Kayıtlar

Nisan, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

O ALLAH, ÖYLE BİR İLÂH Kİ...

Kitâb’ta Allah’ı bize “tanıtan” âyetlerin başında, Bakara Sûresinin 255. âyeti (=  Âyet-el Kürsî) ve Haşr Sûresinin son üç âyeti (22 ilâ 24. âyetler) gelir. Önce, bu âyetlerin meali; sonra yorum. “Allah : O’ndan başka ilâh yoktur. O, sürekli Diri/Hayydir, Koruyup Gözeten/Kayyûm’dur. O’nda ne bir dalgınlık olur, O’nu ne de O’nu bir uyku tutar. Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunabilecek kim varmış?!. O, onların önlerinde ve arkalarında olan her şeyi bilir. Onlar, O’nun ilminden ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. O’nun egemenliği yeri ve göğü kuşatmıştır. Bunları korumak O’na ağır gelmez. O, Çok Yüce ve Çok Güçlü’dür.” “O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Görünmeyeni ve görüneni Bilen’dir. O, Rahmeti Bol ve Kesintisiz Olan’dır. O Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur; Melik’tir, Kuddus’tür, Selam’dır, Mü'min’dir, Müheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mutekebbir’dir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O All...

OLMADAN ÖLMEK

Şurası kesin : Herkes, olmadan ölüyor. Ama, Merhametli (= Rahmân ve Rahîm olan) Rabbimiz, olmak isteyenleri ölünce de oldurmaya devam ediyor; ölmeden önce olmayı aklından geçirmeyenlere ise ceza va’dediyor. ... Daha güzel, daha iyi bir “dünya” mümkün!. Böyle bir dünyayı “yaratmak” bizim elimizde. Yaratabilir miyiz?!.  Hayır. Ama, yaratmak için gayret gösterebiliriz. Merhametli (= Rahmân ve Rahîm olan) Rabbimiz, bizdeki bu gayrete bakarak bize böyle bir dünya (= cennet) verecek inşallah. Herkesin cenneti de cehennemi de buradaki gayretine göre “farklı”! olacak. Bu dünyayı cennete çevirmek isteyenler için daha iyi bir dünya (= cennet) mümkün; bu dünyayı cehenneme çevirenler için de cehennem mukadder.

EVLERİMİZ GÜVENLİ Mİ?!.

Aklınıza hemen deprem (= maddî güvenlik) gelmesin, ona da geleceğim, ama önce manevî güvenlik. “Mûsâ ve kardeşine vahyettik : Halkınız için Mısır’da evler hazırlayın. Ve evlerinizi kıble yapın, orada salâtı ikâme edin. Mü’minleri müjdele.” (10/87.) Evi kıble yapmak!. Ve salâtı orada ikâme etmek!. Dışarısı tehlikeli ise, ev, korunmuşsa, özel hayatsa, = yuvaysa veya yurtsa, evleri kıble yapmak mümkün; ama ev/ler de istilâ altındaysa, ... Ev/ler nasıl istilâ altına alınır?!. Eve dışarıdan müdahale olursa. Neyle veya nasıl?!. Televizyon ve internetle. Evlerde her gün, televizyonda kimin kiminle yatıp-kalktığı belli olmayan diziler izlenirse; evdekilere, modern (= çağdaş) hayat tarzı özendirilirse; kapitalizmin (ürettiği ürünlerin) reklamı yapılırsa, o ev/ler kıble olur mu, o evde salât doğru-dürüst ikâme edilebilir mi?!. Evdeyken internette dünyayı gezen ve özel hayatını da bu dünyaya açan bir zihnin kıblesi, evi olabilir mi, o zihin salâtı hakkıyla evde/evinde ikâme edebilir mi?!. Evlerim...

GÜVENLİK

Emniyet. Tehlikelerden emîn (= mü’min) olma durumu.  Tehlike nereden gelir?!. İçeriden ve dışarıdan. İçeri, hem kişinin kendi içi (= duygu ve düşünceleri), hem de ülke içi; dışarı ise, başkaları. (= başka insanlar ve ülkeler.) Kişinin kendi içindeki tehlikeler için, kişinin kendinden başka kimsenin yapacağı pek bişey yok. Ülke içi tehlikeler için, biiir sürü polis, jandarma, özel güvenlik görevlisi istihdam ediyoruz. Ülke dışı tehlikeler için de karada, havada ve denizde ordular besliyoruz. Doğal (= deprem, sel, kuraklık, sıcaklık, vb.) tehlikeler için, tevekkülden başka, yapacak çok fazla bişeyimiz yok!. Emniyetsizlik, korku üretir; güven ise, emniyet demektir. Güvenilir kişiye de Mü’min denir. “Mü’min (= Müslüman) : dilinden, (belinden) ve elinden diğer insanların zarar görmediği (= emîn = güvende olduğu); muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.”  (Buhârî, Îmân 4-5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65. Ebû Dâvûd, Cihâd 2;) Mü’min olmamıza rağmen, en çok bir...

ELDE KALAN

Toplama-çıkarma, çarpma-bölme yaparken elde kalanı (= elde var olanları) unutursak, işlemin sonucu yanlış olur. Sözgelimi 15 ilâ 16’yı toplarken, 5+6 = 11; 11’in 1’rini aşağıya yazar, elde var 1 der, onu da onlar basamağındaki 1’lere ekleriz, ve sonucu 31 buluruz; eldeki 1’i unutursak, sonuç 21 çıkar, hesap yanlış olur. Aynen bunun gibi, bu yaşamın/hayatın sonunda da elde var 1’lerimiz (2’lerimiz, 3’lerimiz, ...) olacak; bunlar toplanacak, ve önümüze bir fatura konacak. Nedir bunlar?!. İyiliklerimiz ve kötülüklerimiz = sâlih ve kerih amellerimiz. Efendimiz : “Kişi ölünce onu mezara kadar üç şey takip eder : Ailesi (yakınları), malı ve ameli. İkisi geri geri döner, biri kalır.” buyurur. (Buhârî : Rikak, 42; Müslim : Zühd, 5. Tirmizî : Zühd, 46; Nesâî : Cenâiz, 52.) Buradaki hesaplarımızı buna göre yapalım. Yaptığımız hesaplardaki ‘elde var birleri’ (= elde kalacak olanları) unutmadan, aldıklarımızla (az da olsa!) iyilikler yapalım. Meselâ : Aldığımız ekmeğin bir dilimini paylaşalım. Müm...

MANEVÎ EVRİM

Maddî evrim, şeklî = bedenî; manevî evrim, amelî = ahlâkî  (= düşünsel; düşünce de bedenin ameli.) Evrime, manevî açıdan bakınca insan, henüz olan değil, sürekli olmakta olan, olmak isteyen bir canlı. Evrime manevî bakmayan, şekil olarak insan, ama etik olarak henüz insan değil. Etiği (= ahlâkı, ameli) ihmal eden, manevî olarak evrimi tersine (= devrime) çevirmiş, şekil olarak değil ama düşünsel ve ruhsal olarak hayvanlığa doğru geri evrilmiştir. Hayvanlığa doğru geri evrilenlerin cezası, cehennem!. İnsan, (zengin, bilgin, vs.) olan bi şey değil, ‘olmayı isteyen, olmak isteyen’ bişeydir. Olunan (olan) şey, mazide ve şimdidedir; ama olmak istenen (insanın olmayı istediği) şey, âtide = gelecektedir. Olduğu şeyle yetinen insan, ölü/ölmüş insandır. Lütfen bunu, bir açgözlülük = doymazlık = hırs olarak anlamayın, ve maddî şeylere indirgemeyin; ahlakî kemâl arayışı olarak okuyun. İnsan, henüz olmamış olan, ama olmakta olan bir canlıdır; “oldum” diyen, yalan söyler. Bize verilen bu sürede...

