Kayıtlar

INDE = (عند)

Arapça, yanında anlamında bir edat ınde. Bu harf yapısı/dizilim, anede, anüde şeklinde de okunur. Anede/anüde, fiil formudur, anlamı, inatlaşmak, ‘dediğim dedik’ tavrı takınmak; anîd, sıfat formu, anlamı, inatçı, dik başlı; bu kelime, zaman formu ile de kullanılır, ındehâ (عندها) ve ınde zélik (عند ذلك), o ân, o zaman, demek. “Rabbin yanında/katında = Rabbe yakın olanlar = (عند ربك), O’na kulluk ederken aslâ tekebbüre (kibre) düşmezler. (Her zaman, her yerde) O’nu tesbih ederler ve (her zaman, her yerde) O’na secde ederler.” (7/206.) Rabbin yanında/katında = Rabbe yakın olmayı, عند ربك yi nasıl anlamalıyız; Rab, herhangi bir yerde ve zamanda olur mu?!. Hayır; ama akıl, zaman ve mekânın içinde iş görür; zaman ve mekânı aşamaz. Oysa Allah, zaman ve mekânın dışındadır, herhangi bir yerde ve zamanda değildir.  Biz, Rabbimizi “tahayyül ve tasavvur” ederken, O’na bir yer ve bir zaman “ta’yin” ederiz; ama bu, aklımıza “yatmaz”, hemen “sübhânellah” deriz; âyet (7/206), buna (da) işaret edi...

DİNDEN KAZANMAK

Din, herkese kazandırır. Kimi, bu kazancı maddeye (paraya), kimi de ahlâka tahvil eder (dönüştürür). Din, dini, ahlâk kazanmanın bir aracı değil de para kazanmanın bir aracı olarak görenleri kemâle taşımaz/ulaştırmaz. Çünkü para, dinden daha aşağı bir araçtır; ahlâk ise, dinin üstündedir. Öyleyse din de bir araçtır. Evet; ama, bu araç, daha aşağı araçlara fedâ edilmemelidir. Nasıl; toprak, çiftçinin para kazanması için; inşaat, müteahhidin kazanması için; bilgi, öğretmenin kazanması için bir araçsa; din de din adamının kazanması için bir araçtır. Maksat, sadece para kazanmaksa, çiftçi, topraktan aldığı ürünü satar; müteahhit, yaptığı evi/ofisi satar; öğretmen, öğrendiği bilgiyi satar; din adamı da “dini satar”!. Yok; maksat, sadece para kazanmak değilse, çiftçi, topraktan aldığı ürünü satarken, kendi de yer, olmayanlara da yedirir; müteahhit, yaptığı evi/ofisi satarken, yaptığı evin birinde kendi oturur, ötekilerin birini veya bir kaçını da evsizlere verir; öğretmen, öğrendiği bilgiyi ...

BİLİM ve DİN

Bilim, şüphe ile çalışır. Bilimde “kesin doğrular” olmaz; bilim, “dogma”! değildir. Her şeyden şüphe edilirse, bilim üretilemez. Bilimin de, geçici de olsa bazı doğruları (postulaları) olur ve yeni bilimsel üretimler, o doğrular üzerine inşâ edilir. Bilim, bu doğruları nereden alır?!. • Yine kendisinden. • Dinden. Kendisinden alırsa, kısırdöngüye girer. Hâlbuki bilimin kesin doğruları olmaz, bilim şüphe ile çalışır, demiştik. Bilim, aksi ispat edilinceye kadar, doğru bildiklerini “bilimsel doğru” kabul eder; aksi ispat edilince de onun artık bilimsel olmadığını söyler. Bu, mantıktaki a priori doğrular (= önermeler) gibidir. A priori önermeler, fıtrîdir; din, sistemini bu önermeler (postulalar) üzerine inşâ eder. Nedir onlar?!. ‘Bir cisim, aynı anda bir çok yerde olmaz/bulunmaz.’ Ama o cismi (tüm cisimleri = âlemi) Yaratan, aynı ânda her yerde bulunabilir. İki önerme de aklîdir. Bilim de din de aklîdir; ikisi de akla muhataptır; akılsız biri, ilim/bilim yapamaz, dinle de muhatap ola...

BAHÂNE

İnsanın yaptığı kötü işlerin kusurunu kendinde değil de bibaşkasında araması; kendisini aklamaya çalışması. “ve lâ tezirû vâziretün vizra uhrâ” (6/164. 38/18.) Kimse, kimsenin günâh yükünü yüklenmez. Sorumluluk, şahsîdir. (Vizr, hem yük hem günâh demektir. Vezir ise,  padişahtan sonra gelen, yönetim yükünü yüklenen adam.) Sorumluluk almak, bilgi (eğitim) ile olur. Eğitim (bilgi), ailede ve okulda verilir ama kişi yaptığı hatalar için, aileyi (= ana-babayı) ve okulu (= öğretmen veya hocalarını) hatasına/günahına bahâne = gerekçe olarak gösteremez; benim böyle olmam/davranmam “SİZİN YÜZÜNÜZDEN”! diyemez; kendini temize çıkaramaz. Bu, kişinin kendini kukla (= makina, robot) gibi görmesi; kendi aklını ve iradesini kullanmaması demektir. Ailenin ve okulun (= ana-baba ve hocaların) iyi insan (= çocuk ve öğrenci) yetiştirememesi de onların (= ana-baba ve hocaların) kendi günâhı, sorumsuzluğudur; onların bu hatası, elbette yetiştirdikleri insana yansır, ama; bu bahanenin, geriye doğru da i...

