Kayıtlar

Ekim, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

FARZIMUHAL

Farzımuhal : Olması mümkün değil ama farz edelim. Neyi?!. Efendimizin bugün (bu asırda) yaşadığını. Farzımuhal Onun 1971’de doğduğunu 2032’de vefat edeceğini... Ona sahip çıkan, bu asrın Abdulmuttalip’leri , Ebû Tâlip’leri kim/ler olurdu?!. 40 yaşına geldiğinde (2011’e denk geliyor), kim/ler Ona inanırdı?!. = Hz. Hatice , Hz. Ali , Hz. Ebû Bekir , Hz. Bilâl , Sümeyye , Amr , Ebû Zer 'ler.. kimler olurdu?!. Şu soruyu sormadan geçemeyeceğim. Tebliğini (= görevini) uzaktan (= sosyal medya, radyo-tv, gazete-dergi gibi araçlarla) mı, yoksa yüz yüze mi yapardı?!. Ebû Cehil (= Amr b. Hişam ), Ebû Süfyan (= Ümeyye b. Halef), Ebû Leheb (= Abduluzza b. Abdülmuttalip )'ler  kim/kimler olurdu?!. Bugün Dâr’un Nedve ’nin karşılığı ne olurdu?!. Dâr’un Nedve, o günün  Mekke Parlamentosu  idi. Farazî bir çok soru var aklımda ama sormayacağım. Niyetim (= yazılarımdaki amacım), dünü (= dünkü = 610-632 arasında yaşanan İslâm’ı) bugüne (çağa) taşımak; bir de bunu “bu şekilde”! (= farazî ...

İLİŞKİLER AĞI

Bi şeyin her şeyle; her şeyin bi şeyle ilişkisi. Her ânın her ânla = şu ânın geçmişle ve gelecekle ilişkisi. Dünün, bugünle; bugünün yarınla ilişkisi... Herkesin herkesi, az ya da çok etkilemesi; ama en son (belirleyici) kararı, insanın kendisinin vermesi. Ve bu kararıyla da “büyük sistemde” yerini alması. Ve herkesin (ilk insandan son insana kadar) bu sistemde “oyuncu = aktör”! olması. Aristo veya Sokrates hâlâ beni ve benim gibi bi çok kişiyi etkiliyor, ama son kararı yine ben veriyorum. Verdiğim kararları konuşuyor-yazıyor, davranışa dönüştürüyorum; ve bunlar da birilerini etkiliyor... Hz. Nuh , Hz. İbrâhim , Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (aleyhimüs selâmlar) da öyle.  Şeytan (= şeytanlaşmış insanlar) da. Şu ân yazdığım yazı (veya davranışım), hangi etkilenmelerin sonucu, bunu ben bile bilemiyorum. Amel defterimize kaydedilen her ânı, uzak-yakın geçmişiyle ilişkilendirsek, o ânda kimden etkilendim de, o sözü söyledim, o davranışı yaptım?!. Ve o sözüm, o davranışım kimi n...

BEDEN-RUH MESELESİ

Ruh (diye bi şey) var mı; beden , ruhtan ayrı mı veya ruh bedenin neresinde?!. Ruh olmasa, bedenin; beden olmasa ruhun ne anlamı olabilir?!. Ruhsuz beden , et ve kemik yığınıdır. Bedensiz ruhu ise bizler “fark edemeyiz, bilemeyiz!”. Beden, ruhun, maddeye, cisme (= ete-kemiğe) bürünmüş somut (= kesîf) hâli. Ruhsuz beden, hareket edemez; ölüm, budur. Ruh ise bedenin soyut (= manevî, lâtîf) hâli. Bedenen (bedenle) yaptığımız her amel (= söz, davranış), ruhumuza yükleniyor. = Ruhumuz, her amelimizi (= sözümüzü, davranışımızı) kaydediyor; ve ona göre “şekilleniyor”; ötede de “bu şekle uygun bir bedene” kavuşacak. Bi başka deyişle, iyi ameller ruha iyi gelir ve onu teskîn (iyi) ederken; kötü ameller ona acı verecek hâle gelir. Cennete ve cehenneme buradan da (böyle de) bakılabilir. Bizler, acıyı ve sevinci (neşeyi) bedensiz algılayamıyoruz, ama acı (üzüntü) ve sevinç (neşe), esasında ruhun bir fonksiyonu = işi. Ölüler (= ruhu, bedenini terk edenler) için acı (üzüntü) ve sevinç (neşe) yoktu...

