Kayıtlar

GERİLİM YA DA ENDİŞE

Bu dünyada herkes, yoğunluğu farklı farklı da olsa belli oranlarda gerilimler ve endişeler yaşar ve yaşam devam ettiği sürece de bu gerilimlerin ve endişelerin sonu gelmez. En az gerilimi, Rabbine en çok güvenen = inanan yaşar. İman, güvendir, emniyettir. Mü’min, çook gerildiği anda ama elinden geleni yaptığında Rabbine tevekkül eder; münkirin ise böyle anlarda/durumlarda dengesi şaşar, kendini kaybeder. İmanı zayıf olanlar, her şeyi (basit şeyleri bile) kendilerine dert edinir, gerilir ve endişelenirler. Arabamın modeli niye düşük, yüksek model bir araba niye alamıyorum; almışsa, ya kaza yapar biyere vurursam; ya beni işten atarlarsa; ya deprem olursa; ya ölürsem; ya cehenneme gidersem, vs... Bu kaygılar (gerilimler, endişeler) belli oranda olmalı/yaşanmalı ama aşırı düzeye varıp hastalığa (paranoyaya) dönüşmemeli. Bu kaygıların (gerilimlerin) “büyük oranda” bittiği yer, cennet; “hiç bitmediği” yer ise cehennemdir. ‘Büyük oranda bittiği yer’ dedim cennet için. Allah-u A'lem, cenne

MÜHÜRLEME

Mühürleme, damgalama, yazının sonuna onay verme, zarfın ya da bir işyerinin kullanımını ahâliye kapatma; “açmaya yetkili/yetkisi olanın” dışında kimsenin açamamasını sağlamadır. Bu anlamdaki mühür (مهر), Farsça’dır; ben, hem bu anlama yakın hem de biraz da olsa farklı olan Arapça (ختم) mührü/mühürlemeyi bu yazıya konu seçtim. Kur'ân, bir çook âyette “hatemellahu alâ qulûbihim ve absârihim... onların kalplerini ve gözlerini Allah mühürlemiştir.” der.  Bu mühürleme neden ve nasıl olur? Allah, onların kalplerini ve gözlerini neden mühürler? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Allah, kötü davranışta sürekli ısrâr edenlerin kalplerini ve gözlerini mühürler. İnsana fısk/fucûr ve taqvâ birlikte yüklenmiş ve ona, akıl ile irade verilmiştir. (91/Şems, 8.) İnsan, kendisine verilen bu akıl ve irade gücü vasıtasıyla kötülük de yapabilir iyilik de. İyilik ile kötülük arasında ters orantı vardır.  Kişinin kötülüğü artarsa, iyiliği azalır; iyiliği artarsa kötülüğü azalır. Yönünü sürekli kötülüğ

BİLME/BİLİM

Bilme/bilim, modern bir tâbir, salt zihinsel/aklî bir çabaya karşılık geliyor; oysa ilim, böyle değildi, hem bilmeyi hem yapmayı içeriyordu; âlim, bilen ve yapandı. Her şeyimiz gibi zihnimiz de formatlanınca biz, ilmi de bilim zannettik, ilmi de bilime benzettik. (Üniversiteye ilk girdiğimde hocaya sorduğum ilk soru : ilimle bilim arasındaki farktı.) Hâl böyle olunca, pozitivist bilimin yaptığı gibi, sadece “bilme ve açıklama” ile; hermeneutik ve semiyolojinin yaptığı gibi, sadece “anlama ve yorumlama” ile meşgul oluyor; bilgimizi/bildiğimizi hayata/eyleme geçiremiyoruz; dolayısıyla/doğrudan şu âyetin uyarısına muhatap oluyoruz : “lime teqûlûne mâ lâ tefa’lûn.?!. = Söylediğiniz şeyi (madem doğru biliyor/söylüyorsunuz) niye/neden kendiniz yapmıyorsunuz?!.” İşin kolayını çoook önceden bulmuşuz!. İman ile amel (bilme ile yapma) ayrıdır, (ikisini birbirine karıştırmayın!.; onu bu, öbürünü şu  yapıyor!.); amel, imandan bir cüz değil ki, ikisi ayrı şeylerdir. Gördünüz, bu iş nerelere geldi,

KENDİ DİLİNDEN KUR'AN

Lâ raybe fîh = İçinde şüphe barındırmayan Kitâb. Hüden lin-Nâs = İnsanlar için Hidâyet olan Kitâb. Furkân = Hakkı batıldan (doğruyu yanlıştan) ayıran Kitâb. Min ınd-ill Allah’i musaddıgun lima mæhüm =  Allah Katından, önceki Kitâbları tasdik eden Kitâb. Kitâb’ün enzelnâHu mubârekün = Mübarek bir Kitâb. Nezzele aleykel Kitâb’e bil Hakk = Hak’tan inen Kitâb. Kitâb’ün Mübîn = A(pa)çık bir Kitâb. Kitâb’ün Hakîm = Hikmet ve Hüküm dolu, Hakîm Kitâb. Kitâb’ün fihi Zikrun = İçinde Zikr olan Kitâb.  Kitâb’ün Münîr = Işık saçan, aydınlatan bir Kitâb.  Kitâb’ün yentuqu bil Hakk = Hakkı, Hakikati (Gerçeği) konuşan Kitâb.  Kitâb’ün Kerîm/ün = Mükerrem Kitâb.  Kitâb’ün fussilet âyâtuHû Kur'ân’en Arabiyyen = Âyetleri tafsılâtlandırılmış Arapça Kur'ân (Okunan) Kitab. Kitâb’ün Azîz = Güçlü, Yüce, Izzetli Kitâb. Kitâb’ün Hafîz = Muhafaza eden Kitâb.  Kitâb’ün Mestûr = Satıra/Yazıya/Kayda girmiş Kitâb.  Kitâb’ün Meknûn = Saklanmış, Korunmuş Kitâb. Kitâb’ün Merkûm = Rakamlarla kodlanmış, şifrelenm

KUR’AN VE KURAM

Kur'ân, bir kuram Kitab’ı değildir, hayat Kitab’ıdır. Nazarî bilgi, pratik amele dönüşmezse, aklî/zihinsel bir oyuna dönüşür; bu oyundan ne yazık ki bütün ilmî disiplinler az veya çok nasiplenmişlerdir. Kur'ân, nazarî akıldan değil, aklın pratik, ahlâkî kullanımdan, amel/eylem hâlinden söz eder. Bizler, ahlâkın bile nazarîyesini oluşturduk ve adına etik dedik; etik, ahlâk değildir, belki zihnin/aklın ahlâkıdır. Kur'ân’a sadece nazarî/zihnî/aklî bakarak O’ndan ilmî disiplinler (Kelâm, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf) çıkarıp uygulamayan din adamları; (âlimler demiyorum çünkü âlim, ilmiyle amel eden adamdır) o ilimleri meslek edinmişlerdir; onlara fırıncı, sanayici, siyasetçi gibi Kelâmcı, Fıkıhçı, Tefsirci, Tasavvufçu deniyor, âlim denmiyor. Elbet Kelâmcı, Fıkıhçı, Tefsirci, Tasavvufçu olacak ama onlar, bu alanları (disiplinleri) sadece zihinsel bir kazanç kapısı olarak görmeyecekler, amel edecekler ve topluma örnek olacaklar.

