Kayıtlar

ACÛL

“ve kâne-l insâne acûlâ.” (17/11.) “İnsan hayra dua eder gibi, şerre de dua eder. İnsan çok acelecidir.” وَيَدْعُ الإِنسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الإِنسَانُ عَجُولاً İnsan, (hayr ya da şer) yaptığı işlerden hemen sonuç almak ister; sabırsızdır. Hâlbuki işler onun istediği gibi değil “bir takdir = kader” üzre yürür; neyin, ne zaman olacağı “bilinemez”!. Söylediğiniz olumlu ya da olumsuz bir söz, muhatabınızda ne zaman ve nasıl bir etki yapacak ve o size ne zaman dönecek siz bilemezsiniz ama kesin döneceğine inanırsınız. Modern bilim eleştirmeni Nobel ödüllü kimyacı ve fizikçi Ilya Prigogine, özetle ‘bişeyin her şeyi, her şeyin de bişeyi er-geç etkileyeceğini’ söyleyen bir bilim anlayışına geçilmesini savunur; denir ki Hindistan’daki bir kelebeğin kanat çırpması Amerika’da fırtınaya sebep olabilir.  Dün/bugün yaşanan savaşlar ve terör, bugün açlığa, toplumsal karmaşaya/çatışmalara, yarın çook daha büyük yıkımlara sebep olabilir.  Bugün atılan olumlu bir adım, yarın (50

İFTAR

İftar kelimesi, FTR (فطر) fiilinin if’âl babındandır. FTR’dan Fıtrat, Fıtr, İnfitar kelimeleri de türer. FTR (فطر) : Yarmak, o yarıktan öteye = önceden bilinmeyen biyere bakmak/geçmek. FTR (فطر)’ya yaratma (= ortaya çıkarma) anlamı da verilir.  İftar, “açlıktan tokluğa o yarıktan bakış/geçiştir.” Açlık, neye aç olduğumuza bağlı olarak değişir; açlık çekmezsek iftarın bi anlamı olmaz. Tamahkârlık edip “birden yememeli, azar-azar ve sindirerek yemeliyiz”!. Tamahkârlık eder de birden, hızlı ve çok yersek, şişeriz, üzerimize bitkinlik çöker, farz namazı bile kılamayız ki teravihe sıra gelsin. Sahurda/imsakta kendimizi tuttuğunuz gibi iftarda da tutalım ki oruç da bizi tutsun. Oruç = Sahur/İmsak + İftardır. Sahur, seher’in bozulmuş hâlidir; daha önce değindim, sihir/büyü/efsun ve suhur/suhr (akciğer ve kalp) da aynı kökten. İmsak, MSK (مسك)’den; Mesk, tutuş/tutma/kavrama; Misk, güzel koku.  Sahurumuzu hangi “efsunla efsunlamış/tutmuşsak”, iftarımızda tuttuğunuz o “efsun”, kendine bir “yarık

AÇIN GÖZLERİNİZİ!..

“Açın gözünüzü”! diyebilmeyi çok isterdim ama korkuyorum!. Kör olabilirsiniz. Hepimiz zindanda = çook karanlık bir dünyada yaşıyoruz.  Aydınlık bir dünyadan (cennetten) zindana (buraya) düştük  = Hubût. Neden? “Yasak ağacın” meyvesini yedik. Şeytana kandık. Doğru söylüyor sandık. Yemin etmişti. “Feqâsemehümâ innî lekümâ lemin’en-nâsihîn.” Size nasihat ettiğime yemin ederim demişti. (7/21.) Dünya, düştüğümüz yere (cennete) göre zindan. Zindanda olduğunu bilenler, kurtulmak ister. Zindan karanlıktır. Karanlıkta bişey görünmez. Görülenler, karaltıdır. Karanlığa gözleri alışanlar bile en iyi ihtimalle gölge/ler görürler. (Eflâtun’un mağara metaforu.) Zindanda olduğunu bilmeyenler, kurtulmayı da akıllarına getiremezler. “Dışarıda bambaşka bir dünyanın olduğuna” da inanmazlar. O dünyadan söz edenlere deli = mecnun, sihirbaz = büyücü, kâhin, şâir, uğursuz derler. Elçiler ve Kitâb’lar, yeni bir dünyadan (öte dünyadan) söz ederler. Bu dünya “geçicidir” derler. Şeytan, öteki/ilk dünyaya geçici d

VARSAYIM

Eski tabirle farz-ı muhal. ‘Olmaz ama oldu’ diyelim durumu. Haa!, bu arada olmaz da demeyelim, ola da bilir, belki de olacak. Ne zaman? Kıyamette; hem de çoook büyük dehşette. ... Güneş, “ben çook yoruldum, milyarlarca yıldır bu işi yapıyorum, biraz dinlenmek istiyorum.” dese, Dünya, “döne döne başım döndü, biraz durmak istiyorum.” dese, Toprak, “ben, benim üzerimde yaşayanlara her türlü meyve-sebze, ekin-ekmek veriyorken, herkes beni çiğniyor/üzerimde tepiniyor, ben artık bu işten vazgeçiyorum.” dese,  Hava, “herkese bedava hizmet ediyorum ama beni de zehirliyorlar, artık gücüm kalmadı.” dese,  Su, “ben akışkan/sıvı olmaktan bıktım, artık katı ya da buhar olmak istiyorum.” dese,  Gözlerimiz bize, “televizyona, telefona, tablete baka baka beni çok yordun, artık ben görmek istemiyorum.” dese,  Ayaklarımız, “bittim-tükendim, hep benim üstüme basıyorsun, yeter artık!.” dese, Kalbimiz, “ben duruyorum.” dese, ... Her şey kendi bağımsızlığını ilân etse!, düzen (din) diye bişey kalır mı? Edem

