471.) “Rasûlüllah Medine’ye geldikten, vefât edene kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeği yemedi.” (Buharî, Taam, 5374.) Unutmayalım bu süre zarfında O, devlet başkanı idi. Muhtemelen bu durumdan eşleri şikayetçi idi ve bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu.  “Ey Nebî! Eşlerine de ki :

İCÂZET

İcâzet, yeni adıyla diploma. Bir işi = bir mesleği yapmak, bir konuda söz söyleyebilmek (hüküm verebilmek) için verilen resmî belge. Meslekleri anladık da konu ne?!. Bu konu dinse, dinde icâzet veren kurum, laik bir kurum mu olmalıdır?!. Laik kurumun dinle ne işi olur?!. Laik kurumun verdiği dinî belge (dinî yetki belgesi) ne işe yarar; dini de laikleştirmez mi?!. Hadi laikleştirmedi diyelim, o dinî belgeye (dinî yetki belgesine) sahip olan kişi, ‘belgem elimden alınır diye’! dinin laiklik karşıtı söylemlerini kırpmaz ya da gizlemez mi?!. İşin bu yanı/yönü üzerinde siz biraz düşünün; ben, bana “nereden icâzet aldın da dini konularda konuşuyor = yazıyorsun (aslında ahkâm kesiyorsun)?” diyen arkadaşa cevap vereyim. Ben, İHL mezunuyum; İHL’de aldığım dinî eğitim beni memnun etmedi; “din dışı alana” yöneldim, bu alanda 15 yıl eğitim aldım ama dinle bağımı da koparmadım; resmî din söylemini hep eksik buldum, “din bu olamaz”! dedim ve “asıl dini” araştırmaya koyuldum. Resmî dinin, asıl dini

ONUN HAYAT ÇİZGİSİ

O, Efendimiz. Ana ve baba ile değil ama dede ile geçen bir çocukluk. (= yetimlik ve öksüzlükle geçen bir çocukluk.) 15 yaşında çocukluktan çıktığını varsayalım; 15 yaşından sonra çobanlık ve ticaret... 25 yaş, evlilik... 25 ilâ 40 arası “karanlık = bilinmiyor.”!; tek-tük hâdiseler anlatılıyor; Kâbe onarımı yaklaşık 605’tir, Efendimiz de o zaman yaklaşık 34-35 yaşındadır ve oradaki Hacer-ül Esved “problemini” ustalıkla çözmüştür; bunun gibi bir kaç olay dışında çok fazla şey bilinmiyor. 40’a doğru Hira yolculuklarının başladığına dair bilgiler var. 40’ta ilk vahiy. Vahye kadar maddî açıdan “orta halli = orta sınıf” bir yaşam. Vahiyden sonraki her geçen gün ise küçülme = fakirleşme. Hasır üstünde uyuma. Neredeyse hiç tefrîşâtı ve mefruşâtı (eşyası) olmayan bir kulübenin içinde bir kaç kap-kacakla idare edilen hayat... Medine’de devlet başkanı olunca, savaşlardan ganimetler/gelirler elde edilmeye başlanınca da aynı şekilde süren/yaşanan bir hayat.  Ailece. Kızı Fâtımâ ile damadı Ali de ay

BÜYÜK

İki şekilde büyük olunur, büyünür : 1) Küçüğün büyümesi, büyük olması. 2) Hiç küçük olmayanın, hep büyük olanın büyük olması. İlki, hepimizin başına gelir; hepimiz küçüktük, büyüdük; ama bazılarımız küçük olduklarını unutuyor, kendilerini hep büyük sanıyor. Küçüğün büyümesini, kendi hayatımızdan bilemesek de, çocuklarımızın hayatından, bir fidanın/ağacın ya da otun büyümesinden biliriz. Bir de “manevî büyüklük, geometrik olmayan büyüklük” var ki o bu yazının konusu değil. İkincisi, Rabbimiz Allah’ın büyüklüğüdür; O’na büyük değil, en büyük = Ekber, “Allah’u Ekber = Allah’tır En Büyük.” deriz; bu büyüklüğü, hiçbir (tür) büyüklükle kıyaslayamayız. Kendilerini büyük görenler, O’nun Büyüklüğünü “kavrayamazlar”, O’nun Büyüklüğü karşısında küçüklüklerini “anlayamaz”, secdelere kapanamazlar. “Göklerde ve yerde bulunan hareket halindeki varlıkların (canlıların) tamamı ve melekler, büyüklenmeden Allah’a secde ederler.” وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مِن دَآبَّةٍ

İLK YILLAR...