SÖMÜRÜ DÜZENİ

Sömürü, sömürmekten isim. Sömürmek, bi çırpıda geride bi şey bırakmamacasına emmek, ne var ne yok, her şeyi içeri çekmek. Siyasî anlamıyla sömürü,  sömürgeci kapitalist güçlerin, bir ülkenin (= tüm yeryüzünün) yeraltı ve yerüstü kaynaklarını (= madenlerini ve insanlarını) kendi çıkarları için müstemleke hâline getirmesi = mülk edinmesi, talan etmesi. Dünya, vahşî kapitalizmden önce “yurttu”; ve bu yurdu insan “iktisatlı” kullanıyor, ona “eziyet” etmiyor, ona karşı doğal ve insanca davranıyor, mevsim döngüsüne göre hareket ediyordu. Vahşî kapitalizmle (= tekno-bilim ile, teknoloji ile) yerin karnı deşildi, yerin içindeki petrol, gaz, madenler; üstündeki bizler (= insanlar); her şey sömürülmeye başlandı. Toprak daha fazla ürün versin diye, toprağa kimyasallar boca edildi. Toprak kirlendi, su kirlendi, hava kirlendi, insan kirlendi; geride sadece ateş kaldı; ve ateş, çok yakında bunun intikamını “bizden”! (= bu kapitalistlerden ve onlara hizmet edenlerden) çook kötü bir şekilde alacak...

ZUHRUF

Zuhruf, yalancı süs; aldatıcı, göz kamaştırıcı parlaklık; debdebe ve gösteriş, demek. Kur’ân’ı Kerîm’in 43. Sûresinin adı. Kelime, bu sûrenin 35. âyetinde (ve En’am, 112. Yunus, 24. İsrâ, 93’de) geçer. “Şayet insanlar, tek bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, Rahmân’ı küfreden kimselerin, evlerinin tavanlarını ve merdivenlerini gümüşten yapardık. Ve evlerinin kapılarını ve üzerine oturup yaslandıkları koltuklarını da. Ve (onları) altına boğardık. Bunların tamamı, dünya hayatının kazanımından başka bir şey değildir. Ahiret ise Rabbinin yanında, yalnızca takqâ sahipleri içindir.” (43/33-35.) 33 ilâ 35. âyetlerin en net anlaşılır çevirisini (= mealini) merhum Muhammed Esed (1900-1992) yapmış. Kısa bir açıklama : Muhammed Esed, Yahudi asıllı ve Ukrayna doğumlu bir gezgin, gazeteci, felsefeci, siyasetçi ve dilci. 26 yaşında Müslüman oldu. Cinnah’ın ve İkbal’in arkadaşı. O bu âyeti şöyle çevirmiş : “Eğer (sınırsız zenginliklerin önlerine serilmesiyle bütün insanlar) tek bir (şeytânî) ümmet...

KARA GÜN DOSTU

“Dost, kara günde belli olur.” diye bir atasözü; kara gün akçesi veya ihtiyat akçesi diye de bir tâbir var. Zor (= olağanüstü) zamanlarda lâzım olur diye, bi kenara koyduğumuz paraya, kara gün akçesi veya ihtiyat akçesi diyoruz; kara gün dostu ise, zor (= olağanüstü) zamanlarda yanımızda olan, bize yardım eden kişi. Kara gün (= zor zamanlar) tabiri “görecelidir”!. Bireysel olarak  : Hastalık. Kalıcı bir sakatlık. Ağır borç. Mahpus (= Hapis). Toplumdan dışlanma (= Tecrit), vb. durumlar.  Toplumsal (ve siyasal) olarak : Ekonomik ve siyasal kriz. İç ve dış savaş. Kıtlık. Doğal felâketler (= Deprem, vb.) Akçe, para. Böyle durumlarda çoğu zaman para geçmez, yardım da gelmez, gelmeyebilir. İşte Gazze. Zor zamanlar için bi kenara koyduğumuz akçelerimiz (= altınlarımız, bankadaki birikimlerimiz), alacak = yiyecek-içecek bişey olmayınca/bulamayınca geçer mi, bi işe yarar mı?!.  Allah korusun, ülke çok çetin bir savaşa girse, veya bir iç savaş çıksa; diğer ülkeler de ambargo koysa ...

DUÂ ETMEK

Duâ etmek, da’vet etmek = yardıma çağırmak, seslenmek ve yalvarmak, demek. Duâ, güçsüzün GÜÇLÜ’yü çağırmasıdır. Kendilerini güçlü görenler (= zannedenler), kimseyi yardıma çağırmazlar. Ama GÜÇLÜ’nün gücünü (deprem, sel, yangın, boğulma ve ölüm gibi ânlarda) gördüklerinde, duâ otomatikman akıllarına gelir.  “Denizde bir sıkıntı (= boğulma tehlikesi) size dokunduğu zaman, O’ndan başka yalvardıklarınız (tedû’) kaybolup gider. Fakat sizi karaya çıkarınca, yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür.” (17/67.) وَاِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَنْ تَدْعُونَ اِلَّٓا اِيَّاهُۚ فَلَمَّا نَجّٰيكُمْ اِلَى الْبَرِّ اَعْرَضْتُمْۜ وَكَانَ الْاِنْسَانُ كَفُوراً Firavun da zorda kalınca, ben de iman ettim, dedi. "İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve ordusu, azgınlık ve düşmanlıkla (Mûsâ a.s.’ın başında olduğu) İsrailoğullarının peşlerine düştüler. Tam boğulmak üzereyken (Firavun) : İsrailoğullarının iman ettiği İlâh’tan (= Allah’tan) başka ilâh olmadığına (ben de) iman ettim ve...

BAĞLAÇLAR

Dilbilgisinde (= dilde), ve, veya, ile, için, fakat gibi, kendi başına anlamı olmayan, bağladığı kelimeleri (isim ve fiilleri) anlamlandıran edatlardır bağlaçlar. Arapça’da bunlara harf-i cerler denir. (= li, fî, ilâ, alâ, ınde, gibi.) Bu yazı, İÇİN (= li) bağlacı (= harf-i ceri) hakkında olacak.  Bilgilenmek İÇİN kitap okuyorum. Ev veya araba almak İÇİN çalışıyor, para kazanıyorum. Bakan (MV) veya Prof. olmak İÇİN çalışıyorum. Resim yapmak veya yazı yazmak İÇİN kâğıt ve kaleme ihtiyacım var; gibi. Soruyorum. Bilgilenince ne olacak?!. Evi veya arabayı niçin (= ne İÇİN) alıyorum?!. Bakan veya Prof. olunca ne olacak?!. (Resim yapınca veya yazı yazınca ne olacak?!.) Mutlu olacağım veya rahat bir hayat süreceğim. (Para kazanacağım. Para da beni rahat ettirecek.) Bu, bir (kısır) döngü. Bu kısır döngü, nereye kadar?!. İnsanlar, bişey ( zengin, Bakan, Prof. ünlü, vs.) olmak İÇİN çalışıyor = o şeyi olmak İÇİN neredeyse tüm ömrünü (tüm zamanını, hayatını) buralara/bunlara harcıyor; olunca, ...

ANLAMA SORUNU

Anlama sorunu, aynı zamanda anlaş/ıl/ma-anlaş/ıl/mama sorunudur. Yazının sonunda kuracağım cümleyi, başında kurayım. Bilelim ki kimse kimseyi “tam” anlayamaz; bişey anlatmak istediğimiz veya anlamak istediğimiz kişi, en yakınımız (40 yıl ders verdiğimiz; 15-20 yıl eğitip-yetiştirdiğimiz evlâdımız) olan kişi bile olsa. Martin Heidegger, Edmund Husserl’in en gözde öğrencisidir ama hocasını doğru anlamamış = yanlış anlamıştır. Eminim ki Edmund Husserl de, başkalarını (örneğin Spinoza’yı, Descartes’i) yanlış anlamıştır.  Neden?!. Çünkü, herkes ayrı (= özel) bir kimlik, ayrı (= özel) bir kişiliktir (= entite); herkesin “özü” değişiktir. Aslında ‘herkesteki öz’ aynıdır ama, yetişme tarzımızın (= imkânlarımızın, içinde yetiştiğimiz şartların, aldığımız eğitimin, vs.) farklı olması, bizleri farklı kılar; bu yüzden, rûhen de kimse kimseye benzemez. Öyleyse niye konuşuyor veya niye yazıyoruz?!. Kendimizi anlamak ve Tanrı’ya tapınmak için. Kişi, “dışarıya” (= kendi gibi olanlara ve tabiata) b...