TESBİH

Önceki yazılarımda tesbih kavramı bir kaç kez geçti, detaylı açıklama yapmadım; kısa açıklama olarak da, onun (tesbih) için “boncuk sayma” değil dediğimi hatırlıyorum; bu ifâde (boncuk sayma ifadesi), tesbihi hafife aldığımı değil, o olmadığını anlatmak içindi. İslâmî her kavramın başına “büyük felâketler” geldi, tesbih = zikir de bu “felâketten” nasibini aldı; tesbihin anlamı o kadar çoook daraltıldı ki tesbih, “boncuk sayarak ‘Allah İsmini’ tekrarlamaya” indirgendi. Gerçekte neydi? Yaratılan her varlığın Yaratıcısının emrini yapması, bu emri yaparken (yaptığında, yaptığını düşündüğünde), görevini “tam yapamadığını bilmesi ve O’nu yücelterek af dilemesi idi.” Gökte ve yerde ne, kim varsa hepsi Allah’ı tesbih eder = “yusebbihu lillâhi mâ/men fissemâvâti vel arz.” Onların tesbihi yaratılış amaçlarına uygun işleri (görevleri) yapmalarıdır. Kiraz ağacının tesbihi kiraz vermektir; bulutun tesbihi gölge yapmak ve yağmur taşımak/yağdırmaktır; güneşin tesbihi ısıtmak, ışıtmaktır... Âmiriniz/p

ŞUUR

Kelime Arapça. Türkçedeki karşılığı bilinç. İngilizcesi Consciousness. Dindarlar eskiden şuuru kullanırdı, Muhamned Esed gibi âlimler, taqvâ kelimesine “sorumluluk bilinci” deyince, bilinç, dindarlar arasında tuttu ama belli bir anlam kaymasına da uğradı; bilince çook fazla/aşırı anlam/yük yüklendi; akıl çok öne çıktı, kalb (duygu) ıskalandı ya da ötelendi. Rasyonalist = modernist islâm = din de buradan kendine açık bir alan buldu. Rasyonalist = modernist islamcılar, kalble tanışmadıkları sürece aramaya-araştırmaya devam ederler ve huzur, tatmin bulamadan göçüp-giderler. Şuurun mastarı şeara (شعر). Bu harfleri farklı şekilde harekeleyince şuur, şiir, şa’r, şiâr kelimelerine ulaşırız. Şiir, özlü-ilhamlı söz. Şa’r, saç. Şuur, bilinç. Şiâr, işaret, iz, âyet, alâmet, nişan/e. İlk üç kelime başla ilgilidir, baştan çıkarlar : Saç, başın üstündeki kıllar/tüyler; şiir, baştaki düşünceler; şuur, bu düşüncelerin “toplamı/hülâsası”; şiâr, dışardaki işaret, nişân/e, iz, âyet, alâmet. Şiârın çoğulu

DİLESEYDİK...

Dileseydik, yapardık ama yapmadık.  O, dilediğini yapıyor, yapar; ya sen?!.  Sen, kimin dilediğini yapıyorsun?!. Kendinin mi, Rabbinin mi, Rabbine muhalif olan başkasının/başkalarının = şeytanların = tağutların dileklerini = dilediklerini mi?!. “Önceki halklardan sonra yeryüzüne mirasçı olanların (bizlerin) doğru yolu bulmaları gerekmez miydi? Eğer Biz dileseydik onları da suçlarından dolayı cezalandırırdık. Kalplerini mühürlerdik de duymaz olurlardı.” أَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذِينَ يَرِثُونَ الأَرْضَ مِن بَعْدِ أَهْلِهَا أَن لَّوْ نَشَاء أَصَبْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ (7/Araf 100.) “Dileseydik onu bununla/verdiğimiz âyetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı, hevâsına uydu. Onun durumu, üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan, varmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan halkın durumu böyledir. Sen bu kıssayı anlat, belki öğüt alırlar.” وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَكِنَّهُ أَخْلَدَ إ

TEMİZLİK

Temizlik, saflıktır; saflık da beyazlık.  Beyazlık deyince süt ve kar akla gelir. Sevâb = iyilik (de) beyazlık, saflık, temizliktir; günah = kötülük ise siyahlık, kara leke ve kir. İnsanda saflık, beyazlık, temizlik de vardır; kir, kara(n)lık, siyahlık da. İnsandaki siyahlık, kir, kara(n)lık, fışkıdır; saflık, beyazlık ve temizlik ise kar ya da süt. “Hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından süzülüp gelen içimi lezzetli, hâlis/saf/temiz bir süt içiriyoruz.” وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَّبَنًا خَالِصًا سَآئِغًا لِلشَّارِبِينَ (16/Nahl, 66.) İnsana taqvâ da fücur da yüklenmiştir. “Fe elhemehâ fücûrahâ ve taqvâhâ. Kad efleha men zekkehâ ve kad hàbe men dessâhâ.” Bu ibare, yedi (7) büyük yeminden sonra gelir. (Bknz. 91/Şems, 1-10.) Nasıl hayvandaki hâlis/tertemiz/saf süt kan ile fışkı (fers) arasından çıkarsa, insandaki iyilikler/temiz şeyler de insanın içindeki

KARANLIK

Arapçası zulumât. Zıttı aydınlık, nûr. Karanlığı aydınlatan nurdur; nur ışıktır. Nur, ışıktır, ışıtır; başka bir deyişle nurun kendi aydınlıktır, başkalarını da aydınlatır. Seküler tabirle, 'aydın olmayan aydınlatamaz', bizim tabirimizle, 'münevver (nurlu) olmayan nur dağıtamaz.' Bir Nûr hariç, bütün nurlular, nurlarını “dışarıdan” alırlar. "Allah göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun Nûr’unun misali..." (25/Nur, 35.) Herkes O’ndan aynı miktarda nur almaz/alamaz. Kiminin nuru mum gibi, kimininki lamba/ampul gibidir, kiminin de hiç nuru yoktur etraftaki nurlardan idare eder, kimi de hep karanlıktadır, anlık nurdan (sözgelimi şimşeğin çakmasından) faydalanır da karanlığını fark eder. Ramazan çoğumuz için “şimşek çakması” mesabesindedir; inşallah bu Ramazan, bize karanlığımızı fark ettirir de “az da olsa kendimize sürekli bir ışık” ararız. O ışığı bulursak onu çoğaltmak daha kolay olur. O ışığa bizi Kitâb götürür; Kitâb’ın bir adı da Nur’dur ama bu Nur, “ASIL NÛR İLE

MÜSLÜMAN KİMDİR?

