Kayıtlar

BİR ZAMANLAR...

Bu yazı, esasında ‘neydim, ne oldum, ne olacağım.?’ yazısı olacak, ama ölçeği de birazcık geniş tutacak. (Zaman, geçmişi, şimdiyi ve geleceği kapsayan kesintisiz bir süreçtir, bir akıştır; akıyor, geçiyor-gidiyor... Nereye?!... “ilâ rabbike yevmeizin-il müstekar”, 75/12.) ... Bir zamanlar ben de çocuktum; şimdi yetişkin (ana-baba, yaşlı vs.) oldum; sonra, ... olacağım. Bir zamanlar, ben de “yoktum”!; ben yokken anam-babam, dedem-ebem vardı; şimdi “yoklar”; ben de “yok”! olacağım. Bir zamanlar, ben de bişey bilmiyor, öğreniyordum (hâlâ bilmiyorum); şimdi, az da olsa bişeyler biliyorum (ve öğretiyorum)... Bir zamanlar, bu topraklara Osmanlılar hâkimdi, şimdi Türkler; sonra, ... ???. Türkler, bir zamanlar Şaman’dı; 751 Talas Savaşı ile Müslümanlıkla tanıştılar; şimdi Müslümanlar; sonra, ... ???. Türklerin soyu Nûh (a.s.)’ın oğlu Yâsef’e dayanıyormuş; Yâsef, Orta Asya’yı vatan edinmiş... Türkler sonra Anadolu’ya (tüm dünyaya) göç etmiş... Bir zamanlar, bu dünyaya ne güçlü krallar, sultanla

SIRAT KÖPRÜSÜ

Köprü, engelli/engebelli iki yeri (dağı, yakayı vb.) birbirine bağlayan yol üzerine yapılır. İki dik dağ/yamacın arasından bir de çılgın bir nehir geçiyorsa, köprü yapmak kaçınılmaz olur. Bu işin maddî kısmı; ben, başlıktaki köprüden (= sırat köprüsünden) söz edeceğim. Ben, sırat köprüsünün burada olduğunu düşünenlerdenim. Bu benim fikrim (= inancım), kimseyi bağlamaz. Neden böyle düşündüğümü açıklayacağım. Normalde doğru yolda olmak = sırat-ı müsteqîm üzre olmak, sırat-ıl vustâ (= orta yol) üzre olmak ve vasat toplum (= ümmetten vasatan) olmak olarak da nitelenir. Bakara, 238’deki salât-ı vustâ da orta = vasat namazdır; bu namaza çoğu tefsir ikindi der. Oysa, Araplarda gün ikindi ile başlar, böyle olunca bu namaz sabah namazına denk gelir. Her neyse. Ben, köprüdeki sırata, ve onun bişekildeki karşılığı orta yola değinmeliyim. Köprünün sağı-solu uçurumdur. Yoldan = köprüden çıkmamak lâzım.  Düşüncenin (= akîdenin, inancın) yürüyüşünde de aynı şekilde yürümek gerekiyor. Ne demek istiyor

DİLLERİN DİLİ

“Ana dil veya meta-dil”. Bu “ana dil”, herkesin (= her ulusun) kendi dili (= Türkçe, Arapça, İngilizce, ...) değil, bütün dillerin altında yatan “düşüncenin dili”!. Her dil, düşünceyi farklı açılardan, farklı şekillerde dillendirir = açıklar; hiçbir dil, düşünceyi (= niyeti/kastı!) “tam” dillendiremez = açıklayamaz ama dillerin dilini bilen, hiçbir dile (de) ihtiyaç duymaz. Bu dil, belki de “davranışın diline” çook yakın bir dildir. “Âyinesi işidir (davranışıdır), kişinin lafa (lafına = diline, ne söylediğine) bakılmaz.”

HACC KURALARI

Dün, Hacc Kuraları çekildi; 2,5 milyon hacı adayından 83 bini hacca gidebilecek; dünyada da benzer bir durum var. Hacc ibâdeti, ticarete dönüştü. Gerekçe de bu kadar talebin bu mevsimde (= Hacc mevsiminde) karşılanamayacağı. ‘Bişeye’! taleb fazla olur da, ‘o şeyin’ arzı az olursa, fiyatlar yükselir.  Bu sene bir kişi, ortalama 25.000 SAR (= Suudî Arabistan Riyali) karşılığında hacı olabilecek. Bu rakam, ortalama 200.000 TL’ye karşılık geliyor; diğer masrafları da sayarsak, 250.000 TL. Kitâb’ta, Hacc ibâdeti için “el-haccu eşhurun ma’lûmât... = Hacc, bilinen AYLARDADIR...” (2/197) denir. Bu, ‘bilinen ay’, illâki Zilhicce olmak zorunda değildir. Tamam, Efendimiz bu ayda hac yapmıştır (sünnettir) ama o gün hac yapanlar = yapmak isteyenler 10-15 bin kişi idi; bu gün milyonlar. Kitâb, hac mevsimini “bilinen aylara” (= eşhurun ma’lûmât) yaymaya imkân verir. Bu aylar, haram aylardır (= Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep). Hacc, bu aylara yayılırsa; fiyatlar da düşer, hac yapmak (= hacı olma

İRADE ve EYLEM

İstekler ve davranışlar... Yürüyüşe çıkmak istiyorum ama çıkamıyorum (çıkmıyorum). Namaz kılmak istiyorum ama kılmıyorum (kılamıyorum). Kitap okumak istiyorum ama okumuyorum (okuyamıyorum)... Tek ve güçsüz bir istek, davranış için yeterli olmayabilir. İsteklerimizi güçlendirmemiz ve çeşitlendirmemiz lâzım. İsteklerimizi çeşitlendirme, isteklerin birbirini desteklemesine yol açmalı; bu, aynı zamanda isteklerimizi güçlendirmeye de yol açar. Sözgelimi yürüme isteği bende nasıl oluşur?!. Zayıf veya güçlü bir ihtiyaçtan. İhtiyacım zayıfsa, yürüme isteğim de zayıftır, vs... Sanırım, iman-amel ilişkisi de böyledir. İmanım zayıfsa, eylemim de zayıf olur ya da hiç olmaz; güçlü ise, güçlü olur... İman, iradeyi (isteği) besler = güçlendirir. İman güçlü ise, irade de güçlüdür; zayıfsa zayıftır. Herkes, bişey ister... Kimi, cenneti; kimi cehennemi. Aklı başında olan hiç kimse, isteği dışında bişey yapmaz, yapmamalı!. Aklını başkalarına kiralamışsa, başkalarının istediği gibi hareket eder (= başkala

EY ŞUAYB!...

Ey Şuayb!, Sana bunları namazın mı emrediyor?!. Âyetin mealini vereyim. “Ey Şuayb, atalarımızın kulluk ettiklerine bizim de kulluk etmemizi bırakmamızı; mallarımızı istediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi bize senin namazın/salâtın = (esalatüke) mı emrediyor?!. Oysa Sen, yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın!.” (11/87.) Bu âyet, bizi toplumsal olarak iki durumla karşı karşıya bırakır. İlki siyasî; ikincisi, ekonomik; ilki, toplumsal düzeni (= düzensizliği); ikincisi ekonomik düzensizliği (= düzeni) sağlar. 1. Atalar dini = Gelenek. 2. Serbest Piyasa = Tüketim Serbestisi = Malın, istenildiği gibi kullanılması. İlkine bozuk gelenek; ikincisine, mal üzerindeki mutlak hâkimiyet diyebiliriz. Malı, istenildiği gibi sarf etme, mal üzerindeki mutlak hâkimiyettir. Oysa, modern insan, malını (= parasını) da istediği gibi kullanmıyor = kullanamıyor, o mal ona kullandırılıyor; o, bilmeden yine birilerinin kölesi oluyor!. Modern reklâm endüstrisi, psikolojiyi de kullanarak “bilinç altına”

