HUŞÛ (= ﺧﺸﻮﻉ)

Huşû, alçakgönüllü, tevazulu bir şekilde itaat etmek, boyun eğmek, uysal olmak. İtaat edilenin, boyun eğilenin yüceliği ve heybeti karşısında kendinden geçmek, O’nun dışında, kendi (bedeni, beni) dâhil hiç bi şeyi fark etmemek.

Huşû, haşyeti de içerir. Haşyet, korku, endişe, kaygı, ürperti demektir. Huşûdaki bilinç, -- tabir-i caizse, -- pik yapmış, lig atlamış, çook üst düzeye çıkmış; bedendeki korku, endişe, kaygı, ürperti gitmiş (= kaybolmuş), sadece “mahviyet ve O” kalmıştır.

Rivayet o ki, Hz. Ali (r.anh.), Sıffin savaşında ciddî bir yara alır, okun ucu kemiğine saplanır, çıkaramazlar. Namaza dursun, öyle çıkaralım; çünkü o, namazda acı (dış dünyaya dair hiçbir şey) hissetmez, derler. Öyle yaparlar... Bu “hikâye” beni epey etkilemiş, düşündürmüş ve hep “bu şekilde”! (= çok yüksek konsantrasyonlu bir) namaz kılmak istemişimdir. Konsantrasyon, tüm dikkati veya gayreti yaptığımız işe yoğunlaştırma/toplama, başka bi şeyle ilgilenmemedir.

Bir devlet başkanı veya bakanın makamına çıkınca bile, “usturuplu” olmuyor, kendimize çeki-düzen vermiyor muyuz?!.

Huzurda sağa-sola bakmak, “gevşek durmak”, en hafif tabirle ilgisizlik ve saygısızlıktır. Rabbin Huzuru = namaz, Mü’min-Müslüman için EN YÜCE MAKAM’dır. Namaz, “aradan çıkarılacak” bi iş değil, çook ciddî ve çook değerli bir fırsattır. Namaz vakti geldiğinde sahabenin bir çoğunun heyecanı, yüzlerinden okunur; kiminin yüzü sararır-solar, kimininki gülermiş.

“Kad eflaha-l mü’minûn; ellezîne-hüm fî salâtihim hâşiûn.” Namazlarında hâşiûn (huşûda) olan = namazlarını huşû ile kılan Mü’minler, kesinlikle felaha ermiş, kurtulmuştur. (23/1-2.) 

Çünkü, namazlarını huşû ile kılan Mü’minler, her işlerini huşû ile ve Allah için yaparlar. Kurtulanlar, sadece namazlarını huşû ile kılanlar değil, bunların 3-4 özelliği daha var. Gereksiz sözlerden (= lağv) uzak dururlar. Zekât vermek (= temizlenmek) için çalışırlar. Kendilerinin ve başkalarının namuslarını korurlar. Kendilerine verilen emanetlere aslâ ihânet etmezler. (Bknz. 23/3-9)

Huşûnun nasıl yakalanacağını bilmiyorum, ama nasıl bişey olduğuna dair biraz bişey bildiğimi sanıyorum. Bundan bir önceki yazıma (= Beden, Beyin, Zihin ve Bilinç) atıf yaparak, bazı açıklamalar yapmak istiyorum. Bilinç, zihnin; zihin, beynin; beyin, bedenin farkında olmasıdır. Bilinç, bilmenin, farkında olmanın; zihin, hissetmenin, duyumsamanın, duygulanmanın bi başka adıdır. Beyin ve beden ise, bunların (= duygulanmanın ve düşünmenin) fizik dünyadaki uzantılarıdır. Acı hissi, zihin ve bilinç (= akıl) yoluyla bedende ve beyinde hissedilir. Zihin ve bilinç (= akıl), bedene (beyne) ve dış dünyaya değil de, yapılan işe veya Muhatab’a yoğunlaştırılırsa (= konsantrasyon), bedene (= bene) dair herhangi bir acı hissedilmez. Yüksek yoğunluklu sevinçte de benzer bir durum vardır. Acı (üzüntü, keder) ve sevinç (haz, neşe), bir duygudur; bu duygunun beyinde ve bedende fizikî karşılıkları vardır. Üzülünce yüzümüz düşer; sevinince güler-neşeleniriz. 

Huşû, saygıyla ve sevgiyle karışık bir korku, bir ürperti, bir titreme, EN KUTSAL’ın (= Sübhân ve Müteâl Olan’ın) ve EN BÜYÜK’ün (= Ekber ve A’lâ’nın) Huzur’unda olduğumuzu bilme ise, “burada”! aslâ kibir olmaz,  ben alçalır = alçakgönüllü olur ve mahvolur.

Mahvoluşta (= mahvolmuş bir bende), ben ve bene dair her hangi bir acı, neşe, vb. şeyler hissedilebilir mi?!.

Mahviyet, kişinin her şeyiyle (= beden, beyin = duygu, düşünce ile) Muhatab’a güvenmesi (= iman) ve teslim olması = teslimiyet göstermesi (= islâm) değil midir?!.

Namazdaki hâlimiz (= huşû düzeyimiz), Rabbimize güvenimizin (= imanımızın) ve teslimiyetimizin düzeyinin bir göstergesidir. Bunu da sadece kişi ile Rabbi bilir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NEREYE?!.

İMSAK ve İFTAR

İMAN - AMEL İLİŞKİSİ