BÜYÜME ÜZERİNE

Önce fiziksel büyüme, tabiî ki insanla ilişkili olanından. İnsan, doğunca bebektir; bebek, küçüktür; o bebek, sonra büyür, “kocaman adam” olur ama bu büyüme bir yerde durur. İşte buna fiziksel büyüme diyoruz. Şimdi de ekonomik büyüme. Bu büyümeyi, bir pastaya benzetelim. Ulusal ve küresel ölçekte, insan sayısıyla doğru orantılı bir ekonomik büyüme, mâkul, hatta gereklidir; tabiî büyüyen/büyütülen pasta, âdil dağıtılırsa. Âdil dağıtılmazsa, pastanın büyümesi (= ekonominin büyümesi), insanlar arasında ekonomik eşitsizliğe (sınıf farklarına) neden olur. Bir tanıdığımın babası emlâkçı idi; baba sermaye tuttu, oğullar bu sermayeyi inşaat işine transfer etti; çok büyük inşaat projeleri yaptılar, yapıyorlar; pastayı sürekli büyütüyorlar. Bir gün, ‘Nereye?!. Bu büyümeyi, başka bir büyümeye transfer etmenin zamanı henüz gelmedi mi?!.’ (dedim) “Nasıl, anlamadım”, dedi. ‘Biraz da ev almakta zorlananlara maliyetinin çok az üstünde ev satsanız.’ (dedim) “O zaman, bizim büyümemiz yavaşlar.” (dedi)...

MİTOLOJİ, DİN ve AKIL

Dine akılsız yaklaşırsak din, mitolojiye (efsaneye, esâtîre) dönüşür. Demitolojizasyon, dini mitolojiden arındırmaktır; ama bu akım (= demitolojizasyon akımı), dinde henüz aklın ermediği hususları da dinden arındırmaya çalışmaktadır. Bir hususun akla aykırı olması = akılla çatışması başka; aklın o hususu henüz kavrayamaması başkadır. Vahyi değil de aklı, en nihaî ölçü kabul edenler (= modernist rasyonalistler), dine böyle yaklaşırlar; bu, aklı tanrılaştırmadır. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” diyen bir Müslüman, bu tuzağa düşmez; düşerse; ‘lâ ilâhe illâ akıl.’ demiş olur.

ALLAH, AKIL ve ÂKIBET

Allah, akılla (insanla, insan aklıyla) vahiy göndererek irtibat kurar; öyleyse, buradaki Allah’ı, Vahiy diye de okuyabiliriz. Kelâmi Vahiy, Kur'ân; kevnî vahiy kâinattır; insan da kevnî vahyin içindedir. Kelâmi Vahiy, insana inmiştir. İnsan bu Vahyi, aklı ile anlar. İnsan, bu Vahyi aklı ile anlarken : Aklını (= kendini) merkeze koyabilir. Allah’ı (= Vahyi) merkeze koyabilir. Doğru anlama, akıldan Vahye doğru, Vahyin gösterdiği istikâmette (yönde) yürümedir. Akıl, Vahye (= Allah’a) doğru yürümezse, ya sürekli yön değiştirir ya da yerinde sayar. İnsan, akıl yürütürken, Allah’ın (= rızasının) sonsuz bir hedef (= bitmez tükenmez bir kaynak) olduğunu aklından çıkarılmamalı. Bu unutulursa, akıl donar, enerjisini kaybeder.  (Entropi) Akla, doğru hareket imkânı (= yön/kıble) veren, Allah’tır. = Akıl, böyle çalışmazsa, yönünü ve yolunu kaybeder, şeytanlaşır. Modernistler, aklı “BAĞIMSIZ, ÖZERK, yönsüz, rotasız, kıblesiz” ele alarak işe başlarlar; bu, onların Kur'ân okumalarına da yansır...

KUR'ÂN'A YAKLAŞIM BİÇİMİMİZ

Kur'ân, bize Rabbimiz tarafından inzâl edilmiştir.  İnzalin sözlük anlamı, yukarıdan aşağıya indirme; dînî anlamı, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara bildirmesi. Rabbimiz Allah, ma’nen “yukarıda”!; insanlar, aşağıdadır. Yönler, sabit bir noktayı röper almakla belirlenir ve değişkendir. Dünyadayken dünya, Güneşe göre aşağıdadır; Güneşte olsaydık, dünya yukarıda olurdu. Uzay boşluğunda bir röperimiz yoksa yönümüzü belirleyemeyiz. Kur'ân bize çook “yukarıdan” indi; bu yukarı da bize (dünyaya) göre belirlendi. Biz, Kur'ân’ı ma’nen yukarı çıkmak için okuruz, okumalıyız. Kur'ân, bizi “yukarı” çıkaran ilâhî bir merdivendir, iptir (= hablullah). Kur'ân’ın “yukarı” ile bağını, bağlantısını koparırsak, Ona “düşmüş muamelesi” yaparsak, anlayamayız.  Bizim (İslâm dünyasının) Kur'ân’a yaklaşımı kabaca iki şekilde tezahür ediyor; âcilen üçüncü bir yaklaşıma ihtiyacımız var. 1) Onu çook kutsuyoruz; yere indirmiyoruz; hep yüksekte tutuyoruz.  2) Ona diğer (sıradan) kita...

KERBELÂ

"Her yer Kerbelâ. Her gün Aşurâ." Aşura, on demek. Bu on, Muharrem'in onuna (= Kerbelâ gününe) atıftır. 10 Muharrem 680'de, Kerbelâ'da ne oldu?!. Adı müslüman olanlar, siyasî hırsları için, çölün ortasında, tadı Müslüman olan 72 canı, kılıçlarıyla biçti ve kanlarını da su niyetine içti!. Onların kahramanca şehâdetidir, o günden bugüne gerçek Müslümanları besleyen; çünkü Onları Efendimiz yetiştirmiştir, hepsi Ehl-i Beyt'tendir. "Allahümme salli alâ Muhammed, ve alâ âli Muhammed." Onun âline ve ashabına salât ve selâm olsun.

