Kayıtlar

MÜSLÜMANLARIN SERVET ve ŞÖHRETLE İMTİHANI

Bizim en büyük aymazlığımız, Rabbimiz katında malın-mülkün (zenginliğin), şöhretin, akademik, idarî, dinî ve siyasî unvanların bir değerinin olduğunu sanmaktır. O’nun için bunlar basit birer araçtır, O onlarla  bizi dener. Önemli ve değerli olan, onları Rabbe kulluğun bir aracı olduğunu bilerek kullanmaktır. Müslüman bunları böyle kullanır; kullanmıyorsa, parayı, şöhreti ve unvanı Müslümanlığına tercih ediyor demektir. Kullanmak istiyor ama kullanamıyorsa, bir an önce onlarla bağını kesmeli/koparmalı, fakirliği ve sıradanlığı tercih etmelidir. O zaman da meydan gayri müslimlere kalır denirse, ben de aradaki farkı sorarım. Yine de azıcık da olsa fark olur denirse, ben de buradaki azıcık fark, zamanla Müslümanları Müslümanlığından çark ettirir/ettiriyor; Müslümanların İslâm’la arasını açar/açıyor; o Müslümanlar, servet, rahat, konfor ve itibar ile çürür/çürüyor; derim. Azıcık tarih biliyorsam, Müslümanlar dün de bugün de servet ve şöhretle olan imtihanlarını kaybetmişlerdir; istisnalar k

ÜÇ SECDE

Üç Secde : 1) Meleklerin Âdem’e (= bize) secdesi. 2) Kardeşlerinin Yusuf (a.s.)’a secdesi. 3) Bizim Rabbimize secdemiz. Secde : Rabbin azameti (= büyüklüğü) karşısında kulun tüm benliği ile yere kapanarak, hiçliğini göstermesi, kendini “mahvetmesidir.”!. Secde, kulun Rabbine en yakın olduğu an (nokta, yer) ise, bu secde, “acâib ve harika bişey” olmalı!. İşte bu yazı, bunu ‘anlamaya yönelik’ olacak ve ‘kesin bir iddiada’! (yargıda) bulunmayacak; sadece ilk iki secdeyi, üçüncü secde ile kıyaslayacak. Secde, mescid dahil, Kitâb’ta 92 kez geçer. 14 yerde de insanlar secdeye davet edilir = Kitâb’ta 14 yerde secde âyeti vardır. A’raf, 206. Ra’d, 15. Nahl, 49. İsrâ, 107. Meryem, 58. Hacc, 18. Furkan, 60. Neml, 25. Secde, 15. Sâd, 24. Fussilet,  37. Necm, 62. İnşikak, 21 ve Alak, 19. ... Kardeşlerinin Yusuf (a.s.)’a secde etmeleri, Yusuf (a.s.)’ın çabasıyladır. Yusuf (a.s.), öyle ahlâklı bir hayat yaşamıştır ki, kardeşleri Ona secde etmek “zorunda” kalmışlardır. Ayrıntı için : Thomas Man

RÜYA-2

Rü’yanın türediği reâ fiili,  türevleri ile birlikte Kitâb’ta 328 kez geçer; rü’ya formu ise, Yusuf, 5, 43 ve 100 (43’de iki kez), İsrâ, 60, Saffat, 105 ve Fetih, 27’de 7 kez geçer. Buralarda görülen rü’yalar Allah-u A'lem, uyanıkken görülen rü’yalardır.  Ben bu kanaate, 1) Buralarda “fil menâmi = uykumda” ibâresinin geçmemesinden, ve 2) Bu rüyaların sahiplerinin “vizyon sahibi” birileri (Hz. Yusuf, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed) olması = bu rüyaları görenlerin bir gelecek planının bulunmasından dolayı varıyorum. Hz. Yusuf, 4. âyette “raeytü ahade aşera...” diyor; ‘raeytü fil menâmi = uykumda gördüm.’ demiyor ve hayatı, neredeyse bu rü’yasının gerçekleştirilmesi... İsrâ 60, Efendimize İsrâ/Mirac gecesinde gösterilen bir rü’ya = bir vizyondur ve O, o zaman uykuda değildir. Ona orada gösterilen de Kur'ân’da lanetlenmiş ağaçtır = ‘şeceratil melûne’dir. Hz. İbrâhim, evet rüyasında (Saffat, 102; orada ‘fil menâmi’ deniyor) oğlunu “kurban” ettiğini gördü, 105’deki rü’ya da, bunun g

RÜYA

Rüya ya da Rü’ya. Reâ/görme fiilinden, görülen ama uyanıkken değil uyurken görülen. Rüya uykuda görülen bişeyse (ki öyledir) ve uykuda da gözlerimiz kapalıysa, biz bu rüyayı neremizle (hangi organımızla) görürüz? ??? Bilincimizle der, en “iyi”! rüya yorumcusu Freud.  Ama uykuda bilincimiz kapalı; bilincimiz açık olsa ona uyku demiyoruz ki. = Bilincimiz uykuda kapalı olduğu için hiçbir şeyin farkına varmıyoruz. Öyleyse rüya nedir? Freud’a göre, geçmişimizde yaşadığımız ve bizi etkileyen olayların unutulup bilinçaltına düşmesi ve oradan tekrar bilincimize çıkması (imiş)!. (Yıllarca modern bilimsel masallara kandık, hâlâ da kanmaya devam ediyoruz. Freud, ölümüne yakın yazdığı kitapta -- Mûsâ ve Tektanrıcılık – tüm paradigmasının çöktüğünü itiraf eder ama biz hâlâ onu takip etmeyi sürdürürüz.) Beni etkileyen şeyi ben unutmam, onu (bilinçaltına) atmam, bu bir. Bilinçaltı denilen şey nerede de ben onları oraya atıyorum ve onlar oradan çıkıp tekrar bana görünüyor, bu iki. Burası uyku; bu uyku

HAKİKAT NEDİR?