BİRLİK ve BÜYÜKLÜK

Buradaki bir, sayısal bir (1) değil, bütünlük, yekpârelik (= Samed); sayısal olsa, birlik olmaz. (birler toplanınca =bir araya gelince birlik olmaz). Birlik ise, bir olma hâli. Bu, sayısal bir birlik olsa; büyüklüğü izah edemeyiz. 2, 3, 4, ... 1’den büyüktür. Birlikteki bir, sayısal olsa, ikilik, üçlük,  ..., birlikten büyük olur. Aynı veya benzer anlamına gelen bir. Şu gördüğün iki araba da aynı = bir = benzer ama iki araba da ayrı. Onlara niye bir  ve benzer diyoruz?!. Ortak yanları (modelleri, renkleri, km’leri vb.) çook olduğu için ayırmıyor, tümelliyoruz. Mantıkta, cins ve tür de buna benzer şekilde; genelleme, tümelleme ve soyutlama ile oluşur. Buradaki birlik, beraberlik de değil. Büyüklükteki büyük de, niceliksel (= coğrafî/mekansal, zamansal/yaş ve sayısal) değil; nitelikseldir; beyazlık gibi. Süt beyazdır, kar beyazdır; ama sütteki beyazlık kardaki beyazlıkla aynı değildir. Beyazlık, süte ve kara (ve bi çoook şeye) ilişmiştir. Coğrafî/mekansal büyüklükte de Rusya, Türkiye’den

MİTİNG

Meeting. Toplanma, toplantı. Siyasî partilerin oy toplamak (= seçilmek = iktidar olmak) için, halkı bir araya toplayarak, onlara görüşlerini (fikirlerini, programlarını) aktarması, açıklaması. Seçimden yeni çıkmış bir partinin miting yapması, olsa olsa önemli bir kararını millete duyurması şeklinde olur. Aksi hâlde, mitingi iktidar değil, iktidarın uygulamalarını (kararlarını) protesto etmek ve halka duyurmak için muhalefet yapar.  Ülke içi demokrasi böyle yürür. Eğer, ülke dışında bir olay vukû bulmuşsa (= Gazze Vahşeti gibi) ve iktidar da bu konuda “güçsüzse” (= muhalefette ise), halktan güç almak için miting yapabilir. Hafta sonu İstanbul’da yapılan Filistin Mitingine katılan 1,5 milyon insan, iktidara güç verdi mi sizce; iktidar bu mitingi niçin yaptı?!. Küresel siyasette muhalefette olduğunu göstermek için mi, yoksa bir karar verdi de halktan (= milletten) destek almak için mi?!. Ben, o miting konuşmasında ikinci şıkka dair bir emare bile görmedim. Ya siz?!.

ANMAK

Anmak kelimesinin kökünün an (= ân?!) veya anı (hatıra) olduğunu düşünüyorum. Kelimenin anlamı : sözünü etmek, hatırlamak, akla getirmek ve zikretmek. Belki, sözünü etmek ve akla getirmenin bir “geçmişi” (evveliyeti) olmayabilir ama hatırlamanın ve zikretmenin bizde bir “geçmişi” (evveliyeti) vardır. Bir fikir (bir düşünce, bişey) akla nereden gelir, hep/sürekli dışardan mı?!. O fikrin (düşüncenin, şeyin) bizde bir karşılığı (yeri) olmazsa, bizde tutunabilir mi?!. Bizde anı olmamış = anı hâlini almamış şeyler, hatırlanmaz; bu kesin. Anı, ânda (şimdide) hatırlanır. Anı, hatırlandığında (= akla geldiğinde, sözü edildiğinde, zikredildiğinde) şimdidir = şu ândır. Anı, dışarıdan (= âfaktan) bir uyarıcı olmazsa, hâtırâmızda canlanmaz. Sadece dışarının uyarısı da o ân, anıyı oluşturmaz. Anının oluşması, hem içerinin hem dışarının birlikte çalışması ile oluşur. İçeri “boşsa”, dışarıdan gelen uyarılar (= uyarıcılar) bir işe yaramaz, teğet geçer, bizde herhangi iz bırakmaz. “Size âfakta ve enfüs

KONTUR veya KONTÜR

Kontur, mekânsal; kontür, zamansaldır. Mekânsal kontur, en çok resimde kullanılır; resmin “sınır çizgilerini” belirler. Toplu resimlerde, bir resmi, öbür resimlerden ayıran çizgidir kontur. Natürmort resimlerde elma ile armudu ayıran çizgi, kontur çizgisidir. Terziler, bir kumaşı kesmek için çizim yaparlar ya, işte o çizgilere, kontur çizgileri denir.  Kontür ise, belli bir zaman dilimini (örneğin 60 saniyeyi), 1 (bir) birim almanın karşılığıdır. 50 kontürüm kalmış diyen biri, 50 dakikalık konuşma sürem kalmış, demiş olur. Beyin, hem mekânsal hem de zamansal çalışır. Bilgi, beyinde (= bellekte), mekânsal ve zamansal “ilerler”!. Çabuk öğrenmede, neredeyse zaman ‘yok’! gibidir; beyindeki sinir hücreleri çoook hızlı çalışır; beyne (= belleğe) bilgi alma ve beyinden (= bellekten) dışarıya bilgi verme çoook hızlı gerçekleşir. (Saniyenin milyarda biri gibi!.) Geç öğrenenlerde bu hız çook yavaştır. Çünkü, onların beyinleri antrenmansızdır. Çok okumak (= görmek, sohbet etmek = dinlemek, gezmek

HATIRLAMA = ZİKİR

Hatırlama = Zikir : Gaflette, gaflet hâlinde olmama, unutmama. “vezkür rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten...” (7/205) “Rabbini sabah-akşam (= her zaman = bilğuduvvi vel âsâl), nefsinde/kendinde! (= fî nefsike) “yalvararak ve korkarak” (= tedarruan ve hîfeten) ve yüksek olmayan bir sesle/sözle (= ve dûne-l cehri min-el kavl) hatırla! = ân!. Gâfillerden olma!.” Demek ki gaflet, anlık da, sürekli de olabiliyormuş. Anlık gaflet, çook az; sürekli gaflet, çoook fazla kimsede oluyormuş. Namazın = salâtın Mi’rac’ta, 50 vakitten, 5 vakte düşürülmesine bir de bu gözle bakalım. Salâtı, hayat kılamazsak gafletimizin sürekli olacağını düşünelim. Pekiî, salât’ı hayat kılmak, nasıl olur?!. Her yaptığımız işin O’nun inâyeti ile olduğunu bilirsek ve her işimizi de O’nun için yaparsak. ... Tesbih çekmeyi (= zikretmeyi!), boncuk sayma olarak görürsek, hayatımız (= kulluğumuz) da boncuk saymaya dönüşür. Buraya boncuk saymak için gelmediğimizi düşünüyorum. (Kesinlikle) Boncuk saymayı (= tesbih çekmeyi

DÖRT FİİL

Aramak, Bilmek, Unutmak ve Tanımak. Aramak, bilmek için; bilmek, unutmamak için; tanımak, hatırlamak için; unutulan, bil(in)diğini “göstermek” ve tanımak için aranır-bilinir. “Bişey” önceden tanınmamışsa = bilinmemişse, “tanınamaz” ama önceden tanınmış da unutulmuşsa, “bilinebilir-tanınabilir”!. Bizler, “Unutulmuş Olan’ı”! bilmek ve tanımak için buradayız, varız. Pekiî, O’nu ne zaman bildik-tanıdık da unuttuk?!. “Kâlû : Belâ”da bildik-tanıdık; buraya gelince de unuttuk; hatırlamaya (= zikir) çalışıyoruz. Tüm arayışımız O!. (O’dur, O olmalıdır.)!. Aramadan bilemeyiz. Bulanlar, arayanlar ve hatırlayanlardır. O’nu bulana kadar hiçbir şeye, “Bu!” demeyeceğiz, diyemeyeceğiz.; bulunca da “Hû” diyeceğiz; çünkü O’nsuz hiçbir şey bizi kesmiyor, kesmeyecek!. O’nu hatırlayanlara (= zikir), O’nu arayanlara, O’nu bilenlere ve O’nu tanıyanlara ne mutlu!. O’nu hatırlama, O’nu tanıtan işaretlerle (= âyetlerle; o âyetleri bulmak ve bilmekle) mümkün. ... A kişisi veya olayı bizde bir anı bırakmışsa, onu