İPİNİ KOPARMAK

İp, bişeyi bişeye bağlar. İpini koparmak, insanla ilgili bir deyimdir ve mecazîdir; ipini koparmak, serbest kalmak, hiçbir yere bağlı olmamak, serseri gibi dolanmak, vb. anlamlara gelir. İple ilgili çok deyim var : İpini çekmek. İpleri koparmak. İpi, bir başkasının elinde olmak. Kendi ipini kendi çekmek. İpsiz-sapsız olmak... İnsanın illâ bir ipi olmalı mı; illâki insan, bir “yere” bağlanmalı mı?!. İnsan tek başına yaşayamaz mı?!. Yaşayamaz. “İnsan, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir varlıktır, canlıdır.” (Aristoteles) İnsanın, insanla (ve Rabbi ile) bağı kopamaz; koparsa, o insan yaşayamaz; %100 bireysellik de %100 toplumsallık da ütopyadır ama hiçbir toplum, insanı %100 mutlu edemez. İnsan, sürekli bir arayış içindedir. Aradığını bulur mu?!. Bulamasa da aramaya devam eder; aramak, oturup beklemekten çok daha iyidir. İnsandaki âidiyet (= bağlılık) duygusu fıtrîdir, doğaldır. Her insan, kendini “bi yere” âit hisseder; aile, toplum (millet), devlet, insanlık ailesi gibi. Bu yapılar, “...

SADR

“Elem neşrah leke sadrek.” Biz, Senin sadrına inşirah vermedik mi?!. (94/1.) Bu âyette iki anahtar kelime var : Sadr ve İnşirah. Sadr, göğüs. İnşirah, genişlik, ferahlık. Kavramlara anlamını veren şey veya kavramın içini dolduran şey nedir?!. Ben sadrı, göğüs, sîne diye de çevirebilirim, gönül ve kalp/yürek diye de. Efendimize bu âyet indiğinde, neresi “etkilenmiş”, genişlemiştir?!. Can sıkıntısı (sıkıntı), insanın neresindedir, niye canımız sıkılır, herkesin canı aynı şekilde ve aynı şeyler (durumlar) için mi sıkılır?!. 15/97’de, “onların söylediklerinden dolayı Senin göğsünün (= sadrek) daraldığını (yedîqu/dîyq) biliyoruz.” denir.  Kelimeye  (Sadr’a) : • Dilsel = Etimolojik. • Antropolojik = İnsanî. • Psikolojik = Rûhânî. • Kültürel ve • Fıtrî-ontik yaklaşabiliriz. Dilsel (= etimolojik) yaklaşım bizi, kelimenin harf ve kök yapısına götürür. Kelimenin kökü : SDR. Mastar (مصدر) da aynı kök. Mastar, kelimenin kökü, orijini... Buradan bakınca, insandaki sadrı, insanın ...

MADDE ve RUH

Bilimler, maddeyi incelemekle işe ile başlarlar, kuşatıcılıkları arttıkça ve soyutlandıkça dinle tanışırlar. Din, ruhla başlar, maddeye varır. İlki, yükseliş; ikincisi, iniştir. (= inzâl) Bilimlerin temelinde fizik var; fizik, maddenin dış yapısını; kimya, maddenin iç yapısını; biyoloji, maddedeki canlılığı; ... inceler. İnceleme (= bilme), beyinle olur; beyin de bir maddedir. Beyin, bilmem kaç milyar (yaklaşık 100 milyar) hücrenin (maddenin) düzenli bağlantısıdır. Düşünceyi bu hücrelerin bağlantısı (= bağlantıların sayısı), kalitesi ve hızı oluşturur. Bir hücrede yaklaşık 100 trilyon atom bulunur. 100 milyar hücrenin içindeki 100 trilyon atomun birbirleri ile ilişkilerini (bağlantılarını), bu ilişkilerin kalitesini ve hızını düşünün!. Atom altı (kuantum) dünyaya girdiğimizde ise “kayboluruz”!. İnsana zübde-i âlem (âlemin özü/özeti) derken bunu kastettim. İnsan, tüm âlemin prototipidir. Bütün âlemin (kâinatın) prototipinin insan beynine sığdırılması ve bunun 1300-1400 gr. gibi bir fizi...

HAD

Had : sınır. Dinde Allah’ın koyduğu sınırlar = hududullah. Allah, kullarını bu sınırlarla dener. Sınır koymak, yetki vermek ve o yetkinin sınırlarını belirlemekle olur. Dinde herkese aynı yetki verilmez; herkes için aynı sınırlar konulmaz. Yetki, kişinin mertebesini de belirler; haddin mertebe anlamı da vardır; hadd-i kemâl : olgunluk derecesi, demektir. Sınırı geçmek için izin almak gerekir. Sınır görevlileri, sınırı geçme iznini vermezse (pasaportu vizelemezlerse!), sınırı geçemez; haddi/hududu aşamayız. İnsan, kendi vicdanına danışınca, bazen (belki de çoğu zaman) haddi aştığını (kendine verilen yetkinin üstüne çıktığını) hisseder, bilir. Ben de dün, ‘Tez’ yazısını yazdıktan sonra böyle bir hisse kapıldım. Vicdanım bana : “sınırı/haddi aştın, dikkat et!.” diye bir uyarı yaptı. Bu tür yazıları ehliyle paylaş, herkesle paylaşma; istersen biraz ara ver, kendini dinle, ne yapmak istiyordun, şimdi ne yapıyorsun, kendini bi hesaba çek, yapmak istediğin şeyi iyice bi belle!,  dedi. Sın...

ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR.

Allah’ın dediği olur. Olur mu, oluyor mu?!. Bürokraside Olur, astın üstten izin almasıdır. Üst, olur vermezse (yapılabilir demezse) o iş olmaz; ast, üstten izinsiz iş yapamaz. Allah, EN BÜYÜK OTORİTE (= ÜST) ise, Allah’ın Dediği Olur; astlar, O’ndan izinsiz iş yapamazlar. O’nun izni olmadan daldan bir yaprak dahi kopartamazlar. (düşmez.) Kâinatta bu böyle de insanî dünyada da bu böyle mi = insanî dünyada da Allah’ın Dediği Olur mu, oluyor mu?!. “Gökleri ve yeri hak ile yaratan O’dur. O gün, ‘Ol!’der, o da oluverir veya Ol! dediği GÜN dediği şey olur. O’nun Sözü haktır. Sûra üfleneceği GÜN mülk O’nundur. Gaybı da görüneni de Bilen’dir. O, en iyi hüküm Veren’dir, her şeyden Haberdar olandır.” (6/73.) وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّۜ وَيَوْمَ يَقُولُ كُنْ فَيَكُونُۜ قَوْلُهُ الْحَقُّۜ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِۜ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْخَب۪يرُ Âyette kaç gün (= yevm) var?!. İki. İlk günün geçtiği ara cümle, Ol ded...