Konu hakkında çok şey söylenebilir ama ben çok özet bilgi ile Müslüman’ı tanımlamaya gayret edeceğim. Müslüman, Allah’a teslim olan/olmuş kişidir. Bu teslimiyetin “ilk göstergesi “boyun eğmedir.”; prototipi/provası da namazda/namazla gerçekleşir. Kıyamda baş, secde yerine bakar, öne eğiktir. İkinci gösterge “rükû”, üçüncü gösterge “secdedir.” Müslüman Müslümanlığını namazda ve hayatta “gösterir.” Çoğu namaz kılan Müslüman, namaz(ın)da = vitrinde/provada bu teslimiyetini gösterdiği (= boyun eğdiği, rükû ve secde ettiği) hâlde, hayat(ın)da bu teslimiyeti göster(e)memektedir; gösterenler de boyun bükme/eğme düzeyinden öte geçememektedir, rükû ve secde edememektedir. Bu üçü (boyun eğme, rükû ve secde), kişideki Müslümanlık düzeyinin göstergeleridir. Rükû sadece namazda = salâtta yapılan “bişey”! değildir. Öyle olsaydı, şu âyetin ikinci kısmı zâid = gereksiz bir tekrar olurdu. “Salâtı ikâme edin, zekâtı verin. Ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.” وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاة

HİDÂYET NEDİR?

“ihdinâ’s sırât-al müsteqîm.”deki “doğru yola” ermek. Pekiî doğru yol ne? Navigasyonla bulunan bişey mi bu doğru yol? Elbette ki hayır!. Öyleyse ne? Nisâ, 69’daki durum. “Kim Allah’a ve Resule itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, Nebîler, Sıddîqlar, Şehîdler ve Sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!.”, denilen hâl.  وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا 39/Zümer, 23’deki “zélike hüdallah...” denilen duruma nasıl ulaşılır? İlgili âyet iyi anlaşılır ve gereği yapılırsa. Bence âyetteki “anahtar kelime” ka’şar. Bu ka’şar kaşar peyniri değil tabiî; ayn’lı kaş’ar (قشعر); ben bu ka’şardan iqşarra’ya (اقشعر) ulaşmayı deneyeceğim. Türkçede, 1) Kaşarlanmak. a)Bir işte iyice pişmek. b)Dayanıklı hâle gelmek. c)Derisi kalınlaşmak. Arapçada,  2) a)Dışardaki (dıştaki) kabuğu soymak. b)Öze dokunmak anlamına geliyor.

KELB!

Arapça köpek demek. Köpeğin nasıl bir hayvan olduğu ile zoologlar ilgilensin; ben, bu kelimenin geçtiği A’raf 176. âyetten söz edeceğim.  Oradaki mesajı daha iyi anlamak için en azından 172-183. âyetler beraberce/birlikte okunmalı. Sözü uzatmamak için ben, sadece 175 ilâ 176’dan anladıklarımı sizlerle paylaşacağım. 175. âyet, “kendisine âyetlerimizi verdiğimiz = “âteynâhu âyâtinâ” kişinin haberini anlat/oku = “vetlü/tilâvet et” diye başlar. O kişi bu âyetleri ne yapmış? “Fenseleha minha” = onları bi kenara atmış ve “feetbeahuş’şeytân” = şeytana tâbi olmuş/uymuş, sonra da sapıtmış = “fekâne minel ğâvîn.” Yâni o adama ilim = âyetler verilmiş ama o, bu ilme = âyetlere rağmen yoldan çıkmış/sapmış/sapıtmış!. 176. âyet : İşte böyle birine Kur'ân = Allah = Rabbimiz “köpek = kelb” diyor. ‘Siz, köpek demiyor, köpek gibi = ‘kemeseli kelb’ diyor; kafana göre yorum yapma.’ diyebilirsiniz. Haklısınız. Bize biri köpek dese, ne demiş olur? Köpek gibisin demiş olmaz mı? Yâni ‘aslında şeklen köpek

AZM

Azm : Yüksek düzeyli kararlılık. Sebat. Bişeyin, biişin iyi, doğru ve güzel olduğunu biliyor, onun bizi daha iyi hâle getireceğine ve “mutlu ve huzurlu” edeceğine inanıyorsak ama o şeyi, o işi yapmak şimdi bize zor geliyorsa, onu kolay kılacak yollar-yöntemler aramalıyız. Meselâ 20 rekat teravih kılmakta zorlanıyorsak,  iki ya da dört rekat kılalım ama devamlı/her gün kılalım; göreceksiniz belli bir süre sonra onu 8, 10, 20 rekât yapacağız. Okuma zor geliyorsa ‘her gün ama her gün’ bir takvim yaprağı arkası okuyalım; üç-beş ay sonra kısa yazıları, bikaç sene sonra uzun yazıları (kitap) okumaya başlayacağız. Çok verme canımızı acıtıyorsa, az verelim ama devamlı gönülden verelim, verdiğimizin hesabını sormayalım; göreceksiniz belli bir zaman sonra vermemek bize zor gelmeye başlayacak. Yeter ki azmedelim, sebat edelim. Azm = kararlılık = sebat, insanın önüne büyük yollar = ufuklar açar. Sürekliliği olan bir damla mermeri deler. Sakın azm ile inadı karıştırmayalım. Azmde, gerçekte/hakikatt