Çoook zor geçen o yıllar!...  Acılar, işkenceler, sürgünler, boykotlar... Müsteşrik Emile Dermenghem, ‘Hz. Muhammed ve Risâleti’ adlı kitabının 107. sayfasında şöyle der : Peygamber, (o günlerde neredeyse her gün)  evine giderken yolda kendisine hakaret eden bir erkeğe veya kadına veya köleye veya gözü dönmüş (= birileri tarafından doldurulmuş) bir çocuğa rastlar ve onların kendine “deli, yalancı ve sahtekâr” demelerine mâruz kalırdı. Kendini yorgun ve bezgin bir şekilde evine atar, düşüncelere dalıp giderdi...” (Not : Bu adamın Efendimize Hz. demesi mümkün değil, kitabı çevirenler böyle söylemiş; adam müşrik = müsteşriktir; kitabın orijinal adı : La Vie de Mahomet’dir ve ilk kez Reşat Nuri Güntekin, bu eseri Muhammed’in Hayatı adıyla dilimize çevirmiştir.) ... Onu Rabbi öyle yalnız ve kimsesiz bırakır mı?!. Bakın! Kitâb’taki manevî yardım, moral-motivasyon ve tesellî âyetlerine.  Üzülme!. Sabret!. Sakın onlara uyma!... (Müzzemmil. Müddessir, Mü’min, 55) Sabah-akşam Rabbini an = hatırl

ÖNCESİ ve SONRASI ile "O ÂN"!.

O ân’dan kastım, Vahyin ilk geliş ânı. Öncesinde Efendimiz “çok sıkıntılı, çok dertlidir.”!. Sıkıntısı = derdi, yaşanan adâletsizlikler ve zulümlerdir. Bu dert yüzünden sürekli Kendini şehrin (Mekke’nin) dışına atmakta, dağa vurmakta, Hira’ya sığınmakta, “huzuru” orada aramakta!... Evinde huzurlu değil mi?!. Evinde, eşi ve çocukları ile herhangi bir problemi yok; hâli-vakti de yerinde, para sıkıntısı da yok; eşi, tüm servetini Ona vakfetmiş, araları da çook iyi... Pekiî nedir sıkıntısı, derdi?!. Dışarıda yaşananlar. İçinde = vicdanında hissettiği toplumsal sorumluluk ve bu toplumsal ve vicdanî sorumluluğun altından nasıl kalkacağı, üstesinden nasıl geleceği. Çare arıyor. Çareyi dağda = Hira’da, yalnız başına arıyor; danışabileceği = akıl alabileceği ve yoldaşlık yapabileceği kimse/si (de) yok. Herkes anafora kapılmış; büyük çoğunluk eziliyor, çok küçük bir azınlık da eziyor; çok az da, tarafsız, biraz da insaflı (hanîf) insanlar var ama onlar da çaresiz. Birileri âcilen bişeyler yapmal

EFENDİMİZ DE BİR İNSANDIR

O da kuldur = “abduHû”, ama aynı zamanda bir Rasüldür = bir Elçidir = “ve rasûluHû”. O da zaman zaman “hatalar/zelleler” yapmış ve Rabbinden uyarılar almıştır. 18/Kehf, 28 : “Sabah akşam O’nun yoluna yönelerek, Rabbine çağrıda bulunanlarla beraber olmada sabırlı ol. Dünya hayatının çekiciliğine kanarak gözlerini onlardan ayırma. Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, tutkularına uymuş, işi aşırılık olan kimseye boyun eğme!.” 9/Tevbe, 43 : “Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler belli olmadan, yalancılar bilinmeden, onlara niçin izin verdin?!.” 6/En’am, 35 : “Eğer yüz çevirmeleri Sana ağır geldiyse, yapabilirsen bir tünelle yerden veya bir merdivenle gökten onlara bir âyet getir!. Eğer Allah dileseydi, elbette onları doğru yol üzerinde toplardı. O halde sakın cahillerden olma!.” 6/En’am, 52 : “Rablerinin vechini/rızasını dileyerek sabah akşam O’na yönelenleri uzaklaştırma!. Onların hesabından Sen, Senin hesabından da onlar sorumlu değil. Eğer onları kendinden uzaklaştırırsan zalimlerden

İLK UYARI!...