UMDE

Kelime Arapça, ama bize de yabancı değil. İlke, esas, prensip, kural-kaide gibi anlamları var ama, hayatın biir sürü kuralı-kaidesi olduğu için, bu kuralların dayandığı esas ve temel kurala/kurallara, kaidelere umde deniyor. Hukukta yasaların dayandığı anayasa gibi. “Es-salât-ü ımâdu-d dîn, ve men terekehè fekad hedme-d dîn.  = namaz/salât dinin direğidir, kim onu terk ederse dinini yıkmıştır.” daki ımâd, umdedir; i’timadın ve teammüdün kökü de umde (= عمد); umde, yapıyı ayakta tutan direk, sütun. Buradaki yapıyı hem fizikî/somut (= bina) hem de sosyal/toplumsal ve siyasal (aile, din, devlet, vb.) kurumlar için kullanıyorum. 6.2 şiddetinde İstanbul’da bir deprem oldu; sarsıldık!. Binalarımızın temel direkleri sallandı, korktuk; dedik ki : İstanbul’un tek gündemi deprem, bir ân önce bu “çürük” binaları sağlamlaştırmalıyız. Elhak doğru. Aslında tek bir sorum var, ama ikiye çıkarıyorum. 1. Bu binaları yapan (= yaptıran) insanlar sağlam mı?!. 2. O binaların içinde oturacak insanlar sağ...

MATEMATİKLEŞTİRME

İngilizcesi, mathematization. Matematik, kabaca aritmetik ve geometridir. Aritmetik, sayı; geometri, şekildir. Modern bilim anlayışına göre bilim, matematiktir.  Neden?!. Çünkü bilim, varlıkları ölçer; ölçmek için de önce biçer, parçalara ayırır.  Varlıkları dedim; varlıkların matematikteki (ve bilgisayar dilindeki) ifadesine, var oldukları için, 1 (= bir) dersek : • Bir, büyük 1 (= bir); buna, büyük (= bütün, tam) varlık, • Bir de, çook sayıda küçük 1’ler (= birler) var. Bunlar, o büyük (= bütün, tam) varlığın içindeki küçük 1’ler (= birler). Matematiksel olarak buraya (= büyük 1’den küçük 1’lere) nasıl ulaşırız?!. Bu konuda limit bize yardım eder. Şöyle : Önce, o büyük (= bütün, tam) varlığı (= 1’i), ikiye; çıkan rakamı (= sayıyı) tekrar ikiye, veya 1’i 4’e; çıkan rakamı (sayıyı) tekrar ikiye veya 1’i 8’e; 16’ya; 32’ye; 64’e; ... = 1/2; 1/4; 1/8; 1/16; 1/32; 1/64; ... bölersek, sonsuz sayıda varlığa ulaşırız, AMA aslâ sıfıra (= 0) ulaşamayız!. Büyük 1’e, kâinat (= âlem, ...

FENOMENOLOJİ

Fenomen, algılanan görüntü, görüngü; loji, bilim; fenomenoloji, görüntü/görüngübilim. Fenomenolojinin anahtar kavramlarından biri, belki de en önemlisi, epokhedir. Epokheyi biz, tezahür ve tecelli kavramları ile karşılarız. Epokhe nedir?!. Gerekçe (= Yunanca) epekhein fiilinden; askıya (veya paranteze) alma/k. Neyi?!. Var olan her şeyi. Var olan her şeyin “dışardaki varlığı”, bizim onları “algılamamıza” bağlıdır. Var olan her şey, bize nasıl görünüyorlarsa (= biz onları nasıl algılıyorsak), o şekilde var/dır/lar. Şeylerin bize görünmesi, bizim onlarla ilişkilerimizi de belirler. Her şey, herkese “aynı şekilde” görünmez; aynı şekilde görünmediği için de onlarla “aynı şekilde” ilişkiye, iletişime girmeyiz. Sözgelimi araba, ev, vb. şeyler, herkese aynı görünmez. Kimileri için bunlar araç, kimileri için amaçtır. Yani, kimileri ev ve araba almak için yaşar; kimileri de yaşamak için ev ve araba alır; bu “fark”, şeyleri görme biçimimizle ilgilidir. Fenomenolojinin epokhesini biz, tezahür ve t...

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

Düşünen var mı ki, düşünce özgür olsun!. Kim/ler düşünür, düşünüyor?!. Düşünce adamları.  Akademisyenleri kast etmiyorum. Her ne kadar üniversiteler özerktir, üniversitelerde çalışan akademisyenler özgürce düşünebilir, dense de, oralarda çalışan akademisyenler, entelektüel olarak özgür düşünen insanlar değil, hâkim paradigmanın dışına çıkamayan insanlardır; çıkmaya çalışanlar, 1402’likler arasına girerler. 1402’likler arasında beni etkileyenler var. Oruç Aruoba, İdris Küçükömer, Taha Parla, Mete Tunçay, Hüseyin Hatemî gibi. Ben de öğretim üyesi (= akademisyen) olarak çalıştım, kendi isteğimle ayrıldım; ayrılınca anladım düşüncede özgürlüğünün kıymetini. Düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğüdür. İfâde edilmeyen düşünce, düşünenin (= düşünce adamının) içinde mahpustur.  Düşüncenin ifâde edildiği platformlar da (ortamlar da = tv kanalları, dergiler, gazeteler, vb.) düşünceyi sınırlarlar. Bu platformlar da belli düşünce fraksiyonları tarafından parsellenmiştir; o sınırın/parselin içi...

ZİRÂÎ DON

Nisan ortasında kış yaşadık. Ağaçlar çiçek açmıştı, karla kaplandı, 20°C'lere varan soğuklar yaşandı; bu soğuklar da ağaçlardaki çiçekleri yaktı. Soğuk da yakar. Cehennem, hem sıcak (= nâr = ateş) hem soğuktur. (= zemherîr.) Mevsimlerdeki düzen değişince, her şey (en azından çoğu şey) değişir. Dünyanın (= kainâtın) da bir düzeni var. Bu düzene göre yaşıyor, (= siyâset, ticaret, bilim, vs. yapıyor.), bu düzene göre para kazanıyoruz. Nisan'da yaşadığımız zirâî don, önümüzdeki ayların ve gelecek yıl/lar/ın ticaretine (ve siyasetine) etki edecek; bi çook şeyin fiyatı artacak, bi çok üretici batacak, işi bırakacak. Bunun siyasî sonuçları elbet olacak. Nisan’da yaşanan Mayıs’ta, daha büyük ölçekte (= Asya ve Avrupa kıtasında) yaşansaydı, etki de küresel olurdu. Bu tür âfetlere, "doğal felâket"! diyoruz. Sel, deprem, aşırı sıcak (= yangın), aşırı kurak (= susuzluk) aşırı soğuk (= don) gibi olaylar, düzenimizi (= doğal dinimizi, yaşantımızı) bozuyor, ve bizi üzüyor. İnşallah,...

İMGEDEN SİMGEYE ve GÜNLÜK DİLE

İmge, zihinde; simge, dildedir. Dış dünyadan bedene, duyu organlarımızdaki (= göz = görüntü, kulak = ses, burun = koku, dil = tat, deri = dokunuş) sinirler yoluyla ile giren uyarılar, beynimizdeki nöronları harekete geçirir; bu nöronlar beyinde bir düzenek (= harita) oluşturur. Bu düzeneğin (= haritanın) “şeklini = nasıllığını”! dış dünyadaki şekillerle kıyaslamazsak bilmeyiz. Bu kıyasın dış dünyadaki şekillerle uyumlu olması şart da değil; hayalin, düşünceden ayrıldığı “yer” burası. Manas destanındaki gibi çift kanatlı atı (= tulparı) hayal edebiliriz; ama düşünemeyiz; düşünce, reel/somut gerçekliğe yaslanmak zorundadır. Efendimizin mi’raca çıktığı Burak’ı düşünemeyiz ama hayal edebiliriz; vs. Düşünce, daha çok reel, somut, fiilî gerçeklikten (= rasyonaliteden); imge ise, mitolojiden, hayalden ve “irrasyonaliteden”! güç alır; ikisi de dili kullanır. İmge, simgesel (= sembolik, metaforik) dili; düşünce, bilimsel dili kullanır. Aslında dil, toplumun üzerinde uzlaştığı simgelerden (= işa...