KİTÂB'IN DÜZENİ

Ramazan’da Kitâb’ı anlama gayreti artıyor ama ne tuhaf ki “anlama problemleri/zorlukları, şikâyetleri” ile de karşılaşılıyor; bu şikâyetler bana da ulaşıyor. Takdir edersiniz ki Kitâb, sıradan kitaplar gibi değil. O, zaman ve mekân üstü bir Kitâb olduğu için, modern zihinler Onu anlamakta zorlanıyor; bu da gayet doğal, çünkü bu zihinler modern formatla formatlanmış zihinler; onlar istiyorlar ki Bu Kitâb’ın bir başı bir sonu olsun, alışılmış düzene uygun okunsun... Kitâb’ın böyle bir düzeni yok. O, aynı ânda ve zamanda uzak geçmişe, taâ ilk yaratılışa ve eski Rasullerin hayatlarına/toplumlarına da gider, bugünden de söz eder, gelecekten de bahseder; Onda âdetâ zaman ve mekân “dürülür.” James Joyce’un Ulysses romanını okudunuz mu bilmem; o roman da, “sıra dışı bir romandır, bir edebiyat şâheseridir”, onu anlayabilen kanımca Kitâb’ı da anlayabilir; “Kitâb’ın mantığı = yaklaşımı” o romanın mantığına = yaklaşımına benzer!. Bu roman bence büyük ihtimalle 20. yüzyılın başında (1904’de) Kitâb’

AĞAÇ

Ağaç, dinde olduğu gibi felsefede de güçlü bir metafordur. Descartes, felsefeyi ağaca benzetir; bu ağacın köklerine metafizik, gövdesine fizik, dallarına da diğer bilimleri yerleştirir. Din, iki tür ağaç tasavvur eder. Temiz = helâl, yasaklanmamış ağaç = şeceratin tayyibetin (14/24) ve pis = haram, yasaklı ağaç = şeceratin habîsetin ya da şeceratin mel’ûnetin (17/60) = lânetli ağaç ya da şecerati’z zakkûm. (37/62, 93/43. 56/52). Kişi, her “ağaca” kafasına göre yaklaşamaz; o ağaçları kendi yaratmadığı için hangisi temiz/helâl/faydalı, hangisi pis/haram/zararlı bilemez. Bir Bilen’in bilgisine/bildirmesine “mahkûmdur.”!. Bu mahkûmiyet, aslında insanın aklını kullanarak kendisini bilmesi, basit bir menîden yaratıldığını görmesi, çaresizliğinin/acziyetinin bilincine varması ve kulluk şuuruna ermesidir. Aslında Rabbimiz, yarattığı ağaçlarla yarattığı akıllı ve iradeli kullarını = bizleri denemekte; ‘şu gördüğünüz/bildiğiniz ağaçların hepsini yiyebilirsiniz/yiyin ama sadece şunu/şunları yemey

ORUÇ ve AĞAÇ

Ne alâka?!. Şöyle. “Yaklaşma”! emri, ikisini bir araya getiriyor. Zamanında “ormanda”! (yemyeşil, mükemmel bir dünya olan cennette) biiir sürü ağaç vardı. (Sahi kaç ağaç vardı kim bilebilir; tür olarak bile bilinemez sanırım.) Rabbimiz bize, hepsinden “yiyin-için” ama sakın şuna “yaklaşmayın”! dedi ama biz = bu insanoğlu, “nefsimize = şeytanımıza” uyduk ve o ağaca yaklaştık; işte buradayız. Ya Rabbî!, ben, zamanında Senin yasak kıldığın ağaca yaklaştım ama af diledim (tövbe ettim/pişman oldum); Sen de beni engin merhametin ve rahmetinle affettin ama bikez daha test etmek istedin; ben, olur ya! o ağaca bidaha yaklaşabilirim korkusuyla! Senin yasaklamadığın ağaçlara da belli bir süre yaklaşmayarak kendimi eğitiyorum ki, Senin emrine uymam = samimî kulluk yapmam konusunda pratiğim gelişsin; bir daha âsilik yapmayayım, çook dikkatli olayım diye... Orada o yasak ağacın orucunu tutamadık, buraya/dünyaya düştük. Burada tuttuğumuz oruçlar, “o yaklaşma”! emrine “hayat boyu” uymanın provası/alış

MÛSÂ'NIN GÖRDÜĞÜ ATEŞ

Klasik tefsirler bu ateşi normal ateş olarak anlar ve yorumlarlar. Mûsâ, ailesi ile Medyen’den Mısır’a dönerken soğuk bir günde (çölde soğuk!) dönüyormuş, üşümüşler; bir ateş görmüş; ailesine demiş ki : “Siz durun (burada bekleyin), Ben bir ateş gördüm, size o ateşten bir kor getireyim.” (de ısınalım!.).  Herkesin başına gelebilecek, böyle normal bir olaya Kitâb yer vermiş, öyle mi?!. Kitâb, bize bunu mu anlatır/söyler?!. O, (hâşâ) bir “hikâye Kitâb’ı” mıdır?!. İlgili pasajın tümüne dikkatli “bakın”!. Oradaki “diyalogları” dikkatli “okuyun”!. İnsana soğukta ayakkabılarını (nalınlarını) çıkar = “fa’hla’ na’leyk” denir mi, bunu Allah der mi?!. ‘Al şu ateşten bir kor da, git ısın.’ demez mi?! Ama öyle de demiyor, ne diyor? “Ben Seni Kendime seçtim; vahyettiklerimi (iyi) duy, (iyi) işit = (iyi) anla!.”, diyor. ... Her şeyi bilen Allah, Mûsâ’nın elindekinin âsâ olduğunu da bildiği hâlde, “Elindeki nedir Ey Mûsâ!.”, diye sorar mı?!. Yolcu bir “Adam’ın” silahı mesâbesinde olan âsâsı için, “at