Efendimize yapılan ilk uyarı, bildiğimiz kadarıyla Abese Sûresinde. Efendimiz, Mekke ileri gelenlerine İslâm’ı (= yeni dini) anlatırken, Efendimizin yanına (koşarak!) âmâ Abdullah b. Ümmü Mektûm gelir ve “bana da anlat”! der. Öbürlerinde böyle bir istek, böyle bir arzu yoktur; ama Efendimiz belki bi umut onlarda “bir istek/arzu” oluşturmak istemektedir; oysa Ümmü Mektûm isteklidir. Efendimiz Ümmü Mektûm’un sesini duyduğu hâlde ona bakmamış, öbürlerine yönelmiş, “o ân için”! Ümmü Mektûm’la “ilgilenememiştir.”!.  Ümmü Mektûm anadan doğma kördür = âmâdır. Âmâ birine yüzünüzü dönmeseniz, o sizi fark edebilir mi, bu onu incitebilir mi?!. Ama, onun fark edip-etmemesi (hadi üzülmesi/kırılması da diyelim; önemli de farz edin ki değil) “önemli değil!.”, önemli olan, sizin tavrınız ve niyetiniz. Efendimizin Ümmü Mektûm’u kırıcı en ufak bir sözü yoktur; sadece “suratını asmış ve yüzünü öteye çevirmiştir = abese ve tevellâ”. (80/1.) Kör bir adam, surat/yüz ifadesini ve yüzün öteye çevrilmesini far

MAĪŞET

Maīşet : Geçim, geçimlik, yaşam tarzı, refah ve bolluk anlamında bu kelime Kitâb’ta meâyiş (معايش) (7/10. 15/20), maīşet (معيشة) (20/124. 28/58. 43/32), īşet (عيشة) (69/21. 101/7) ve meâşâ (معاشا) (78/11) şeklinde 8 kez geçer. Ben 101/Kâria, 7’deki īşe’ye “fehuve fî īşetin râdıyeh” âyetine vurgu yapacağım; 69/Hakkâ, 21’de de aynı ibare geçer; oradaki amel defteri sağından verilenler, aynı zamanda tartısı ağır gelenlerdir; Kitâb, defterlere iyilik odaklı bakar. ... 1) Kâria, (hem kıyamet hem de başa belâ olan/açan çarpıcı/korkunç! büyük olay demektir.) 2) Nedir o?  3) Sen onu (henüz yaşamadın ki!) bilemezsin, nereden bilebilirsin?!.  Nasıl olacak o büyük olay?!. İdrakleri aşan bir olay o. İdrak edemezsin sen onu. 4) İnsanlar o günle karşılaşınca kendini ateşe susamış = ateşin etrafında dönen/uçuşan kelebekler gibi bulacak. 5) Dağlar atılmış (öğütülmüş, çırpılmış, yayılmış) renkli pamuklara benzeyecek... Tartılara (amel defterlerine) bakılacak. 6) Kimin tartısı ağır gelirse, 

ANLAŞMA/UZLAŞMA ZEMİNİ

Efendimiz, Mekke’de Mekke müşrikleri ile; Medine’de Yahudiler ile; Habeşistan’da (vb. yerlerde) Hıristiyanlar ile uzlaşma = anlaşma zemininin sadece “İlâh’ın Birliği = Lâ ilâhe illâ Allah.” ortak zemininde olacağında ısrar etti. Mekke müşrikleri : “istediğin para ise, toplar, Seni en zenginimiz yaparız; şerefse, bu Sende zaten var, Seni başımıza reis (kral) yaparız; kadınsa, Mekke’nin en güzel kadınlarını (kızlarını) emrine veririz, yeter ki Sana görünüp duran o hayali (= hayaleti = Cebrâil’i) bırak, biz Sana hekim olur, iyileştiririz...” (Lesley Hazleton. İlk Müslüman, İstanbul : Kitabix, 2017. s.147.) dediler; O, "Lâ ilâhe illâ Allah."tan zerre taviz vermedi. Medine Yahudileri Hz. İsâ (a.s.)’ı (hâşâ) yalancı (Peygamber) görür ve annesine zinâ iftirası atarlarken, Efendimiz Hz. İsâ (a.s.)’nın gerçek bir Peygamber, annesinin de tertemiz olduğunu; Hıristiyanlar, teslisle İsâ (a.s.)’ı Tanrılık mertebesine çıkarırken O (Efendimiz), Hz. İsâ (a.s.)’nın kul-Peygamber olduğunu söyle

BİR ANEKDOT!