TEZ

Bu tez, zaman zarfı olan, çabuk anlamındaki tez değil; iddia, fikir, sav, anlamındaki tez. Bu yazı, bu anlamdaki bir tez savunmasını konu alacak. Tez şu : Şeytan içimizde, dışarda değil. Bu iddiayı (tezi) sürekli dile getiriyorsun ama dün yazdığın “Allah, Âyet ve Âlem” adlı yazında, Allah’ın şeytana “iki Elimle yarattığım insana seni secde etmekten alıkoyan nedir?!.” (38/75.) diye sorduğu soruda, şeytanı “dışsal bir varlık” olarak gösterdin ve bu iddianı (tezini) çürüttün, diye bir eleştiri geldi. Doğrusu bu eleştiri beni sevindirdi; böyle “ince ve dikkatli okuma” yapan okuyucular, beni ümitvar kılıyor ve cesaretlendiriyor; bu yüzden bu eleştiriyi yapana teşekkür ediyorum. Tezimden geri adım atmıyorum ve gerekçelerimi açıklıyorum. Şeytan, insanla birlikte var. İnsandan önce o, bir melekti ve meleklerin içindeydi. Secde emri, meleklere verilmişti. Melekler, insandan önce yaratılmış varlıklardır. İnsan, son yaratılan varlıktır (= halifedir) ve zübde-i âlemdir = o zamana kadar yaratılan t...

HAMLIK & OLGUNLUK

Hamın bir çok anlamı var :  Meyve ve sebzeler için kullanılan anlam : Henüz yenecek seviyeye gelmemiş. İnsanlar için kullanılan anlam, ikiye ayrılır : Bedenin hamlığı ve tavır, tutum ve davranışların hamlığı. Ham hayal (veya düşünce), hayatta bir gerçekliği/karşılığı olmayan şey (= düşünce). Olgun ise, hamın zıttı.  Bu iki kelimeye gelen lık-luk ekleri, durum bildirir ve genelde insan/lar için kullanılır. Bir insan, ne zaman olgunlaşır?!. Bunun yaşla ilgili olduğu söylense de çoğu insan, 40-50 yaşında hâlâ hamdır. İnsanın olgunluğu hayattan aldığı derslerle doğru orantılıdır. Çok da deneyimli olmasam da, 8-10 yıl ders vermiş biri olarak, ders almanın, ders vermeden çook daha değerli olduğunu söyleyebilirim. Ders, sadece okullarda (ve kitaplarda) verilmez ve alınmaz; en büyük dersi, bize hayat verir. Ders almayan, ders veremez, vermemelidir. Aldığımız derslerin çoğu teorik (= kitabî ve şifâhî/sözlü/sözle) olduğu için; bunlar genelde teorik (= kitaplarda, sözlerde, sözde) kalıyo...

MERAK GİDERME

Bazıları, benim hayatımı (ve günlük yaşamımı) merak ediyorlar/mış. İnsanın kendinden söz etmesi doğru olmaz ama merakları gidermek için bu yazı tereddütle kaleme alındı. 2015 Martında (15 Temmuzdan yaklaşık bir buçuk sene önce) kendi isteğimle Üniversiteden emekli oldum; daha 25 sene çalışabilirdim ama çalışmadım; nedenlerini şimdi yazmayayım ama emekli olma kararım, daha “verimli” bir hayat yaşama arzusuydu; “verimli” diyorum, bu verimin gelirle/parayla hiçbir alakası yok. Çalışsaydım, alacağım para, şimdi aldığım paranın en az beş katıydı. Meseleye “toplumsal fayda” açısından da baktım; sonuç tatmin edici değildi. Öğrenciler, diploma için öğreniyor, ben de para için öğreniyordum, vs... Emekli olunca ne oldu?!. İlk altı ay, ekonomik olarak çok bocaladım, sonra kanaati (azla yetinmeyi) öğrenerek bu problemi çözdüm. Çok vaktim vardı. Bu vakitlerde okudum, hâlâ okuyorum. Doktora yaparken ve öğretim üyesiyken bu kadar okumamıştım. Okumalarım Kur'ân’a kaydı. Kur'ân, beni geçmişimle...

KENDİNE GÜVEN

Bu başlığı, bir emir (cümlesi) olarak da, kişideki bir duygunun-düşüncenin karşılığı olarak da okuyabilirsiniz; ben, ikincisini kastettim. Kendine güvenen kişi ile güvenmeyen kişinin davranışları (hayatı), aynı olmaz. Kendine güvenen kişi, dışarıya (başkalarına) bakmaz, özenmez; ‘kendini kendine yeter/li’ görür. Kendine güvenmeyen kişinin gözü hep başkalarında, dışardadır.  Bu durum, düşünce dünyamız için de geçerlidir. Düşünce açısından kendine (kendi düşüncelerine) güvenen kişi, başkalarının düşünceleri ile “öğrenmek” ve onları “değiştirmek” için ilgilenir; kendisi değişmek için değil. Düşünce açısından kendine (kendi düşüncelerine) güvenmeyen kişi, başkalarının düşüncelerine imrenir, kendi de onlar gibi olmak, onlar gibi düşünmek ister ve onların düşüncelerini severek ithal eder, alıntılar... Çook büyük oranda düşünce dünyasında (akademide) yaşadığımız budur; eğitim-kültür hayatımızı da bu tipler şekillendiriyor, yönlendiriyor. Pekiî bir Müslümanın düşüncesi nasıl olmalı; o da, ...