ALIŞMAK, ALIŞKANLIK KAZANMAK

2/260’da kuşların eğitimine , terbiye edilmesine (= evcilleştirilmesine ) فَصُرْهُنَّ = alıştırmak denmiş.  Alıştırma, bi tür terbiyedir . Terbiye edene, mürebbî, rab deniyor. Öğretimi bilmem ama eğitim, tam bir terbiye işidir. Alışmayı sözlükler, bir işi sürekli tekrarlayarak kolaylıkla yapabilmek. İntibak etmek. Sürekli ister olmak, bağımlılık kazanmak. Isınmak. ( TDK ) Bağlanmak, ısınmak, ünsiyet beydâ etmek, bir işi huy edinmek, tiryaki olmak (Kubbealtı) şeklinde karşılıyorlar. Alışkanlık da böyle (sürekli yapa yapa) kazanılıyor olmalı. Pekiî, alışkanlıkla bağımlılık arasındaki fark ne?!. Bağımlılığın bizdeki imajı kötü. Sigara, içki, uyuşturucu gibi şeylerle irtibatlandırılıyor. Bunu (bu bağımlılığı), bilgi ve sevgi gibi (iyi) şeylere transfer ettiğimizde, adına tutku veya aşk diyoruz. Bu bağımlılığı (alışkanlığı) ibâdetler ve Allah Sevgisi (= Muhabbetullah ) gibi çook daha ileri ve ulvî bir aşamaya taşısak/götürsek = tutkuya ya da aşka dönüştürsek!... İbrâhim’in terbiye e...

İMAN ve İTMÎNÂN

İtmînan ve İman = ﺍﻃﻤﻴﻨﺎﻥ/ ﺍﻃﻤﺌنان ve إيمان Bu konuyu, Hz. İbrahim ’in Rabbinden isteğine ve Rabbinin Ona cevabına ( Bakara Sûresi 260. âyete) ayırdım. “Hz. İbrâhim : Yâ Rabbî, ölüleri nasıl dirilttiğini Bana göster.” =  رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰىۜ “Rabbin Cevabı : Yoksa inanmıyor musun?!.” = اَوَلَمْ تُؤْمِن “Hz. İbrâhim : (Hayır/Evet?!) Kalbim mutmain olsun istedim.” (Yâ Rabbî) = بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبى۪ Belâ (بلى), hem evet hem hayır demek. Hayır : Bilâkis hayır. = ب+لا. Evet anlamındaki belâ : Belâ (بلى)’ın Farsçalaşmış şeklidir ve daha çok belî diye okunur.  Araf, 172’deki belâ’yı da اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ  iki şekilde anlayanlar ve yorumlayanlar olmuştur. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?!. Evet/Hayır.’ “O gün” evet diyenler, Mü’min ve Müslim ; hayır diyenler müşrik ve kâfir. Konuyu dağıtmayayım, Hz. İbrâhim’e Rabbi : ‘Neden inanmıyor musun?!.’ diye sordu; İbrâhim’in kalbi inanç konusunda mutmain (= tatmin olmuş) değil miydi?...

TE'VÎL-ÜL EHÂDİS

Te’vil , yorum ; tefsir , açıklama; açıklama da bir yorum; yorum da bir açıklama. Ehâdis , hâdisenin (olayın) çoğulu, hâdiseler (olaylar); te’vil-ül ehâdis , (olacak olan) olayların yorumu. Olan (olmuş-bitmiş) olayların yoruma pek ihtiyacı olmaz. Haddese (حدث), haber verme , bildirme. Hadîs , konuşma. Özelde de Efendimizin (yaşanan ve yaşanacak olan hâdiseler üzerine yaptığı) konuşmaları. Bu tâbir/ibâre (te’vil-ül ehâdis), Yûsuf Sûresi 6, 21 ve 101. âyetlerde geçiyor. Mealler, genelde bu ibâreyi rüya tâbiri , rüya yorumu şeklinde; bi kısmı, olayların, bi kısmı da sözlerin yorumu şeklinde çevirmişler. Yorum (te’vil), işin (söylenen sözün, yaşanan hâdisenin) aslına (= evveline, tev’ilin kökü EVL) varma çabası. Evvel (= başlangıçla) ile âhir (= son/uç), bir noktada birleşir ve her iş, aslına döner. Aradaki mesafeleri ve zamanı nitelik olarak değil de nicelik olarak görmek gerekiyor. “İlim, bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” (büyüttü. Hz. Ali .) Yûsuf (a.s.)’ın rüyası, 4. âyette. ...