Bİ-İSMİ-ALLAH

Bismillah. Allah’ın İsmi/Adı ile, Allah’ın İsmi/Adı’na, Allah’ın İsmi/Adı sayesinde, (başlarım, başlıyorum.) Konumuz Bi. Eûzü Bi-l Allah. Allah’a sığınırım.  Bismillah’ta, arada İsim var; Eûzü Bi-l Allah’ta yok. Yoksa!, İsme sığınılmıyor mu?!. Allah’ın İsmi, Allah değil mi?!. İsim ne, neyi temsil ediyor, neye karşılık geliyor?!. Bi-z Zât ne demek, Bi-l âraz ne demek?!. Bi-l Kuvve, Bi-l Fiil?!. “Lâ Havle ve lâ Kuvvete illâ Bi-l Allah.”?!. Vallahi, Tallahi, Bi-llahi?!. Bi, bütün bu cümlelere nasıl bir anlam katıyor, yüklüyor?!. Bi, harf-i cer ise, ve cümleye ‘ile’ anlamı veriyorsa, ‘ile’ de bağlaçsa, Bi-İsmi-Allah (daki Bi,), İsmi Allah’a bağlıyorsa, İsim ayrı, Allah ayrı (mı?!). Bunu bize Eûzü Bi-l Allah, söylemiyor mu?!. Burada, Allah’ın İsmine değil, Bi-zZât Allah’a sığınmıyor muyuz?!.  ‘Lâ Havle ve lâ Kuvvete illâ Bi-l Allah’taki Allah da, “İsim” değil o zaman; İsim mi?!. Bu cümleyi, “O’nun İsmi hariç, ortada hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur.” şeklinde mi çevireceğiz = anlayacağız?!.

SOYULMUŞ SOĞANA DÖNMEK!.

Soyulmuş soğana dönmek, iflâs etmek. Donu dahil her şeyini kaybetmek. Doğumda, böyle bir hâldeyiz, çırılçıplağız. Ölümde de üstümüze sadece kefen örtüyorlar. Ben, bu deyimi (= “Soyulmuş Soğana Dönmek.” deyimini) hem lafız = düz (zâhir) anlamıyla, hem de sembolik (bâtın) anlamıyla kısaca ele alacağım. Âdem Babamız ve Havvâ Anamız, Rablerinin Emrini (= Sözünü) değil de, şeytanın sözünü (= vesvesesini) dinleyince, üzerindekiler birden “yok oldu” ve kendilerini (= bedenlerini) cennet yaprakları ile örttüler. (Bknz. 7/22.) Bu, meselenin lafız = düz (zâhir) anlamı; bir de meselenin sembolik (bâtın) anlamı var, o da şöyle : Söz dinlememekte ısrar edersek, yarın, soyulmuş soğana dönebiliriz; hatta ve hatta, elbiselerimizi kaybetmekle kalmayız, derilerimiz de yüzülebilir... ... Efendimiz : “gerçek müflis” kimdir, biliyor musunuz diye sormuştu da ashabı : bizim aramızda müflis, parası-pulu olmayandır, ama yine de Sen, en iyisini bilirsin, demişlerdi.  Allah Rasûlü : “Şüphesiz ki ümmetimin müflis

ACI

Dilin hissettiği acıdan değil, yüreğin hissettiği acıdan söz edeceğim. Bu acı, dış dünyada/n algılananların insana (= yüreğe = duygulara) verdiği acıdır.  Bütün algılar, insana acı vermez; acı veren algılar, bedene (ve ruha) zarar veren algıların duygulanımıdır. Acı veren algılar, bedenle (ve ruhla) uyumsuz olan algılardır; bunlar da “kötü, zararlı insanların” işleri ve eylemleridir. İnsan, daha önceki deneyimlerinden, bu deneyimlerin hafızadaki durumundan, kötü insanları (ve onların eylemlerini) az-çok tanır. Acı veren algılara uzaklık-yakınlık, acı duygusuna uzaklık ve yakınlığı da belirler. ... Gazze halkı, sürekli bu acı veren algılara çook yakın, hep yakın olduğundan, onlardaki acı duygusu sanki “normale dönüşmüş”!!! gibidir. (Bombardıman altında sağ kalan insanların yüzlerindeki görüntü, bana “normal” gelmiyor!.) Bu (acı) algılar, bize (bizim bedenimize) uzak olduğu için, biz bu acıyı (sadece) “uzak bir duygu” olarak hissediyoruz. Ama bu (acı) algı, elbet bize de er-geç yaklaşaca

NASIL OLUYO?!...

Ne oluyor veya nasıl oluyor da bu kadar insan, bu kadar farklı şekilde davranabiliyor. Bu yazı, insanlarda davranış farklılıklarına değinecek. Fiziksel farklılıklar, genetik, iklime, coğrafyaya ve beslenmeye bağlı. Davranış farklılıklarını dört aşamaya ayıracağım. 1. Algı 》Tepki. 2. Algı 》Duygu 》Tepki. 3. Algı 》Duygu 》Bilgi 》Tepki. 4. Algı 》Duygu 》Bilgi 》İnanç 》Tepki. Önce, bu aşamalarda geçen terimleri kısaca tanımlayayım. Algı : Dış dünyadan, bizi dışa açan beş duyu (= göz, kulak, dil, deri, burun) kapısı ile içimize aldığımız veriler. Duygu : Algılarımızın içimizde oluşturduğu olumlu-olumsuz hâller. Bilgi : Bu hâllerin sınıflandırılması (gruplandırılması), iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış şeklinde değerlendirilmesi. İnanç : Bildiklerimizden emîn olunması. İyinin, güzelin, doğrunun yapılması; kötünün, çirkinin ve yanlışın terk edilmesi. Tepki :  a) Duygusuz tepki = Anlık Refleks. = 1. Hâl.  b) Duygulu tepki  = Korku, irkilme, nefret etme veya yakınlık gösterme, sevme,

İDEAL DEVLET

Bu konuda çok sayıda soru soruldu ama bugüne kadar uzak durdum. Devlet, siyasettir; toplumun, mal ve hizmetlerin yönetimidir; insanları “mutlu etme” sanatı, büyük bir toplumsal organizasyon ve büyük çaplı bir işbölümüdür. Platon’un Devlet'i, Farabî’nin Medîne-i Fâzıla’sı, Cicero’un Yasalar Üzerine kitabı, Aristo’nun Politika’sı, Nizâmülmülk’ün Siyasetnâme’si, Makyavel’in Hükümdar’ı, Hobbes’un Leviathan’ı devlet üzerine yazılmış kitaplardır. İdeal Devlet, nasıl olmalıdır?!. • Adaletli olmalı. Vatandaşları arasında din, dil, ırk, cinsiyet vb. ayrımlar yapmamalı. • Temel ihtiyaçları insanlara ücretsiz sağlamalı.  • İsrafa fırsat vermemeli. Su, ekmek, sağlık, güvenlik, adâlet ve bilgi (= eğitim) parayla olmamalı. Yiyecek, içecek ve giyeceklere yetecek kadar bir ücret (= Asgarî Ücret), her âileye verilmeli. Sözgelimi 4 kişilik bir aile için, aylık 15 metreküp su, 80-100 metreküp gaz, 100 kw elektrik bedava verilmeli; fazla kullanımlar, israfı önlemek için çook pahalı satılmalı. Fa