ZİHİN İNŞÂSI

Zihin inşâsı, zihniyet inşâsıdır. Zihniyet inşâsı da bilgi ile olur. Bilgi, nötrdür; ona değerini bizim niyetimiz verir. Niyet, bir işin neden ve niçin (= ne amaçla) yapılacağını “önceden” tasarlama, zihne koymadır. Niyet, hayr (= iyi) olursa; aqıbet de hayr (= iyi) olur; kötü olursa, aqıbet de kötü olur. Niyet, hem başlangıç; hem sonuçtur. “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” (2/156.) Allah (rızası) için yapılmayan bütün işlerin (amellerin, ibâdetlerin), meşruluğu tartışılır; niyetleri sakattır, hastalıklıdır!. İbâdetlerimizin niyetleri bile “sakat”!. Gösteriş için ibâdet ediyoruz. = “fe-veyl-ül lil musallîn; ellezîne hüm séhůn.” (106/4-5.)  Para kazanmak (= zengin olmak), unvan-nam almak için çalışıyoruz. Yanlış anlaşılmasın!, para kazanmayalım, ün-unvan almayalım demiyorum; bunları nihaî hedef (= amaç, gaye) olarak görmeyelim, bunları Allah (rızası) için, Allah’ın dinine daha iyi hizmet için kullanalım ve zihniyetimizi de buna göre inşâ edelim, diyorum.  Ara hedefler, çook...

HUŞÛ (= ﺧﺸﻮﻉ)

Huşû, alçakgönüllü, tevazulu bir şekilde itaat etmek, boyun eğmek, uysal olmak. İtaat edilenin, boyun eğilenin yüceliği ve heybeti karşısında kendinden geçmek, O’nun dışında, kendi (bedeni, beni) dâhil hiç bi şeyi fark etmemek. Huşû, haşyeti de içerir. Haşyet, korku, endişe, kaygı, ürperti demektir. Huşûdaki bilinç, -- tabir-i caizse, -- pik yapmış, lig atlamış, çook üst düzeye çıkmış; bedendeki korku, endişe, kaygı, ürperti gitmiş (= kaybolmuş), sadece “mahviyet ve O” kalmıştır. Rivayet o ki, Hz. Ali (r.anh.), Sıffin savaşında ciddî bir yara alır, okun ucu kemiğine saplanır, çıkaramazlar. Namaza dursun, öyle çıkaralım; çünkü o, namazda acı (dış dünyaya dair hiçbir şey) hissetmez, derler. Öyle yaparlar... Bu “hikâye” beni epey etkilemiş, düşündürmüş ve hep “bu şekilde”! (= çok yüksek konsantrasyonlu bir) namaz kılmak istemişimdir. Konsantrasyon, tüm dikkati veya gayreti yaptığımız işe yoğunlaştırma/toplama, başka bi şeyle ilgilenmemedir. Bir devlet başkanı veya bakanın makamına çıkınca...

BEDEN, BEYİN, ZİHİN ve BİLİNÇ (= AKIL)

Hepsi bedende!. İlk ikisi, somut (= fiziksel); son ikisi de soyut (= düşünsel) olarak. İki benzetme ile konuyu belirginleştirmeye çalışacağım. İlki için Bilgisayar Bilimlerinden; ikincisi için Diş Hekimliğinden (= Endodonti’den) yardım alacağım. Bedeni ve beyni, bilgisayara benzetiyorum. Beden, bilgisayarın donanımları; beyin, bilgisayarın merkezî işlem birimi = CPU; zihin, yazılımı; akıl, bu yazılımı çalıştıran ben. (= sen, biz.) Elbet bu, kaba bir benzetme. Bedenin organları, bilgisayarın organları (= donanımları) gibi; beyin, CPU gibi; en komplike bilgisayar yazılımı bile olsa, zihin, insanların tasarladığı (programladığı) yazılım gibi değil; herkes, bilgisayarı aynı şekilde, aynı amaç için kullanmadığı gibi, herkesteki akıl da aynı akıl değil; ama herkesteki donanım ve yazılım aynı. Meramımı biraz daha iyi anlatabilmek için ikinci benzetmemden (= endodontinin yaptığı kanal tedavisinden) destek alıyorum. Canlı diş, üç kısımdan oluşur. Mine, dentin ve pulpa. Mine, dişin dışardan görü...

YAŞAYAN MI, OKUYAN MI?!.

İkisi de. Yaşama, bizzat tecrübe etme; okuma, başka tecrübeleri yaşamış gibi “hissetme, görme”!. Yaşama/k/tan bişey anlamayanlar, okuma/k/tan da bişey anlamazlar. Yüzeysel yaşayanlar, yüzeysel okurlar. Yaşamı iliklerine kadar hissedenler, iyi okurlar/dır; çünkü, okuduklarından ders çıkarırlar. Karar verme nedir sizce?!. Yaşananlardan (= okuyanlardan. Okunanlar, yazılanlar; yazılanlar, geçmişte yaşayanlardır.) ders alma, onları hatırlama; olumsuz olanlarını bi daha yaşamama, olumlu olanlarını da yaşamaya gayret etme. Elbet kişi, yaşamın hakkını veriyorsa, (bizzat) yaşadıklarını daha kolay hatırlar; yüzeysel/yüzünden yaşıyorsa = yaşamda çoğu şeyi pas geçiyorsa, çoğu şeyi unutur, hatırlamaz. Okuma da bunun gibidir. Kur'ân'ı veya Efendimizin hayatını okurken “bu şekilde” okumuyorsak, Kur’ân hafızı veya Siyer uzmanı olsak, hatırlayamaz ve doğru karar veremeyiz. Fiilî önder kimdir?!. Geçmiş yaşantıları iyi okuyan, onlardan gerekli dersleri çıkaran ve “önümüzden” giden. Efendimiz, böy...

ENDİŞE

Kelime, Farsça. Türkçe’de, gelecekle ilgili korku, kaygı ve beklentiyle karışık bir duygu durumunu ifâde eder. İngilizce’de de appherension, worry, anxiety (= anksiyete) gibi kelimelerle karşılanır. Endişe, kontrol edilemezse, bedensel ve zihinsel (= ruhsal) denge bozulur; iş telaşla ve panikle başlar patolojiye (= ruhsal/psikololik hastalıklara) kadar varır. Endişe, gelecekle ilgili demiştim; endişeyi kontrol etmek de geleceğin iyi olması için çaba harcamaktan geçer. Gelecek de (ölüm öncesi) yakın gelecek ve (ölüm sonrası) uzak gelecek diye ikiye ayrılabilir.  Çoğumuz, ölüm öncesi geleceğe (= dünyaya) yatırım yaparken = ölüm öncesi (= dünyadaki) geleceğimizden endişe duyarken, ölüm sonrası (= âhiretteki) geleceğimizden endişe duymuyoruz, ama âhirete inanıyoruz = ölüm sonrasında da hayat var, diyoruz.  Gelecek için fedâkarlık (= iyilik) yapmazsak, Allah korkusunu gelecek korkusu olarak da okuyup-anlayabiliriz!. Fedâkarlık, bugünü (= bugün elimizde bulunan imkânları) gelecekte ...

MEN DAKKA, DUKKA.

Arapça olan bu deyimin anlamı : Eden bulur. (= Kapı çalanın, kapısı çalınır.) Bu bulma, burada da olur, ötede de. Şayet burada olmazsa, ötede kesin olur. Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz; yaptığının kesinlikle hesabı sorulur. Ceza, birbirimize yaşattığımız acının ve üzüntünün (= kederin) karşılığıdır. Rabbimiz, dinini (= İslâm’ı) bunun (= dünyada huzur) için indirmiş/göndermiştir.  Rabbimize aslâ acı ve üzüntü (= keder) yaşatamayız; O, bizim yaptığımız hiçbir kötülükten etkilenmez; birbirimize kötülük yapmamızı da istemez. O’nun vereceği ceza (= cehennem azabı), birbirimize yaptığımız kötülüklerin karşılığıdır. Bu cezaların “bir kısmı” burada karşılık bulur, “bir kısmı” da âhirete ertelenir. Bilirsek, başımıza gelen kötülükler bizi “eğitir, terbiye eder.”; bu, buradaki imtihanın bir gereğidir. Burada, başına gelen kötülüklere sabreden kişi, kazanırken; kötülük yapan kişi kaybeder. Bu kayıp-kazanç, burada olgunluk-hamlık/çiğlik, ötede ise ödül-ceza olarak karşılık bulur. Rabbimiz ...