MUHASEBE

Hesap yapma işi. Hesap yapılınca kâr-zarar ortaya çıkar. Akşam dükkânı kapatınca, bi Z Raporu almak; haftada bir gün (örneğin cumaları) haftalık rapor oluşturmak; günlük ve haftalık raporları aylıklara, aylıkları yıllıklara dönüştürmek ve bunları bir “kitab” hâline getirerek ara ara bakmak/okumak iyidir, kişiye iyi gelir diye düşünüyorum. Yıllar önce sordum kendime; Ey aptal kafa!, önemli gördüğün/önem verdiğin ve sende emeği olan şahsiyetleri merak ediyorsun, hayatlarını neredeyse didik didik ediyorsun da kendi hayatını = kendini niye merak etmiyorsun?!. Başkalarını, başkalarının hayatlarını bilmek, kendini bilmek değil ki; kendini bilmek için kendi olmak şarttır. Kişi kendi olmadığı sürece başkalarının hayatlarını taklit eder; niye kendini bilmek için uğraşmıyorsun?, dedim; ondan sonraki tüm çabalarım (okumalarım) kendime bakmaya yönelik oldu, bir ayna görevi gördü. Kendini bilmek için kişinin kendi hakkında bilgilere sahip olması gerek. Bu bilgiler ya hafızada = hatırada ya da bi ki

DUYGU ve BİLGİ

Duygudan önce duyu var. Duyularla dış dünyadan verileri alır, onları tanır ve yorumlarız. Duyular kabuğ(u/a) dış(ı/a) görür, duyar, koklar, tadar, dokunur; akıl = gönül onların arkasındakileri merak eder; onların/şeylerin arkasında olup da görünmeyen şeyler, bizim (de) içimizde olan, yine görünmeyen şeylerdir. Şeylerin sadece dış yüzü ile yetinenler, arkasını (!) merak etmeyenler, çok fazla yol alamazlar. Merak, bir duygudur ve bu duygu peşinden bilgiyi sürükler; merak etmeyen bilgi elde edemez. Ama herkes farklı şeyleri merak eder; dolayısıyla da farklı şeyler bilir. Herkes her şeyi merak etmez, bu yüzden her şeyi de bilemez. Kimi falancaların ya da takımların maçı kaç kaç bitti diye merak eder, kimi de falanca kiminle evlendi diye... Kimi de nereden geldiğini, nereye gideceğini... Bunu ben de merak ediyorum ama burada bir başka merakımdan bahsedeceğim. Kehf Sûresi 60 ila 72. âyetler arasında anlatılan Mûsâ-Hızır (= İlim verilen kul) hikâyesinde Mûsâ “iki denizin” (gayb-şehadet, zahir

DUÂ NEDİR?

Biz bişey yapmayalım, sadece isteyelim, tüm isteklerimiz yerine gelsin; bu mu duâ?!. Bizdeki “İlâhî Nefha” neden var, niye var? Biz isteyelim, “O yapsın”!, öyle mi?!. Sözlü duâ, fiilî duâya dönüşmedikçe, hiç bir duâmız kabul olmaz.  “Gören göz, işiten kulak, tutan el, akleden kalp” bize niye verilmiş?!. Biz niye gönderilmişiz bu hayata?!. Sadece “emretmeye”! = duâ etmeye mi?!. *** Duânın düz kelime anlamı çağrı, istek, dilek-temenni; dinî anlamı Rabbi yardıma çağırma. Bizler, Rabbimizi zorda kalınca (sıkıntılı ânlarımızda, bunalınca) çağırıyor, b/öyle zamanlarda O’na duâ ediyoruz; rahatken (keyfimiz yerinde iken), “O” aklımıza hiiç gelmiyor!. (Gelenlerden özür dilerim.) Duâ, çaresiz ve zorda (zor durumda) kalınca mı yapılır? Kişi duâya önceden hiç hazırlık yapmaz mı? “Çağırdığı ile” önceden tanışmaz, “muhabbetini” artırmaz mı?!. Evimize “basit bir misafiri” bile çağıracağımız zaman hazırlık yapıyoruz, değil mi? Rabbimizi (!) çağırırken ya da çağırmadan önce ne yapıyoruz? (Rabbimizi mi,

ADAM OLMAK

Adam, Âdem’in dildeki bozulmuş hâli. Adam olmak, taâ ilk başta Âdem olmaktı. Âdem, isyan edince = söz dinlemeyince = ‘ayvayı yiyince’ adamlıktan düştü ama hemen pişman oldu (tövbe etti) ve Müslüman (teslim) olarak tekrar adamlığına kavuştu. Her Adam = Âdem, söz dinlemediği = isyan ettiği için (buraya) düşmüştür. Hepimiz Benî Âdem’iz = Âdemoğluyuz; adamlıktan düştüğümüz için buradayız.  Tekrar adam olmaya çalışıyoruz. Herkesin adamlıktan nasibi var; ama kimi başka nasipler peşinde; önceliğini başka nasiplere vermiş, daha adamlığa sıra gelmemiş.  Adam olmayan, Müslüman olamaz. Müslüman olmayan da adam olamaz. Adamlık, Müslümanlıktır; Müslümanlıktır da adamlık. Adam olamayan biri, Müslümanlığı/Müslüman ismini üzerinde bir ‘etiket’ olarak taşır. Adam olan birinin adı “Müslüman” olmasa da (Allah-u A'lem) Rabbi onu adam bilir, adam görür. Rabbimiz, adamlığını bozmayan Âdem’leri bize Elçi olarak göndermiştir ve “Adam görün!” demiştir.