Hakikat nedir? Hakikati “bilgi” olarak görüyorsak, bilgide bilen = özne ve bilinen = nesne olur ve hakikat, bilen ile bilenin bildiği = bilinen nesne arasındaki “uyuma = uygunluğa” tekâbül eder. Bu “uyumu = uygunluğu”, pragmatistler işlevsellik ve işe yararlık ile açıklarlar ama bilenin her bildiği ‘şey’, bilinen şeye uymayabilir, onunla uyuşmayabilir = Bilginin (dolayısıyla hakikatin) insandaki karşılığı, dışardaki karşılığına (bilinenlere) her zaman uymayabilir. Çünkü insan, şeyleri ‘aynı anda’! hem içerden hem dışardan kuşatamaz. Varlığı tek tek ve toptan (komple) kuşatan = istiva eden, sadece Rabbimizdir. Böyle olunca da hakikat, tam manası ile Rabbimizin bildiği bişeydir. Öyleyse, O’nun bildirdiği şey de hakikattir ve O’nun bize bildirdikleri ile biz hakikate yaklaşırız; O’nun dışında kimse hakikati bilemez. Biz hakikate (Hakk’ka) yaklaşabilelim diye de bize, Kitâb ve Hikmet (Kitab ile Hikmet) indirmiştir. Efendimizin yaptığı şu dua da, “Ya Rabbî!, Bana eşyanın hakikatini göster =

ZORLUK ve KOLAYLIK

Zorluk ve Kolaylık = U’sr ve Yusr Zor : Bir işin sıkıntı çekerek, güçlükle yapılması; hayatın insana ağır gelmesi; kolay ise tersi. Zorluk ve kolaylık, bunların ‘lık’ yapım eki almış (soyut isim olmuş) hâlleri. Zorluk, kimine musibetmiş = belâ imiş gibi gelir; kimini güçlendirir = biler. Maddî ve manevî olarak zayıf olanlar, zora/zorluklara dayanamaz, ağlamaya ve sızlanmaya başlarlar; güçlü olanları ise zor/zorluk daha da güçlendirir. Onlar bilirler ki her zorluk beraberinde kolaylığı getirir = “inne mea’l usri yüsrâ.” (94/5.) Hayat bir sınavsa, bu sınavda zor soruları bilenler öne geçer. (Üniversite sınavında da böyle değil midir?) Kolay soruları herkes yapar. Hayatında başına kolay işler gelenler (= konfor içinde olanlar), küçücük bir zorlukta, sıkıntıda bunalıma düşerler. Rabbimiz, insan güçlensin diye onu alıştıra-alıştıra zorluklarla sınar. Böyle bakarsak, zorluğun (da) bir nimet olduğunu görürüz; hiç zorluk çekmezsek, ‘çıtkırıldım’ oluruz. Tebük savaşında sahabelerin bir kısmı “b

HAKİKAT NEREDEDİR?

Hakikat nerededir? İçerde mi, dışarda mı, yoksa hem içerde hem de dışarda mı? Kitâb sayfalarında mı? (İnananlar için bu Kitâb, Kur'ân’dır.) İçerde olan, düşüncedir, fikirdir (inananlar için imandır) ama bu düşünce (fikir, iman), dışarıda yaşanan hayatla “uyumlu” değilse, neye yarar? Uyumlu ise, dışarı (dışarda yaşananlar) içeriyi (benim düşüncemi) belirliyor ve düşünen (inanan) ben, dışarı tarafından “kuruluyorum”; içerde ise, o zaman da dışarıyı ben “kuruyorum” demektir. Hakikat bende ise, benim fikrimin (imanımın) dışarıya bir etkisi de olmayacaksa, bendeki hakikatin; hakikat dışarıdaysa ve bana sürekli dışarı etki edecekse, benim düşünmemin (inanmamın, o hakikatin) ne değeri olabilir? Hakikat bende = benim içimdeyse ama bendeki bu hakikatin dışarıya bi faydası yoksa = bendeki bu hakikat, benim dışardaki hayatımı etkilemiyor, düzene sokmuyorsa, içerdeki bu hakikat (düşünce/fikir, iman) neye yarar?!. Hayat bir mücadele ise ve mücadele de hayatı daha düzenli (daha âdil ve daha yaşa

MUSÎBET

Musîbet : Başımıza isabet eden “kötü”! şey/ler. (Her musibet kötü değildir.) Bu yazı, 3/165, 57/22-23 ve 64/11. âyetler ışığında şekillenecek. Önce âyetler. Uhud savaşında Mü’minler mağlubiyeti tadınca, ‘bu da nereden çıktı?’ dediler. 3/165, bu soruya cevap niteliğindedir ama sadece o olaya hasredilemez. “(Bedir’de düşmanlarınız) iki misli musibete uğradıktan sonra, şimdi de siz benzer bir musibete uğradınız ve ‘bu da nereden çıktı?’ (qultüm ennâ hâzé) demeye başladınız. De ki (onlara) : ‘Sizin kendinizden = kendi eseriniz.’ (qul: hüve min ı’ndi enfüsiküm). Kesinlikle Allah her şeye kâdirdir.” (3/165) “Yeryüzündeki ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibeti, Biz (o musibetler yeryüzüne ve size isabet etmeden) onları yaratmadan önce onu (onları) bir Kitâb’ta yazmış olmayalım (= onlardan haberdar olmuş olmayalım = hepsinden haberdarız, hepsi bilgimiz dahilinde.) Bu, bize göre kolaydır. (Bu niye böyle?) Elinizden çıkana (kaybettiklerinize) üzülmeyesiniz; Bizim size verdiğimiz nimetlerl

TATMAİNN-ÜL QULÛB

Tatmainn-ül Qulûb : Kalbin mutmain olması. Kalbin hâlleri ne ola ki, tatmine ersin? Kalp, oraya-buraya dönen; sürekli değişen; insana sürekli değişik “heyecanlar” yaşatan, bitürlü istikrara kavuşmayan... Tatmin, güven, huzur, rahat; ‘tamam deme’ hâli. Kalbin tatmini, artık onun (kalbin) sağa-sola, ona-buna akmaması, bişeyde ve biyerde karar kılması, tamam demesi; ne yaptığını ve niçin yaptığını bilmesi. Herkeste kalp var; herkesin kalbinde çeşitli duygular, istekler var. Kimi onu, kimi şunu (para-pul, mal-mülk, makam, kadın-kız, vs.) ister ve isteklerini gerçekleştirmek için çabalar, onların uğruna ölümü bile göze alır. Kalbimizdeki tüm istekler (duygular), “Allah’ı Zikir ile Allah’ın Zikri ile” tatmin oluyorsa, huzura ermişizdir. “elâ bizikrillahi tatmainnül kulûb.” (13/28.) Bu, tüm isteklerimizi terbiye etmenin tek ve en emin yoludur. Kimlerdir o huzura/tatmine erenler?  Âmenû olanlar = İman edenler ve salih (iyi, doğru ve güzel) işler yapanlar. (13/29) Para kazanmayanlar değil, para