Bu olay, Hz. Ömer (r.anh.)’ın halifeliği dönemine aittir. Halife Ömer, “güçlü bir diplomat” olan Amr b. Âs’ı Mısır’a vâli tayin eder; o, Hz. Osman döneminde de bir süre Mısır’da validir; Hz. Ali döneminde ise Muaviye tarafına geçer ve Muaviye’nin baş danışmanı olur... Olay şudur : Amr b. Âs’ın oğlu bir gün Mısır’da bir deve yarışı düzenler ve Mısırlı bir kıptî bu yarışta onu geçer. Amr b. Âs’ın oğlu o kıptîyi : “ben şereflinin (şerefli birinin) oğluyum, sen beni nasıl geçersin?” diyerek kırbaçlatır. Olay, babasına = vâliye intikal eder ama babası olayı es geçer, umursamaz. Hac mevsiminde kıptî, bu olayı Hz. Ömer’e açar (söyler); Hz. Ömer, tarafları ve şahitleri dinler, olayı teyit ettirdikten sonra, kıptîye Amr b. Âs’ın oğlunu ve Amr b. Âs’ın kendini = vâliyi kırbaçlamasını emreder; kıptî : ‘beni oğlu kırbaçlattı, vâli değil.’ der. Hz. Ömer : ‘eğer onu da kırbaçlamak isteseydin, sana engel olmazdım.’ dedikten sonra vâliye döner : “Annelerin hür doğurduğu insanları sen ne zaman köleleşt

EBÛ LEHEB

Ebû Tâlib vefât edince kardeşi Ebû Leheb, kabile reisi olur ve Efendimize : ‘aynen kardeşim Ebû Tâlib gibi seni koruyacağım.’ sözünü verir. Bir süre sonra birileri Efendimize “ölmüş atalarımız nerededir?” sorusunu sorar, Efendimiz de : “cehennem” deyince; amcan Ebû Talib (...) de mi?, diye soru tekrarlanır; O da “evet” der ama ilâve eder : “umulur ki Benim şefaatim ona bir fayda verir de cehennemin sığ yerine konur.” (Müslim, İman, 360.) Efendimizin bu sözlerini duyan Ebu Leheb, Efendimizin kabilevî korumasını kaldırır ve Ona büyük bir düşman/hasım kesilir. Rivayete göre Tebbet Sûresi de bunun  üzerine nazil olur. Ebû Leheb’i kabile asabiyeti bitirmiştir. Kabile koruması kaldırılınca Efendimiz artık açık saldırı altındaydı, evinde bile öldürülebilirdi... Azatlı kölesi (= evlatlığı) Zeyd b. Harise ile Taif’e gidişi (= Mekke’yi terk edişi) ama orada da aradığını bulamayışı bugünlere denk gelir, orada taş yağmuruna tutulur; tekrar Mekke’ye korumasız girmesi de imkânsızdır. Meşhur duâ! bur

HILF-UL FUDÛL

Hılf, anlaşma; fudûl, faziletliler; Hılf-ul Fudûl, faziletlilerin anlaşması. Anlaşma, iyi bir konuda da kötü bir konuda da yapılabilir ama faziletliler, kötü bir konuda anlaşma yapmaz. Arapların anlaşmaları genelde kavmin çıkarlarını koruma amaçlıydı; Araplarda atalara bağlılık ve kavmî (= kabilevî) özellikler başat değerdi. Civar devletlerle bilinen ilk anlaşmayı yapan Abdulmenâf oğlu Hâşim’dir; amaç, ticaretin güvenliğidir. Bu anlaşmalar Habesistan, Himyer ve Sasani devletleri ile yapılmıştır. Kavimler arası anlaşmalar da ittifak şeklinde, savunma amaçlıdır. Genelde zayıf kabileler güçlü kabilelerin himayesine girerlerdi. Bu iki anlaşma şeklinin dışındaki üçüncü bir anlaşma da Hılf-ul Fudûl benzeri anlaşmalardır. Hicret sonrası Ensar-Muhacir ve Medine Yahudileri arasında yapılan hılf = Medine sözleşmesi de Hılf-ul Fudûl (adâlet) tabanlıdır. Hılf-ul Fudûl, risalet gelmeden önce Efendimizin de dahil olduğu bir anlaşmadır; böyle bir anlaşma = iş ve güç birliği bugün yine yapılsa yine ka