ALIM-SATIM

Alım-satım ticarettir ama ben daha çok bu ticaretin düşünce boyutu ile ilgileneceğim. Alınan-satılan şeyler, üretilen şeylerdir. O şeyleri siz üretmezseniz, başkalarından (dışardan) alırsınız; üretirseniz, başkalarına (dışarıya) satarsınız. Bakın aldığımız-sattığımız şeylere, gıdadan teknolojiye kadar, kimin malı, kim üretiyor?!... Buna benzer durum düşünce dünyamız için de geçerli. Bakın Türkiye’de üretilen düşüncelere (= yazılan bilimsel makale ve kitaplara), açın onların kaynakçalarını (= alıntı yapıldığını gösteren makale ve kitapların listesini); çoğu ithal = dış kaynaklı. Değişim, dışardan besleniyor ve bu değişim yaşanırken içeri “uyuyor”; uyanınca da karşısında yeni bir dünya buluyor. Uyu/t/ma ve uyan/dır/ma da değişimin bir parçası; bilinçle (düşünce ile) ilgili/ilişkili. Kullandığımız somut ve soyut tüm “malların” neredeyse %70-80’i ithal. İçerde üretilen, bize ait olduğunu sandığımız mallar da bu ithal düşüncenin ürünleri. Onları üretenler de ötekiler gibi dünyaya aynı yerde...

ALLAH, ÂYET ve ÂLEM

Âlem, Allah’ın âyetidir. Âlemi, Allah yaratmıştır. Yaratmayı sadece Allah’a tahsis edenler yanında, insana da izafe edenler de var; ama insanın yaratması Allah’ın yaratması gibi değil. Allah, tüm kâinatı yaratıp, “sıra”! insanı yaratmasına gelince, Allah-u A’lem, insanın Kendisi “gibi”! olmasını istedi. Buradaki “gibi”, Allah’taki (= Allah’a ait) özelliklerin (= sıfatların = Esmâ-i Hüsnâ’nın) çoook küçük ve çoook basit (de olsa) birer prototipinin insana da verilmesi. Allah, Bilir; insan da bilir. Allah, Yaratır; insan da yaratır. Allah, Görür, İşitir, İrade eder, ... ; insan da görür, işitir, irade eder, ... . İnsanın halife olmasını, son yaratılması olarak değil de Allah’a halife (= halîfetullah) olması diye anlarsak, insanın “çook özel” bir varlık olduğunu anlarız; nitekim Allah, şeytanla diyalogunda “İki Elimle yarattığım insana seni secde etmekten alıkoyan nedir?!.” Diye sormuştur. (38/75.) Bizler, âlemdeki âyetlerle, âyetlerden Allah’a gideriz. Âlem, Allah’ın yaratmasıdır; nu yar...

DÜŞÜNCEDE DEĞİŞİM

Düşüncedeki değişim midir hayattaki (yaşamdaki) değişime yol açan?!. Klâsik İslâm düşüncesi, ‘klâsik veya modern’ batı düşüncesine dönüşünce mi İslâm dünyası değişti. Klâsik İslâm düşüncesini değiştiren şey ne, modern batı düşüncesi mi?!. Klâsik İslâm düşüncesine, geleneksel düşünce dersek; batı düşüncesi modern bir düşünce mi?!. Klâsik İslâm düşüncesinin, modern batı düşüncesine dönüşümüne Hicrî 2 yy.’da Yunan felsefî eserlerinden yapılan tercümeler mi sebep oldu?!. Bu batı düşüncenin ürettiği bilim ve teknoloji değil mi, hayattaki (yaşamdaki) değişime yol açan?!. Sorular, sorular... Son bir soru : Klâsik İslâm düşüncesi neye dayanıyordu da bu değişime direnemedi?!. Hadi bu soruya cevap vereyim. Klâsik İslâm düşüncesi, Tevhîde (= Allah’ın yegâne Ulûhiyetine) dayanıyordu; o/bu düşüncenin merkezinde Tevhîd vardı, diğer tüm düşünceler buna/Tevhîde dayanıyordu, temel zemin buydu/buraydı; bu zemin çökünce tüm yapı çöktü. Klâsik İslâm düşüncesinden modern batı düşüncesine geçiş, düşüncede (...

UZUV

Uzuv, vücudun parçalarından (organlarından) her biri. Bazı organlar (el, ayak, göz, kulak gibi) vücuttan ayrılırsa, vücut bütünlüğü bozulur; bazıları da (kafa, kalp, ciğer gibi) ölüme sebep olur. Kur'ân da bir vücut gibidir; onun da bazı organları (ibâdete taalluk eden âyetleri) “tamamlayıcı”; bazı organları da (inanca taalluk edenler : Tevhîd, Nübüvvet/Risâlet ve Âhiret gibi) hayatîdir. Kur'ân, bu bütünlük gözetilerek okunmalıdır; parçalı okuma, Onu anlaşılmaz kılar. Onu parçalı okursanız Onda, özgür iradeye dair de, cebre/zorunluluğa dair de âyetler bulabilirsiniz. Bu tür âyetleri, Kur'ân bütünlüğü içinde (= Kur'ân’ı Kur'ân’dan anlayarak) okursak, çelişki gibi görünen hususlar ortadan kalkar; çünkü Kur'ân’da çelişki (= ıvec) yoktur; Kur'ân, meselelere “bütüncül, çook geniş açıyla” bakar; bazen (çoğu zaman) bu bakışı akıl kavrayamaz ama bu bakış, aslâ akla ters düşmez. Kur'ân, bi taraftan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz, derken; diğer taraftan da a...

AZÎZ

El-Azîz olan, Allah’tır. Allah’tan başka azizler de vardır; ama bu azizlerin (ve azizelerin) bazıları, azizliklerini Allah’tan (= Allah’a yakınlıktan) almazlar. Hristiyan azizleri (ve azizeleri), azizliklerini Allah’tan (= Allah’a yakınlıktan) aldıklarını söylerler. Hristiyan azizlerin (ve azizelerin) bizdeki karşılığı, velîler/evliyâlardır. Azze, azzeze ile fiile dönüşür. Yasin, 14. âyetteki feazzeznâ, böyledir. Izzet (= şeref, itibar, onur), bu fiilin isim şeklidir. Ta'zîz, şereflendirme, onur verme ve destekleme anlamındadır; Yasin, 14. âyetteki feazzeznâ, bu anlamdadır. Biz, o beldeye (karyeye), iki Rasül gönderdik, o belde halkı O Rasülleri yalanladı, Biz de Onları bir üçüncü ile destekledik (= feazzeznâ). Pekiî, O Rasüllerin aqıbeti (= sonu) ne oldu?!. Büyük ihtimalle öldürüldüler; çünkü Onlara destek vermek için şehrin çok uzağından/çeperinden (aqsa-l medîne) koşarak gelen “Adam’ı” da öldürdüler. (Sayfa sonu, 26-27. âyetler.) Öyleyse, bu nasıl bir destek veya Onlara verilen ...