BAĞLANTI & RASTLANTI

Nöroloji (= Nöro/sinirbilim) ve Nöro-Felsefe, özelde bilinci, genelde olup-bitenleri, dolayısıyla da Tanrı’yı anlamak (= bilmek) ve perde arkasından tanrılık taslamak için beyindeki bağlantıları, bu bağlantıların oluşturduğu örüntüleri (= beyin haritalarını) çözmeye, insana ve doğaya hakim olmaya çalışıyor. Bilinç, bu örüntülerin (= beyin haritalarının) bağlantısıdır, diyor; çalışmalarını buraya, bu alana yoğunlaştırıyor.  Beynimiz, bedenimizdeki tüm organlarımızdan ve dış dünyada olup-bitenlerden ayrı çalışan bir organımız değil. Dişimiz veya kulağımız ağrısa, karaciğerimiz düzgün çalışmasa, dışarda kar-fırtına olsa, beynimiz bun/lar/dan etkilenir. Beynimizdeki örüntüleri (= haritaları), içimizdeki ve dışımızdaki olumlu-olumsuz değişimler etkiler. Biz bunların çoook az bir kısmına hâkimiz. Rastlantı da bir bağlantıdır. Pekiî, bağlantıyı rastlantıdan ayıran “şey”! nedir?!. Niyettir. Niyet de bilinçtir. Rastlantıda niyet (= bilinç) yoktur. Bizim niyetimiz (= bilincimiz), çoook ama ç...

GEÇİCİ & KALICI

Geçici, muvakkat; kalıcı, muhalled. Muvakkat, vakit’ten; muhalled, huld’den. İçinde yaşadığımız bu hayat (= dünya hayatı), muvakkat = vakitleri belirlenmiş/sınırlanmış bir hayat; ama bu muvakkat hayatta muhalled (= kalıcı) işlerle uğraşmak, bizi de muhalled (= kalıcı) yapabilir. Nelerdir muhalled (= kalıcı) işler?!. Hayır işleri = Sadaka-i câriye = Bizden sonrakilere kalan işler; bilgi (= ilim) de bunlardan biri. Leh & Aleyh Leh, kişinin lehine, menfaatine, yararına, faydasına; aleyh, kişinin aleyhine, zararına. Yarın, büyük mahkemede beraat/berat (= kurtuluş, aklanma beratı almak) için, bugün, lehimiz/d/e çokça delil biriktirmemiz, aleyhimize olacak delillerden kaçınmanız lâzım/şart. 14 Şaban’da kutladığımız kandil (= Berat kandili), berat almamıza yetmez. Lehimizdeki ve aleyhimizdeki deliller, her gün ilgilendiğimiz konularda (işlerde) saklı/gizli. Her iş gibi, bilgi de bir ilgi ve sevgi işidir. İlgileri ve sevgileri ortak olanlar, daha kolay anlaşır, daha kolay kaynaşırlar. Hacı...

BAKARA İLK 15 ÂYET

İlk beş âyet, Mü’minlerin; son 10 âyet, münkirlerin özelliklerini anlatır.  Mü’minlerin özellikleri : • Muttaqidirler, çünkü Kur’an’ın hidâyet Kitâb’ı olduğuna inanırlar.  • Gayba inanırlar.  • Salâtı ikâme ederler. (Salât da onları ikâme eder.) • Kendilerine verilen rızıklardan infâk ederler. (Rızık, sadece mal değildir.) • Daha önce indirilen Kitâb’lara ve âhirete de yakînen iman ederler.  Bunlar hidâyet üzere olanlar ve kurtulanlardır. Münkirlerin özellikleri : • Söz dinlemezler. Onları uyarsan da bir, uyarmasan da. • Onların kalpleri ve kulakları mühürlü, gözleri perdelidir. • Gerçekten inanmadıkları hâlde, biz de Allah’a ve âhiret gününe inandık derler. • Allah’ı ve Mü’minleri aldatmaya çalışırlar; bilmezler ki kendilerini aldatıyorlar. • Kalpleri hastalıklıdır. Bu yüzden yalan söylerler.  • Yeryüzünde fesat (= bozgunculuk) çıkarmayın!, denildiğinde, ‘biz ıslah edicileriz’, derler. • Siz de insanların (= Müslümanların) inandığı gibi ...

MÜSLÜMAN KİME DENİR?!.

İslâm dinine mensup olan kişiye. Mensup, bağlılık, âidiyet. İslâm dinine bağlılık, İslâmî kurallara uyma, Allah’ın emirlerine teslim olmadır. Bu da “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” ‘deme’dir. Buradaki ‘deme’, sadece sözle söyleme değil, aynı zamanda eylemedir. Nasıl?!. Konuşayım deme, başın belâya girer. Tutayım deme, düşer. Atarım/satarım deme, o antika, çok değerli; cümlelerindeki deme gibi, bu deme, her işe (= eyleme) sirayet eden bir deme = eyleme. Sözle/sözlü deme, bir başlangıç; o başlangıcın devamı gelmezse, o Müslüman, ‘sözde’ Müslümandır. Her eylemde Müslüman olmak = Allah’ın dediğini yapmak, elbet kolay değil. İslâm’ın (= Müslümanlığın) ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutları da var. Bu zorluğu aşmak için Müslümanların iş ve güç birliği yapmaları (= İslâmî bir cemaat, vasat bir ümmet oluşturmaları) şart. İslâmî bir cemaatin, vasat bir ümmetin oluşması, onu oluşturacak olanların kalitesine ve kalibresine bağlıdır. İslâm’da ilk cemaat, ilk ümmet böyle oluştu. O cemaatin, ümmetin lider...

ASSOCİATİON

Bu kelimeyi biz, günlük dilde dernek ve örgüt anlamında kullanılırız. Bilimde (= kimyada, tıpta/nörolojide), iş ve güç birliği anlamında kullanılır; kelimenin  arkadaşlık ve akla gelme anlamı da vardır. Bu kullanımların ortak bi yanı var. Sondan başlayayım. Akla gelen şey (= düşünce), içerde ve dışarda bi çook şeyin (?!) işbirliği ve güç birliği ile (= çalışması ve yardımlaşması sonucunda) gelir; çoğu zaman biz bunları fark etmeyiz. Arkadaşlık, arkadaş olanların bir amaç için, işbirliği ve güç birliği yapmaları, bir araya gelmeleridir. Tıptaki (= nörolojideki) kullanım, sadece beyin hücrelerinin işbirliği ve güç birliği yapması değil, bedendeki tüm hücrelerin işbirliği ve güç birliği yapmasıdır. Kimyadaki assosiyasyon ise, genelde hücre içi sistemlerin, yapıların (= moleküler = çook küçük düzeydeki) işbirliği ve güç birliği yapması, yardımlaşmasıdır. Ben bu işbirliği ve güç birliğinin (= yardımlaşmanın), makro düzeyde (= kâinat düzeyinde) de olduğuna inananlardanım. Kâinatta işbirl...

CONATUS

Conatus, bir Spinoza kavramı. Anlamı : Var kalma için, içimize yerleştirilmiş güç. Bu gücü, tehlikelerden kaçınmak, daha rahat (= konforlu) bir hayat yaşamak için kullanırız. Her varlıkta (= doğada) bu güç vardır. Doğa (= Tanrı. Ona göre Doğa = Tanrı'dır.), bizi bazen tehlikeli (= dezavantajlı), bazen güvenli (= avantajlı) durumlarla karşı karşıya bırakır. İnsan, tehlikeli (= dezavantajlı) durumları bertaraf ederek, güvenli (= avantajlı) durumları çoğaltmayı arzular; bu sayede de gelişir, mükemmelleşir. Buna Darwin, evrim der. Onun evrimi de, hayatta kalmaya (= doğal seleksiyona) dayanır.  Ben, maddî, fiziksel ve türsel evrime inanmam; ama ma'nevî (= düşünsel ve ruhsal) evrime (= kemâle) de soğuk bakmam. Burada bize verilen bu süre (= ömür), bu tür bir evrim (= kemâl) içindir. Kimi (= çoğu insan), bu süreyi hebâ (= zâyii) ederek geri düşer; kimi, yerinde sayar, bi adım bile “ilerleyemez”; kimi de bu süreyi kemâl peşinde koşarak (= insan-ı kâmil olma yolunda ilerleyerek) iyi değ...