HİNT ve VAHŞÎ

Hint (= Hint b. Utbe), Ebû Süfyan’ın karısı; Vahşi (= Vahşî b. Harb Habeşî) de onun kölesi. Hint’in babası Utbe b. Rebîa ve amcası Şeybe b. Rebîa, Bedir’de Efendimizin amcası Hz. Hamza tarafından öldürülmüş, Hint de, Hz. Hamza’ya kin beslemiş, Uhud’da sırf Hz. Hamza’yı öldürmek için kölesi Vahşî’yi özgürlüğü karşılığında tutmuştu. Hz. Hamza, Uhud’da Vahşî tarafından şehîd edildi; iş bununla kalmadı; Vahşî, Hz. Hamza’nı karnını yardı, ciğerini çıkardı, burnunu ve kulağını kesti. Efendimiz buna çook üzüldü... ... Mekke fethedilince, Hint de Vahşî de Müslüman oldu; Efendimiz onları affetti. Vahşî, Efendimizin huzuruna çıkmaya korkuyordu, Efendimiz ona, Furkan Sûresinin 71. âyetini okudu. “Kim tövbe eder ve sâlihât = salih amel yaparsa, kuşkusuz o, bağışlanmış olarak Allah’a döner.” ... Arapların akrabaya/asabiyete aşırı düşkün olduğu bir dönemde ve toplumda Efendimizin bu hareketi neyi gösterir?!.  Bugün biri, bizim akrabamıza böyle bişey yapsa, ne yaparız?!. Bugün yaşanan kan davalarını

BAĞIŞ-LAMA

Bağış, maddî ve manevî bir karşılık beklemeden (= Allah rızası için) verme; bağışlama, affetmedir. Maddî ve manevî olan her şey bağışlanabilir; bağışlama/affetme ise, daha çok manevî alana aittir. İslâm’ın indiği dönemde maddî bağış, bikarşılık (saygınlık) umuduyla vardı; ama manevî bağış, “zül” kabul ediliyordu. Onların anlayışında, iyiliğe iyilikle; kötülüğe de kötülükle muamele etmek esastı; kötülüğü affetmek korkaklık (= zül, zillet) sayılıyordu; İslâm, bu anlayışı da değiştirdi. 3/134 ve 41/34-35. âyetler, öfkeyi yenmeyi = öfkeye hâkim olmayı (= kâzimînel gayze) ve kötülüğe iyilikle muamele etmeyi emreder; kötülüğü iyilikle sav = idfa’ billetî hiye ahsen” der. “İyiliğe iyilik, her kişinin; kötülüğe iyilik er kişinin; iyiliğe kötülük ise şer kişinin kârıdır.” Şeyh Edebâli. Bağışlayanı, Bağışlayan Rahmân da bağışlar. Asıl/asil olan, kazanmaktır, kaybetmek değil. Bu, “büyük pay sahiplerinin = zû hazzın azîm” işidir. (41/35.) Payınızı büyütmek istemez misiniz?!.

CÖMERTLİK ve SAVURGANLIK

Cömertlik, ikram, kerîmlik, kerîm olma hâli. Savurganlık, tebzîr, saçıp-savurma hâli. İkram, ihsan edileni, ihsan Eden'in rızası için verme; tebzîr, o ihsanı herhangi bir gaye olmaksızın ya da gösteriş yapmak için harcama. İkram ile taqvâ arasında sıkı bir bağ varken; tebzîrin taqvâ ile uzaktan-yakından hiçbir ilişkisi yoktur. 49/Hucurat, 13, “inne ekrameküm ındellahi etqâküm = Allah katında en taqvâlınız en cömert (ekrameküm, en mükerrem) olanınızdır.” der. 17/İsrâ, 26-27 ise, “Yakınlara (= akrabaya), düşkünlere ve kendisini Allah’ın yoluna adamış olanlara yardım et!. Savurganlık yaparak saçıp savurma. Saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” 25/Furkan, 67, “Onlar, infak ettikleri zaman israf da etmezler cimrilik de yapmazlar; ikisi arasında bir denge (= orta yol) kurarlar.” der. Kerîm Olan’ın ikramını elbette ‘O’nun gibi’! ikram edemeyiz; O, Ekrem-el Ekramîm’dir. O, bize “Benim gibi ikram edin” demiyor ama 28/77’de “... ve ahsin kemâ a