YASİN-6

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin-6 Görmediler mi (anlamadılar mı), Biz onlara kudretimizle davarlar (= nice nimetler = enâmen) halk ettik = yarattık, onları kendilerinin emrine verdik (fehüm lehâ mâlikûn). (İsteseydik, onlara mâlik olamazlardı.) Bütün nimetleri onlara boyun eğdirdik, hayvanları evcilleştirdiler, onların etini yiyor, sütünü içiyor, onlarla yük taşıyorlar ve onlara biniyorlar... ama hâlâ şükretmiyorlar.  Üstelik bir de (bütün bunları başkaları yaratmış gibi) Allah’tan başkasına/başkalarına kulluk ediyorlar ve Allah’tan başka taptıklarından yardım dileniyorlar!. Onların (o taptıklarının) onlara yardıma gücü yetmez; aksine onlar, onlar için hazır askerdirler. (Ey Rasülüm!.) Sen onların sözlerine (ileri-geri konuşmalarına) üzülme!. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.  O (onlar) Bizim kendilerini bir damla sudan = nutfeden yarattığımızı unuttu/lar da Bize apaçık hasım (başımıza düşman) kesildi/ler. (Küstahça) Bize ders (misal) vermeye kalktılar. Dediler

YASİN-5

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin-5 Pekiî Elçileri, gönderilenleri (Mürselîn’i) dinleyen ve onların dediklerine göre bir hayat yaşayan cennetlikler ne yapıyor?  Çook zevkli bir meşguliyet içerisindeler, (fî şuğulin fèkihûn), zevk-ü sefâdalar. Eşleri ile koltuklar üzerine kurulmuşlar. İstedikleri her şey emirlerinde, önlerinde; harika meyveler, yiyecek-içecekler, ne isterlerse... Onlara Rahîm Olan Rablerinden ‘Selâm da (= Esenlik dileği de) var. ... Ey günahkârlar = mücrimler!, siz şöyle bi ayrılın bakıyım!. Ey Âdemoğulları!, Ben size şeytana (şeytanlaşmış insanlara ve putlara) kulluk etmeyin/tapmayın, o (onlar) sizin apaçık düşmanınızdır; sadece Bana kulluk edin, demedim mi; (zamanında) sizden de böyle yapacağınıza/yaşayacağınıza dair bir ahid/söz almadım mı?!. (Ama siz ne yaptınız? Sözünüzde durmadınız.) O şeytan da sizleri (sizler gibi biçook nesli) yoldan çıkardı (ve buradasınız)!. Buraya düşeceğinizi hiiç düşünemediniz mi?!. (Öyleyse), İşte size va’dedilen cehennem!. Dün şeytana ve adaml

ŞEYTANIN SORULARI

Şeytan bizim içimizde ise, onun soruları bizim de sorularımızdır. O soruları kendimize sormadan ve onların yanlışlığına “inanmadan”!, içimizdeki şeytanı yenemeyiz ve kendimizi o şeytandan (kötülüklerden) uzak tutamayız. Önce şeytan kim, onu tanıyalım. Şeytan, Rabbine = Allah’a inanan ama O’na (= Allah’a) itaat etmeyen bir “figürdür”!. Ma’lum âliniz, Rabbimiz şeytana ‘Âdem’e secde et! emrini verince, ben Sen’den başkasına secde etmem; üstelik benim secde etmemi istediğin, benden düşük biri’ (beni ateşten, onu topraktan yarattın), demişti. Ara not : Biz de Allah’a inanıyoruz ama biz de (çoğumuz da) Allah’a itaat etmiyoruz; yâni biz de şeytan gibi davranıyoruz. Şeytan, itaat etmeyince kovuldu = recm edildi ve râcîm ‘ünvanını’! aldı; biz de onu kovarken Allah’a sığınıyor, onu kovmak için ‘eûzu billâhi min’eş şeytân’ir racîm’ diyoruz. Şeytan kovulunca boş durmadı; Rabbine = Rabbimize : ‘Bak!, benim haklı olacağımı göreceksin; benim secde etmemi istediğin o Âdem (insanlar) var ya!, onların ç

EN İYİ DÜNYA!...

Gazalî ve Leibniz gibi düşünürler, bu dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olduğu kabul ederler; daha iyisinin mümkün olamayacağını söylerler; Nietzche buna itiraz eder, kötülüğün (şeytanın, haksızlığın, zulmün) olduğu bir dünya, iyi bir dünya mıdır, diye sorar. Bu, şu demektir : Dünyada kötülük (şeytan) olmasaydı, bu dünya daha iyi olmaz mıydı?!. O zaman bu dünya cennet olurdu; cehenneme, akla, iradeye ihtiyaç kalmazdı... herkes robottan/makinadan farksız olurdu ve insanlar, emek vermeden/hak etmeden cennette bulunurdu... Burası = bu dünya, mümkün dünyaların en iyisi değildir, geçici bir sınav (deneme), iyiyi-kötüyü belirleme, onları birbirinden ayırma dünyasıdır. En iyi dünya, ötededir; orada kötüler iyilerden (kötü iyiden) ayrılacak; kötülere kötü bir dünya; iyilere de iyi bir dünya sunulacaktır.

YASİN-4

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin-4 Onların nesillerini (zürriyetlerini) dolu bir gemide (analarının rahminde) taşımamız da bir âyetti; yine onun gibi gemiler (araçlar ve dünya) yapmamız da. Dileseydik, onları oralarda (ana rahminde ve o gemilerde) boğardık. (Onları yerin dibine de geçirirdik.) O zaman onların oralardaki feryatlarını kim duyabilir; onları kim kurtarabilirdi?!.  Tarafımızdan bir rahmet (merhamet) olmasaydı; onları belli bir süre yaşatmak istemeseydik!.. (böyle de yapardık). Durum böyleyken onlara, “korkun!” (ibret alın!) da size merhamet edilsin diye âyetlerimiz kendilerine hatırlatıldığında = okunduğunda, ondan yüz çevirirler (umursamazlar). Onlara Rabbinizin size rızık (geçimlik) olarak verdiği şeylerden “verin!” dendiğinde, Rahmân’ın doyurmadığını biz mi doyuracağız, (= O’nun vermediğine biz mi vereceğiz), siz apaçık bir sapıklık içindesiniz, derler. Yine onlar, bu sözünü ettiğiniz azap ne zamanmış diye de sorarlar, o hesabı da hesaba katmazlar, onunla alay ederler, onu da