CÜMLE

Tümce. Fiil, fâil ve mef’ûlü anlamlı bir bütün (= cümle) oluşturacak şekilde bir araya getirme. Türkçede fâil, özne; mef’ûl, nesne; fiil, fiil/eylem veya yüklem. Fiili fâil, belli bir mekânda, belli bir durumda ve belli bir zamanda yapar; bunlara yer, durum ve zaman zarfları denir. Okuyorum, cümlesinde, fâil, ben; fiil, okuma; mef’ûl, gizli, kitap veya okul olabilir. Fiil, eylem/eyleme, bi şeye eylem yüklemedir. Eylem/eyleme için fâilde (= öznede) belli bir güç (= takat, derman) olmalıdır; bu güç (= takat, derman) fâile nereden gelir?!. Sözgelimi, okumak istesem ama okuyamasam, yürümek istesem ama yürüyemesem, yutmak istesem ama yutamasam, konuşmak istesem ama konuşamasam, ... önceden okumuş (okumayı öğrenmiş), şimdi okuyamıyorsam; önceden yürümüş, şimdi yürüyemiyorsam; önceden yemiş-içmiş, şimdi yiyip-içemeyiyorsam; önceden konuşmuş, şimdi konuşamıyorsam; ... akinezi hastası olan bi çok insan var. Bu insanların gücü (= takati, dermanı) nereye gitti; veya bu gücü (= takati, dermanı) on...

FOBİ ve HOBİ

Fobi, korku, yılgı ve acı (= üzüntü) verici; hobi, eğlendirici, dinlendirici ve sevindirici duygu.  Korku ve eğlence (= sevinç, neşe) ânlık değildir; geçmişte yaşadığımız korkuları ve sevinçleri yeniden  hatırladığımızda da; benzer veya daha büyük korkuları ve sevinçleri gelecekte yaşama ihtimali olduğunda da, korkar ve seviniriz. Bu ne demektir?!. Dün (= geçmişte) ve bugün (= şimdi) yaşadıklarımızı, yarın da (= gelecekte de) yaşayabiliriz, demektir. Yarın olduğunda, dün ve bugünün geçmiş, bitmiş olacağını biliyor olmalıyız. Bunu, ölüm sonrasına (= âhirete) taşıyalım (= uyarlayalım) ve dün (= geçmişte) ve bugün (= şimdi) yaşadığımız korkuların (= fobilerin) benzerlerini veya daha beterlerini yarın (= gelecekte = öldükten sonra = âhirette) yaşamamak için şimdiden tedbir alalım. Bilelim ki; iş, işten geçtikten sonra verilen öğüdün (= nasihatin, uyarının) bir değeri yoktur.

NASIL MÜSLÜMAN OLDUK?!.

İhtidâ eden insanların nasıl Müslüman olduklarını anlatan, "Nasıl Müslüman oldum?!." başlıklı otobiyografik yazılar okuruz. Ben, bizim nasıl Müslüman olduğumuza dair bi kaç cümle kurmak istiyorum. Bizler, ihtidâ eden insanlar gibi Müslüman olmadık; Müslümanlığı miras aldık. Bu yüzden, ihtidâ eden insanlar = Müslümanlar gibi, Müslümanlığın kıymetini (= değerini) bilmiyoruz. Efendimiz de, Müslümanlığı (= İslâm’ı) babasından-dedesinden miras almadı. Her ne kadar Hz. İbrâhim (a.s.) Onun dedesi-babası (= millete ebîküm İbrâhim) ise de, arada zamansal/tarihsel olarak 2000-2500 yıl var. O, dedesinin = İbrâhim (a.s.)’ın dinini tekrar diriltti. Bizler ise, dedemizden = Efendimizden = Hz. İbrâhim (a.s.)’dan miras aldığımız dinimizin kıymetini bilemediğimiz gibi, onu hoyratça “harcıyor = kullanıyoruz”!. Çünkü, Müslüman olmak için emek harcamadık. Emek verilmeyen yemeğin değeri bilinmez. 

KÜÇÜK KÂİNÂT = İNSAN

Küçük kâinât, insan. İnsan, kâinâtın mikro düzeydeki prototipi, modeli. Bu modeli, fiziksel veya şekilsel (= şeklî) bişey olarak düşünmeyin. “İnsan, küçük kâinât; kâinât, büyük insan.” “İnsan, zübde-i âlem.” = Kâinâtın = âlemin özü. Spinoza ve Vahdet-i Vücûdcular, kâinata Tanrı derler, Tanrı ile kâinatı (= doğayı) özdeş görürler. İslâm inancına göre kâinât, Allah’ın yaratmasıdır, Allah, Rabb-ül âlemîndir. Ama, "göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür." (= ekber. 40/57.) Buradaki “büyüklük”, fiziksel, geometrik, mikroskobik-makraskobik, ve göreceli/nisbîdir. Mikroskobik ve makroskobik baktığımızda insanla kâinat “aynı”! gibidir. İnsan beyninde 100 milyar hücre (= nöron) var; diğer organlardaki hücre sayısını da hesaba kattığımızda yaklaşık 30 trilyon  (3×10 üzeri 13) = 3×100.000.000.000.000. Bir insan, ömrü boyunca hiçbir şey yapmasa, sadece sayı saysa, ve hep bir, bir, bir (1.1.1...) dese = tek hece söylese, 4 milyara kadar sayabilir. Sözgelimi...

OXİMORON

Oksimoron, zıt (= karşıt, çelişik) anlamlı kelimeleri bir araya getiren anlamlı sözcük veya cümle. Oximoron kelimesi, paradox kelimesi ile benzerlik gösterir; paradoksda anlam/sonuç, çelişik ve olumsuzdur; oximorondaki anlam, olumludur. Gündelik dilde, özel halk otobüsü (özel ile halk); sessiz çığlık; hiç kimse; yaşayan ölü; tek kişilik ümmet; deli dolu bir velî, zorunlu bağış; köşeli daire; barış için savaş; ateist imam; gibi kullanımlar, oximoron örnekleridir. ‘Tek kişilik ümmet’, ‘yaşayan ölü’, ‘hiç kimse’ ve ‘deli dolu bir velî’deki oximoronları kısaca şerh edelim.  Normalde ümmet, çok kişiden oluşur; tek kişilik ümmet olmaz = tek kişi, çok kişi olmaz. Normal, kime göre normal?!. Yaşayan ölü. Ölü yaşar mı?!. Baktığımız yere, içinde bulunduğunuz duruma bağlı. Burada, “kutsal bir amaç veya değer” için ölenlere, ölü demiyor, şehit diyoruz. “Kutsal bir amacı veya değeri” olmayanlara, onun için bişey yapmayanlara da "yaşayan ölü" diyoruz. Hiç kimse. Olmayan kişi. Kimse, kişidi...

OLMAK

Tek kişilik ümmet olmak, “iyi bir kul” (= kânitînden ve evvâbînden) olmaktır. Sâd Sûresi, 30. âyet, iyi kulu, Evvâb olarak niteler.  Evvâb/în nedir. Önce, kötülükten (= günah işlemekten) dönmek. = Tövbe etmek. Sonra, iyiliğe (= Allah’a) yönelmek ve iyilik yapmakta (= Allah’a yönelmekte) ısrar etmek. Başa bir sıkıntı geldiğinde, yardımı sadece Allah’tan istemek  = “iyyaKe nesteîn”, kula yalvarmamak; yardım gelmiyorsa, (= Rabbimin benim hakkımda bir bildiği vardır diyerek) sabretmek. Gece bile ibâdet (= iyilik) etmek = teheccüd.  ... Bizler olmayı : • Zengin olmak, • Bi yere bi baş (= yönetici) olmak, • Prof. Doç. Dr. olmak (= ünvan almak) sanıyoruz!. Aldanıyoruz. ... Buda (= Budha. M.Ö. 5. yüzyıl), olmayı, prenslikte görmedi; babası kraldı; tahtın tek varisiydi.  Efendimiz (571-632), Benî Hâşim’in (Kureyş’in) gözdesiydi; isteseydi, Mekke’nin reisiydi. Olmadan, reis olmak istemedi; reisliği Medine’ye taşıdı. İbrâhim Ethem (hicrî 2., milâdî 8. yüzyıl), Belh (Horas...

TEK KİŞİLİK ÜMMET!.