BİR ÖRNEK DE EFENDİMİZDEN

Tulekâ terimini duymuşsunuzdur, TLK (طلق) fiilinden, tâlik/طالق’in çoğulu. Talâk , boşanma, eşlerin karşılıklı olarak serbest kalması.  Mekke (oligarşisi) Efendimize ve ashâbına çok çektirmişti. 630’da Mekke fethedilince , Mekke'de, bizim durumumuz ne olacak, Muhammed (!) bize nasıl ve ne şekilde muamele edecek (= davranacak) diye endişe ve korku ile bekleyen kişilere tulekâ deniyor. Bunların çoğu “müslüman” olmuştur ve bunlar daha sonra (Emevî ve Abbasî döneminde) İslâm devletinde üst düzey yönetici olmuşlardır; ben isim vermeyeyim, siz, o dönemde Şam, Mısır valileri, Hz. Ali (r.anh.) ile savaşanlar kimler bakabilirsiniz. En doğrusunu Allah bilir, (ama) sizce bunların teslimiyeti (= müslümanlığı) gönülden midir, yoksa güç karşısındaki “zorunlu = mecbûrî” teslimiyet midir?!. Gönüllü teslimiyet olsaydı, bence onlar daha sonra “sorun” çıkarmazlardı. Muhtemelen onların ileri gelenlerinde asabiyet (= ataların dinine bağlılık) ve geçmiş atalarının yaşadığı yenilginin hıncı/kini vardı...

İHÂNETİN BEDELİ

İhanetin Bedeli, filmi de var, kitabı da; ama ben bu yazıda, Yûsuf (a.s.)’a kardeşlerinin ihânetinin bedeline değineceğim. Bu bedeli Yûsuf (a.s.) nasıl/ne şekilde ödemiştir?!. Bunun için, Yûsuf Sûresindeki 92. âyete kulak verelim. “Yûsuf : Bugün ayıbınız (= suçunuz, ihânetiniz = hâinliğiniz) yüzünüze vurulmayacak. Allah günahlarınızı bağışlayabilir; çünkü O, acıyıp bağışlayanların en yücesidir.” قَالَ لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ Kendini (= kim olduğunu) ve misyonunun ne olduğunu bilen, böyle söyler = böyle davranır. Kendisini adam yerine koymayanları (= kovanları, hakâret edenleri, küçük görenleri, vs.) bile, kazanmaya (= dinine kazandırmaya) çalışır. Elbette böyle davranmak çook zordur. Kitâb, bunlara (= böyle davrananlara), ‘ zů hazzin azîm = büyük payın/büyük ödülün sahipleri’, der. (Bknz. 41/35 .) İhânete bedel olarak, ihâneti herkes verebilir; bu, aynı zamanda karşı tarafın kaybı demektir; önemli olan, kayıp değil, ...

KRALIN DİNİ

Kralın Dini (= دين الملك). Bu ibâre/ifâde, Yûsuf Sûresi 76. âyette geçer. Yûsuf (a.s.), Yâkub (a.s.)’ın oğlu. Yâkub (a.s.)’ın on iki oğlu var. Onu (= Ruben , Şimon, Levi , Yahuda , İshakar, Dan , Naftali , Gad , Aşer ve Zebulun ), adı Leal/Leah olan karısından; ikisi de (Yusuf ile Bünyamin ), adı Reşal/Reşah olan karısından. Bünyamin, en küçükleri. ( Thomas Mann’ın Yusuf ile Kardeşleri adlı dört ciltten oluşan bir kitabı var, tavsiye ederim.) Büyük kardeşler Yûsuf’u kıskanır; gezmeye (pikniğe?!) götüreceğiz diye baba Yakûb’dan izin alırlar, ve Onu bir kuyuya atarlar; Baba’ya da kurt kaptı, derler. Yûsuf Sûresi bu olayı ve devamını anlatır. Başlık, Yûsuf’un Mısır ’da “bakan” (ekonomi bakanı) olduğu döneme aittir. Kenan’da (Yûsuf’un ana-baba ve kardeşlerinin yaşadığı yerde, Mısır’ı da içine alan geniş bir coğrafyada) kıtlık baş gösterir. Yedi yıl süren bu kıtlık, Yûsuf’un ileri görüşlü yönetimi (stratejisi) sayesinde aşılır. Yûsuf’un ana-baba ve kardeşleri ile buluşması/tanışması,...