YASİN-3

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin-3 Pekiî o âsî, azgın kavme (topluluğa) ne oldu, onlar bu dünyaya kazık mı çaktılar? Hayır. Onlar (o kavim) için bir ordu indirmedik = göndermedik; yaptığımız sadece bir sayha = “sayhaten vâhıdeten”, o sayha onları mahvetti, sönüp gittiler (hàmidûn; noktalı ha). Hamd etmeyen, hâmid olmaya mahkûmdur. Yazıklar olsun o kullara ki, kendilerine bir uyarıcı geldiğinde ona kulak vermezler, onu (onları) ciddîye almazlar ve onunla (onlarla) alay ederler. Görmediler mi (bilmiyorlar mı), bu yüzden kendilerinden önce nice nesiller helâk edilmiştir; onlar kendilerine geri de dönmüyorlar.  (Ne oldu onlara, nereye gittiler onlar?...) Bize (Bizim Yanımıza = Huzur’umuza) geldiler = getirildiler. (Hepsi Yanımızda hazır = “...ledeynâ muhdarûn”.) ... (Onlar ölünce yok olacaklarını sanıyorlardı.  Bizim ölü toprağı dirilttiğimiz gibi onları da dirilteceğimizi bilmiyorlardı. Oysa,) ... Ölü arz (toprak) onlar için bir âyetti = “ve âyetün lehümül ardul meyte.” ama onlar ondan/o âyett

İRADE

Doğru ve yerinde kullanılırsa büyük nimet irade; insanı insan ve özgür yapan “şey”!. İnsanın iradesinin elinden alınması nasıl bir “şey” diye düşünürken, imdadıma Nebe, 38. âyet yetişti. 31 ilâ 40 arası âhiret hâllerini anlatır ve 38. âyet : “lâ yetekellemûne illâ men ezine leh’ür Rahmân’u ve kâle savabâ.” der. Hesap günü Rahmân’ın izin verdiği kimselerden başka konuşan olmayacak; konuşan da doğruyu konuşacak.” Ben bu âyetten, o gün, buradayken = şimdi, iradelerini yanlış kullananların iradelerinin (zorla)! geri alınacağını, orada yanlış konuşma imkânlarının bulunmayacağını anlıyorum. Siz ne anlıyorsun?!. İradenin insandan zorla geri alınması, onu insanlıktan çıkarmaz mı?!. Burada iradelerini yanlış (= kötü söz ve işlerde) kullananlar, çook iyi düşünmeli; yoksa insanlıktan çıkacaklar!.

YASİN-2

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin-2 Onlara o kasabanın meselini (hikâyesini = ne yaptılar da ne başlarına geldi) anlat!. = “vedrıb lehüm meselen...” Biz onlara Elçiler (bir, iki, üç,...) göndermiştik. “iz erselnâ ileyhim’üs sneyni (isnâ = iki); onları yalanladılar; üçüncüsünü de gönderdik = “fe azzeznâ bi sèlisin.” (sélis = üç); onu da yalanladılar. (hatta öldürdüler). Onlar : “Siz/ler de bizim gibi birer beşersiniz; Rahmân da bişey indirmiş değildir, yalan söylemeyin!. (Sizler yalancılarsınız; sizi gidi yalancılar sizi!) (dediler). Elçiler : “Bizim gönderildiğimizi (Elçi olduğumuzu) Rabbimiz biliyor. ‘Rabbünâ ya'melu innâ ileyküm leMürselûn.’ Bizim görevimiz apaçık gerçeği tebliğdir.” (dediler). Onlar (o kasaba/şehir halkı) : Sizin yüzünüzden başımıza uğursuzluk geldi, (işlerimiz, düzenimiz bozuldu). Eğer bu işten (bu davadan) vazgeçmezseniz, Sizi taşlarız (recm) = yurdumuzdan süreriz = öldürürüz (lenercümenneküm), işkence ederiz = "min azébin elîm." (dediler). (Tüm beyinsizle

YÂSİN

Kur'ân’ın Kalbi : Yâsin  Yasin, Mushaf’ın 36. suresi, altı sayfa, 83 âyet. Nasip olursa her sayfa bir yazıya konu olacak ve bu başlık altında altı yazı yazılacak. Daha önce blogumda “Özet Yasin” başlığı altında bir yazı yazmıştım (21 Eylül 2021 tarihli blog); şimdi biraz daha tafsilâtlı yazacağım. 1.) Ya ve Sin, Huruf-u Mukatta. Ya’nın, Ey’e, nidâ’ya; Sin’nin, Yas, tasa, üzüntü’ye tekâbül ettiği de söylenir. Sûre, Efendimizin en üzüntülü döneminde (= hüzün yıllarında) inmiştir. 2.) Vel Kur'ân’il Hakîm. Ve, yemin vavı. Kesinlikle bu Kur'ân Hakîm’dir. Şimdi Onu kimse dikkate almıyor, Sen üzülüyorsun...  3.) Sen de gönderilmiş (Benim gönderdiğim) Elçilerdensin. “inneke lemin’el mürselîn.” 4.) Dosdoğru bir yol üzerindesin. “alâ sırat-ın müsteqîm.” İstikametin doğru. Yaptığın işler de doğru. Niye üzülüyorsun? Üzülme!... 5.) Azîz ve Rahîm Olan’ın indirmesi (göndermesi)... “tenzilel aziz’ir rahîm.” İndirilen, Kitâb (Kur'ân); gönderilen, Sen’sin. Bu Kitâb Seninle gönd

ZATEN

Zâten, bir zarf. Bu zarfı bir cümlede kullanırsam, ‘O (onlar) zaten öyleydi.’ Onun tabiatı b/öyleydi, b/öyle olacaktı, anlamında; bu zarf, geriye de ileriye de gider. Zarflar, yer, zaman ve durum bildirirler; edatlarla da kendilerini güçlendirirler. Bir cümleyi, bir metni iyi anlamak, edatları ve zarfları iyi anlamaya da bağlıdır. ... Fatiha Suresinde bulunan, li = için, iyyake = sadece Sana, ellezine = ş/öyle, gayr = değil/hariç ve lâ = hayır/değil gibi harf-i cer, edat ve zamirlerin anlama etkisi çook güçlüdür; Kitâb’ta kad, inne, en ve enne edatları kesinlik ve vurgu bildirirler; bazen de ‘bel’ (belki) ve zaten anlamında kullanılırlar. “bel ekseruhum lâ yu’minûn = zaten onların çoğu inanmayacak.” (2/100.) gibi. İnanmayacaklarını Ben biliyorum, o yüzden = zaten bu yüzden, (Ben) onların canını aldım = hayatlarına son verdim. ... Böyle bir cümleyi Rabbimiz kurabilir ama biz asla kuramayız. Bizim zaten ile kurduğumuz cümleler şöyle olabilir : O, zaten öyle biriydi. Onun zaten öyle olaca