YÖN ya da İSTİKÂMET

Hareketi dikey ve yatay diye ikiye ayırabiliriz. Dikey hareket yukarı ve aşağı doğru; yatay hareket yanlara/sağa-sola doğru olur. Yatay hareket dünyadan kurtulunca biter, dikey hareketin iki yönü de aslında sonsuzdur. Sonlu dünyada, somutta, bu hareketleri belli bir sınıra kadar götürebiliyoruz ama sonsuz “soyut bir dünyada” iki hareket de sonsuz olmalıdır. Matematikteki sayı doğrusu yatay hareket için; koordinat sistemi de hem yatay hem dikey hareket için bize yardımcı olur; (ya da koordinat sisteminin yatay/yatık ekseni yatay harekete; dikey/dik ekseni dikey harekete örnek verilebilir.) Koordinat sistemindeki sıfırın solu ve altı eksi sonsuz, sağı ve üstü artı sonsuz/u (sayıları) gösterir. İnsan, dört yönde (aşağı-yukarı ve sağa-sola yatay ve dikey olarak), eksi sonsuza da artı sonsuza da yol alabilen bir canlıdır. (dünyamız sona erince ---öldüğümüzde--- yönün de anlamsız olduğunu unutmayalım!) Sonsuz uzay boşluğunda, belli bir yer merkez alınmazsa yön olmaz; madem burada/dünyadayız,

ZAMANÖLÇER

B una halk dilinde saat deniyor; çeşitli saatler var : Kol, cep, duvar, elektronik, mekanik, ateş, atom, kum saatleri... Ben en çok kum saatlerine ilgi duyarım. Kum saatleri uçları birbirine bitişik koniye benzerler; koninin üstü geniş, altı dardır, iki koni birleşirse ortası çok dar, altı ve üstü geniş olur; belli miktardaki kum ortadaki delikten aşağı düşer, bu düşüş süresi belli bir sürede olur, bu süre zamanı ölçmek için kullanılır. Benim esas konum bu değil, şu : Kum saatinin üstüne ve altına sınır koymam, insanın ve kainatın geçmişini/oluşumunu ve geleceğini/âqıbetini kum saatine benzerek sonsuz olduğunu hayal ederim; tam ortadaki “dar boğumumun” da dünyadaki yaşam süresine karşılık geldiğini düşünürüm. Siz bu tür düşünceye “fantezi” diyebilirsiniz ama tavsiye ederim ki “ufuk/zihin” açıyor. İşte size dünün (uzaaaak geçmişin) ve sonsuuuz geleceğin ve bu kısacık/daracık şimdinin/dünyanın küçük bir modellemesi. Eğer dünyadaki yaşam, çektiğiniz sıkıntılardan dolayı size uzuuun ge

ÇAP

B u kelime-kavram geometriden alınmadır ve iki anlamda kullanılır : İlki, dairenin ya da çemberin çeperinin merkeze uzunluğunu, ikincisi, kişinin bilgi, yetenek ve kabiliyet düzeyini, kalibresini ifâde eder. Ben, birinci anlamı temel alıyor, oradan ikinci anlama sıçramaya çalışıyorum. Nasıl? Hayalen bir kâğıda çapı küçükten büyüğe doğru, yan yana çemberler çiziyorum (kâğıdımı da gittikçe büyütüyorum) ve bu işlemi “sınırlı sonsuza” kadar sürdürüyorum. Görüyorum ki çap büyüdükçe çemberin çevresindeki “ovallik dikleşiyor.” (başlangıçtaki şekil ○,  sonra böyle ), ... en sonunda da böyle |, bir şekli alıyor.) Bu durum bize ne diyor? Bilgi, beceri, yetenek ve salih amel açısından “büyürsek”!, “dosdoğru” olur, âdetâ bir “elif’e” döneriz, demiyor (mu?).

TÛR, VÂDİ VE ATEŞ

"Oraya gelince/Ateşe yaklaşınca" “mübarek yerdeki vâdinin sağ yanından/kıyısından/şatıindan" “seslenildi/nûdiye/çağırıldı." Gelmesi için çağrılmak; namaza, namaz için çağırıldığınızda/seslenildiğinde = izâ nûdiye min yevmil Cum’a. (Cuma, 9.) "Geldiğinde çağrılmak = felemmâ etâhâ nûdiye." Geldiğinde seslenildi/çağrıldı. (Kasas, 30. Ta-ha, 11.) Uzakta olanı, gelmesi için görüşmeye çağırmak. Gelince görüşmek. A teşi görünce çağırmak; ateşe yaklaşması için çağırmak.  Ateşe yaklaştığında görüşmek için çağırmak. “min cânib-it tûr. = Tur'un yanından. طور : Tûr, tavr; tayr, kuş. İbrahim'in kuşları. (2/261). Tûr, aşama, tavır. Cenb, taraf, yan. Cünûb = Yan/vücut. “tetecâfâ cünûbühüm anıl medâciı" = O müminler yanları/vücutlarını yataklarından uzak tutarlar. (Secde, 16.) Cünüb olmak, malum ilişki sonunda kendinden geçmek. Ateşlenmeden cünüb olunmaz/olunmuyor(!?). Tûr’un cânibindeki ateşi gördü; (ayn-el yakîn mi, hakk-al yakîn mi gördü, gözü mü görd

Hz. MUHAMMED (a.s.)