HASRET, GURBET ve VUSLAT

Hasrete özlem de deniyor; özlemekten. Hasret, gurbette sevgiliden ayrı kalındığı için sevgiliyi özlemek; vuslat da sevgiliye kavuşmak. Niye gurbet? = Gurbete niye düştük?  Ekmek parası abi!; memlekette iş mi var? Çoluk-çocuk aç!. Mecburen düştük gurbete. Neye hasret? = Gurbet öncesi hâle. Memlekete!. Adam, doyduğu yeri değil doğduğu yeri memleket biliyor; genelde sevgiliyi de doyduğu yerden ediniyor ama yine de memleket hasreti diyo.  Onun memleket hasreti (benimki gibi), nostalji. Gurbette filan da değil; ‘doyduğu yeri’ memleket edinmiş; hasret çeken adam “doyar” mı?!; o, “esas/asıl memleketi = geldiği yeri” unutmuş; artık “alamancı” olmuş, “alaman değerlerine” göre yaşıyor.  Şimdi her yer gurbet, her yer aynı; dünya küresel köye döndü. Köydeki hayat da şehirleşti; köydekiler de şehirdekiler de para için çalışıyor, kazandığı parayla da ‘küresel köyün bir parçası olmak için’ AVM’lere, sinemalara, stadyumlara, kırlara koşuyor; herkes tüketememenin be gezememenin hasretini çekiyor; kendi

PİŞKİNLİK

Pişkinliğin bini bin para!. Kelimeyi, zorluk ve tecrübelerle pişerek olgunlaşmak karşılığında düz anlamıyla değil; vurdumduymazlık, aymazlık anlamında mecaz anlamıyla kullandığımı fark etmiş olmalısınız. Adam zulmediyor, sabır tavsiye ediyor. Yalan söylüyor, yanlış (din) öğretiyor, doğruluktan bahsediyor. Haram yiyor, “elhamdülillah” diyor. Yan gelip yatıyor, “vermedin”! diye sitem ediyor. Zulm sistemine hizmet ediyor, sistemden şikâyet ediyor.  İçi dışı şirk kokuyor, Müslümanım diyor.  Siz çoğaltabilirsiniz, ben keseyim. Diyanet bu Ramazanın temasını “doğruluk” olarak belirlemiş; bence “tutarlılık” çook daha uygun. Kendi içinde tutarlı olmayan doğru olamaz; kendi kendimizi kandırmayalım; Rabbimizin içimizi-dışımızı (samimiyetimizi) bildiğini unutmayalım; pişkinlik yapmayalım.  Hiç olmazsa bu Ramazanda kendi kendimizi hesaba çekelim.

SHR

Sehar (سحر) : Tan vakti. Fecr. (Çoğ. ) : Eshâr (اسحار) : Seher vakitleri Sehır (سخر) : Alay etmek. Eğlenmek.  Sihir (سحر) : Efsun. Büyü. Büyülenmek. (Çoğ.) : Eshâr (اسحار) : Sihirler. Sæhır (ساحر) : Büyücü. Sihirbaz. Seher ile Sihirin çoğulu aynı Eshâr. Sahur (سحور) : Sahur = (طعام السحور) Seher (سهر) : Geceyi uykusuz geçirmek, uyuyamamak. Suhr (سحر) : Akciğer. Sehhera (سخر) : Emrine vermek. Boyun eğdirmek. Kullanmak. Teshîr (ﺗﺴﺤﻴﺮ) : Büyü yapmak. Teshìr (ﺗﺴﺨﻴﺮ) : Ele geçirmek. Emri altına almak. Zaptetmek. Müsahhar (ﻣﺴﺤّﺮ) : Büyülenmek. Büyü ile aldanmak. Müsahhår (ﻣﺴﺨّﺮ) : Ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. Mashåra (مسخرة) : Maskara. Gülünç. Komik. .... “Onlar seher vakitlerinde bağışlanma dilerler/di.” وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ (51/Zariyat, 18.) “Onlar sabreden, dürüst olan, gönülden bağlı olan, infak eden ve seher vaktinde bağışlanma dileyenlerdir.” الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَارِ (3/Âl-i İmrân, 17.) ... Seherle

FELSEFÎ AKIL

25 Mart’taki “Kahr/aman” yazımda Kayserili Âşık İbrâhim Tennurî’den bir kaç beyit alıntılamıştım.  Kimdir bu Tennurî? Sultan Fatih’in (II. Mehmet) hocası, İşrakî Felsefenin kurucusu Şehâbeddin Suhreverdî’nin (732/1234) torunu Akşemseddin’in Bayramiyye tarikatini Kayseri’de devam ettiren mutasavvıf ve felsefeci.  Akşemseddin’in şeyhi de Hacı Bayram Velî. Hacı Bayram Camiinin altında/bodrumunda onun hücresinin olduğu söyleniyor. Hacı Bayram Velî, Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat’la iyi tanışırmış; Akşemseddin de oğluyla (Fatih Sultan Mehmet’le) bu sayede tanışmış.  İstanbul’un Fethinde (1453’te) Akşemseddin’in yüksek katkısının = motivasyonun olduğu biliniyor. Fetihten sonra Payitahtta çook yüksek makamlar elde edebilecekken, Bolu’nun bence en harika ilçesi Göynük’e kaçar/yerleşir ve orada vefat eder (vefat tarihi : 1459); gittim Göynük’e; çook otantik bir kasaba, tarih kokuyor. Tasavvufta akıl = felsefe olursa, yol ve yön kaybolmaz; olmazsa, tasavvuf çook şarlatan çıkarır. Meşşâî