SUSKUN YIĞINLAR

Sessiz yığınlar diyecektim, Jean Baudrillard’den (sanırım, jon bodriya ya da Bodril diye okunur; önemli bir sosyolog ve felsefecidir; vefatı : 2007'dir.) intihal olmasın diye suskun dedim. Onun “Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu" kitabını Toplum ve Medya ile (= İletişim ile) az-çok ilgilenen herkes okumalı. Bu yazıyı yazarken aklımın bir kenarında o kitap da var; o kitap sessizliği anlatır ama nedenlerine pek değinmez; ben bu yazıda biraz da olsa nedenlere değineceğim. Bordil, sessizliği tepkisizliğe benzetir. Bu sessiz yığınlar, alırlar, alırlar (izlerler = seyrederler = görürler = şahit olurlar) ama ses = tepki vermez, ellerini-kollarını kıpırdatmazlar; onların gördükleri sadece istatistikî veridir, kim çok izlemiş, kim çok beğenmiş = beğeni almış vs... onlar için çook = hergün izlendiği için vahşet, dehşet, şiddet, savaş, vb. şeyler sıradandır/sıradanlaşmıştır... Simulakr kavramı da Bodril’e aittir; Simulakr : Kopyanın kopyası. Taklit. Kapalı, sanal bir devre (s

ETKİLİ İLETİŞİM

Etkili iletişim için biçook model var ama aralarında en etkilisi sanırım Dell Hymes’in S.P.E.A.K.I.N.G Modelidir. S : Setting. İletişim ortamı, içinde bulunulan durum. Sahne. P : Participants = Katılımcılar. İletişime katılanların sayısı ve özellikleri. E : Ends. O iletişimle varılmak istenen amaç ya da amaçlar; bu, niyeti de kapsar. A : Acts. Aktiviteler, edimler. Sözün ya da yazının (mesajın) içeriği ve kullanımı; o mesajı sunanın giyinişi/görünüşü, mimikleri dahil. T : Ton ya da tını, mod. Mesajı sunanın sunuş biçimi; mesajı kullandığı dile hakimiyeti, kelimelere yaptığı vurgu; vs. I : Instrumentalities. Kullanılan araçlar. Mesaj aktarılırken söz (tlf) mü, yazı (şifre, pusula) mı, mektup mu, mesaj = SMS mı, gazete mi, dergi mi, tv ya da internet mi kullanılıyor?... N : Norms. İçinde bulunulan toplumun bireysel, toplumsal, siyasal ve ahlâkî kuralları. Ne, ne kadar, nereye kadar söylenebilir, sınır nerede başlar, nerede biter?... G : Gender = Tür. Mesaj, hangi edebî türde/türle (şiir,

YARATMA

Fatara (Fıtrat). Haleqa (Hilkat). Ceale (Ca’l). Bedee (İbdà). İnşâė (Neş’et)... hepsinin anlamı yaratma. Fatara (Fıtrat) : Yarma. Yararak yaratma. Haleqa (Hilkat) : Yaratma. Ceale (Ca’l) : Yaratılan şeylerden yaratma.  Bedee (İbdà) : Örneksiz = modelsiz yaratma. İnşâė (Neş’et) : Daha çok bi canlıyı yaratma, ona hayat = canlılık verme. (Parantej içi kullanımlar, isim hâlleri. Hilkat : Yaratış. Yaratılış. Neşet : Hayat. Canlılık gibi.) Hangisi hangisinden önce bilemiyoruz!. Belki de bilemeyeceğiz. Kitâb’ta hepsine dair izler sürdüm, kafam karıştı; bilen biri varsa ve yardımcı olursa sevinirim. Bu kafa karışıklığını şuna yordum = şöyle yorumladım : Ey haddini bilmez adam!, sen kimsin de yaratılışı öğrenmeye çalışıyorsun, ilâhlığa mı gözünü diktin?!. Bu yüzden vazgeçtim ama aklım hâlâ orada takılı kaldı. Bu akıl beni ya yoldan çıkaracak, ya da temelli yola getirecek; yoldan çıkarma, yolda olmayı gerektireceği için, yola getirecek diye umuyorum!. Dikkat!, aklın yemi = arpası fazla gelir ve

EKMEK ve SU

Çeşmeden akan Su, sofraya gelen Ekmek Akıl, parça parça ve dağınık görünen  görüntüleri = fenomenleri birleştirir; olaylar, olgular da böyledir. Zihnimiz = aklımız, bağ kuran = birleştiren organımızdır; Araplar aklı, bağlamak anlamında kullanırlar. Önce deveyi bağla, sonra tevekkül et!.” derler. =  إعقلها ثم توكل !  Bu birleştirme bazen geriye doğru, bazen de ileriye doğru olur; ikisi birden olursa mükemmel olur. Geriye doğru birleştirme, nedeni = sebebi bulmaya; ileriye doğru birleştirme ise, niçin’i (= amacı/anlamı) bulmaya yardım eder ama en sonunda neden ve niçin birleşirler. ... Musluktan akan suyun, sofraya gelen ekmeğin, giydiğimiz gömleğin, vs. geriye ve ileriye doğru izi sürülmezse, kıymetleri de bilinmez. Su, belki de en mübarek nimettir; onun bize ulaşması için tüm yeryüzü ve tüm gökyüzü seferberdir; ekmek için de (her şey için de) bu böyledir. Biz ise, suyu bize getirenin ASKİ ya da İSKİ olduğunu düşünürüz!. Ekmeği fırından ya da marketten alırız; vs... Buna “akıl tutulması

SENİN İÇİN!