Hiç şüphe yok, kesinlikle O (Efendim/iz Hz. Muhammed a.s.), şimdiye kadar gelmiş ve kıyamete kadar da gelecek olan insanların içinde en şerefli insan = insan-ı kâmil, en şerefli kul ve Allah’ın Elçisidir. Bizim de rehberimiz, önderimizdir. O'nu çoook yüceltince, göklere çıkarınca,! “kaybediyoruz”!, hayatımızdan uzaklaştırıyoruz. Çünkü biz, o kadar, O’nun kadar yüce değiliz, bu yüzden O kadar yüce Bir’ini örnek almakta çook zorlanıyoruz. O, elbet yüce ama bizim O'nu yücelterek kendi hayatımızın dışına atmamızın bize bifaydası olmuyor. Ne yapmalıyız?!. Herkes kendi adına O'nu kendi dünyasına çekmeli, gücü oranında O’nu “anlamalı ve taklit” etmelidir. O’nun hayatı, insanüstü bir hayat değil. Kitâb’ta da gerçek dünyada da (Siyer’de de) ---Kitâb zaten bu dünyayı düzenlemek için vardır--- bunu çook rahat görüyoruz. Üzülen, endişelenen, korkan, evlenen, acıkan, dişi kırılan, savaşa katılan, hastalanan, çarşı-pazarda dolanan ve ölen bir Peygamber-insan. Bizim Peygamber algımız : O,

BİLECEKSİNİZ!...

Bilmenin Arapçası alime/Ilm; kökü, ALM (ILM), bu kökten türeyen kelimeler (âlem/âlemîn, ta’lim, alîm, ulemâ, allâm, æ’lâm, mâ’lûm, muallem/muallim, mâ’lûmât ve türevleri, seyæ'lemûne de bunlardan biri) Kitâb’ta 854 yerde geçer. Ben bu yazıda, “seya’lemûne” (=bileceksiniz) kalıbı üzerinde (bu kalıp da Kitâb’ta 10 kez geçer) duracağım ve bu kalıbın geçtiği âyetleri vereceğim. Bu kalıp, “şimdi bilmezseniz, yakında bileceksiniz.” demektir ve tehdide varan güçlü bir vurgu içerir. (‘fesevfe tæ'lemûn ya da sevfe tæ’lemûn’ kalıbı da aynı anlamdadır ama bu kalıbın geçtiği yerleri burada veremeyeceğim.) Bu kalıbın (seya’lemûne kalıbının) ilk geçtiği yer : Ra’d, 42. (seyæ’lemü) “Onlardan öncekiler de planlar yapmışlardı. Oysa Allah'ın planı bütün planları geçersiz kılar. Zira O, herkesin ne yaptığını bilir. Gerçeği yalanlayan nankörler, bu yurdun sonunun kimin olduğunu bileceklerdir.” İkinci yer : Meryem, 75. (feseyæ’lemûne) “De ki: "Kim sapkınlıkta ise, Rahman, ona vaat edilen ş

KUREYŞ'İN DİNDARLIĞI

Dinsiz toplum yoktur; Kureyş de dindardı. Kureyş’in dindarlığını ortaya koyan üç örnek vereceğim. İlki, Kâbe ziyareti için zorunlu gördüğü “temiz” elbise ile tavaf; tabiî bu elbiseden kazanç/kâr elde ediyorlardı; biz de dinden, dini değer ve sembollerden kazanç elde etmiyor muyuz? Dindarlarımızın bir kısmı piyango çekerken bile bismillah diyor ve duâ etmiyor mu?!. İkincisi, Kâbe’nin onarımı sırasında ortaya koydukları şartlar. Kureyş’in ana geçim kaynağı ticaretti; ticaret uzak mesafelerden yapıldığı için masraflı idi. Yol güvenliği için verilen paylar, kervanların masrafları, yol boyundaki riskler/tehlikeler, sermaye yetersizlikleri gibi ağır külfetler malların fiyatına yansıyor, fiyatlar katlanıyordu. Sermayesi yetersiz olanlar faizle borç alıyor; kervanın başına bir iş gelirse faiz katlanıyordu. Kabileler arası savaşlar çoğunlukla ticaret kervanlarına yapılan saldırılardan çıkıyordu. İçerde, ticarete bağlı olarak faiz de bir kazanç kapısı idi. Bir diğer kazanç kapısı da fuhuş (kad

UBÛDİYYET VE MAHKÛMİYYET

Bazı insanlar, ‘neticede, ubûdiyyet de bir mahkûmiyyet değil midir?.’ diyor; kısmen haklılar ama çook önemli bir farkı kaçırıyor/düşünemiyorlar. Mahkûmiyyet, çook sayıda sınırlı ve güçsüz şey(ler)e mahkûm olmaktır; ubûdiyyet ise Tek, Sınırsız (nâmütenâhî) ve Mükemmel Olan’a mahkûmiyyettir. Açayım. Mahkûmiyyet, paraya, iyi arabaya, iyi eve, iyi yaşama, güzel kadına, nefse, itibara, güce, ilme, alışkanlıklara, tarihe (geleneğe), kültüre (alışılmış yaşam biçimine), vs. ...; Ubûdiyyet, somut-soyut olanların (bunların) hepsini yaratan ve onları bir düzen içinde yaşatan Allah’a mahkûm olmadır.  Mahkûmiyyet de elbet bir tür ubûdiyyettir/kulluktur ama kişi, Allah’a kul/mahkûm olmazsa, sınırlı, geçici ve güçsüz olanların birine ya da bir kaçına kul/mahkûm olur, kulluk eder. Allah’a kulluk, bunları, bunları aşan sınırsız ve sonsuz bir amaç için kullanmak; Kendisi aslâ kullanılamayacak Olan'a =Allah’a tapmak = kul olmaktır. Kişi, Allah’a tapmazsa, sınırlı, geçici ve güçsüz olan biçook şeye ta

DİNİN ESASLARI

Din, Rabbimizin inanmamızı ve yaşamamızı istediği hayattır; bu hayatın = dinin görünen ve görünmeyen zorunlulukları, temel esasları ve şartları vardır; bunlara kısaca İslam’ın ve İman’ın şartları diyoruz. Bu yazıda bu şartların ne anlama geldiğine kısaca değineceğim. Görünmeyen esaslar : İmanın Şartları : 1) Allah'a, 2) Meleklerine, 3) Kitaplarına, 4) Elçilerine/Rasüllerine, 5) Âhiret ve Hesap Gününe, 6) Kaza ve Kadere/İlâhî Takdire inanmak . Görünen/Pratik olan esaslar : İslam’ın Şartları : 1) Şehâdet (Kelime-i Şehâdet) getirmek. 2) Namaz kılmak. 3) Oruç tutmak. 4) Hacc’a gitmek. 5) Zekât vermek. Bunların ikisi de çok katmanlıdır. Hepsini başı Kelime-i Şehâdet’tir ki, bu en yüce kelime/sözdür. Bu sözü söyleyen, (mutlak anlamda) sözünü dinleyeceğim tek otorite Allah'tır ve O'ndan başka tapma düzeyinde itaati kimseye göstermem, çünkü öyle bir güç/ilâh yok!, demektedir. Eşhedü = Ben şahidim; en = kesinlikle; Lâ = yoktur; ilâhe = ilâh; illâ = sadece ve an

İNSAN NEYİ UNUTUR?