HENÜZ

O henüz olmamış/olgunlaşmamış. Neden, kimden söz ediyorsun?!. Meyveden ve senden, benden, hepimizden. Henüz’ün hem hâlâ hem daha yeni = şimdi anlamı var. Hâlâ (= henüz) gelmedi. Henüz (= daha yeni = şimdi) geldi. Henüz olgunlaşmamış/olmamış : dış şartlar değişmezse, (hemen veya biraz sonra = yakın gelecekte) olgunlaşabilir, olgunlaşma sürecine girmiş, demek. Olgunlaşma/olma sürecine girme, geçmişe; henüz ise, hem şimdiye hem geleceğe işaret eder. Ya olgunlaşma?!. Olgunlaşma/olma, (olgunlaşan/olan o şey neyse veya kimse), dış şartlar (= dünya) aynı kalırsa, olgunlaşanın/olanın kendi özünde (= kendinde) olan bişey midir?!. Evet. İnsan dışındaki varlıklar, (dış şartlar değişmezse), kendiliğinden; insan ise, kendi iradesiyle olgunlaşır, olur. Olgunlaşan meyve yenir, yenmezse (kendiliğinden) çürür, toprak olur. Ya insan?!. İnsan, burada olgunlaşamazsa (= insan olamazsa), ebeden/ebedî olarak “yanarak” (ateşte/cehennemde) olgunlaşacak; toprak olmayı isteyecek ama olamayacak. (Bknz. 78/40 .)...

SON

Kavlî (= sözlü) beyân sona erdi; sıra, fiilî (= amelî) beyânda.  Bu blogdaki = bilmekisteyenlericin.blogspot.com ’daki 2979 sözlü beyân ı beğeniyor ve paylaşmanın faydasına inanıyorsanız, lütfen, eş-dost , akraba ve arkadaşlarınızla paylaşın. Hakkınızı helâl edin . Allah’a emanet olun . *** Nerelisiniz?!. Veya kimsiniz?!. Türkiyeli , Türk. Amerikalı, Amerikan . Arabistanlı, Arap . ... Dünyalı, İnsan. İnsanın yurdu dünya; insan, dünyalı, ama bu dünyaya ait değil. Bunu bize hissettiren (veya öğreten) ne?!. Ölüm. Her insan, çaresiz bir şekilde ölecek. = “ Her nefis (= herkes) ölümü tadacak.” (29/57.) Ölünce, asıl yurduna varacak. Kiminin yurdu cennet ; kimininki cehennem olacak. Bunu ne belirleyecek?!. Buradaki yaşantımız. ... Dünyanın Temeli Dünyayı temel alarak evler-barklar (= yurtlar) yapıyoruz ama dünyanın temelini sorgulamıyoruz. = Dünyanın “boşta/boşlukta”! (= havada ve temelsiz) olduğunu göremiyoruz. Ölümle/ölünce, kararlı/sağlam yurdun (= dâr-ul karâr, 40/39.) ne/nerede ...

YORUMSUZ

“Biz Sana okuyacağız (= Sen de okuduklarımızdan hiçbirini) unutmayacaksın. Allah’ın unutmanı istedikleri hariç...” (87/6.) سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ *  اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ  “(Vahyin sözlerini tekrarlarken) Dilini hızla oynatıp durma. çünkü Onu (Senin kalbine) yerleştirmek ve (gerektiğinde) okutturmak Bizim işimizdir. Böylece, Biz Onu okuduğumuz zaman, Onun okunuşunu (bütün zihnini O okuyuşa vererek) takip et. Sonra da Onu beyân etmek (= açıklamak da) Bize düşer.” (75/16-19.) لَا تُحَرِّكْ بِه۪ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه۪ۜ *  اِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْاٰنَهُۚ * فَاِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْاٰنَهُ * ثُمَّ اِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُۜ ... Sadece son âyetteki “ sonra’ya/ثم’ye ” dikkatinizi çekmek istiyorum; diğerlerini yorumsuz bırakıyorum. Sümme (ثم), sizce, her işte olduğu gibi, okuma, anlama ve açıklamada da belli bir sürecin = zamanın geçmesini ifâde etmiyor mu?!. Yeter ki, her iş gibi okuma, anlama ve açıklamada da samimî (= ihlâslı) olalım ve ötesini Ra...