ŞEYTAN KİMDİR?!.

Kitâb bize, şeytanlığın (= şeytan olmanın) iki gerekçesini sunar : “ebâ vestekbera. = kaçınma = reddetme/çekinme ve büyüklenme = kibir.” Ebâ (= bir görevi almaktan kaçınma = çekinme) fiili, Kitâb’ta 13 yerde geçer. En “çarpıcı olanı” da Ahzab, 72’de. Bu âyet, emânet âyeti olarak da bilinir. "Biz, emâneti göklere ve yere sunduk (= teklif ettik) onlar onu yüklenmekten kaçındılar (= feebeyne), korktular (= ve eşfaqne)." Şefeqa kökü, endişeli, ürkek ve korkak olmanın yanında müşfik (dirençsiz?!) olmayı da imler. Şeytanın, verilen secde (= itaat) emrini yerine getirmekten kaçınması (= ebâ), kibrinden, kendine çok fazla/aşırı güvenindendir; fazla güven, kibir getirir/doğurur. Onun için, kişi kendine değil, Kendine çook güvenen (= El-Mütekebbir olan) Rabbine güvenmelidir.  “Gökler ve yer, bu emâneti reddetti, onu insan üstlendi. Ama o da zalûm ve cehûl çıktı. = ... innehû kâne zalûmen cehûlâ” (33/72.) Zalûm, zâlim; cehûl, cahil. Zalûm ve cehûl, birbirleri ile uyumlu. Zalûm, hem zulu...

ALLAH'IN İLÂHLIĞI

Allah’ın ilâhlığı, kâinatta kusursuz devam ediyor ama insanî hayatta, 632’den beri her geçen gün zayıflıyor!. Bu ilâhlık, Kur'ân’ın (dolayısıyla Allah’ın) hükümlerinin uygulanmasıyla olur. Kur'ân, 632’den beri insanların (toplumların) hayatından çekiliyor; o günden beri tarihe itiliyor. Allah’ın ilâhlığının insanların (toplumların) hayatına tekrar dönmesi, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” ile mümkün ama insanlar bu Sözü hayatları ile değil, sadece dilleri ile söylüyorlar. İstisnâlar, kâideyi bozmaz. İlâhlık, Krallıktır. İlâhlık da Krallık da (= El-Melik olmaklık da), ortaklık (= şirk) kabul etmez. Kral, her şeyi yapmaz; yaptırır (= kader). Melekler (insanlar ve tüm yaratılanlar) bunun için var. Her şeyi Allah “yapsa”! (= bizim kader algımız), yaratma niye var, biz niye varız; ve böyle İlâh (= Allah), nasıl Kral olabilir?!. Allah = Kral, bir şeyin nasıl yapılacağını takdir eder, söyler = emreder (= gerçek kader), kulları da onu yapar; O da (= O İlâh = O Kral da) yapanlara mükâfatlarını; ...

ZOR SORULAR

Zor olduğu kadar, sarsıcı, yakıcı ve yıkıcı sorular. Bu soruların sarsıcılığı, yakıcılığı ve yıkıcılığı mevcut (geleneksel, klâsik) din algısı üzerindeki etkisinden. Hoş, bu tür zor, sarsıcı, yakıcı ve yıkıcı sorular sorulmuyor ve bu yüzden bu geleneksel, klâsik din algısı yıkılmıyor. Olsun. Ben yine de sorayım. Şimdilik ilk ve tek sorum şu : Efendimiz bugün hayatta olsaydı (bugün yaşasaydı), Ona inen Kur'ân (Kitâb), yine aynı Kur'ân (Kitâb) mı olurdu?!. Bu soruya verilecek cevap ne işimize yarar, hangi sorunumuzu çözer veya çözmez?!. Kur'ân’ı (Kitâb’ı), bugüne = hayatımıza taşımamızda çook işimize yarar. Aynı Kur'ân (Kitâb) olurdu, dersek; bugünün Ebû Leheb’ini, bugünün As b. Vâil’ini, bugünün Velid b. Muğîre’sini; ve bugünün Ebû Bekir’ini, bugünün Hz. Ömer’ini, Hz. Ali’sini bulmamız; o günün şartlarını bugüne taşımamız lâzım/şart; onların hiçbiri hayatta değil; o şartlar da bu şartlar değil; ama Kur'ân (= Kitâb) aynı Kur'ân (= Kitâb). Faraza!, farklı bir Kur...

HEM, HEM DE...

Batı aklı (bilimi) ve metafiziği, Aristo mantığı üzerine kuruludur; bu mantık, “ya, ya da” mantığıdır, siyah-beyazdır. İslâm bu mantığa (paradigmaya), mesafeli yaklaşır. İslâm’ın “mantığı”! “hem, hem de”ye daha yakındır. Bu yazı, bazı ‘kolay/basit görünen ama zor olan; zor olan ama kolay/basit’ görünen sorular sorarak, “hem, hem de” mantığını irdeleyecek. • Konuşurken, ben mi konuşuyorum, yoksa Bir’i mi beni konuşturuyor = Bir’i mi benim konuşmamı sağlıyor?!. • Ölünce, ben mi ölüyorum, yoksa Bir’i mi beni öldürüyor?!. Bu soru, biri beni silahla veya bıçakla öldürdüğünde de geçerli. Bunun gibi veya buna benzer bir çoook soru sorulabilir. Bütün bu soruların karşılığı ‘hem, hem de’dedir. Pekiî, konuştuğumuz yalanlarda, işlediğimiz günahlarda kim konuşuyor; buralarda da, “hem, hem de” diyebilir miyiz?!. Hayır. Yalan, günah, vb. kötülükler Allah’a izafe edilemez; onlar bizim işlerimiz = bizdeki şeytanî iradenin işleridir. ... Şimdi asıl can alıcı ve kritik olan soruyu soruyorum. Kur...