TUTARLILIK & TUTARSIZLIK

Tutarlılık : İman, güven, emniyet; tutarsızlık : çelişki veya şirk. İnsandaki tutarlılık-tutarsızlık (= çelişki, şirk), içte = düşüncede = bilgide, imanda; ve dışta = sözlerde, eylemlerde veya davranışlardadır. İçteki tutarlılık-tutarsızlık görünmez, görülmez; sözlerde, eylemlerde veya davranışlarda görülür veya görünür. Tutarlılığın-tutarsızlığın temelinde, “Tanrı tutarlılığı veya tutarsızlığı, emniyet-emniyetsizlik = iman-imansızlık = kişinin imanından ve inandığı Tanrı’dan emîn olup-olmaması” vardır. Bu, en açık şekilde Yahudilerin tarihinde görülür. Hz. İbrâhim döneminde Yahudilerin Tanrı’sı, Elohim’dir, bu Tanrı, çook uysal bir Tanrı’dır. Hz. Mûsâ sonrasında Yahudilerin Tanrı’sı Yahve = Yahova ise, şiddet yanlısıdır; ortalığı yakar-yıkar... Hristiyanların Tanrı’sı, Müslümanların Tanrı’sına çok! benzer, merhametlidir; ‘birisi bir yanağına bir tokat atarsa, öbür yanağını da çevir.’, der.  Müslümanların Tanrı’sının baskın karakteri Rahmân ve Rahîm olmasıdır. = Bismillahirrahmanirrahi

BİLGİYİ DÜZENLEME

Buna, bilgi haritalaması da diyebiliriz. Bu yazıyı, uzun yıllar bilgi sınıflaması (kataloglaması) yapmış bir kütüphaneci olarak yazıyorum. Bilgi düzensiz olursa, sistematik olmazsa, hiçbir işe yaramaz, ancak kafa karıştırır. Bilgi, nasıl düzenlenir veya sistematik hâle getirilir?!. Haritalama nasıl yapılırsa öyle. Haritalama için “sabit bir nokta” belirlenir ve tüm yerler o noktaya göre işaretlenir, hizalanır. Daha önce, 13 Ekim 2023’de “Ütopik Bir Yazı : Evin Yolunu Bulmak” adlı yazıda bu konuya kısmen temas etmiştim; şimdi bunu bilgi meselesine transfer ediyorum. Her şeyin olduğu gibi bilginin de değişmeyen röper = sabit noktası, her şeyi Bilen, Yaratan ve Yaşatan Allah’tır; bu da “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” cümlesinin (= Kelime-i Tevhîd’in) etrafında şekillenir. Bilgide bütün yollar Roma’ya çıkmaz; Allah’a çıkar, çıkmalı; bilgi, O’nu bilmeye yönelik olmalı. Her türlü bilgi, bize “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” dedirtmeli. Bazıları, bu şekilde nasıl bilim (ve felsefe) yapılabilir diye sorabili

BİR İDDİA!...

Bu iddianın ispatı ancak “dinle = dînî bilgi = vahiy ile” mümkün olan, olabilen bir tez. Hiçbir bilim ve felsefe (= insanî akıl), varlığı tüm boyutları ile ve bütün yönlerden göremez, kuşatamaz; dolayısıyla insanî perspektivizm de çöker. Bu “görememezlik”, bize hayat (dünya) hakkında kesin bilgi veremez. Bu konuda kesin bilgiyi bize, sadece ve sadece varlığı tümüyle kuşatan = arşa istivâ eden Allah verebilir. Bu yüzden sınırlı bilgilerimizi O’nun verdiği bilgi ile test etmeliyiz; bu da çok sık Kur'ân okumak demek.

EVRİM

Evrim, son yüzyılın en netâmeli konusu. Evrime, tekâmül (= gelişme) olarak bakmak, çok daha fazla geriye gitmeden hep ileriye gitmek lâzım. Tamam, tüm canlılar evriliyor, evrim geçiriyor da insan canlısı niye evrilmiyor, veya evrim deyince, insan, niye sadece geriye gidiyor?!. Evrim, insanı sadece beden olarak görüyor da ondan. Sadece evrim mi = evrim biyologları mı?!. Neredeyse tüm bilim dalları. Neden mühendislik ve tıp bu kadar rağbet görüyor?!. Mühendislik, insan bedeninin yaptığının çook daha iyisini makinalara yaptırmak; tıp da bu makinaları yapan insan bedenini tamir etmek için. Robotik teknolojinin ve yapay zekânın buralara gelmesi, bir “yapay insan projesi” değil de ne?!. Bu insan, makina insan; onda ruh (= duygu, merhamet vb. şeyler) yok; yapar, yakar, yıkar, bombalar... Evrim geçirdik, geçiriyoruz, diyoruz ama aslında geriye gidiyoruz. İnsanı “yeniden tanımamız ve tanımlamamız” lâzım; ona sadece beden (= makina) olarak bakmamamız lâzım.  Artık Peygamber gelmeyeceğine göre bu

PROFİL & PERSPEKTİF

Profil, bir nesnenin veya yüzün yandan görünüşü. Perspektif, bir nesnenin veya yüzün, insan gözüyle uzaktan görünüşü ve tamamlanışı. Profil resmimiz, bizi “tam” göstermez. Aslında hiçbir resim, hiçbir şeyi “tam” göstermez, ama biz o resimlere bakarak, onları aklımızla, aklımızda tamamlarız. Her şeyin = bir şeyin  ilk görünüşü/görüntüsü ya da bir taraftan = bir yandan görünüşü, o şeyin algısı; o şeyi aklen tamamlamak da o şeyin bilgisidir. Bilgi (= bilmek), bir perspektif işidir. Perspektif, sadece tek yönlü bir görüntü işi değil, çook yönlü bir görüntü işidir. (Nietzsche. Foucault. Perspektivizm) ... Böyle bakarsak, Tanrı, hiçbir yanıyla (= yönüyle) madden görülemediği için ne algılanabilir ne de bilinebilir; materyalistler = ateistler böyle düşünürler. O’na ancak ve ancak İNANILABİLİR. O’nu algılayamadıkları ve bilemedikleri için varlığına veya yokluğuna inanmayanlara da agnostik denir; aslında agnostiklerle materyalistler arasında çok fazla bir ayrım da yoktur; iki kesimin aklı da ay

HEVÂ ve AKIL

Hevâ (هوى) : Batmak. Aşağı inmek. Sevmek. Hoşlanmak. Arzu. Havalanmak.  Hüvve/tün (هوة) : Derin çukur. Oyuk. Delik. Körfez. Hâviye (هاوية) : Cehennem. (101/9.) Aklımızla değil de, hevâmızla hareket edersek, etmeye devam edersek, Husserl’in “derinlik psikolojisi” (= tiefenpsychologie); Jung’un, Adler’in, Freud’un “bilinçaltı” kavramı, bizi içimizdeki çukura (= cehenneme) atar/atıyor (taşır/taşıyor) olacak gibi!. Herkes, (cehennem) ateşini kendi yanında taşırmış!. Sevdiğimiz şeylere dikkat etmeliyiz. “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” (Hadis-i Şerif) “Hevâsını, ilâhlaştıran kimseyi gördün mü?!. Allah, bir bilgiye dayalı olarak, onu sapkınlıkta bıraktı. Ve onun kulağını ve kalbini mühürledi. Gözlerine perde çekti. Artık Allah’tan başka kim onu doğru yola iletebilir?!. Öğüt almıyor musunuz?!. (45/23.) Bu âyette (45/23) geçen, “ve edallallhu alâ ılmin... = Allah’ın bir ilim üzerine saptırdığı (= sapıklıkta bıraktığı) kimse...” ibâresi ve devamı, çok zorlandığım ibâreler, cümleler. Çözebildim m

Lİ ve LİME = ( لم/ ل)

Niçin ve İçin. Niçin, hem sebebi (= nedeni) hem sonucu bildirir. Niçin okuyorum ve yazıyorum?!. Öğrenmek ve paylaşmak için. Niçin geldim. = Gelme sebebim ne?!. “Gel! veya Git!.” dedi de ondan. Niye/Niçin?!. Beni görmek istiyormuş, vs... Niçin’in cevabı için’de; için de niçin’in içinde. Lime, li’nin; li, lime’nin içinde. “Hamd, âlemlerin Rabbi için. = El-Hamdü lillâhi Rabb-il Âlemîn.” Niçin?!. Allah, âlemlerin Rabbi olduğu için. “Yapmadığınız şeyleri niçin söylersiniz?!. = lime tegûlûne mâ lâ tef’alûn.” (61/2.) Buradaki lime’yi harekesiz gibi kabul eder de ‘lem’ diye okursak, anlam : yapmadığınız şeyleri kesinlikle söylemeyin!. olur. Lem, te’kidli olumsuzluk edâtıdır, fiillerin başına gelir; len’den daha güçlüdür. ... Niçin çalışıyorum?!. Ekmek parası için. Senin için. Sana daha iyi bir hayat yaşatmak için... gibi, eğer niçin sorularını, devamlı illet-malül ilişkisine tâbî tutarsam ve teselsüle sokarsam, ki teselsülün bir yerde durması icabeder, duracağım “yer”! de : Hz. Ali (r.anh.)’ın