OKUMA BİÇİMLERİ

Kıraat . Tilâvet ve Tertîl . Üçü de okuma. Kıraat, lafzı (elfâzı); tertil, manayı; tilâvet, maksadı okumadır, denir. Ben de bu görüşe katılıyorum. Okuma, kıraatla başlar; tertil ile devam eder (= derinleşir); tilâvet ile kemâl bulur.( Tertîl ile tilâvet yer değiştirebilir.) Tertîl, ikişer kez sadece Furkan 32 ve Müzzemmil 4 ’de geçer. Tilâvet ise, 63 yerde. Sayılar bize bişey söylüyorsa, asıl olan tilâvet = maksada uygun okumadır. Pekiî, maksat sevap kazanma mıdır?!. Sevap kazanmadan ne anladığımıza bağlı. Bu yazı, tertîl hakkında olacak. Tertîl, okunanı düzenli, sürekli, ağır ağır (= anlaya anlaya) okumadır. Düzenli, sürekli ve ağır ağır okumaktan maksat da anlamadır = tertîldir. Okunan, o ân için parçalı/spesifik (= bütünden kopuk) bir metindir veya olay/olgudur. Okurken, ilk etapta, o metinin veya olay/olgunun ne anlama geldiğini anlamaya (= tertîle); sonra da tüm metinlerin veya olay/olguların oluş (söyleyiş-yazılış) maksatlarını anlamaya/kavramaya (= tilâvete) doğru bir yol takip...

KUR'AN'DAN KOLAYINIZA GELENİ OKUYUN.

"... Kur'ân’dan kolayınıza geleni okuyun!..." Bu cümle, Müzzemmil Sûresindeki 20. âyetinin bir bölümü. = فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِؕ) (73/20); anlamını başlık yaptım. Müzzemmil Sûresi çok erken zamanda inmiş bir sûre; toplam 20 âyet. Ondan önce, 19 âyet Alak ; 52 âyet Kalem Sûreleri var. Bu sûrelerin âyetleri de oldukça kısa. Müzzemmili de sayarsak, toplam 81 cümle = âyet; saymazsak, 61 cümle = âyet. Sözel zihne sahip = ezberleme kabiliyeti güçlü bir toplum, (işi ciddiye alsa!) bu 60-80 cümleyi çok kısa bir sürede ezberler. Pekiî, bu durumda, Kur'ân’dan kolayınıza geleni okuyun, ne demek olur?!. İki şey, demek olur : 1) Hâşâ, muhataplar aptal; 60-80 cümleyi ezberlemekte zorlanıyorlar. 2) Maksat, bugün bizim okuduğumuz Kur'ân değil; çünkü daha Kur'ân tamamlanmamış, başka bişey.  Ne olabilir bu maksat?!. Ortada “yeni bir din” var. Bu din, ne diyor, neyi amaçlıyor, bilinmeli. Özellikle “ Lâ ilâhe illâ-l Allah ” üzerinde düşünülmeli. İlk âyetler ...

EFENDİMİZİN HAYATI KUR'ÂN'DI.

Efendimiz (s.a.v.), Kur'ân ’ı hayatı ile okumuş-yazmıştı. O Kur'ân, sonradan kağıttan sayfalara yazıldı, Suhuf veya Mushaf oldu. “İçinizden Allah’ın lütfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça zikredenler/ananlar için hiç şüphe yok ki Allah’ın Rasûlünde/Elçisinde (= Resûlullah’ta ) güzel bir örneklik/modellik ( اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ) vardır.” (33/Ahzâb, 21.) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’. Hüsnü’l-huluk , 8.) Birileri Eşi Hz. Âişe ’ye Onun (= Efendimizin) ahlâkının nasıl olduğunu sorduğunda, o şöyle demişti : “Sen Kur’an okumuyor musun?!. Onun ahlâkı Kur’an’dı.” ( Müslim . Müsâfirîn , 139.) Bizler Kur'ân’ı okurken, Efendimizin hayat hikâyesini, özellikle 40 ilâ 63 yaş arasındaki hayatını (= biyografisini) çoook iyi bilmeliyiz. O günün sosyolojisi (coğrafyası, ticareti ve siyaseti de dahil) de bilinmeden Onun hayatı tam bilinmiş olmaz. Çünkü, “insan, yaşadığı coğrafyanın çocuğudur.” 25-40 yaş arası “yalnızlığı”, eşi ve çocukları ile iliş...