Kendi yaratılışında hiç bir dahli olmadığını.  Bedenî ve ruhî fonksiyonlarının çoğunda, ne iradesinin ne de gücünün bi işe yaramadığını. Gözüne görmesini, kulağına işitmesini, diline konuşmasını, aklına düşünmesini, kalbine duygulanmasını kendinin vermediğini. Rızkını bile kendinin temin etmediğini (toprağı, havayı, suyu ve güneşi hesaba katmadan rızkın oluşmadığını vs..)... Bunları ikram eden bir Yaratıcı’sının olduğunu unutur.  ... Unutulan, unutan için “yok!” hükmündedir; hatırlanan “vardır.”!. Hatırlayan (zikreden, ibâdet eden) birileri (Elçiler) olmasaydı, herkes unutsaydı, O hatırlanmaz, “yok sayılır, yok kabul edilirdi”!. Âdem unuttu, sonraki nesiller unuttu, ... Rabbimiz hatırlattı ama çoğu insan hatırlamakta zorlandı. 20/Tâ-hâ, 115, “Âdem/oğlu (elest bezminde) verdiği sözü unuttu; biz onda yeterli bir kararlılık görmedik.” der. Unutulan şeyler, unutanın idrak sınırlarından (aklından) çıkar-gider; o şey, o kişi için “yokmuş gibi, yok gibi kabul edilir, hayat artık o yok gibi ya

TEFSİR VE TE'VİL

(Sözün başında söyleyeyim. Söylediklerim bir fikir/görüşse, benim görüşüm, benim fikrim; bu fikirlerde kesinlik iddiam aslâ yok, sözlerim sadece benim nazarımdan bir durum/un tespiti.) Tefsir, açıklama; Te’vil, yorum. Tefsir, âyetlerin üzerindeki örtüyü açma, olanı olduğu gibi gösterme; Te’vil, bilinen, görünen anlamdan başka bir anlam verme; anlamı başka bir şekle dönüştürme. Tefsir, âyetleri = işaretleri, işaret ettikleri hedefe göre anlama; Te’vil, âyetleri = işaretleri, geldikleri, çıktıkları yere, “evlerine” geri gönderme; “eve gönderme” işini keyfî yapma. Te’vil, kazı (arkeoloji) ile yapılır; hermenötik (hermeneutik) bir faaliyettir; Tefsir, teleolojik, amaçsal/ereksel bir faaliyettir. Te’vilde geriye (asla/eve) gidiş; Tefsirde maksada/maksuda gidiş esastır. Te’vil yapanlarla, Tefsir yapanlar belki bir noktada buluşabilir ama yönleri (istikâmetleri) terstir. Tefsiri tevil ile birlikte ele alanlar (= ikisini birbirine karıştıranlar), hayatın akışını (= Kur'ân’ın hayata bakışın

HÂLİS DİN

Dinin hâlisi olunca sahtesi (sahteleri) de olur. Sahte dinler nasıl olur? Onların biçoğu Hâlis Din’e öykünür, bizler çoğu zaman onların sahte olduğunu anlayamayız; onların da aynı Hâlis Din gibi belli ritüelleri, özel gün ve geceleri, bayramları vs. olur.  Bunlar (sahte dinler) : Kişisel, Kurumsal, Sivil, Resmî, Bilimsel adlar altında sıralanırlar.  Kişisel din/ler, kişilerin şahsî görüşlerinin (hevâlarının) ürünüdür. Kurumsalları, kurumların kurum (örgüt) kültürü adı altında oluşur ve çalışanlarını bu kültüre göre çalışmaya zorlar.  Sivil dinleri genelde STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) ve cemaatler oluşturur. Resmî dinleri de devletler.  Bilimin (bilimlerin) de dini (paradigması, yöntemi) vardır ve bu din de bilim adamlarını bağlar; buna da bilim dini = scientisim denir. Auguste Comte’nun “insanlık dini = pozitivizm” bir bilim dinidir. Her din, mensuplarını kendine itaate zorlar, uymazlarsa zındık ilân eder ve câmiâdan aforoz eder. Kişiler bu dinlerde huzur bulamadığı için dinler a

İSLÂM MEDÎNE'DE

Medine, medeniyet ve şehir demek. İslâm gelmeden Yesrib olan bu şehir, İslâm’la medeniyete kavuştu. (Yesrib, Serebe’den azarlamak, hatayı yüzüne vurmak. Peltek Se). Yesrib’de o zaman çoğunluk Yahudiler ve Araplar, -bunlar, Kaynuka, Nadr, Kureyza, Evs ve Hazreç kabileleri başta- olmak üzere az sayıda Hristiyan ve Müslüman yaşamakta. Burada yaşayan Müslümanlara Ensar, Mekke’den hicret edenlere Muhacir denecektir. Hicretten önce Medine’de/Yesrib’de kaos ve kargaşa hakimdir. Evs ve Hazreç kendi arasında kan davası dolayısıyla savaşta = rekabettedir. Akabe biatınlarında Efendimizle anlaşan Mü'minler, Efendimizi hem şehri yönetmek (liderlik yapmak) hem de yeni dini anlatmak için çağırmışlardı. Miladî : 622’deki hicret/göç, İslâm’ın çook önemli bir dönüm noktasıdır. Mekke-Medine arası yaklaşık 500 km. Efendimizin anne tarafından akrabaları var Medine’de; babası Abdullah, Medine’de metfun. Yıl : 570’ler, 500 km uzaklardan oğluna gelin alan ve onlarla hısım olan dede Abdulmuttalib ve onun b

KUR'ÂN'IN 'ANAFİKRİ'!

Kur'ân’ın anafikri : Tek İlâh olan Allah’a iman ve bu imanın etrafında dünyada düzen ve adaleti sağlama, bu düzene uymayanların hesabını ahirette görmedir. Bu düzene (dine) uyanlar, Müslim/Müslüman; uymayanlar, münkir/kâfir; iki yüzlüler de münafık olarak isimlendirilir. Müslim/Müslümanlar, mükâfatla (cennetle); diğerleri mücâzâtla/cezayla (cehennemle) yüz yüze gelirler. Din, bu dünyada Allah’ın insanlar için koymuş olduğu emir ve yasaklardır, düzendir. Bu düzeni fiilen miladi 610 ilâ 632 yılları arasında Efendimiz kurmuştur; onun temel ilkeleri de Kur'ân’da yazılıdır ve bu ilkeler de tüm zamanlara şâmildir.