RAMAZAN

Ramada (رمض) kök fiilinden mastar. Ramada, aşırı sıcak/ta kavrulma, yanma. Ramd, kılıcı keskinleştirmek için iki yalçın taş arasına koyup dövme demek. Aşırı sıcakların yaşandığı çöl ortamında bu ayda oruç tutmak (aç ve susuz kalmak), yanıp kavrulmaya ve keskinleşmeye “işaret” (âyet) olmasın!. Arap aylarından olan Ramazan, bizim Ağustos ayımız gibi aşırı sıcakların yaşandığı bir aydır; üstüne üstlük bu ayda Müslümanlara aç ve susuz kalma (oruç tutma) emredilmiş, farz kılınmıştır. Muhtemelen inanmayan Araplar, “olacak şey mi bu!. Bu Müslümanlara Tanrı’ları eziyet ediyor, zulmediyor ” demişlerdir. Allah-u A’lem, bu ayla Allah, Müslümanların dayanıklığını test etmek istemekte ve “oruç Benim için”! demektedir. Oruç tutan adam da, günlük/rutin işlerini yapmaya devam eder, yatmaz. Üstelik gece de “fazladan”! ibâdet eder (terâvih). İşte böyle bir “zorluk ayında”! inmeye başlamıştır Kur'ân; zorlukları kolay kılmak için. (“inne meal usri yüsrâ.”). Kolaylık, zorlukta; zorluktan çıkar. Zorluğa

MUKAŞKIŞETEYN

Mukaşkışeteyn, Muavvizeteyn ya da Ihlaseyn. Kafirûn ve İhlas sûrelerine mukaşkışeteyn, bu sûrelere ıhlaseyn de; Felak ve Nas sûrelerine de muavvizeteyn dendiğini biliyoruz. Mukaşkışeteyn, kaşkaşe fiilinin kırık tesniyesi. Anlamı : Kişiyi şirkten uzaklaştıran, kişiden şirki “kışkış” eden; muavvizeteyn, kişiyi şirkten koruyan, kişiden şirki uzaklaştıran; ıhlaseyn, kişiyi ihlâslı (hâlis) Mü’min yapan ikili/ler demek. Kâfirûn Sûresi de, İhlâs da, Felak ve Nâs da “qul” ile başlar. ‘Qul/de (söyle onlara) ki, Ey kâfirler!...” Bu hitap, hayatın içindeki bir mücadeleye atıftır. Kâfirlerle bir mücadele vardır. Kâfirler biteklifte (uzlaşı teklifinde) bulunmaktadır ve ilk âyet : “Ben sizin taptığınıza (ilâhınıza) tapmam (ibâdet etmem).” diyerek teklifi reddetmektedir. Ne teklif etmişlerdi. Vazgeç bu dinden (Tevhîd davasından); bu kadar “katı olma, dik durma”!. Uzlaşalım. Biraz sen bize uy; biraz da biz sana uyalım. Bak o zaman neleer elde edersin; zengin olursun; en güzel kadınlar senin olur, topl

EV

Ev : Kalınacak mekân.  Emekli oldum; şehir hayatının gürültüsünden, stresinden bıktım; köye bir ev yapayım dedim, bir türlü nasip olmadı, yapamadım. Köyde, şehirde olduğu gibi “kiralık evler” de yok. İnsanın işi-gücü olmayınca şehir insana dar geliyor, insanı sıkıyor; aynı dünya gibi. Köy de dünya değil mi? Elbet dünya ama dünyada “tebdil-i mekân = mekân değişikliği”, insana iyi gelir diyorlar; ben de bir tebdil-i mekân yapayım dedim; bir türlü hazırlıkları tamamlayamadım; bitürlü köye ev yapamadım. Neden? Param olmadığından değil. Köy evini de, dünya evi gibi “geçici bir mekân” olarak gördüğümden. Öyle gördüm de “âhiret evine” hazırlık yapabildim mi? Hayır, onu da yapamadım. Anlayacağınız, “evsizim = homeless”. Bu evsizlik başka türlü bir evsizlik.   Şehirde bir evim var ama o evde de rahat değilim. Rahatsızlığım, hem şehir hayatından hem de bir türlü huzurla/rahat kalabileceğim bir evin hazırlıklarını yapamamaktan, tamamlayamamaktan. Köyü şehre göre daha rahat bulmam, doğaya (doğama)

HIRS

Hırs : Gözün doymaması.  Göz doymazsa gönül de doymaz. Göz doyar mı? ‘Daha daha daha...” ne zaman demez? Gönülle bağ/bağlantı kurabilirse, demez. Gönülle ne zaman ve nasıl bağ/bağlantı kurar? İnanınca = Mülkü Allah’ın bilince. Mülk sahibi olmanın esasen bir yanılsama olduğunu anlayınca.  Sahip olduklarını kim götürebiliyor? Salih amelden başka ne götürülebiliyor? .... Dünyanın 2/3’ü (üçte ikisi) sularla kaplı. Bu suların çook büyük kısmı deniz/okyanus suyu. Su, insan için çook hayatî. Hayatî olan bişeyin çoook büyük kısmı niye tuzlu? “İnsan içmesin, hırsa kapılmasın”! diye!. Bu suyu içen, içtikçe içer ama doymaz/susuzluğunu gideremez. Muhterisler (açgözlüler), deniz suyu içen ama susuzluğunu hiç gideremeyen adamlara benzerler. Rabbimiz tokgözlüler (gözü malda, parada değil de iyilikte olanlar) için yeterince tatlı su yaratmıştır. Onları "altından ırmaklar akan cennetlerde" ağırlayacaktır.

HAYATÎ!...

İnsanda = insan bedeninde her organ önemli ve hayatîdir ama en hayatî, en merkezî organ kalptir, kalp çalışmazsa hiçbir organ beslenemez. Kalpten sonra beyin/akıl. Beyin/akıl çalışmazsa, insan ne yaptığını bilemez. Tüm organlar, kalbi ve aklı (beyni) korumak zorundadır. “Akleden kalb”/kalb, imanın da merkezidir. Kalpte iman olur da beyin/akıl olmaz/çalışmazsa, o iman “taklid’e”;  akıl çalışırsa o iman “tahkîk’e” dönüşür. Akıl ve kalp = tüm beden, “dışarıdan alınan” gıda ve hava ile beslenir. Gıdasız (imansız!) “bikaç gün = dünyada”! yaşanabilir ama havasız/imansız üç dakika dahî yaşanamaz. “Dışardaki hava”, “nefestir.”, nefes, “nefhadır.”!. Bu “nefha”, bize her “ân” üfürülmekte/verilmektedir ama çoğumuz onu (O’nu) “reddetmekte, geri vermektedir.”!. “Verince de/verirken de şükür, alınca da/alırken de şükür.” diyenler maalesef çook az. (Not: Çok ince bir okuma yapmalısınız.)