CİHANŞÜMUL

Evrensel. Üniversal. Umumî. Kürevî = Küresel. Âlemî. Enternasyonal = Uluslararası. Zıttı : Yerel = Beledî. Yöresel. Mahallî. İndî. Mevzî.  Evrensel olanlar neler?!. 1. Din. 2. Üniversiteler. 3. İnsanî Değerler. İlki, son ikisini kapsar ve imana; ikincisi, bilime (akla); üçüncüsü de ahlâka taalluk eder. Bir din, aklı ve ahlâkı dışlıyorsa, evrensel olamaz; yerel ve yöresel kalır. Bir bilim (üniversite), insanî (ahlâkî) değerleri dışlıyorsa, bilimsel = biyolojik-kimyasal ve zihinsel “bombalar”! (düşünceler, şiddet ve savaş) üretir. Bilime ve ahlâka doğru istikamet veren, doğru dindir. Böyle doğru/kayyûm bir dinin = o dinin Sahibi, âlemlerin Rabbi mükemmel bir İlâh’ın rehberliği kabul edilmezse, bilim/ler (akıllar) ve insanî değerler, ilâhların çatışması gibi kendi aralarında çatışırlar, anlaşamazlar. Bizdeki din de (kastım dînî düşünce) üniversiteler de insanî değerler de büyük ölçüde yerel = millî = mahallî. Haâ, belli ölçüde yerel olmak zorundalar; yerellik olmadan evrenselliğ...

DİNİN GÜNE TERCÜMESİ

Din, dün (610-632) indi ama bugüne ve her güne hitap ediyor. Bu önermeyi kabul ediyorsak = dinin son din ve kıyamete kadar geçerli bir din olduğuna inanıyorsak, bu dini, bugüne ve her güne tercüme edebilmeliyiz. Dinin özünde bu “elastikiyet/esneklik ve genişlik” var ama bunu biz nasıl yapacağız?!. Bu, aslâ bir din/i yenileme, dinde tecdide/yeniliğe gitme veya dini yeniden ihyâ etme değil; dini, yaşadığımız hayatta aktif hâle getirmedir. Dün, modernistlerin (Afgânî, Abduh, Reşit Rıza, vb.) yapmak istediği buydu ama başarılı olamadılar. Bunun için : Dinin evrensel ilkelerini, değişmez inanç esaslarını belirlememiz ve bunlardan aslâ taviz vermememiz şart. Bu ilkelerin dönemsel (tarihsel, tarihteki) uygulamalarını aynen tatbik etmek için değil, tahlil etmek ve ibret almak = dersler çıkarmak için öğrenmeliyiz. Bunlar, İslâm değil, İslâm/ın Tarihidir; tarih aynen tekerrür etmez. İslâm’ın yapın veya yapmayın dediği = emrettiği hususlar, günün reel/olgusal şartları içinde ve yaşanılan durumda ...

İLKE

Umde. Prensip. Kural. Kanun. Kur'ân, bize ilkeler sunar ve bu ilkelerin uygulanmasını ister = emreder; meselâ "izheb ilâ firavn" = firavuna git!, der ama her dönemin firavunu farklıdır. Kur'ân’ın ilkeleri, evrensel, değişmez, tarih üstüdür; bu ilkelerin uygulanması, yerel, değişken ve tarihseldir. Biz, yerel, değişken, tarihsel olanı din (= dinin kendisi) zannediyoruz ve geçmiş uygulamaları “kutsuyoruz”!. Bu bizi, tarihe (geçmişe) mahkum hâlde tutuyor. İlkelerin her dönemde uygulanması, dönemin (sosyo-ekonomik, kültürel, siyasî, coğrafî vb.) imkân ve şartlarına göre değişebilir. İlkeler, dindir = İslâm’dır; bu ilkelerin uygulanması, dînî kültürdür, islâmîleşmedir. 

MUTLULUK ve KARZ-I HASEN

Aristo, hayatın amacı mutluluktur, der. Doğrudur ama mutluluğa nasıl ulaşılacağını söylemez. Şunu söyler : Bizi mutluluğa götüren erdemlerdir... erdemler ise, arzulardaki dengedir, der; vs... Modern insan, mutluluğu tüketimde arıyor. Buluyor mu?!. Belki, çook kısa ve geçici bir süre. Oysa mutlulukta esas olan kalıcılıktır. Herkes, öyle ya da böyle, bişeyle, bişekilde geçici olarak mutlu olabilir, mutluluğu yakalayabilir; kimi bir çikolatayla, kimi küçücük bir tebessümle, teşekkürle, vs... Kalıcı mutluluk, ötededir; burası, o mutluluğa yatırımın yeridir. Haâ, burada da “kalıcı mutluluk”! yakalanabilir. Nasıl?!. Tam teslimiyetle. Tam güvenle. Bizlerin başına küçücük (hadi büyük de diyelim) bir sıkıntı gelince teslimiyetimiz ve güvenimiz sarsılıyor!. “Rabbimiz bize verince, Rabbim bana ikram etti; kısınca, “ihanet” etti...” diyoruz. (Bknz. 89/15-16) Sebebine, peşindeki âyetlere bakalım. (89/17-20) ... Karz-ı Hasen’le mutluluğun ne ilgisi var, demeyin!. Karz-ı Hasen, Allah’a güzel borç ver...