YAŞAM ve İŞLEVSELLİK

İnanan için yaşam (= hayat), buradan öteye devam eden kesintisiz bir süreçtir. Ölüm, yaşamı kesmez = sona erdirmez; sadece ötedeki yaşamın başlangıcıdır. Buradaki yaşamımız, bedenli, bedenledir; ötedeki yaşamımız için nasıl bir bedenimizin olacağını bilmiyoruz ama “bişekilde”! yaşayacağız. Descartes, yaşam için bedeni zorunlu bir şart olarak görmez; ‘bedenim olmadan da var olabilirim.’ der. (Altıncı Meditasyon) ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’ sözü de ona aittir; o, yaşamı (varlığı) düşüncede arar... ... Bakara, 154. âyet, “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölü’ demeyin; onlar diridir, siz bilmez, kavrayamaz, şuurunda olamazsınız = lâ yeş’urûn.” der. ... Şuuru, düşünce olarak, bedeni de düşüncenin (= şuurun) bir işlevi olarak alırsak, ve de Allah yolunda öldürülenlerin bedenen öldürülmelerini onların diri olmalarına bir işaret olarak okursak, acaba (?!) Descartes haklı olabilir mi?!. ... Belki de Allah yolunda öldürülenlere çook daha işlevsel, çook daha mükemmel bir beden verilecek; belki de,

PARADİGMAM

Buna, inancım da diyebilirim. Bu, benim hayata bakışım, hayat felsefem. Felsefenin en temel konuları : Varlık, Bilgi ve Değer. Bu üçünün, benim paradigmamın içinde uyumlu bir yeri ve ağırlığı var. Bilgiden başlayayım. Bilgi, bilen ve bilinen olmadan olmaz. Bilen de bilinen de varlıktır ve varlığın içindedir. Bilen, hem kendini bilir, hem de başkalarını, başka şeyleri. Bilgi, ışıktır. Bilgi ışığı ne kadar güçlüyse, varlık da o kadar değerlidir. Bu, bizim bilgimiz ve bizim varlıkla ilişkimizdir; değerimiz de ona göre belirlenir. Varlık, Var Eden’in Bilgisinde mubîndir/apaçıktır ve O’nun Bilgisi, bilinene bağlı değildir. Bizim bilgimiz ise, bilinenden (ve bizden) bağımsız değildir. Yaratıcı Varlık, mahzâ Nûr’dur; yaratılmış varlık da, O’ndan, O Nûr’dan nûr (ışık) alır. Yaratılmış varlık, O’ndan uzaklaştıkça (= O’na isyan ettikçe) karanlıkta kalır. Bazıları, karanlığı asıl/esas sanır, oysa aydınlık (ışık) asıldır, esastır. Nûr’dan nûr “çıkar”!. (= Sudûr, Tecellî, Feyz.) En karanlık varlık,

PARADİGMA DEĞİŞİMİ

Kavramla ilk üniversite yıllarımda tanıştım; o yıllarda Thomas Kuhn’un ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ kitabını okumuştum, mezuniyet sonrası da felsefede master için ODTÜ’ye başvurmuştum ve Prof. Ahmet İnam, mülakatta bu kitabı ve bu kavramı sormuştu; demek ki kavrama ve kitaba iyi vâkıf değilmişim ki ODTÜ’de master öğrencisi olamadım. Bu kavram, neredeyse 30 yıldır gündemimde, artık iyi bildiğimi sanıyorum, düşünüyorum. Paradigmayı Türkçeye dünya görüşü, hayat anlayışı, yaşam tarzı, anlayış ve yaşayış olarak çevirmek istiyorum. Her mesleğin bir paradigması var. Bilimin, sanatın, siyasetin, ticaretin, ... ve hayatın. Modern Bilim, Post-Modern Bilim. Pozitivist Bilim, İnter-disipiner Bilim vs. Empresyonist Sanat, Realist, Sürrealist, Fovist Sanat vs. Siyasette her bir parti bir görüşü (paradigmayı) temsil ediyor. Belki sadece ticarette paradigma tek : kazanç. Dinde de siyasetteki gibi bir sürü görüş (paradigma) var. Siyasetin partileri gibi dinde de fırkalar var; eskiden partiye de fırka

KE = (ك)

Ke, Arapçadaki benzetme edatı veya harf-i ceri. Benzetme, misal/örnek verme, sanki deme; bişeyi başka bişeye benzeterek açıklamadır. Dil yetersiz olunca, benzetmeye (misâle, mesele) başvurulur. Hâşâ, Allah’ın Dili (= Kelâm’ı) yetersiz değildir; öyleyse, Allah niye benzetmeye (misâle, mesele) başvurur?!. Biz, daha iyi anlayalım, “bişekilde bir kıyas yapalım, yapabilelim.” diye. Bizim dilimiz yetersiz; bu dil, her şeyi açıklayamıyor, bu yüzden de metaforlara, sembollere (işaretlere, remizlere, rumuzlara, sanki’lere) ihtiyaç duyuluyor. Aşağıdaki âyeti (42/11) anlamak, teşbih ve tenzih meselesini anlamakla ilgilidir; bunun önemli bir işareti de, ke (ك)’dir. O’nun (= Allah’ın) benzeri (= misli) hiçbir şey yoktur = “leyse kemisliHî şey’ün.” Âyetteki ke (ك)’yi, kaldırırsak, anlam yine “O’nun (= Allah’ın) benzeri (= misli) hiçbir şey yoktur.” demek olur. Buradaki ke (ك), vurgu, te’kîd içindir; misil, gibi, benzer veya sanki anlamındadır; O değil de sanki O’nun gibi, O’na benzer, demektir. “All

CÜMLE = (جملة)

Cümle, kelimeleri bir anlam oluşturacak şekilde toplama, bir araya getirme demek. İcmal de toplam. Mücmel ise, özet. Beyân da açma, açıklama. Kitâb, bazen mücmel (özet, öz, rumuzlu, alegorik); bazen de (çoğu zaman da) mübeyyen (açık-açık) konuşur. Siz buna muhkem (= muhkemât) - müteşâbih (= müteşâbihât), açık (= zâhir) - gizli (= bâtın) da diyebilirsiniz. Cümle, bu iki hâli de içerir. Yâni, bazı cümleler, mücmel; bazıları mübeyyendir. Bunu, ilimde ehil (belli bir derinliğe sahip) olanlar (= Ül-ül Elbâb) anlarlar. Kalbinde zeyğ (= eğrilik, kaypaklık) olanlar ise, fitne çıkarmak için kafaları ve kalpleri karıştırırlar. (3/7.) Bütün cümlelerin doğru bir şekilde beyânı = mücmeli = özeti = mücmel ifâdesi : “Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır.” Bu cümle, hem en muhkem, hem de en müteşâbih cümledir. Bu cümle, kalpte zeyğ olmazsa, muhkem; olursa da, ‘müteşâbih’ (= şibihli) olur. Kalplerinde zeyğ (= eğrilik) olanlar = kalpleri karanlık olanlar, şibhi (شبه) = müteşâbihi (متشابه), şibh (شبح) = hortlak, ha