OKUMA = KIRAAT

Okuma : Öğrenme. Doktora düzeyine kadar okudu veya sadece ilkokulu okudu. Çağırma. Güzel ezan okudu. Tüm akrabalarını düğününe okudu. Söyleme. Sesi güzel; güzel şarkı okuyor. Anlama : Sözün gelişinden (= lahn-el kavl ) veya yüzünün şeklinden bişeylerin ters gittiğini okudum/anladım. Duâ (okumak) ve bedduâ/lânet okumak. Yok etmek. Hazır paranın canına okudu .  Kurnazlık yapmak. Gözleri velfecr okuyor. Gereksiz yere müdahale etmek. Hariçten gazel okuyorsun . Desteksiz ve tutarsız konuşmak. Bana maval (masal) okuma!. Meydan okuma (= challenge), düelloya davet. Niyet okuma. Ciğerini okuma . Ben senin ciğerini okurum = niyetin ne, bilirim. Mahvetmek. O (olay), onun canına okudu. ... Kitap (hikâye, roman, vb.) ya da Kur’ân okuma . Vahyin = Kur’ân’ın ilk emri, oku /إقرأ; ama henüz ortada okunacak bir Kitâb = Kur’ân yok; ne okunacak?!. O okuma, bugün bizim okuduğumuz okuma mı?!. Allah-u A’lem değil. Yaşanan hayatı ve kâinâtı, Rabbin adıyla oku !. Biz, Senin hayatını Rabbinin istediği ş...

NİYE/NİÇİN OKUYORUZ?!.

Okuma, nedir?!. Öğrenmedir, bilmedir.  Neyi?!. Başta Rabbi ; sonra  Rabbin âyetlerini ; sonra da bu âyetlere göre yaşamayı öğrenme. Niçin okuruz?!. Dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmak için. Bu yüzden Rabbin ilk emri oku/ikra!dır . “Yaratan Rabbinin adı ile oku!.” (96/1.) Biz niçin veya kimin için okuyoruz?!. Sadece dünyalık (para) kazanmak (= iyi bir meslek sahibi olmak), dünyada konforlu bir hayat sürmek için. Kendimiz için. ... Okuma için, okunan (yazılmış/yaratılmış) bi şeylerin olması şart. Okunanın, bizim bildiğimiz anlamda illâki harflerle yazılı, kâğıda basılı olması gerekmiyor. Aslında harf, semboldür. Harflerle, yaratılmış olan her şeyin isimleri, sıfatları, fiilleri (kendileri değil) yazılır. Yazma, bi tür yaratmadır. Okuma, bu yaratımın/yaratının Yaratanının (“düşüncesinin”! = Adının) okunması ve O’nun tanınması/bilinmesidir.  ... İnsan da her eylemi (= söz ve davranışı) ile yazar. (= yaratır.) Onun bu yaratımları da amel defterine yazılıyor . Ona da “oku kita...

İHLÂS BİLİNEBİLİR Mİ?!.

Rab , kesin bilir, bunda zerre kuşku yok. Başlıktan kasıt, ihlâsı, (ihlâslı) kişi veya başka kişiler bilebilir mi?!. Kısmen bilir, bilebilir.  Nasıl?!. İyide, iyilikte, iyi olanı yapmakta; kötüde, kötülükte, kötü olanı yapmamakta ısrar ile; ve bu ısrarın sonucunda başa gelen  belâlara sabır (dayanma, direnme) ile. Bu ısrar, aslâ kör ve cahilce bir inat veya taassub değil. İhlâslı insan, aynı zamanda bildiğinin ve yaptığının daha iyisini arayan; henüz daha iyisi yoksa, “mevcut iyide” ısrar eden insandır. = “ Her söze kulak veren, ama en güzeline uyan .” (39/18.) Mevcut iyide ısrar, birilerini kızdırabilir, birilerinin menfaatine ters düşebilir, ve o kişi onlardan olmadık hakâretler işitebilir ve can yakan darbeler yiyebilir. O kişi, bütün bunlara rağmen, iyide/iyilikte ısrar ediyor, yaptığı işten vaz geçmiyorsa; bu bir ihlâs göstergesidir. “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü iyilikle sav. Bir de bakmışsın ki seninle aranda düşmanlık olan kişi, candan dostun/velîn oluvermi...

İHLÂS = (اخلاص)

İhlâs : Bir işi (eylemi/ameli) hulûsu kalp ile sırf Allah (rızası) için yapma, o işe riyâ/gösteriş ve maddî bir çıkar/hesap katmama. Böylelerine muhlîs denir. Halâs/خلاص (= kurtuluş) da aynı köktür. “Kâfirler hoşlanmasa da dini yalnızca Allah’a has/özgü kılarak  duâ/ibâdet/kulluk edin.” (40/14.) فَادْعُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “İnsanlar, bütün içtenlikleriyle (= muhlis îne) yalnızca Allah’a ibâdet etmek,  O’na iman ederek bâtıl olan her şeyden uzak durmak (= hanîf olmak ), salâtı (namazı) ikâme etmek ve zekâtı vermekle   emrolunmuşlardı; çünkü bu, kayyîm dindir .” (= doğruluğu kesin ve açık olan ahlâkî değerler sistemidir.) (98/4.) İhlâs, içine şirk, riyâ, dünyevî hesap, vb. hiçbir şeyin katılmadığı/katışmadığı saf (= tertemiz) bir dindarlıktır. Böyle kişilere şeytanlar (= kötüler/kötü kişiler) zarar veremez. “İblis (Rabbi olan Allah’a) dedi ki : ‘beni (Âdem’in/Âdemoğlunun yüzünden) yolun dışına attığın için, ben de yeryüzünde onla...