Bu kâinat senin için... Bu ana-baba, kardeşler, arkadaşlar senin için. Tüm bu meyveler, sebzeler, ekinler, ekmekler senin için. Yağmur senin için yağıyor, güneş senin için doğuyor... ... İlkokuldan, üniversiteye tüm bu okullar senin için. Yapılan tüm yayınlar (dergi, kitap, televizyon, vb.) senin için yapılıyor.  Çekilen tüm videolar, filmler senin için çekiliyor. Yazılan tüm yazılar, senin için yazılıyor; söylenen tüm sözler senin için söyleniyor... ... Senin biseçim yapman için!. ... Sana “söz dinletmek” için. Seni “yönetmek” için. Seni “tüketici etmek” için. Seni “kendilerine kul etmek” için. ... Kimi dinlemek istersiniz?!. Kim tarafından yönetilmek istersiniz?!. Kim tarafından “tüketilmek” istersiniz?! Kimin kulu olmak istersiniz?!. ... Karar sizin.  ... İllâ ki “kul olmak” zorunda mıyım?, diyorsanız; o zaman, olabiliyorsanız “efendi” olun. Herkesin efendisi olmayı kolay mı sanıyorsunuz?!. Herkesin ve her şeyin Efendisi, Rab’dir.  O Rabbe kul olmayı reddedenler, kullara da kendiler

UYANIKLAR!

Uyanıklar, kendilerini uyanık zannedenler, rüyada olduklarını bilmiyorlar; onların uyanıklığı rüyadaki uyanıklık; onlar, rüyadan uyanınca, uyanık olmadıklarını anlayacak ama bi türlü uyanamıyorlar, hep rüyada yaşıyorlar; uyanıklık taslıyorlar. Belli ki onları uyandıracak olan, sadece ölüm!. Başlarından o kadar bâdireler (hastalık, deprem, sel, vb.) geçiyor ama sadece gözlerini açıyorlar, yine uyuyorlar. ... Bu notu, WhatsApp Durum’a attığımda, söz (kelime) oyunu olarak yorumlayanlar oldu, özellikle bu notu medya ninnileri ile derin ve katmanlı uykuda olanlar iyi düşünsün. Kendilerini uyanık zannedenlere ayrıntılı izahat için Matrix film serisi tavsiye olunur.

TANRI'YA YAK/IN/LAŞMAK

Bizler “katışık” varlıklarız, Tanrı ise “saf” Varlık’tır = Samed’dir ve Tek Bir’dir; ikilik (üçlük, beşlik...), katışıklıktır. Bizler, içimizdeki katışıklıkları (= saf olmayan yanları = kötülükleri) terk ettikçe (= saflaştıkça) Tanrı’ya yak/ın/laşırız. “kad efleha men tezekkâ.” Kim temizlenir, kötülükleri terk ederse felâh bulur, kurtulur.” (91/9) ve O’na yak/ın/laşır.

NUMENAL & FENOMENAL

Numenal : Görünmeyen, bilinmeyen. Fenomenal : Görünen, bilinen. Gaybî & Şuhûdî. Aradaki alanlar, hayalî/tasavvurî. Kapalı bir sistem, kendi içindeki enerjisini tüketince, çöker. Allah-u A'lem kıyamet, bu şekilde gerçekleşecek; yâni kâinatın Rabbi ve Hayy-el Qayyûm Olan, ona olan desteğini çekecek. Açık sistem, Hayy-el Qayyûm Olan’a bağlıdır. (Geniş bilgi için, Thomas Kuhn, Jeremy Rifkin ve Ted Howard’ın kitaplarına bakılabilir.) Entropi yasası ve evrenin genişlemesi, evrenin kendi kendine yetmeyeceğine işarettir. Fenomenal dünya, numenal dünyaya; her iki dünya da Hayy-el Qayyûm Olan Allah’a muhtaçtır.

İÇERDE & DIŞARDA

Somut anlamı ile içeri, bir yerin = bir mekânın içinde olmayı; dışarı da o mekânın dışında kalmayı; soyut, fikrî ve dinî anlamıyla ise, bir fikre/görüşe ve dine dahil olmayı veya onun dışında kalmayı ifâde eder. Dine de hem girilir hem çıkılır. Dinin içinde olmak, din ‘dairesine’ (!) girmeyi; dinin dışında olmak da o daireden çıkmayı ifâde eder. Dışardakiler, içine girdikleri “şeyi” dışardan; içerdekiler de, içinde bulundukları “şeyi” içerden keşfederler. Dinin dışındakiler (veya dine henüz girmemişler), o dinin dışını “câzip” buldukları için girmeyi isterler. Dinin dışı, dindarların = o dinin içindekilerin amelleri = sözleri ve davranışlarıdır. Dinin içindekiler, içinde bulundukları dinin dışına çıkmak istiyorlarsa, o dinin içindekilerde = dindarlarda ve o dinde = o dinin ilkelerinde aradıklarını bulamamışlar!, demektir.  ... Dinin içinde kalarak da dindarlardan ayrılmak mümkün müdür? Mümkündür. Din buna hizb (hizipleşme) der ve bunu/bu durumu hoş görmez. Çünkü dinin içinde olup dinda

HATIR/A

Hatıra : Anı. Hatırlanan ve hatırlanması için verilen. Yaşanmış ve zihinde yer etmiş acı-tatlı olaylar, o olayları anma. Ve akılda kalmak, unutulmamak için verilen hediyeler, ikramlar. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur. Okuduğum ilk kitap hâlâ hatırımda. Onun ilk adımlarını atışını = yürüyüşünü çook iyi hatırlıyorum. Bu saat (rahmetli bir) arkadaşımdan hatıra. vb. Hatır, olumlu izlenim, olumlu hatıradır. Hatırlı kişi, saygı duyulan kişidir. Olumsuz hatıralar, yaşanan/yaşanmış kötü olaylardır.  Hatıralar, geçmişte yaşanan olaylardır ama onlar bugünü de geleceği de etkilerler; belirlerler, demiyorum, etkilerler. Gidin!, çocukluğunuza, gençliğinize, yaşadığınız ilklere... bugün yaşadığınız hayatı onlarla karşılaştırın. Nereden nereye gelmişim, ne olmuşum... diye sorun kendinize. Bakın eski albümlere!. Ve geçin aynanın karşısına!. Görün sizdeki komple (fiziksel ve duygusal) değişimi. Hatırlayın ilk hayallerinizi, hedeflerinizi; karşılaştırın onları şimdiki hâlinizle... ... Bizim haf