FİİL ÇEKİMİ

Geldi. Geliyor. Gelecek... Geçmiş. Şimdi ve Gelecek. Ali geldi. Ali geliyor. Ali gelecek. Bu cümleler, zamana ve mekâna bağlı cümleler. Belki, zamana bağlı ama büyük oranda mekâna bağlı olmayan cümleler ise : Beklenen gün geldi, geliyor ve gelecek. Ölüm, ecel geldi. Cumhuriyetin 100. yılı geldi, gibi. Bunları niye yazdım?!. Fecr Sûresi, 22. âyette geçen, “ve câe rabbüke vel melekü saffen saffâ. = Rabbin ve melekler/i, saf saf geldi/ğinde.” cümlesini açıklamak için. Rab (ve melekler/i), biyerden gelmeyecekler; onlar için “biyer” yok; onlar, “biyere” ait değiller; O/onlar, her yerdeler. Belki de O/onlar, bize ölümün gelmesi gibi gelecekler. Belki de biz O’na, onlara, gideceğiz. “O gün, cehennem de getirilecek = ve cîe yevmeizin bi cehenneme... ama o gün, insan her şeyi hatırlayacak, ama bu hatırlamanın insana bir faydası olmayacak.” (89/23) “İnsan, keşke önceden (bugün için) bişeyler yapsaydım, gönderseydim, diyecek.” (89/24) O gün, elbet bir gün gelecek. Biz, o güne mutlaka gideceğiz. A

TÂ-HÂ, 131

Bu yazıya, bu âyetteki zehra/zehr (زهر) kelimesini konu edineceğim. Önce âyeti vereyim.  “Onlardan bazı zümrelere, kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü (= zehraten) olarak verdiğimiz şeylere imrenme!. = gözünü dikme!. Rabbinin rızkı daha hayırlıdır ve daha kalıcıdır.” وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَى Zehra/zehr, süs, parlaklık ve dış görünüş demektir. Dış görünüş (= makyaj) çoğu zaman insanı aldatır. İnsanı (yanlış) tanımak da böyledir. Söz de, içinde samimiyet yoksa, çoğu zaman insanı yanıltır; iç-dış uyumu ise, tutarlılıktır. Pekiî, o zümreler (= o aldanan kimseler), niye dış görünüşe (görüntüye, makyaja, kamuflaja) aldanırlar?!. Çünkü, işin iç yüzünü (= bâtınını) bilmezler. Zehra kelimesi, sadece bu âyette geçer. Ben bu kelimeyi “yem”! olarak da okurum. Bize verilen malı-mülkü ve saltanatı da bir “yem” olarak görürüm. Bu “yemi” yersek, “ayvayı da ye

YARA

Vücuttaki bir yara “içeriden” iyileşmezse, dışarıdan (yara bandı yapıştırarak) iyileşmez. Bağışıklık sistemi (= immün sistem, lenfositler) çökerse, hiçbir yara iyileşmez; o yaraya dışardan ne kadar “merhem” verirsek verelim. Bence iman da, insanın tüm “yaralarını” içeriden iyileştiren ilâhî/fıtrî bir merhem gibidir; dış müdahaleler, “pansuman” işlevi görür, iyileşmeyi çabuklaştırır ve yaranın yeniden mikrop kapmasını önler.

PROBLEM

Problemi çözmek ve o problemin sağlamasını yapmak. Problem, matematik terimidir ama ben bu terimi dînî (= bireysel, sosyal, siyasî) hayata da teşmil etmek istiyorum. Matematik problemleri bir “formül” ile çözülür ve onların sağlaması da “tersten” yapılır. Buna, ‘olmayana ergi = abese icrâ’ = reductio ad absordum yöntemi de denir. Bence, fıkhî (= dînî) problemlerde de aynı veya benzer bir yöntem izlenebilir. Problemleri çözenler, o problemler konusunda bilgisi (= bilgi sahibi) olanlardır. Onlar, bu bilgilerinden emîn olmak için, meseleye (= probleme) bir de “tersten” bakarlar. Bu “tersten bakıştaki” kastım, problem zâhiren/zâhirden çözülmüşse, bâtından; bâtından/bâtınen çözülmüşse, zâhirden bakış. Siz bunu, materyalizme ve idealizme de teşmil edebilir, genelleyebilirsiniz. Problem, hayatın yanlış gitmesi = yaşanması sonucunda oluşan bişeydir; çözüm de, bu yanlışın düzeltilmesidir; bu da, “doğru bilgi ve bağlamı (= hayatı/yaşananları) doğru okuma = anlama ile” olur. Bağlama, eskiler, siy

KIYAME, 37.

“elem yekü nutfeten min meniyyin yumnâ.” (75/37) Bu âyette, hem nutfe hem menî geçiyor; acaba! bir tekrar mı yapılıyor?!. Menî ile birlikte yumnâ fiili de tekrar ediliyor. Atılan, menî (= atılan, nutfe) mi, “biz” miyiz?!. Menâ; menî, menâ, temennî, minye, istek demek; minnî de, ben-den; nutfe de damla (= menî), sperma. Sûrenin bağlamı, insanın kendini bişey sanmasını kınamak, onun bir damla “atılmış su” olduğunu hatırlatmak ve onu, Rabbine kulluğa davet etmek. Aslında, insanlar karşısında benlik (= enâniyet) göstermek, kendini bişey sanmak, hele hele Rab karşısında ‘ben’ demek, bu kadar basit ve bayağı. Değil mi?!.

İMAN ve ŞÜPHE

İman, şüphe kabul etmez ama akıl, şüphe ile çalışır. Bu durumda, akıl ile iman çatışır mı?!. Hem çatışır, hem de çatışmaz.  Nasıl yâni?!. İman, donuk olursa, çatışmaz; ama imanda kemâl aranırsa, çatışır. Akıl, imandan ayrılırsa (= akılsız iman olursa), çatışmaz; akıl, imanla beraber yürürse (= iman, akıllı; akıl, imanlı olursa) “çatışır”; ama bu “çatışma”, daha iyiye, daha mükemmele (= kemâle) yönelik bir çatışmadır. Kim, imanda kemâl istemez ki!. ... Yaşlı dedem, ben küçükken, “Yâ Rabbî, imân-ı kâmil nasîb et.” diye duâ ederdi; ben de o küçük aklımla, herhalde ölüm/ü, ölmeyi istiyor derdim/sanırdım. Rahmeti bol olsun, ilk hocamdı, dedem. Ben, küçük yaşımda dedemin arkadaşlarıyla arkadaşlık ettim. Onlardan biri bana, sürekli, ‘oğlum, Allah sana akıl versin.’ diye duâ ederdi. ... Ben, akılsız imanı da, imansız aklı da istemiyorum, sevmiyorum; bu yüzden imanımdan sürekli “şüphe”! ediyorum; herhalde bu, o dedenin duâsından; ona da rahmet olsun. Duâ etmek kadar duâ almak da önemlidir.

E-A

Bu, Eğitim-Araştırma gibi bir kısaltma değil; kafama takılan bir mesele. Hacettepe’de işim vardı, tahlil verdim, sonuç bekliyordum, öğle ezanı okundu; namazı Diş Hekimliği Fakültesinin karşısındaki tarihî Karacabey Camiinde kılayım dedim. İmamın, dört rekâttaki toplam 21 Allah-u Ekber’in = Allah Lafızlarındaki elifi (= ilk elifi), ayn gibi (علله اكبر) okumasından rahatsız oldum ve E-A farkını kafama taktım; bu yazı, bu takıntı sonucunda oluştu. Emel ve Amel ( عمل / امل) Emel, ümit etmek; amel, iş yapmak. Esal ve Asal ( عصل/ اصل ) Esal/Esl, kök, gövde, kaynak, sağlamlık ve sağlamlaştırmak, kökleştirmek; Asl, bükmek, kıvırmak, eğirmek. Bedee (بدأ) ve Bedea (بدع) Bedee, başlamak, başlatmak ve var etmek. (“inneHû Hüve yübdiü ve yuîd” 83/15.) Bedea, ortaya çıkarmak ve yaratmak. (“bedîu-s semâvâti vel arz...” 2/117.) Bize göre başlamadan, bişey ortaya çıkmaz. Allah’ın başlaması, “Ol = Kün!.” emrini vermesidir (= Kün!, feyekûn.). O’nun başlaması ile yaratması (= emretmesiyle var etmesi) aynıd

İLÂH KİMDİR?!.

O olmadan yaşayamayacağımız tek Varlık’tır, O Varlık da sadece Allah’tır; her şeyimiz O’na aittir, O’nundur. = “LeHü-l Mülk-ü ve LeHü-l Hamd-ü ve Hüve alâ külli şe’yin Kadîr.” “Lâ ilâhe illâ-l Allah.”