HİCRET

Hicret, hecera (هجر) kökünden mastar, göç etmek, memleketini terk etmek demek. Bu kökten tehcir, mehcur, muhacir, hicran, hecr ya da hicr kelimeleri de türer. Tehcir : Göçe zorlama, zorla göç ettirme. Mehcur : Unutma, terk etme, uzaklaşma, metruk bırakma. Muhacir : Hicret eden. Hicran : Ayrılık acısı. Hecr/Hicr : Ayrılık. Hicr (حجر) kelimesi ile karıştırmayalım. Hicr : Yasaklamak, men etmek demek; bu kelime hacer diye de okunur, o da taş demektir. Hicreti biz, Efendimizin ve yanında bulunan az sayıda Ashabının/arkadaşının 622 de Mekke’den Medine’ye göçü olarak bilir ve her yıl “kutlarız”!. Aslında hicret, kişinin Allah için (=Allah'ın dini için) bi şeyi ve bi yeri terk etmesi demektir. Bu, bireysel/kişisel açıdan günahı = eski alışkanlıkları terk etme, yeni bir hayatı yaşamaya azmetmedir. Şu Hadis-i Şerif bunu ifâde eder.  “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir.” (Buhârî, “Îmân”, 4; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 4, “Vitir”, 11). Efendimiz ve Ashabı Mekke müşrik

HADİS

İslâm’ın iki temel kaynağından biri, öteki ise Kur'ân.  Son zamanlarda Müslümanların Hadise bakışında bazı “sakatlıkların” olduğunu biliyoruz; bunun en önemli sebebi, Hadisleri bir “bir bütünlük” içinde okuyamayış. Malûm, Hadisler Efendimizin mübarek sözleri. Biz bu sözleri tek tek ele alıyor, onları “sistemik bir bütünlük” içinde okuyamıyoruz; aynı “hastalık” Kitâb’mız Kur'ân için de geçerli. Hadisler, Kur'ân’ın Nebevî tefsiridir.  Efendimiz, bugün bizim Hadis dediğimiz sözlerini (o gün böyle bir tâbir yoktu) o ânda yaşanan fiilî durumlar için, o ânki kişilerin (psikolojik, toplumsal, ekonomik vb.) hâllerine göre, o ânda yaşanan sorunları çözmek için, o ân O'na sorulan soruları cevaplandırmak için, vs. söylemiştir ve o sözlerin hayatın tümü içinde bir amacı ve bir bütünlüğü vardı; O, sözlerini söylediği kişinin ve toplumun hayatında bir etkisi olsun da hayat/lar doğru bir istikâmete yönelsin ve mükemmelleşsin diye söylemiştir; bizler bugün o sözleri, o gün yaşanan haya

KELLÂ!...

“Kellâ! lemmâ yaqdî mâ Emera.” “Hayır!. o (insan), kendisine emredileni yerine getirememiştir.” (80/Abese, 23.) “Kahrolası insan, ne nankör bişey!. Yaratan, onu hangi şeyden yarattı?!. Bir damla sudan yarattı da ona biçim verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı. Sonra da öldürdü kabre koydu. Sonra da onu tekrar diriltecek!.” (80/Abese, 17-22.) ... İnsan, ben ne kadar dindarım, takvâlıyım dese de, gerçekte Rabbinin kendisine emrettiği şeyleri yapamamıştır!. Kendisine verilen kapasiteleri (aklı, malı, sağlığı vb.) “tam manasıyla” O’nun emrini yerine getirmek için kullanamamıştır. ‘Kullandım/kıllanıyorum’, diyen, yalan söyler. Bu sûrenin bağlamı, Efendimizin bir âmâyı (Abdullah Ümmü Mektûm’u) “görmemezlikten gelmesi” ile alâkalı; bu sûrede Efendimiz bile uyarılıyorsa!, biz kimiz, neyimizle övünüyoruz, hangi dindarlığımızla?!.

TAKVÂ

Çook kilit bir kavramdır Takvâ. Kaveye (KVY) ya da Vekaye (VKY) kökünden türediği söylenen bu kavram, kavi/sağlam durma ve korunma anlamına gelir. Sağlam durma ve korunma ise, belli bir donanımı gerektirir. Bu donanımın içe bakan yanı İman; dışa bakan yanı İslâm’dır; İmansız ve İslâmsız takvâ olmaz. İman, çook Kavî Bir’ine güvenmek; İslâm da, O’na teslim olarak iş yapmak demektir. Kişi, İman ve İslâm donanımını sağlamadan, sağlam/kavî duramaz ve (tehlikelerden, günahlardan) kendini koruyamaz. ... Takvâ, aynı zamanda kişinin kendi iç ve dış durumunu bilmesi ve Rabbini hesaba katarak O’ndan takviye güç alması/dilenmesidir. Bu yönüyle takvâ, sahibinin her ân uyanık, tetikte ve şuurlu/bilinçli olmasını sağlar. Takvâ, kişinin Rabbi ile kurduğu bağdır; bu bağ ne kadar güçlü olursa, kişi de kendini o kadar güçlü hisseder; bu bağ hiç yoksa/kurulmamışsa, kişi yalnızdır, tek başınadır, kimsesiz ve sahipsizdir. ... Takvâ, kişideki gafleti ve yalnızlığı (kimsesizliği) yok eder ve kişiyi, kişinin t

AKLA DAİR

Bizler aklı, beynin bir fonksiyonu olarak biliriz. Beyin, trilyonlarca sinir hücresinden oluşan bir yapı/organdır; bu sinir hücreleri vücuttakilerle ve birbirleri ile bağlantı kurarak çalışırlar. Bu çalışma esnasında ‘bilgi’ oluşur. Bu bilgi beyinde mi oluşur, beyinde mi depolanır = beyinde mi muhafaza edilir (hafıza)?. Benim fikrim (ki kesin değildir, beni bağlar ve tartışmaya açıktır), bizdeki beyin bir terminaldir, bu terminal daha üst beyinle/rle irtibat kurar ve bilgilerini oradan alır, aldığı bilgileri orada depolar. Bu anlamda insanda ‘bağımsız bir akıl’ yoktur!; o, üst akılla bağ/bağlantı kurduğu ölçüde akıllıdır. Bizim akıl dediğimiz şey, beyindeki sinir hücreleri değilse, bugüne kadar kimse “beynin, dolayısıyla aklın yerini” gösterememiştir. İnsan, kendi iradesi ve mevcut beyniyle (terminali ile) kiminle, nasıl bağlantı kuracağına karar verir; yanlış bağlantı da kurabilir; ki, bu yanlış tercih (iradeyi yanlış/kötü kullanma) demektir; doğru ya da yanlış, her kurduğu bağlantı v

TESLİMİYET YA DA İSLÂMİYET

Allah'a teslim olmayı (Müslüman olmayı), nasıl anlıyoruz? Bu teslimiyet suçlunun jandarmaya/polise teslimiyeti gibi mi? Hâşâ, jandarma/polis Allah mı?. Yoksa bu, Allah'ın Kanununa, Emir ve Yasaklarına (=Dinine) teslimiyet mi?  Birinci değilse, ikinci.  O zaman elimizi vicdanımıza koyalım ve samimî bir şekilde düşünelim ve ölmeden önce kendimizi hesaba çekelim!. Gerçekten Allah'a teslim olduk (Müslüman olduk) mu? Esasında İmanla İslâm (İnanmakla Teslim olmak) arasında pekbifark yok; bu küçük fark, özde/özsel değil dilde/dilsel.