“Kesinlikle (= muhakkak) İbrâhim, hanîf olarak Allah’a yönelen (tek kişilik) bir ümmetti; müşriklerden değildi.” =  اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ كَانَ اُمَّةً قَانِتاً لِلّٰهِ حَن۪يفاًۜ وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ  (16/120.) (Hanîf, Tevhîd’i bozmayan, sağlam duran, yamulmayan. Kanît, Allah’ın emirlerine tam mûtî/itaatli. Ümmet, topluluk, cemaat.) Tek kişilik ümmet de olur muymuş?!. Olurmuş. Kimse, Allah’ın emirlerine tam mûtî/itaatli (= teslim) olmasa da kişi = bir tek kişi bile, İbrâhim gibi olursa “kocamam bir ümmet” olabilirmiş!. İbrâhim nasıl biriydi?!. Kânit ve Hanîf. Tevhîd’i bozmadı, Tevhîd söz konusu olunca sağlam durdu, yamulmadı; Allah’ın emirlerine tam itaatten ve tam teslimiyetten aslâ geri durmadı; hiç müşrik olmadı. “Allah’ın verdiği nimetlere hep şükretti. Allah da Onu seçti ve doğru yola iletti.” (16/121.) “Ona dünyada iyilikler verdi. O, âhirette de Sâlihlerden.” (16/122.) “Sonra da Sana : ‘Hanif olarak İbrahim'in milletine uy, O müşriklerden değildi.’ diye vahyetti...

RABB-ÜL ÂLEMÎN

Âlemlerin Rabbi. Kim, âlemlerin Rabbi?!. Allah (c.c.). Âlemler = Varlık = Mevcûdât.  Mevcûdâtın (= âlemlerin = varlığın) Rabbi Allah ise; Allah, âlemlerden = varlıktan ÖNCE gelmez mi?!. Ya da âlemler = varlık = mevcûdât, Allah’tan SONRA gelmez mi?!. Ontologlar (= Ontoloji = Varlıkbilimle uğraşanlar), inançlı (?!) Varoluşçular (= Egzistansiyalistler), bazı Teologlar (= İlâhiyatçılar, Kelâmcılar, Mutasavvıflar), Panteistler, en önemlisi de Vahdet-i Vücûd’cular, Tanrı’yı âleme İÇKİN görürler ve O’na BÜYÜK VARLIK derler. Meselâ, İslâm dünyasında Muhyiddin İbn-i Arâbî ve Sadreddîn Konevî; batı dünyasında Spinoza, Tanrı = Âlem, der gibiler!... Oysa, Rabb-ül âlemîn ifadesi doğru okunup-anlaşıldığında, Rabbin âlemden ÖNCE VAR OLDUĞU = O’nun Varlığı (= Mevcûdiyeti), varlığın (= âlemin) varlığından ÖNCE olduğu; veya, O’nun Varlığı (= Mevcûdiyeti), varlığın (= âlemin) varlığına BAĞLI olmadığı; O’nun Kendi Zâtı ile VAR olduğu; varlığı (= âlemi) O’nun var ettiği (= yarattığı), anlaşılır. Yarata...

BİREY

Fert. Nefer. Ben. Kişi. Birey, kapitalist-liberal toplumun öznesi, gözdesi, olmazsa olmazı, toplumun (= cemaatin, cemiyetin) temel taşı, kolektivizmin (= komünizmin) karşıtı. Felsefî adı : İndivudüalizm. Siyasî adı : Liberalizm. Bireye, yukarıda verdiğim dört karşılıktan nefer, aynı zamanda rütbesizlik (= rütbesiz asker) demek. Neferler, kendilerine bir “rütbe” iddia etmeye kalktıklarında, aralarında karşılıklı olarak münaferet (= nefret) doğar. İki kelimenin kökü de NFR (= نفر). Benlik (= bireylik, senlik-benlik) iddiası, rekâbete, kıskançlığa, düşmanlığa ve nefrete sebep olur. Rütbesizlik, temizliktir. Rütbe peşinde koşanlar, kendini "bişey" zannedenlerdir. İnsan, bir damla sudan oldu; rütbesizler, "olmadan önceki hâllerini" buldu. İnsan, olmadan önce, Rabbin "OL! = KÜN!." emrinde, "OL" diyen Ben'indeydi. O Ben varken, başka ben yoktu. O Ben, bizim gibi benlere benlik verdi. İnsan, kendine verilen benliği tekrar O'na vermeden = o benliğ...

TEMİZ, TERTEMİZ BEN

Temiz ben varsa, kirli ben de vardır. Kirli ben, günahla kirlenmiş, ego (= benlik) çamuruna batmış, şeytanî bendir. Temiz ben, günahı (= günahları) terk etmiş, ego (= benlik) çamurunu temizlemiş, melekleşmiş bendir. Şeytan, ben diyen ben (= ‘beni ateşten, onu/Âdem'i çamurdan yarattın’, diyen; Rabbinin emrini  dinlemeyen ben); melek, Rabbinin emrine uyan, kayıtsız-şartsız (= bilakaydüşart, itirazsız) itaat eden bendir.  İnsanda, imtihan gereği hem şeytanî ben, hem melekî ben vardır. (= fücûr ve taqvâ.) Şeytanî ben, kirli bendir; melekî ben, temiz bendir. Enâniyet, şeytanî bendir. Şeytanî ben öldürülünce, geriye temiz (= melekî) ben kalır. “Melekler, Allah’a kul olmaktan aslâ kaçınmazlar.” (4/172.) Onlar, O’nun sâdık askerleri, memurlarıdır; tâbiri caizse, O’nun bi/r dediğini iki etmezler; aslâ günah işlemezler. Temiz, tertemiz insan (da), melek değil, “melek gibidir.”!. Bu insan, şeytanî benini öldürmüş (= yok etmiş); melekî bir ben edinmiştir; bu ben, onun yeni (= temiz, terte...

LÂL-Ü EBKEM

Lâl, doğuştan dilsiz, samut. Lâl-ü ebkem ise, dilli (= konuşuyor) iken, sonradan, hayretten (= şaşkınlıktan veya şoktan) dilsiz. (= susmuş kalmış.) Sonradan dilsiz kalan, “şok” geçirmiştir.  Bu “şok” nasıl bi şoktur?!. Bu yazı, buna değinecek. Konuşan adam, öznedir, “ben, benlik” sahibidir. ‘Konuşuyorum.’ cümlesindeki özne, ben’dir. Ben, “şok” geçirirse, konuşamaz, dili tutulur, lâl olur. Benin şok geçirmesi, hem dışarıdan güçlü bir etki ile hem içeriden güçlü bir etki ile olabilir. Lâl olma (= konuşamama), böyle bir etkinin sonucudur, etkiye tepkidir. Dış şok, ses tellerini vurur; bu bir hastalıktır. İç şokta ise, ses telleri zarar görmez; kişi konuşabilir, ama konuşmayı istemez, yanlış konuşacağından korkar, susar. Konuşabiliyorken konuşmamak, --konuşamamak değil--, doğruyu konuş(a)mama kaygısındandır. Bu kaygı, bir açıdan “sorumlu” (yeminli mi deseydim?!) tercümanın kaygısına benzer. Sorumlu tercüman, konuşanın konuşmasını üçüncü şahıslara (= dinleyici ve okuyuculara) doğru (= a...

DÎNÎ BİLGİNİN SORGULANMASI

İnsan, duyu, duygu (= kalp) ve akıl varlığıdır.  Din, insan içindir. Din insan içinse, dinde de duyu, duygu ve akıl vardır. İnsandaki duygu, inançla; duyu ve akıl, bilgi ile ilişkilidir. Duyu ve akıl ile bilim yapılır; duygu (= kalp) ile inanılır.  “Aklı olmayanın dini yoktur.” (Hadis. Câmi-us Sağîr. 6159.) Duyularımız değişkendir. (Su içindeki kaşığın kırık gibi görünmesi.) Aklımız, fizik (= fenomenal, şuhûdî) dünyada iş görür; metafizik (= nümenal, gaybî) dünyaya uzanamaz. Duyularımız ve aklımız, daha çok, buradaki (= bu dünyadaki) yaşamımızı düzenlerler; “kesin karar” vermemize yetmezler; çünkü “varlığın tümünü” kuşatamaz-bilemezler, varlıkta bir düzenleyici olduğuna dair bir kanaate varamazlar; bu yüzden de “rahat ve huzur yüzü” göremezler. İnsanı rahata (= emniyete, emne, imana, huzura) götüren inançtır. İnançla tanışan insan, artık sorgulamayı bırakır. Çünkü, sorgulamada şüphe (= endişe, korku) vardır; iman = inanç, şüphe (= endişe, korku) barındırmaz. Bilim, şüphe ile ç...