SEKR = SARHOŞ/LUK

Sekr = Sarhoş/luk : Alkollü içecek veya uyuşturucu alarak kendini kaybetme, ne dediğini ve ne yaptığını bilememe hâli. “Ey iman edenler, ne dediğinizi bilinceye kadar, sarhoşken (= ve entüm sükéræ) namaza ( salât ) yaklaşmayın!...” (4/43.) Çünkü namaz, aklı başında = bilinçle/bilerek yapılan bir ibâdettir. Namazda akıl başta iken bile, yanlış bişey yapılırsa, secde (sehv/yanılma secdesi) edilir. Namaz kılan (salât eden) insan, ne dediğini (ve ne yaptığını), Kiminle konuştuğunu bilmeli; ‘kendinden geçmemeli, kendini kaybetmemeli’!. Pekiî, Hz. Ali (r. anh.)’ın durumu ne?!. Huşû ne?!. Bi soru daha tasavvuftaki sekr (= sarhoşluk/serhoşluk) ne?!. Üçü de yapılan işe tüm dikkati toplama = tam konsantrasyon, tam yoğunlaşma. Önceden (= niyet olarak) o işin (= amelin, namazın, sözün, yazının, vs.) iyi, ve Allah için yapılması gereken bir iş/amel olduğunu bilme, ve o işi/ameli, en iyi, en doğru ve en güzel şekilde yapmak için tüm dikkati = konsantrasyonu o işe verme, o işi yaparken başka bişey...

KENDİNE GELMEK

Kendine gelmek , kendinde olmaktır. Kendinde olmayan kişi delidir = aklı yerinde değildir, “ saçmalar ”!. Buradaki saçma, şatahâtı = taşkınlığı da içerir.  Kişi, kendine gelmeden, kendinde olmadan kendini bilemez. Kendinde olanların çoğu da kendini beğenir ve kendini bişey zanneder. Bu yüzden, herkesin kendinden geçmesi (= çıkması), başka kendileri (= kişileri) tanıması/bilmesi ve onları kendi ile kıyaslaması gerekiyor. Kişi, bu kıyası neye göre yapmışsa, kendine ve başkalarına değeri de ona göre verir. Bu kıyas (kendinden geçerek kendini başkalarıyla kıyaslama), aynı zamanda ona, onun değerli gördüğü şeyin/şeylerin değersiz olduğunu da öğretir. Bu hâl, kemâl peşinde koşan biri için hiç bitmeyen (ancak ölünce biten) bir süreçtir. Sürekli kendinden geçen ve kendine gelen kişi, belli bir zaman sonra (aşağı-yukarı) ‘herkesin de kendi gibi’ olduğunu anlar. Önceden değer verdiği değerleri (maddî gücü : parayı-pulu, iktidarı; manevî gücü : karizmayı, itibarı) sorgular, tarihe bakar, ... ...

KENDİNDEN GEÇMEK

Önce, kendi ne, geçmek ne?!. Kendi : Kişinin zâtı, nefsi, öz varlığı; iyelik sıfatı olarak da kullanılır : Kendi fikrim. Kendi hayatım. Kendi arabam. Kendi param, vb. Geçmek : Bir yerden bir yere gitmek. İstanbul’dan Ankara’ya geçiyoruz, gibi. Kendimizden geçerken nereye geçiyoruz?!. ... “vezkür rabbeke fî nefsike yedarruan ve ... = Nefsinde (= kendi kendine) yalvara-yakara ve çekinerek, yüksek olmayan bir sesle, sabah-akşam Rabbini zikret/an!. Sakın gâfillerden, umursamazlardan olma!.” (7/205.) ... Soru güme gitmesin. Kendimizden geçerken nereye geçiyoruz?!. Kendimizden geçme , kendimizi (nefsimizi) unutma değil mi?!. Ben, ciddî bir mesele hakkında düşünürken veya kaliteli bir kitabı okurken kendimden geçiyorum.  Evliler bilirler, orgazm esnasında çiftler kendilerinden geçerler. Hz. Ali , namaz esnasında kendinden geçermiş; ayağına saplanan oku namaz kılarken çıkarmışlar. (Bknz. Deylemî. İrşad-ul Kûlub, c. 2, s. 26.) Tasavvufun vecd dediği hâl de bi tür kendinden geçmedir. Vecdin...