ZAMANDA YOLCULUK

Muhayyilemi kullanarak zaman makinasına binip ‘hayalen’ tarihin ilk zamanına gittim, kötü ve kötülüğün izini sürüyorum. İlk noktam Cennet!. Bir Bahçe. Oradakiler buradakiler gibi somut değil, soyut. Tek tek insanlar ‘göremiyorum’ İnsanı/Âdemi, insanlığı ‘görüyorum’. İnsanda/insanlıkta hem iyi/iyilik hem kötü/kötülük var, ona yüklenmiş; ben kötünün ve kötülüğün izini sürmek için buraya geldiğimden (hayalen!) kötünün ve kötülüğün peşinde olduğum için (ağaca yaklaştığım için), ‘birden buraya düştüm, o güzelim bahçeden atıldım’ ve her şey somut hâle geldi. Şaşırdım!. Pişman oldum. Tövbe ettim, tövbem şartlı kabul oldu; o şart : ‘fiilen kötünün ve kötülüğün peşinden’ gitmeyeceksin, aklen bilebilir/gidebilirsin ama bu bilme, onu tanıyarak ondan uzaklaşmaya matuf olmalı.! dendi. Ben de ‘tamam’ dedim. Şimdi yaptığım yolculuk kötüyü ve kötülüğü ‘tanıma/bilme’ yolculuğu, fiilen ondan uzak kalmak için... Buraya düşünce, ilk kötünün ve kötülüğün, somut olarak, kıskançlık, haksızlık ve kan dökme şe

ŞEHÂDET

Şehâdetine maddî-manevî her şeyin, herkesin (meleklerin ve Allah’ın) şâhit olduğunu bilen bir adam, Allah’tan başkasına kulluk yapabilir mi?! *** Biliyorsunuz, İslam’a girmenin şartı Şehâdet getirmektir. Bu, sahte tanrılarla tüm ilişkileri tamamen bitirmektir. Onu Ali, Ömer, Bilal, Ebu Zer (R.A.üm) gibi getiremediğimizden, Bizim yaptığımız genellikle bu önemli ve ciddi işi geçiştirmektir.

SECDE

Secde, kişinin sadece namazda ve secde âyeti oku(y/n)unca alnını-burnunu yere koyması değil, hayatında da (tüm iş ve işlemlerinde de) Allah’ın emri (dini) karşısında kayıtsız-şartsız itaatini göstermesi, Allah’ın emri dışında başka bir emre (tercihe) zerre kadar itibar etmemesidir. Sehv (yanılma) secdesi, yanlışlıkla yapılan bir hatanın, günahın affı için yakınlaşmadır, fiilî tövbedir. Şükür secdesi, yapılan ve başa gelen bir ve bir çook iyiliğin sahibine yapılan fiilî teşekkür ve şükürdür. Secde, kulun Rabbine çook yakın olduğu ândır, bu ânları çoğaltan kul “mukarrebûndan” olur.  “Ebrârın hasenâtı, Mukarrebûnun seyyiâtıdır.” İyilerin iyiliği, yakınlara/yakın kılınmışlara (Mukarrebûn olanlara) (bazen)! günah gibi görünür. (Kuşeyrî Risâlesi) Yakın olanların hâli farklıdır; biz onları farklı görürüz. Hele (Allah korusun) münkirsek, onlara “deli/mecnun, kafayı yemiş” deriz. Efendimize münkirler böyle dememişler miydi?!.

ZİKİR

Hatırlama. Anma. Dinî anlamı ile zikir çekme. Allah’ı anma. Zikri ritüele dönüştürme ise, Allah’ın (sadece) adını sürekli bir şekilde tekrarlama. Tesbih, belli sayıda boncuk çekme. Kurduğum hiç bir cümle meramımı anlatamadı, biliyorum ve Â'raf Sûresi’nin son iki âyetinden yardım dileniyorum, son âyet Secde âyetidir. وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ إِنَّ الَّذِينَ عِندَ رَبِّكَ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ “Nefsinde tedarruan ve çekinerek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabb'ini an. Umursamazlardan olma!. Rabb'ine yakın olanlar, O'na kulluk etmekten asla kibirlenmezler; O'nu tesbih ederler ve O'na secde ederler.” Vezkür = Zikret; Rabbike = Rabbini; fî Nefsike = Kendinde. Kendi kendine. Nefsinde. Benliğinde. Özünde/n. Kendi başına. Nasıl? 'Tadarruan' = İçten. Yalvara yalvara. Yakararak. 'Ve Hîfet

MELE-İ A'LÂ

İlâhî tecellinin ilk ortaya çıktığı yer. Mirâc’ın en yüce noktası. Allah’a en yakın olunan mertebe. Bu kavram tamlama olarak Kitâb’ta iki yerde geçer (Saffat, 8 ve Sâd, 69.) ‘Mele’ kelimesi ise ‘önde gelenler’ anlamında 22 yerde geçer, genelde şımarık azgınlar demek olan ‘mütref’ kelimesi ile beraber kullanılır. ‘Mele-i Âlâ’ Allah'ın belirlediği yüce makamdır. İnsanlar da kendilerine göre yüce makam/lar belirlerler ama onların bihükmü yoktur. Kimi âlimler “mele”yi, yüce meleklerin makamı diye anlamışlardır; kelimenin semantik anlamı ‘şeref ve itibar’ demektir; âlâ ile beraber bu kavram, “çoook yüce şeref/itibar makamı” anlamına gelir. İnsanlar içinde bu makam, Mirâc’ta sadece Efendimize nasip olmuştur. Varlık, aşama aşama bu yüce makamdan aşağı doğru iner; düşüncede de bu iniş söz konusudur; şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki salt düşünce ile bu makama çıkılamaz; düşünce, salih amelle takviye edilmelidir. Urvet-ül Vüsqâ (sapasağlam kulp), Hablullah (Allah’ın ipi) = Vahy, kişide haya