NOKTA

Kâinat, bir nokta. Bu nokta, içinde benim de bulunduğum kocamaan, karanlık ve tek kapılı bir mahpushane.  Âhir zamanda bu kapıyı açabilen tek Özne : Üsve-i Hasene. Sen de kendini tutsak hissediyorsan, o kapıyı bir ân önce açmayı dene. Onun çıktığı gibi çıkamazsan, kalırsın içeride milyarlarca sene. Çıkabilen bulurmuş bitmez-tükenmez ve kesintisiz bir hazine. Sana Kevser’i verdik. Namaz kıl, fedakârlık et, dedik. Senin şânını yükselttik. Düşmanlarını beter (= ebter) ettik.

YALVARIŞ-YAKARIŞ

*** Hatâ ettim, ayrı düştüm Sen’den Ya Hüdâ!. Sen’den gelecek bir nidâya canım fedâ. O nidâdır bana, en kutsal ve en hayatî gıdâ. Mahvediyor beni, bu cüdâ ve bu “sevdâ”!. O nidâ olmayınca gönlüm ve ruhum gedâ. O nidâyı duyan herkes, şehîd-şühedâ. *** (Cüdâ = Ayrılık. Gedâ = Yoksul, dilenci.)

صور

Bu kelime, sûr ve savvara şeklinde okunur. Sûr, kıyamet ve ba's (= yeniden dirilme) günü, İsrafil’in “üfleyeceği” boru. Savvera, fiil; anlamı : şekil, biçim (= sûret) verme. Tasavvur (= تصور) da musavvir (= مصور) de tasvir (= تصوير ) de aynı kök. Tasavvur, bişeyin veya birinin şeklini (= sûretini) hayal (= tahayyül) etme. Musavvir, sûret (= şekil, biçim) Veren. Tasvir, resim. Edebiyatta, betimleme. (= canlı gibi sözle anlatma.) Gerçek = Hakikî Musavvir, sadece Allah = El-Musavvir. (59/24.) Bizim edebiyat (= yazı ve sözdeki) ve sanattaki (= resimdeki) tasvirlerimiz ve tasavvurlarımız ise gerçeğin taklidi, imitasyon.  Bu imitasyonlarla biz (hakikî) gerçeğe ulaşmaya çalışıyoruz; bunu yaparken de harfleri, renkleri ve sesleri kullanıyoruz; harfsiz, renksiz ve sessiz olarak gerçeğe ulaşmaya çalışanlara (ve gerçeği bulanlara) imreniyorum, selâm olsun onlara. Sanırım onların (bizim yaptığımız gibi) sûretlerle işi yok. Efendimiz, Kur’ân’ı daha çok sûreti (= sözleri = Hadisleri?!) ile değil...

KOMŞU OLMAK

Önce olmak, sonra da O/olana komşu olmak. Olmak, mevcûd (= var) olmaktır. Bizler, mâdum (= yok), en azından mümkün varlar, varlıklarız. Vâcib-ül Mücûd, O. Komşu, câr (= جار); müennesi câriye. Biz câriyeyi, savaş esiri kadınlar için kullanırız. Kişilerin de ülkelerin de komşuları olur. Komşular geçinemezlerse, aralarında “savaş” çıkar; yenen, yenileni esir alır; yenilen, yenenin cârı ve câriyesi (= âsî komşusu) olur. Komşular, iyi anlaşır, iyi geçinirlerse, birbirlerine hem iyi bir “câr” hem de iyi bir “yâr” (= dost, sevgili) olurlar. (Sakin hâ!, buradaki sözlerimi cinselliğe hamletmeyin.) İyi bir câr’ın, iyi bir yâr’ın, iyi bir dâr’a (= yurda) ihtiyacı vardır. Rabbim bizi, cennette Efendimize (iyilere) komşu eylesin. ... Bir de, Kur’ân’da “Allah ile beraber olmak = meallah =  مَعَ اللّٰهِ tâbiri var. Kimler Allah ile beraber?!. • Sabredenler. (2/153.) • İyi davrananlar. (29/69.)  • Muttaqîler. (2/196.) • Mü’minler. (8/18.) ... Hicret esnasında Sevr’de kuşatıldıklarında...

KAYIP ARANIYOR!.

Kim kayıp?!. Ben. (= Sen, O, Siz, Biz, Onlar.) Biz, birini (= bi yakınımızı) kaybettiğimizde de bu başlıkta bir ilân veririz. Ya kendimizi kaybetmişsek, kendimiz kaybolmuşsak!. "Kendini bil" düsturu, Yunan’dan beri önemli bir düsturdur; Delphi Tapınağının giriş kapısında bu düstur yazar. Ben bu düsturu, (önce) “kendini bul”! şeklinde okuyorum; çünkü, kendini bilmek için önce, kendini bulmak gerek. Modern insan, modern gâileler içinde kayboldu. Modern insan sanki, bişey (= zengin, âlim, âmir, vs.) olunca kendi olacak!. Bu “oluşlar”, oluş değil, kayboluş. Kişi, bu gâilelerden kurtulup kendine, kendinden sonra Rabbine dönmedikçe, (bişey) olmaz. Kendine dönmek, ben kimim, nereden geldim, niye/niçin/neden geldim, nereye gidiyorum/gideceğim?!, sorularına cevap aramaktır. Bu sorular, kişiye Rabbini bulduran sorulardır.  “... nesullahe, feensâhüm enfüsehüm...” (=  نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ , 59/19.) = Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu. Kendini ...

NEREYE KADAR?!.

Bu sorunun normal formu, ‘... nereye kadar?!.’ Bu soru, genelde bir memnuniyetsizlik, bıkkınlık sorusudur. Sorudaki üç nokta yerine biir sürü kelime gelebilir; ben en genelinden başlayayım.  1. Bu hayat nereye kadar = nerede son bulacak?!. 2. Bu gidiş/ât nereye kadar = nerede son bulacak?!. 3. Bu çile (= bu ceza, bu ızdırap) nereye kadar = nerede, ne zaman son bulacak?!. 4. Bu zarar eden iş = alış-veriş nereye kadar = nerede son bulacak?!. 5. Bu iktidar nereye kadar = ne zaman gidecek, ne zaman yenisi gelecek?!. Hepsinin nihaî = son cevabı, ölüm (mü?!); her şey ölümle son bulacak; her yaşayan, her yaşanan ölüme kadar yaşanacak. (mı?!) İlâ nihâye (= sonsuza kadar) diye bişey yok mu?!. İlâ (= الى), Arapçada yön ve yöneliş bildiren, e kadar, e doğru anlamındaki bir harf-i cer. Nihâye’nin aslı nihâyet = Son. İlâ nihâye : Sona, aslında Sonsuza = sonsuzluğa kadar demek. İlâ’nın sonundaki ye (= ى)’yi at, bir he (= ه) koy; ne oldu?!. İlâh (= اله). Son harf, tek başına hem he hem ...

BİLGİ TOPLUMU

Sosyologlar, toplumları geçim kaynaklarına ve tarihsel sıralamaya göre : Avcı-toplayıcı. Tarım. Sanayii. Bilgi. (= Enformasyon) toplumu diye kabaca dörde ayırırlar. Bilgi ile enformasyon farklıdır; bu farka da kısmen değineceğim. Yaşadığımız çağın (= toplumun) başat karakteri, sanayii ve bilgi toplumu özelliklerini yansıtıyor. Az da olsa, hâlâ avcılık ve toplayıcılıkla ve klasik tarımla ve sanayii tarımı ile geçinen topluluklar (= toplumlar = insanlar) da var. Kapitalizm, tarımı da bilgiyi de sanayiye (dolayısıyla ticarete) dâhil etti. Bilgi de ekonomik bir değer hâline geldi. Bu bilgi, veri (= data ve enformasyon = mâlumât) olarak  bilgisayarlar üzerinden üretiliyor ve satılıyor; adına da know-how deniyor. (Khow-how, bir şeyi yapabilmenin bilgisidir.) Bu bilgiyi elinde tutanlar, o bilgi ile üretilen mallardan pay alıyorlar. = patent hakkı. Üretilen malları, müşteri alıyor. Kapitalizm için müşteri, maldan değerlidir. Müşteri, velî-nimettir. Müşterinin hangi malları alacağını bilmek...