DÜNYA ve ÂHİRET

Dünya, içinde bizzat ve şimdi yaşadığımız, zâhir = görünen âlem; âhiret, gelecekte yaşayacağımız ama şimdi bize görünmeyen, bâtın âlemdir. Âhiret âlemi bize, dünyada yaşanan iyi-kötü, güzel-çirkin “misaller, örnekler” ile anlatılır ama bu verilen “misaller, örnekler” dünyada yaşananların “kırıntısı” dahî değildir, sadece öğretmek için bir “benzetme” niteliğindedir. Allah-u A’lem, buradaki sevinçlerin ve acıların milyar katı, âhiret âleminde vardır. Cennet, buradaki sulu (altından ırmak akan) bahçelere ve gölgeliklere; cehennem, yangın yerine, kavurucu sıcaklığa (= ateşe/nâra) ve şiddetli acılara benzetilir. Kitâb’ta “mesel” geçen âyetlere bir bakın, ki bu kelime (= mesel) 169 yerde geçer, neredeyse hepsi, dilin acizliğine, yetersizliğine ve anlamın tasavvurda (= zihinde) canlandırılmasına ma’tuftur. Dünya hayatı, âhiret hayatının “küçücük”! bir misali, benzeri, örneği ve prototipidir; bana öyle geliyor ki, bu hayat nasıl yaşanıyorsa, âhiret de “öyle” yaşanacaktır. Aslında hayat, bir bü

KIBLE

Kıble (= Kâbe’ye yönelme), namazın şartlarından = farzlarından biridir. Zâhir (= duyulur, görünür) kıble (= Kâbe), Mekke’de; bâtın (= akledilir, görünmez) kıble (= Kâbe) de kalptedir. Zâhir-Bâtın bir olursa (= iç-dış Kâbe’ye yönelirse), namaz “tam” olur. Namazda kişi, “aklı (ve) kalbi” ile Rabbi ile “konuşur.”!.

SU, HAYATTIR.

Suyu, içini göstermeyen kupa veya toprak bir kapla/tasla içmek ile içini gösteren şeffaf bir cam bardak ile içmek arasında fark vardır.  Bardağın ve kupanın içinde su olduğunu bilmek, suyu görmekle aynı şey değildir. Bir kupa görünce, içinde su olup-olmadığını bilemeyiz ama bir bardak görünce içinde su olup-olmadığı görürüz = biliriz. Kur'ân da “cam bardaktaki su gibidir”; Onun kabı, Mushaf (= Kitab), harfler ve âyetlerdir (= cümlelerdir); anlamı ise “Sudur.”!. “O Su” içilmeden = Onun anlamına vâkıf olunamaz ve O, insana can suyu, hayat veremez. Su, bir damla kadar da olur, okyanus kadar da. Bilgi de aynı şekildedir. Hûd Sûresi 7. âyette geçen, “... ve kâne arşuHû ale-l mâ...”, mâ’yı/suyu, Molla Sadrâ, akıl olarak yorumlar = te’vil eder. Böyle bakınca, kâinattaki her şeyin, sudan (= akıldan, akılla) yaratıldığı sonucu çıkar. “Kâfirler, görmüyorlar mı, gökler ve yer bitişikti. Biz onları ayırdık. Sudan her şeye hayat verdik. = Suyu hayat kaynağı kıldık. = Her şeyi sudan yarattık. Bu

YÜZÜNCÜ YIL = 100.YIL

Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına on gün kaldı; yüzyıl önce Türkiye Cumhuriyeti yoktu, Osmanlı İmparatorluğu vardı, daha önce de başka devletler... Tarihe baktığımızda hiçbir devletin “ilelebet” yaşamadığına şahit oluyoruz; herkesin (her şeyin) olduğu gibi devletlerin de bir eceli var; umarım Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrü uzun olur; bu, adâlet ve hakkâniyet üzre olmasına bağlı. Çünkü, devletleri uzun süre ayakta tutan, adâlet ve hakkâniyettir. Devletler, milletlerin organizasyonudur; milletler, adâletli ve hakkâniyetli olurlarsa bu, devletlere de yansır. “Adâlet, mülkün temelidir.” 100. yılımız kutlu ve mutlu olsun!. Nice yıllara...

VAHŞET KARŞINDA HÂL-İ PÜRMELÂLİMİZ!.

Kederli, perişan hâlimiz. Çoğumuz bu vahşetin başlangıcını 7 Ekim olarak görüyor; oysa bunun 75-80 yıllık bir geçmişi var. Gazze (= Hamas) 17 yıldır ablukada, açık hava hapishanesinde ve bu duruma dünya “sessiz”; Hamas da çaresiz. Hamas, böyle yaşamaktansa şerefle ölmeyi tercih etti. İyi mi etti, kötü mü etti, onu bizler bilemeyiz, çünkü onların yaşadıklarının zerresini yaşamadık; bu konuda peşin hükümlü olmamalı, siyonist İsrailliler gibi düşünmemeliyiz.  İsrail, bölgede ve dünyada 75-80 yıldır nefret ekiyor. Bu nefretin intikama dönüşme zamanı henüz gelmedi. İsmet Özel : “Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır; kin, susturur insanı; adına çıdam denir; susulunca tutulan çetele simsiyahtır; o siyah öcalmakcasına gür ve bereketlidir.” demişti. İsrail’in bu şiddeti ve vahşeti tüm dünya insanlarında suskunluğa, kîne ve büyük acıya sebep oluyor, ve elbet o simsiyah çetele de tutuluyor. Ve “intikam”!, zamanını bekliyor. “Zulüm ile âbâd olanın, âkıbeti (er-geç) berbât olur.”

DÜNYA

Dünya kelimesinin etimolojisi hakkında farklı görüşler vardır. Dünya kelimesinin etimolojisi için, denâ (دنى), ednâ (ادنى), denî (دنىء), dünüv (دنو) köklerinden biri tercih edilir. DNV, DNY ve DNE köklerinin, hem alçak olma, hem de yakın olma anlamı vardır. Alçaklık, yüksekliğin zıddıdır. Yükseklik ise, Rabbe yakınlığı ifâde eder. Nitekim, Necm Sûresi 5. âyette, “sümme denâ fetedellâ” denir. Buradaki denâ, yaklaşma, yakınlaşma anlamındadır; âyet Mi’rac’tan söz eder; fe, fe-i tâkibiyedir, tedellâ ise, isim olarak kova, fiil olarak sarkma ve kendini salma (askıya alma) anlamındadır. Muhtemelen İbn-i Sînâ, bu âyete istinâden ‘askıdaki insan’ (= insan-ı muallaka) kavramını ortaya atmıştır. Muhtemelen, böyle hâldeki bir insan, kendinden geçer. (fenâfillah)!. Her hâlde bu, bu dünyada da mümkün, ki, kelimelerin etimolojileri birbirlerine yakın!. Bu, ötede değil, bu dünyada olacak bişey; olmazsa, iş, işten geçmiş, tren kaçmış olacak. Dünya, alçalmanın ve yükselmenin mekânı; ona dört elle sarıl

YEDİ VECİH

Kur'ân, yedi vecih/harf (= el-ahrâf-us seba’) üzre okunur. Bu yedi vechi biz, tecvid olarak anlıyoruz; bence bu, tecvide değil, tefsire; daha doğrusu tev’ile karşılık gelen bir okumadır. Kur'ân’ın özü/özeti olan Fâtihâ Sûresi de yedi (7) âyettir ve her âyet, bir “katmana” işarettir. Bu “katmanlar”!, yukarıdan aşağıya doğru sıralanmıştır. En alttan en üste, bu sıralama (bence)! şöyledir : 1. Allah’ın gadap ettiği ve dalâlette bıraktığı kimselerin Kur'ân’ı anlamaları. = “gayril ma’dubi aleyhim veled dâllîn.” 2. Doğru yolda olanların, 3. ve doğru yola yeni girmiş olanların Kur'ân’ı anlamaları. = “ihdina-s sırât-al müstegîm, sırâtallezîne en’amte aleyhim” 4. Sadece O’na kulluk eden ve O’ndan yardım dileyenlerin Kur'ân’ı anlamaları. = “iyyâKe na’budu ve iyyâKe nesteîn” 5. Bu gününü (= hayatını) “Din Günü” gibi yaşayanların Kur'ân’ı anlamaları. = “Mâlik-i Yevm-id Dîn” 6. Sadece Allah’ı Rahmân ve Rahîm bilenlerin Kur'ân’ı anlamaları. = “Er-Rahmân-ir Rah