DÜŞÜNCE UFKU

Düşünceye sınır (ufuk) çizilemez; ufuk ise gök ile yerin görüşte/bakışta birleştiği en son sınırdır. Düşünce geriye de gider -buna tedebbür-; ileriye de gider -buna da teemmül denir-; tefekkür, tezekkür, tefaqquh, teaqqul gibi kavramların hepsi düşünme olarak dilimize çevrilir. Herkes aynı düzeyde düşünmez/düşünemez; kiminin ufku dar kimininki geniştir, arada biçook sıralamalar bulunur. Düşünceye değer de yüklenir, o zaman da düşünce, karanlık düşünce ve aydınlık düşünce diye ikiye ayrılır. Biz düşünceyi genelde dış dünyanın zihne yansıması (taşınması) olarak tanımlarız ama zihin berrak değilse (karanlıksa), düşünce de kararır, berrak ise de aydınlanır. Kişiye zihin berraklığını iman verir. İman, iç ve dış dünyayı Yaratan'a güvenmek, O’nun Nur'u ile hayata ve olaylara bakabilmektir; O (Yaratan), Es-Subhân ve El-Kuddus ve En Güzel (Hüsnâ) İsimlerin Sahibi olduğundan O’nda zerre miktarı ‘karanlık bir nokta’ bulunmaz/olmaz. Kişide iman olmazsa kişi, düşünce karanlığından kurtulama

AKIL

Büyük nimet. Kiminde pasif kiminde aktif ama herkeste var, deliler hariç. Kitâb, kullanılmayan aklı çöp sayar, “aklını kullanmayanların mâ’nevî pisliğe (rics) mahkûm olacağını” söyler. (10/Yunus, 100.) Akıl konusu kadim filozoflardan bugüne felsefenin en temel, en önemli konusudur. Plotinus’de akıl nous’dur; nous âlemi idare eden akıldır, Tanrı’dır ya da Tanrı'dan ilk çıkan varlık, Akıldır; ona Küllî Akıl (da) denir, (sonra) Onun bir kısmı ya da prototipi nefse/insana yüklenmiş/üflenmiştir. Eflâtun/Platon, insandaki akla Tanrı'nın Elçisi demiştir. Hıristiyanlıkta akıl Logos’tur. Esasında akıl, modern döneme kadar dinden bağımsız değildir. Batıda yaşanan bilim-din savaşında, akıl-din ayrılmış, akıl, seküler görülmeye başlanmıştır. Bunun sonucu olarak da fizikle metafiziğin (dünya ile ukbânın, reel ile idealin vb.) bağı kopmuştur; halbuki akıl bişeyin herşeyle, herşeyin bişeyle bağını kuran “organ”dır. Sekülerizm aklı, sadece olguların birbiri ile bağını kurmakla sınırlandırmış,

PARÇALANMA YA DA KOPUŞ

20. yüzyılın hemen başında atom parçalandı; sanki onunla birlikte İslâm dünyası (insanlık) da parçalandı. Sosyal bilimciler bu parçalanmayı 1789 Fransız İhtilâline (milliyetçilik akımına) dayandırsalar da, asıl faktör Tevhîd’den uzaklaşma. Parçalanma hâlâ sürüyor, micro-milliyetçilikler (kavmiyetçilikler) her yerde baş gösteriyor; ülkeler, ırka göre; aileler, kadın-erkek ayrımına göre; bireyler/kişiler, psikolojik/ruhsal/şizofrenik olarak bölünüyor-parçalanıyor... Gidiş nereye? = Eyne-l mefer? “İnsanlar (başlangıçta) bir tek ümmetti. Allah, onlara haber verici ve uyarıcı Nebîler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında Hakk ile hükmetmeleri için onlarla beraber Kitâb indirdi. Kitâb verilenler, kendilerine apaçık kanıtlar gelmesine rağmen, aralarındaki ihtiras nedeniyle Onda anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, iman edenleri Kendi izni ile onların üzerinde ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Zira Allah, dileyeni doğru yola iletir.” (2/Bakara, 213.) Parçalanmada asıl

İMAM

İmam, insanları bir araya toplayıp onlara liderlik/önderlik, rol modellik eden kişidir. İmamlar hiyerarşik olarak aşağıdan yukarıya doğru baş imama kadar kademelidir. Baş imam ise ümmetin lideridir. Bu hiyerarşik kademede görüş ayrılığı olursa toplumsal yapı (birlik bütünlük) zarar görür. Mahalle/köy (cami) imamı mahalle/köydekileri, kasabadaki kasabadakileri, şehirdeki şehirdekileri toplar-organize eder, ülke imamına “teslim” eder; ülke imamı da dünya imamına... Bu bağlılığa biat denir. Biat sağlanamazsa düzen de sağlanamaz. Din, ülkede düzen sağlayan mekanizmadır; imam/lar da bu düzeni hiyerarşik olarak işleten-yöneten adamdır. Düzenlilik kurallarla, yasalarla ve güçle sağlanır. İmamlarda hem maddî güç (organize olan devletin gücü) hem de manevî güç bulunur; manevî güç, uygulanan kuralların referansının ilâhî olmasından kaynaklıdır. Seküler devlette bu manevî güç, ya yoktur ya da zayıftır ama düzen anlamında seküler devletin de bir dini ve imamları vardır. Her imam kendi sorumluluk b

YOLCU/LUK

İnsan, bir yolcudur; yolcu olduğunu bil(e)mezse bulunduğu yeri (dünyayı, malı-parayı, makamı vb.) sahiplenir, kimseye vermek istemez, paylaşmaz. Yolculuk biyerden biyere doğrudur (...den ...e doğru.). Geldiği ve gittiği yeri bilmek, iyi bir yolcu olmak için kâfi midir? Gelinen yer bilin(e)mese de gidilen yer bilinmelidir!. Dünya, biyerden (nereyse ora!)  geldiğimiz ve biyere gittiğimiz yerdir; bir ara-duraktır. Geldiğini bilmeyen, gideceğini de bilmez ve bulunduğu yere tapu almaya kalkar. Gelmek, doğmaktır; gitmek, ölmek (mi?). Müslüman zihin bibenzeri öldüğünde, “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” der; bu cümle, “Allah'tan geldik, yine O'na döneceğiz.” diye çevrilir; doğru çeviri : biz Allah'a aid(varlıklar)iz, (Allah'ınız ya da Allah için varız, Allah için burdayız, O’nun eseriyiz/mülküyüz!) ve (cümlede 'yine' yok!) O'na dönücüyüz/dönüyoruz, döneceğiz. (‘li’ harf-i ceri, için ve aid manası verir, ‘an’ harf-i ceri gibi den/dan manası vermez.) Dönme eylemi/