DÜNYA

Kasıt, dünya hayatı. Sözün bağlamı ve merkezi kaybolmasın diye, önce âyeti vereyim ve söyleyeceklerimi bu bağlama oturtmaya çalışayım.  “ı’lemû!, innemel hayâtü’d dünya : laibun ve lehvün ve zîynetün ve tefâhurun beyneküm ve tekâsürün fil emvâli vel evlâd... Bilin ki!, muhakkak dünya hayatı (anlamını = Yaratıcı’sını unutanlar için) oyun, eğlence, gösteriş, yarış (rekâbet), mal ve evlâtla övünmedir...” (57/20.) ... Niye burada olduğumuzu unutmuşsak, dünya hayatı yukarıda sayılan beş özelliktir; unutmamış = hatırlamışsak, müthiş bir güzelliktir ve bu güzellik ölünce (bu dünya terk edilince) de sona ermeyecektir!. Anlam, bilen için en müstesnâ güzelliktir; anlam, kulluktur. Anlamsızlık, insanı ‘şeyleştiren bişeydir’; insan şeyleşince, şeylerle (oyun oynayarak) oyalanır, onlarla gösteri/ş yapar, övünür, onlara (şeylere) tapar. Anlamlı (= Allah’lı) yaşayanlar için, “mağfiret ve Rıdvân = ve mağfiretün minelAllah’i ve Rıdvân”; anlamsız (= Allah’sız) yaşayanlar içinse, “çook şiddetli bir azab

UNUTMA ve HATIRLAMA

Unutma, öğrendikten sonra olan bişey; hatırlama ise, unutmanın ortadan kalkması, öğrenilenin geri gelmesidir; ma’lum hâliniz, ikisi de hafıza ile ilgilidir. Tabula rasa kavramını duymuşsunuzdur. Bu kavramı felsefeye John Locke kazandırmıştır; kavram, neredeyse zihin felsefenin başat kavramı hâline gelmiştir. Boş ya da beyaz sayfa demektir. Bu kavramı ortaya atanlar ve arkasında duranlar, zihnimizin doğuştan bomboş ve tertemiz olduğunu, onun sonradan dolduğunu (kirlendiğini) söylerler. Zihnin dolması, öğrenme yoluyla olur. Öğrenmenin nasıl olduğuna, yanlışlığına-doğruluğuna girmeyeceğim. Şayet bişey öğrenmeden bomboş dünyaya geliyorsak, öğrendiklerimizi burada öğreniyorsak, bambaşka; bişeyler öğrenerek gelip, burada unutuyorsak, bambaşka bir “dünya görüşüne = paradigmaya” sahip oluruz; biz bişey öğrenmiyor, bizim adımıza birileri öğreniyor ve o bilgilerle bizi yönetiyor/güdüyorsa da çok daha bambaşka... Konu, unutma ve hatırlama; dağılmadan öğrenme kavramına döneyim. Tüm öğrendiklerimiz

BİLİM-DİN KARŞITLIĞI

Temelde bu karşıtlık, akıl-kalp karşıtlığına dayanır. Bir adamın aklı kalbi ile çatışırsa (aklı kalbine karşıt olursa), o adam rahat edebilir mi? Bilim = akıl : Arama, araştırma ve bulmadır. Bilim/in = akıl/ın, bulduğu bilgilerden kalp tatmin = mutmain = emîn olursa, akılla kalp = bilimle din birbirine karşıt olmaz ve çatışmaz ama bilenimiz, bildiğinden emin değil; dindarımız da bilmiyor ve bu karşıtlık da sürüüüp gidiyor.

ÂDEM & ÂDEMOĞLU

Âdem, aslında taâ ilk başa gidersek, toprak bile yokken, adem’den = yokluktan yaratılmışti bivarlıktır; sadece Allah Varken, hiçbişey ve hiç kimse yoktu; çünkü ‘o zaman’ (zaman da yoktu!) Var Olan, sadece Allah’tı, Allah’tan başka hiçbişey yoktu ama bu yokluğu ve Allah’ın Varlığını Âdem’den başka kimse de bilemezdi; bunu bilmesi için Allah Âdem’i yarattı ve Onun soyuna da Âdemoğlu (= benî âdem) dedi. Âdem (= insan), “mutlak varlık” değil, ‘sonradan’! “yoktan yaratılmış”! (görece) bir varlıktır. Âdem, bunu bilmez de kendine bir “mutlak varlık” atfederse, “yanlış” yapar, “ulûhiyet iddiâsında” bulunmuş olur. Yoktan yok çıkar. Eğer başlangıçta hiçbişey olmasaydı = “yok” olsaydı (= yok, yoktur), hiçbişey olmazdı; bu yüzden “yok olmayan = El-Hayy-el Qayyûm Bir Var’ı =  Bir Varlık’ı” kabul etmek zorundayız; aksi hâlde yoktan = yokluktan varlık çıkarmış oluruz. Bizim, Allah Âdem’i yokluktan = adem’den yaratmıştır sözümüz, mutlak bir yokluğa tekâbül etmez; aksine, kategorik ve ontik olarak BAŞK

İ'TİRAF

İ’tiraf, (inananlar için) Tanrı hariç, kendimizden başka hiç kimsenin bilmediği ve kimseye söyle(ye)mediğimiz bir gerçeği veya suçu/günahı, (dayanamayıp artık) birilerine ifşâ etmek, söylemek ve rahatlamak!. İ’tiraf da bir bilgidir; bu bilgide, bilen de bilinen de kişinin kendisidir. (Normal) bilgide bilen bensem, bilinen sensin; yani bilgide, özne-nesne ayrımı varken; itirafta, özne, nesneyle aynı olmuştur, kişi kendini bilmiştir. İ’tiraf, arefe’den, irfan’dan, iftial babından türeyen bir kelime; kişinin kendi hatalarının ve sevaplarının farkına varması ve bunları bir başkasına söylemesi demektir. Bizde kendini bilmeye = irfana değer verilir, vurgu yapılır da, i’tiraf geleneğine pek rastlanmaz. Niye? Yapılan iyilikler söylenirse kişi şımarır, gurur ve kibire kapılır; kötülükler söylenirse = herkes kötülüklerini söylemeye başlarsa, meğer bu kötülükleri sadece ben yapmıyormuşum, herkes yapıyormuş demeye başlanır ve o kötülükler sıradanlaşır, bu bakımdan bizde itiraf geleneği neredeyse h