SÜNNET ve DEMOKRASİ

İslâm, ataların geleneksel sünnetine muhalif bir Sünnet (Nebevî Sünnet) ikâme etmek istedi. İslâm, demokrasiye uysa idi, mevcut sünnete (yaşayış şekline = alışkanlıklara) muhalif olmaz; toplumun geleneksel değerlerine karşı koymazdı. Sünnet, yaşadığımız geleneksel değerlere uygun değilse Müslüman, Nebevî Sünnete göre hareket eder. Oysa biz, Sünnet’i bütünlüğünden koparıyor --- örneğin --- misvak kullanmaya vb. indirgiyoruz. Demokraside çoğunluk rızası, İslâm’da Allah Rızası esastır. Demokraside çoğunluğun dediği, İslâm’da Allah’ın dediği olur. Buna karşın, İslâm toplumunda bir “yöntem” olarak, İslâmî kuralların yorumunda, şûra = istişâre anlamında demokrasi kullanılabilir. Zulüm üreten bir dine = düzene muhalefet eden bu yeni din = İslâm, o dinin aristokratlarına, kompradorlarına da muhalefet ediyor ve zulmü sona erdirmek istiyordu. Burada aristokrat ve komprador, din ve ticaret burjuvazisi (mele', mütref) anlamında kullanılmıştır. O günün ticaretini de siyasetini de arka planda Kâ

MÜELLEFE-İ QULÛB

Bu tâbir, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanları kapsar ama ben, onun kapsamını daha geniş tutarak Müslümanların kalplerinin de İslâm’a ısındırılması gerektiğini düşünüyorum. Olur mu öyle şey; zaten Müslümanların kalpleri İslâm’a ısınmıştır da Müslüman olmuşlardır, demeyin. Kanaatimce, İslâm’a ısınmak, Müslüman olduktan sonra da süren bişeydir. Çoğu Müslümana, İslâm’ın bir çook emri zor gelir; çoğu Müslümanın : ‘şu emir de olmasaydı.’ dediğini duyarız; oysa Müslümanlık, tüm emirlere gönüllü teslimiyettir. ... Yine bence, içkinin yasaklanmasının kademeli = tedrîci olması; faizin = ribânın oldukça geç bir dönemde haram kılınması, Müslümanlar arasında bu “ısınmayı” sağlamak içindir. Isınma, İslâm’a girmede olduğu gibi, İslâm içinde de sürer, sürmelidir ama ilâhî hükümler aslâ tartışmaya açılmamalıdır. ... Çook güçlü bir kabile olan Sakîf Efendimizden, Müslüman olmak için namaz kılma şartını ortadan kaldırmasını istemiş; Efendimiz, bu konuda tavizsiz davranmış; ilâhî hükmü, “siyasî strate

ATMOSFER ve İBÂDETLER

Tabiî ki (atmosferden) kastım, İslâm’ın doğuş günlerindeki toplumsal ve siyasî atmosfer ve de ibâdetlerin bu atmosferi dönüştürmesi. İçkinin su gibi içildiği; zinanın sıradan ve normal sayıldığı; Arapların onuruna (şerefine) düşkün olduğu bir atmosferde (toplumda) İslâm,  içkiyi ve zinayı yasaklıyor ve yüzünüzü yere = toprağa sürerek ibâdet edin (= namaz kılın) diyor. Ve bütün bunları yaparken “popilist” davranmıyor. Daha doğuş, emekleme aşamasında insanları yanına (İslâm’a) çekmeye o kadar çook ihtiyacı olduğu bir dönemde. O gün, bazı insanlara (= Müslümanlara) içkiyi ve zinayı bırakmak o kadar zor gelmiş ki, ‘bu iki yasak olmasaydı daha çabuk ve daha iyi bir müslüman olurdum’ diyen olmuş; bazıları da İslâm’ın güçlendiği dönemde sırf bu yüzden (iki yasak yüzünden) ülke dışına çıkmış, ülkeyi terk etmişti; bunlardan biri de Rebia b. Ümeyye idi, bu adam, daha sonra sırf bu iki yasak yüzünden Hristiyan olmuş biridir. Onuruna düşkün Kureyş, kendi kabilesinden bir yüzün, köle gibi toprağa s