KESİN İNANÇ

Eric Hoffer’in 'Kesin İnançlılar' adlı bir kitabı var ama o kitap kitle psikolojisi ve siyaset ağırlıklı; ben, becerebilirsem malûm iki olay ve çocuk üzerinden (Musa-Hızır’daki çocuk ve İbrâhim ile Oğlu) bireysel inanç ve bu inancı kesin kılan şey üzerinde duracağım. Musa-Hızır’daki çocuk konuşmuyor, onun kim olduğunu onun adına konuşan Hızır'dan öğreniyoruz. O, ileride âsi biri olacaktı; o yüzden (şimdiden)! ölümü hak etti. O çocuğun ölüm karşısındaki tavrını (ve yaşını da) “bilmiyoruz/bilinmiyor” ama İbrâhim’in Oğlu’nun ölümü (kurban olmayı) “güzel”! karşıladığını ve yaşını az-çok biliyoruz. (Militan-Gerilla Che’nin propaganda için söylediği sözü hatırladım. Ölüm nereden gelirse gelsin, savaş sloganlarımız (davamız) yayılacaksa, ... duyulacaksa ölüm hoş geldi sefâ geldi. İnançsız olduğu söylense de Che de ölüm(ün)den/kendinden değerli bir davaya inanıyordu; kahramanlarda bu hep vardır.) İbrâhim’in Oğlu’nun ölümü karşılaması bi başka!. O, babasına (İbrâhim’e) kendi ölümü s

ÇORBA

Genelde dünyada üretilen fikirlere/düşüncelere, özelde de “İslam dünyasında” “üretilen” fikirlere/düşüncelere baktığımızda, zihinlerin, her şeyin birbirine girdiği tadı-tuzu olmayan bir çorbaya benzediğini söylemek güç olmasa gerek. Düşünce akımları... düşünceler kısa ya da uzun bir dönemde trend (moda) oluyorlar, az ya da çok (etkili ya da etkisiz) izler bırakıyorlar, kimi kalıcı oluyor kimi de kaybolup-gidiyor; kalıcı olanlar, sadece dinlerin sabiteleri, dinlerdeki sabiteler. Dinlerin değişkenleri üzerinden de bir sürü polemikler üretiliyor, değişkenler konusunda elde malzeme çok; herkes elindeki malzemeye göre kendi damak zevkine göre çeşit çeşit çorbalar yapıyor; bu değişkenler de çoğu kez sabiteleri gizliyor, sabitelere kılıf oluyor. Ne demek istiyorum? Dünya fikir/düşünce tarihi çok geniş; ben, İslâm düşünce tarihine çok genel bir bakış atarak bu “çorbanın” şöyle bir tadına bakmayı deneyeceğim. Şahsen ben, katılırsınız-katılmazsınız, Efendimiz dönemini İslâm’ının “oluşma ve olgun

AKLI TATİLE GÖNDERMEK

İnsanı, insan yapan akıl ve ruhtur (kalptir); bu iki “öğe”, insan fıtratının olmazsa olmazlarıdır. Bunlar tatile çıkarsa, insanda sadece nefs kalır; nefs de insanı/a hayvanlar gibi insiyâkî (iç güdüsel) davrandırır. Akıl, ruhla bağ/bağlantı kurarsa; ruh da Rabbi ile bağlantıyı çook kolay kurabilir, çünkü Ruh, Rabbin ‘doğrudan nefesidir’; akıl da zaten bağ kuran demektir. Araplar, akale fiilini deveyi bağlamak için kıllanırlarmış (akale cemelün). Akıl, faal olursa (çalışırsa), iş görür; ruhsuz çalışırsa da şeytânîleşir. Arapça’da ‘tıbb-ul akliyyu’ psikiyatri demektir. Psikiyatrik durum, aklın şeytanî çalışması, aklın ruhla bağlantısının kopması sonucunda oluşur. Akıl, büyük oranda buradaki (somut) ilişkileri anlamlandırırken; ruh, bu ilişkileri daha yukarı bir platforma (soyut formlara) taşır, en Soyut olan Allah’a kadar. Allah’a “Akl-ı Küll” diyenler de vardır. Akıl (ve Ruh) tatile çıkarsa kişi Allah’ı bulamaz; nefsi ile baş başa kalır. 

AKLÎ RUH

Bilebildiğim kadarıyla bu tamlama-kavramı ilk kullanan kişi, Şah Veliyyullah Dihlevî’dir. Buna benzer diğer bir tamlama-kavram da Akleden Kalp’tir. Bu kavramlar bize ne der? Bura (dünya) ile Öte’yi ayırmayın!. Pekiî, biz ayırdık mı? Ayırdık. Kimimiz sadece akıl dedi, fizik dünyaya daldı, öte dünyayı ihmâl etti ve neticede materyalizme vardı; kimimiz de sadece ruh dedi, burayı ihmâl etti, buranın sorunlarından ve kendisine yüklenen sorumluluktan kaçtı. Madem buradayız ve öteye gideceğiz; ikisine birden (belki öteye biraz daha fazla) önem vermeliyiz. Öteye önem vermek de burada mümkün, dolayısı ile burada iyi = ahlâklı ve dindar yaşarsak, iki dünyamız da huzurlu olur. Bunun yolu da hem aklı hem ruhu (kalbi) birlikte devrede tutmaktan; dünyanın ve ahiretin imarını aklı ideal = yüce değerler (=Vahy) rehberliğinde kullanmaktan geçiyor. Bu ikisi (akıl ve ruh ya da akıl ve kalp) ayrılmaz bir bütündür. Vahy, akılla anlaşılır; aklı, Vahy terbiye eder ve ona yüce hikmetler kazandırır.  “Kime Hik

HABL

Aklımıza hemen teleskop gelmesin. Âl-i İmrân 103. âyet gelsin. Ne diyor Âl-i İmrân 103?. “Hep birlikte ‘Allah'ın ipine’ (Hablullah) sımsıkı tutunun ve ayrılığa düşmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir zamanlar, birbirinize düşmandınız da O'nun kalplerinizi kaynaştırması sayesinde kardeş oldunuz. Ateş çukurunun tam kıyısında bulunuyorken, sizi ona düşmekten O korudu. İşte Allah, ayetlerini böyle açıklıyor ki belki doğru yolu bulursunuz.” وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ Ben burada sadece Habl kelimesi üzerine odaklanacağım. Habl, manevî bir ip/hat/kablodur; onunla manevî âlemlerle bağlantı kurulur; nasıl internet hattı ile internet sitelerine, veri tabanlarına bağlantı