SELÂM

Selâm, İslâm, Selâmet, Silm, Teslim, Teslimiyet ve Müslüman, hepsi aynı kök, aynı kelime. Selâm deyince aklımıza birbirimize verdiğimiz ve aldığımız ‘Selâm’ün Aleyküm ve Aleyküm Selâm’ sözü gelir. Bu söz = Selâm, bir barış (çatışmasızlık, huzur) alış-verişi = talep ve arzıdır. Selâm veren, selâm verdiği kişiye : ‘Ben sana zarar vermeyen güvenilir = emîn (mü’min) bir kişiyim’ demiş olur; o selâmı alan da verene, aynı karşılığı verir; selâm alma ve verme, bir güven/emn/emniyet alış-verişidir. Kendi emniyette (güvende = selâmette = islâmda) olmayanın verdiği selâm, verdiği kişiye emniyet/güven vermez; çünkü onun kendi (içi) ile (söylediği) sözü aynı/bir ve uyumlu değildir. ... Müslümanlar olarak birbirimize selâm veririz ama birbirimize güven vermeyiz!, birbirimizden kuşku duyarız!. “Müslüman, bir diğer Müslümanın elinden ve dilinden emîn olan insandır.” (Hadis-i Şerif) Müslüman, aynı zamanda namaz kılan insandır; o, namazda da (tehıyyâtta) selâm verir. Kime? Liderine = Önderine. ‘Es-Selâ

ARAÇ

Araç, bizi bir yerden bir yere götüren ya da bir işi yapmamız için kullandığımız şey (âlet/makina vb.). Araçsallaştırma, başlangıçta (araç olmayan) amaç olan bişeyi araç kılma; onu amaç olmaktan çıkararak araç konumuna düşürme!. Öyleyse, neyi araç olarak kullanacağımızı, nihâî amacımız belirler, diyebiliriz. Nihâî amacımız, para kazanmak/zengin olmaksa, para için hayatımızı bile feda edebiliriz. Nihâî amacımız, siyasette (yüksek) bir yere gelmekse, makyavelistçe bir tavır takınabiliriz (= beni amacıma ulaştıracak her şeyi kullanmam mübahtır diyebiliriz.). Din de bundan nasibini alır. Ticarette ve siyasette dini kullanmak, bu şekilde gerçekleşir. Din, amaç mıdır? Hem evet hem hayır. Din, dünyada amaçtır; her araç (meslek, iş) onun için kullanılır ama onu burada amaç olarak 'kullanım'!, öte dünya için bir araca da dönüştürür; yani burada dine uygun davranmak = bu dünyada dini amaç edinmek, bizi öte dünyada cennete = rahata götüren bir araca dönüşür; bu dünyada dini önemsemeyip ar

İLLÂ

İllâ, istisnâ edatı olarak bilinir. En + Lâ veya İnne + Lâ’nın birleşimi olduğunu da söyleyenler olmuştur. Kitâb’ta yaklaşık 600 kez geçer; çoğu yerde de istisnâ anlamı verir; bazı yerlerde ise istib’âd, istinâf, ba’de ve gayr anlamındadır. (İstisnâ : Hariç tutma. Ayrı tutma. (Kuraldışı bırakma). İstib'ad : Mümkün olmama. Yakıştırmama. Uzak olma. Uzak tutma. İstinaf : Yeni bir cümleye başlama. Ba'de : Sonra. Gayr : Dışında. Başka. Haricinde.) İllâ, İslâm’a giriş cümlesinde de (Lâ ilâhe illâ Allah da) olduğu için bu edatın (illâ’nın) dildeki görevine duyarsız kalamazdım. İllâ, olumsuz cümlelerden sonra gelirse, illâdan sonra gelen olumlu olur; illâ kendinden sonra geleni o olumsuzluktan istisna eder, müstesnâ kılar. Olumsuz cümle, Kelime-i Şehâdet’te olduğu gibi lâ ile yapılmış ise illâ istisnası mutlaktır ve munkatı’dir. Mâ (leyse, lem, lemmâ, len gibi olumsuzluk edatları) ile yapılmışsa, illâ istisnası, ya bir şarta bağlıdır ya da o istisnâ, bir grubu veya bir mazareti ifâde e

BİLGİ

Bilgi, Yaratıcının ve yaratılan varlıkların (= eşyaların) isimlerinin ‘zihinsel’ karşılığıdır. Zihnin, insanın beynine tekâbül etmesi modern/yeni. Zihnimiz, idrak = anlama ve soyutlama yeteneğimizdir. Bu yeteneğimiz olmasaydı, her varlıkla bizzat karşılaşmadan bişey öğrenemez ve kimseye bişey öğretemezdik. ... Bizden başka bilenler var mı? Var. Melekler. Şeytan da zamanında melekti. Cinlerin bir kısmının şeytan grubundan; bir kısmının da gizli/görünmeyen, uzakta yaşayan (cenîn, mecnûn) insanlardan olduğu söylenir. 6/112, “Biz her Nebî’ye ins (insan = görünen) ve cin (! = görünmeyen) şeytanları düşman yaptık; onlar birbirlerine yaldızlı sözler söylerler...” 6/130, “Ey ins ve cin topluluğu!, size âyetlerimizi getiren Elçiler gelmedi mi?...” 11/119, “... kesinlikle cehennemi ins ve cinlerle dolduracağım...” Cânn, cinnin çoğulu. “Cinleri daha önce semûm ateşinden yarattık.” (15/27.) (Semûm, zehirli ve yakıcı ateş. Ateş = Nâr ile Nûr = Işık arasında lafızda Elif ve Vav farkı var. Elif de Va

ÂLİM, ÂRİF ve ÂBİD

Âlim, bilen. Ârif, ‘tanıyan’. Âbid, (kulluk) yapan (ibâdet eden). Âlim, bildiğini söyler. Ârif, tanır. Âbid, tapar. Âlim’in zihni/beyni; Ârif’in kalbi/gönlü; Âbid’in tüm hücreleri “uyanıktır.”!. İlimde derinlik irfana; irfanda derinlik kulluğa yol verir. Efendimiz âbid’dir = AbduHû ve RasûluHû; âbidse, zaten âlim ve âriftir.  Kişi, bilmediği ve tanımadığı bir ma’buda kulluk yapmak istemez; yaparsa (da), ya onu bildikçe = tanıdıkça ona daha iyi kulluk yapar ya da kulluk yapmayı terk eder. ... Bazılarımız Allah’ı bilir; çok azımız O’nu tanır; çook azımız da O’na kulluk eder. “Onların çoğuna azap (sözü) hak olmuştur; artık onlar iman etmezler.” (36/Yasin, 7.) ... Allah’ı bilmek, O’nun Esma-i Hüsnâ’sını bilmekle; O’nu tanımak,  O Esma-i Hüsnâ’ları içselleştirmekle; O’na kulluk etmek, O Esma-i Hüsnâ’ların gereğini yapmakla mümkündür. ... Tanıyanlardaki samimiyet bilenlerde; kulluk edenlerdeki samimiyet de tanıyanlarda olmaz/bulunmaz. Gerçek kulluk, tanıyarak ve bilerek yapılan kulluktur ama