AKÂBE

Akâbe (عقب), zor, dar, sarp geçit/boğaz anlamında. Bu kökten, âkibet, ukbâ, ukb/ukûb, ıkâb, ıkbâl, akîbe çoğulu a’kâb (ökçe) kelimeleri türer. Zor ve dar bir geçitten (dünyadan, belki de sırat köprüsünden) geçiyoruz, tıkış tıkış. Önceden (cennetten) düştüğümüz (hubût) gibi yine çoğumuz “düşecek”!. Çook daha aşağıya (ceheneme) inecek!; çoğumuzun âkıbeti (ukbâsı) çook daha kötü olacak!. (Hafazanallah.) “... vel âkıbetü lil müttaqîn.” (28/83. 11/49. 7/128. 20/132.) İyi âkibet = son, Mütteqîler içindir; ötekilerin sonu kötüdür. Mütteqînin kökü, taqvâ. Taqvâ, “korku ile karışık saygı. Sorumluluk.” “Kimse”, “sarp yokuşa = akâbeye” (90/Beled, 11-12.); tâlip değil,  tâlip olan da dayanamıyor, kaçıyor!. Yolun sonu “görünüyor”!. Âkıbetimiz hayrola!.

BİLGİ HAMALI

Hamal, başkasının yükünü taşır; kendi yükünü taşıyana hamal denmez. Kendi işine yarayan “yük”, kişiye ağır gelmez. Geçmişte üretilen bilgi, bugün kişinin işine yaramıyorsa (anlaşılıp uygulanmıyorsa) kişiye yüktür. Bilgi, sorun çözmek için üretilir; taşınmak (=aktarılmak ve ezberlenmek) için değil. (Buradaki taşıma, paylaşma anlamında değil.) Bilginin sorun çözebilmesi için anlaşılıp uygulanması gerekir. Bilgi anlaşılsa ama uygulama imkânı/şansı olmasa yine kişiye yüktür. Mevcut eğitim sistemimiz ilkokuldan üniversiteye büyük oranda gençlere bilgi değil ezber = yük yüklüyor. Bu gençler öğrendiklerinin kaçta kaçını uyguluyor?!. Neredeyse hepsi anlayıp-sorgulamadan ezber yapıyor. Dinî bilgide de durum farklı değil. Hafızlık yapanların %1’i bile ezberlediği “Metni” anlamıyor. Dün yaşananları (tarihi) tarihlerine varıncaya kadar ezberliyoruz ama ‘o yaşananlar (tarih) bugün bize ne diyor’, demiyoruz. Bilen insanlar değil, bilgi hamalları yetiştiriyoruz. Şahsen ben, çoğu insan gibi, ortaokuld

ACELE ETME/YİN!

"Acele etme/yin!." Bu Emir = bu Söz Rabbimizden bize, bana, hepimize. 21/Enbiya, 37, 16/Nahl, 1 : “İnsan “aceleden” yaratılmıştır (acelecidir); yakında ayetlerimi göstereceğim; acele etme/yin!.”  “Allah’ın Emri geldi-gelecek!, acele etmeyin! (Onun çabuk gelmesini istemeyin!)...” ‘Ne zaman bu.’? demeyin. Sabredin.  İnkârcılar da azabı çabuk istiyorlar. Sana “meydan okuyorlar”. O azap onlara hiç farkında olmadan, ansızın gelecek... ve onları kuşatacak. (29/Ankebut, 53-54.) Onlara, işte acele istediğiniz azap bu azap!, tadın! denecek. (51/Zariyat, 14.) “Hayır siz âcil = acele olanı seviyor, ebedî olanı (âhireti) hiiiç umursamıyorsunuz.” (75/Kıyamet, 20-21.) (Burada) acele ediyorsunuz; aceleci davranıyorsunuz. İnananınız da inanmayanınız da “aynı”!. Hepiniz acelecisiniz!. İnananınız “imanını artırmaya”; inanmayanınız da inanmaya gayret etsin!. Kimse gelip-geçici olanı (dünyayı), öncelemesin = aşırı sevmesin de “zor güne” (hesap gününe) ve âhirete hazırlık yapsın!. (aman hâ! o gün

DOGMA

Dogma, sabit/değişmez inanç = fikir diye çevriliyor; nasslara da dogma gözüyle bakılıyor. Nass, kesinlik içeren (ilâhî) söz demek ama o ‘kesinlik’, içinde bulunulan şartlara ve zamana göre şekillenir; dünün kesinliği, bugünün kesinliği ile örtüşmez. Hayatta Rabbimizden başka değişmeyen = yenilenmeyen hiçbişey yoktur. Dogma taşsa, Nass su gibidir. Nass (dolayısıyla Allah). her hayatın can suyu iken; dogma hayatları taşlaştırır. Her doğan güneş, yeni bir güneştir. “Allah her ân yeni bir ‘iş’tedir = külle yevmin Hüve fî şe’n; göklerde ve yerde olanlar (her ne isterlerse) O’ndan isterler.” (55/Rahmân, 29.) ama çoğu “çokluk dünyasında” kaybolduğu için “Asıl Adresi” bulamaz. Her gün yeniden doğarız ama bu doğuşumuz dünümüzü/geçmişimizi silmez, yok etmez. Her nefes alış-verişimiz yeni bir hayattır. Nefes alır da veremezsek, verir de alamazsak ölürüz; biz “farkında olmasak”! da nefes alırken de verirken de “Hû” deriz; El-Hayy-el Kayyûm olan Rabbimizi tesbih ederiz; kainatta Rabbini zikretmeyen