BEYYİNE

Beyyine : Delil. Kanıt. Argüman. Belge. Beyyine, beyne (= arasında/بين) edatının ya harfine şedde, ve son harfi nûna he (ه), eklemeyle oluşan bir kelimedir. Beyne (بين), iki şeyin arasında olan, iki şeyi ayıran 'şey'; beyyine (بينه) ise, bu iki şeyi birbirinden ayıran “şey = fark” demek. İki şeyin arasındaki farklar maddî ve manevî olarak çok sayıda olabilir. Renk, büyüklük, tip/şekil, yumuşaklık-sertlik; güzellik-çirkinlik (= estetik), iyilik-kötülük (= etik), doğruluk-yanlışlık (= ontik)... Beyyine, iki şeyin (= düşüncenin/fikrin ve dinin/düzenin = düşünce sisteminin) arasındaki maddî/fizik, etik, estetik ve ontik farkların tutarlı bir ifâdesi = açıklaması/beyânıdır. Beyân da beyne’dendir. Kur’ân , mübeyyin (açıklayıcı) bir Kitâb’tır, Beyyine’dir, Onun bir adı da Mübîn ’dir, açık dellilerle (= beyyinât ) gelmiş/indirilmiştir. “Biz, her kavme mesajlarımızı açık bir şekilde iletmek = beyân etmek  için Elçilerimizi o kavimlerin diliyle gönderdik.” (14/4. 16/44.) Kendilerine Ki...

MİT ve RİT

Mit (= mythe) : Eski insanların tanrılarına ait efsânevî söylenceleri. Din, bunlara esâtîr der. Rit (rythe) : Düzenli (= belli bir düzene/şekle kavuşmuş) dînî törenler, merasimler. Joseph Campell tam bir mitoloji uzmanı. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu . İlkel, Batı, Doğu Mitolojisi ve Yaratıcı Mitoloji gibi kitapları var. Bir başka mitoloji uzmanı da Samuel Henry Hooke . Onun Ortadoğu Mitolojisi Türkçe basıldı.  Hooke’e göre Kâbil’in Hâbil’i öldürmesi tamamen dînî = mitsel ve ritsel. Hâbil , çobandı; Kâbil çiftçi. Hâbil, sürünün en iyisi olan hayvanı Tanrı’ya kurban olarak sundu. Kâbil, döküntü mallarını. Bu yüzden Hâbil’in kurbanı (= sunusu) kabul oldu; Kâbil’inki olmadı. Kız meselesi gibi başka rivâyetler de var. Hooke der ki : Kâbil, toprağını, kutsal kurban kanı ile sulamak ve toprağının verimini artırmak istedi. (Bknz. Ortadoğu Mitolojisi. s. 145.) İnsanoğlu, öyle “garip”! bir varlık ki, gerçek niyetini Rabbi bilmiyormuş gibi, her eylemine dînî bir kılıf uydurabiliyor. Bu d...

HÂBİL ve KÂBİL

Hâbil ile Kâbil , Âdem’in çocukları. Hepimiz, Âdem’in çocuklarıyız. “Onlara, iki Âdemoğlunun (= bizim) gerçek öyküsünü anlat : İkisi de birer sunu (= kurban, قَرَّبَا قُرْبَاناً) sundular. Birisininki ( Hâbil ’inki) kabul olundu, diğerininki ( Kâbil ’inki) ise kabul olunmadı. (Kâbil) Dedi ki : “Yemin olsun seni öldüreceğim.’ (Hâbil) Dedi ki : ‘Allah, yalnız taqvâ sahiplerinden kabul eder.” (5/27.) “Yemin olsun ki beni öldürmek istesen de ben sana elimi kaldırmayacağım. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı gelmekten korkarım.” (5/28.) “Dilerim ki, benim günahımla birlikte kendi günahını da yüklenerek ateşe girenlerden olursun. Çünkü zâlimlerin cezası budur.” (5/29.) (Kâbil’in) “Nefsi kardeşini isteyerek öldürmesini kolaylaştırdı ve onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.” (5/30.) Tarih, tekerrür mü ediyor?!. Hepimiz, Âdem’in çocuklarıyız ve kardeşiz. Kardeşler niye birbirine düşman oldu?!. Kıskançlıktan.  Kıskançlık nedir?!. Başkasının (= ötekinin) sahip olduğu “üstünlükl...