KUR'AN

Kur'ân, İlâhî Kelâm’dır = Söz’dür. Bu Söz, sonradan Metinleştirilmiş, Mushaf (= Kitâb) hâline getirilmiştir. İmam Câfer Sâdık (r.a.)’dan şöyle bir rivâyet gelmiştir : “Kur'ân, ibâre (= cümle), işâret (= âyet), letâif (= latîfeler) ve hakikatlerden (= hakâik) mürekkep bir Kitâb’tır. İbâre, avâmın; işâret, havâssın; letâif, velîlerin; hakâik, Peygamberlerindir (= Rasüllerindir).” Avâm, işaretleri (= âyetleri); havâs, letâifi (= incelikleri); velîler, hakâiki (= hakikatleri) anlayamaz. Ben bu sıralamanın en altına bir madde daha ilâve etmek istiyorum. Kur'ân’ı yüzünden (anlamadan) okuyanlar, Onun ibârelerini dahi anlayamaz. Kim onlar?!. Bizler. 

SİYON ya da SİON

Siyon/Sion, Kudüs’deki bir dağ. Tanrı Dağı. Siyonist Yahudilere göre Tanrı’nın ikametgâhı. Tanrı (= Yehova = Yahve) bu dağda, Yahudilere, kendinizi ıslah eder = adam olursanız, bu topraklar sizindir,  diye va’d etmiş/va’dde bulunmuş (arz-ı mev’ûd), ama Yahudiler her zaman O Tanrı’ya ihânet ederek Tanrı’nın Elçilerini ve masum kullarını sürekli öldürmüşlerdir. Kutsal Siyon Dağı, muharref Tevrat’ın bölümlerinde 150’den daha fazla kez geçer. Hâin olduklarını = Tanrı’ya ihânet ettiklerini unutan Yahudilere, Siyonist Yahudiler denir; onlar, hâlâ Tanrı’nın kendilerine verdiği söze bağlı kaldığını sanırlar ve o va’dedilmiş topraklara sahip olmak için Tanrı’larının onları desteklediğini söylerler, bunun için de masum insanları katletmeye (= öldürmeye) ve onlara zulmetmeye devam ederler. Siyonizm (de), yanlış bir din algısıdır (dini yanlış anlamadır) ve bu algıda (anlamada) ısrardır.

EN'AM 120

Bu kısa notta, En’am 120. âyetin sadece ilk kısmını ele alacağım : وَذَرُوا ظَاهِرَ الْإِثْمِ وَبَاطِنَهُ "Günahın açığından (= zâhirinden = görüneninden) ve gizlisinden (= bâtınından = görünmeyeninden sakının!..." Demek ki, varlığın görüneni (= şehâdeti) ve görünmeyeni (= gaybı) olduğu gibi günahın da varmış!. Nimetin de aynı şekilde. Meselâ, ekmek, görünen nimet; akıl ve iman, görünmeyen nimet. Felsefe ve tasavvufta, Zâhir-Bâtın konusu zor bir konu. Rabbimiz Allah (c.c.) da Kendini Zâhir-Bâtın (Evvel-Âhir) olarak niteler. Görünen günahı biliyoruz, ya görünmeyen günah?!. Görünmeyen günah, görünen günaha yol açar. Yanlış bilgi, kötü niyet, hased gibi. İç pislik, görünmeyen günah; dış pislik, görünen günah. Abdest alırken, iç pisliklerimizi de temizleyelim ve Huzûr’a içimiz-dışımız temiz çıkalım. Haâ!. Allah’ın Kitâb’ı Kur'ân’ı okurken de,  sadece yüzünden (= görünen/zâhirî anlamına bakarak) okumayalım; derin (= görünmeyen/bâtınî) anlamının da olduğunu bilelim.

TEVBE 24 ve HİDÂYET

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّىٰ يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ ۗ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ “De ki : Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, sülaleniz; kazandığınız mallarınız, kötüye gitmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden evleriniz, size Allah’tan, O’nun Resûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten (çaba harcamaktan) daha sevimli ise, o hâlde Allah’ın hükmünün gerçekleşmesini bekleyin. Allah, fâsık olan halkı/kavmi hidayete iletmez.” (9/24.) Demek ki hidâyet, dünyalık kazanmakla, veya dünyalık kazanırken Allah ve Rasûlünü (= Hakk’ı, hakkâniyeti ve adâleti) unutmakla değil, Allah ve Rasûlünün (= Hakk, hakkâniyet ve adâlet) yolunda çaba harcamakla (= cihâd, cehd etmekle) oluyormuş; kuru kuruya, ‘Ya Rabbî! ba

AYET SONU OKUMALARIM

Sadece Bakara Sûresindeki âyet sonlarına şöyle hızlı bir baktım ve aşağıdaki âyet bitişlerini not aldım. “Alîmu-n Hâkîm.” Önce bil, sonra hükmet = hakîm ol!. “Azîzu-n Hakîm.” Önce aziz (= ızzetli) ol, dik dur, yamulma; sonra hükmedersin; aksi hâlde mahkum olursun!. “Tevvabu-r Rahîm.” Bir hata yaptığında (= bir günah işlediğinde) önce af dile (= tövbe et), sonra merhamet bekle. “Vâsiu-n Alîm.” Âlim olmak istiyorsan, geniş düşünmelisin, meselelere kuşatıcı bir bakışla bakmalısın.  “Şâkir-un Alîm.” Bildiğini/n hakkını/ vermezsen, şükretmezsen, öğretene teşekkür etmezsen; kendini âlim sanma. Şükür, ilmi artırır. “Semîu-n Alîm.” İlmin başı dinlemek (ve okumaktır). İç sesini (= vicdanını, enfüsü) de, dış sesleri (tabiatı, âfakı) de iyi dinle, ki iyi bir kulağın olsun ve ilmin artsın. “Rahmân-ur Rahîm.” Merhamet etmezsen, merhamet olunmazsın. Rahman, genel rahmet; rahim, özel rahmettir. Özel merhamet istiyorsan, herkese merhamet et. “Ğafûr-ur Rahîm.” Affetmeden rahmet bekleme!. “Ğafûr-un Halî

MÛ'CİZE

Aklı (= insanoğlunu) â’ciz bırakan olay. Kelime, bu anlamıyla Kitâb’ta kullanılmaz; 26 yerde geçer; hemen hemen hepsi de insanoğlunun, ne yaparsa yapsın Allah’ı âciz bırakamayacağını, Allah’ın o zalimlere, o kâfirlere er-geç cezâ vereceğini ifâde eder ve Allah’ın “akla sığmayan” gücüne atıf yapar. (İnsanın kendi â’cizliği ve acûz = yaşlı, ihtiyar anlamı hariç.) Kur'ân’da, bilindik anlamıyla mû’cize geçmez; ona bu anlamı veren kelime, âyettir ve âyetlere de gönüllü teslim olunur. Zorla teslim olunsa, iradenin veya seçimin (= özgürlüğün, insan ve kul olmanın) bir anlamı kalmaz.  Kul, Allah’a zorla değil, isteyerek ve gönüllü olarak teslim olan insandır. “Lâ ikrâhe fi-d dîn; kad tebeyyene-r rüşd-ü...” Dinde zorlama yoktur. Doğru, yanlıştan kesin bir şekilde ayrılmıştır. Kim, tağûtu inkâr edip (= reddedip) Allah’a inanırsa, kopmaz bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi İşiten ve Bilendir. (2/256.) Zor, ötede kullanılacak ve kimsenin yaptığı yanına kâr kalmayacaktır. Kur'ân, ilâhî b