İSİMLENDİRME = TESMİYE

İsimler, varlıklara verdiğimiz adlar. Onlara doğru karşılık verdiğimizden emîn olmalıyız, yoksa, yanılır, yanlış bilgileniriz. Doğru isimleri, bize Rabbimiz öğretmiştir. = “ve alleme Âdem-el esmâe küllehâ...” (2/31) Esmâ (= İsimler) ile semâ kardeştir. İsimlerin karşılıkları olan bazı şeylerin (= varlıkların) bulundukları yerler, aşağıdadır; bizler onları isimlendirerek zihnimize “yükseltiriz”!. Bazı isimlerin karşılıkları ise zaten “yüksektir”; En Yüksek İsim ise Allah İsmidir. Allah İsmi, Allah değil, Allah’ın bizdeki karşılığıdır, O’nun karşılığı sadece O’ndadır; O’na, O’ndan başkası vâkıf olamaz ama yaklaşa/yakınlaşabilir; O’na en yakın olan da Efendimizdir; O, O’nun Habîbidir. Allah İsmi (= Allah) dışındaki tüm isimler, sınırlıdır, belirlidir. Bilme, bu isimler arasındaki “sınırlı ve belirli” yolculuktur. Bu yolculuk, O’nun öğrettiği şekilde olursa, doğru olur ve “en sonunda”! O’na “varılır”!; aksi (= keyfî isimlendirme), beyhûde bir çaba olarak kalır. Onlar (= o müşrikler), Allah...

SIFIR & BİR = (0-1)

‘Elde var Bir’ yazımı okuyan bir dostum, matematikte bir (1) değil sıfır (0), daha önemlidir veya değerlidir; sıfır, tüm sayıları katlar, dedi; ve bu yazı bunu açmak, açıklamak için kaleme geldi. Sıfır (0), kendi başına değersiz ve “yok hükmündeki”! bir sayıdır; sol yanında 1, ve 1’den türeyen sayılar almazsa, hiçbir hükmü (değeri) yoktur; aldığında, gerekli bir sayıdır. Sıfır (0), niye gereklidir veya olmazsa olmazdır?!. Sıfır (0), şeytan veya kötülük gibidir; şeytan (= kötülük) olmazsa, iyiliğin de, dolayısıyla insanın da bir değeri olmaz. İnsan varsa, şeytan var; insanın olmadığı yerde şeytan da yok; şeytan, insan = Âdem yaratılınca şeytan oldu. Sıfır/0 (= şeytan), değerli insanları ortaya çıkarmak, onların değerli amellerinin = iyiliklerinin ecrini = mükâfatını; kötü insanları ortaya çıkarmak, onların kötü amellerinin = kötülüklerinin cezasını vermek için var. 1’e 10; 1’e 100; 1’e 1000, ...; 1’e 0, 10’a 0, 100’e 0, 1000’e 0, ... gibi. Sıfır (0), şeytan (= kötülük) olmasa, iyi insan...

ELDE VAR BİR

Bir (1), matematikte asal (= asil, asıl) sayıdır; bir (1), tüm sayıların aslıdır.  Kur'ân’ı anlamak için sürekli elde/göz önünde bulundurulması gereken elde var Bir, Allah’ın Varlığı ve Otoritesidir; bunun mottosu (= formülü, ifadesi) ise, ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’tır. Bu motto (= formül, ifade), bir ân bile unutulursa, Kur'ân’ın anlaşılması zorlaşır. Zikir, bu mottoyu (= formülü, ifadeyi) unutmamak içindir; Kur'ân’ın kendisi de bir Zikir’dir. Kur'ân’ı anlamak için okumaya başlayan biri, Eûzü-Besleme çekerek, bu mottoyu (= formülü, ifadeyi) unutmadığını söylemiş olur. Bu, aynı zamanda son Belirleyiciyi = son Sözü Söyleyeni = nihaî karar Vericiyi kabul ve tanıma; keyfî kararlardan kaçınma, En Üst Emr’e/Âmir’e itaati/kulluğu kabullenme, O’na bağlanmadır.  “Elde var Bir”! unutulursa, bütün hesaplar yanlış sonuçlar verir.

ÂYET & HADİS

Âyet, Kitâb’ın (= Kur'ân’ın) Sözleri; Hadis, Efendimizin Sözleri. Efendimiz, Kur'ân’ın (= Allah’ın) Sözlerine muhalif konuşmaz; O, o Sözlerden neyi anladı ise, ona göre konuşur; O, O’nun Elçisidir; Elçi, “temsilcidir, aracıdır, asıl ve asil değildir”!. Elçi, Rabbimiz Allah ile bizim aramızdadır, bize O’nun (= Allah’ın) Sözlerini (= emir ve yasaklarını) tebliğ eder; tebliğ ederken de bizzat uygulayarak gösterir, modellik (üsve) yapar, örnek olur. Bu yüzden tüm Elçiler, bizim gibi insanlardır ve O’nun kullarıdır (= abduHû). Elçiler, Rabbin Sözlerinin kavlen ve fiilen (= kâl ve hâl) en mükemmel tercümanlarıdır. Bu yüzden, (gerçek) Hadislerin Kur'ân’a aykırı olmaları mümkün değildir ama ne yazık ki, (tüm) Elçiler vefat edince, bazı siyasîler ve onlara yardakçılık edenler, Elçiye (Elçilere) yakın olduklarını göstermek için Elçiler adına sözler uydurmuşlardır. Bu uydurma sözler, Kur'ân’ın anlaşılmasının (= hayata doğru tercüme edilmesinin) önüne ciddî engeller koymuştur. Bu k...

TERCÜME

Daha önce (25 Şubat 2024 tarihinde) bir tercüme yazısı yazdım. Bu yazı, konuya bir başka açıdan/boyuttan bakacak ve iki yazı birbirini tamamlayacak, inş. Bu yazıyı okumadan o yazıyı okursanız, meseleyi biraz daha iyi anlarsınız. O yazının adresi: https://draft.blogger.com/blog/post/edit/6371708412990113227/7786014205175840852 Bu yazı da Kur'ân’ın hayatımıza tercümesini konu alacak. Tercüme, bir dildeki bir yazının, başka bir dile aktarımıdır. Orijinal dilin başka bir dile aktarımı kolay bir iş değildir. Bu, Kur'ân Dili (Tercümeleri, Mealleri) için de geçerlidir.  Orijinal dil, metnin oluştuğu, içine doğduğu dildir; bu dil, bir kültürün (bir hayatın) içinde oluşur. Orijinal dilde yazan yazar, içinde yaşadığı coğrafyanın, kültürün, bilgi birikiminin, dünya görüşünün etkisinde yazar; kelimelerine, cümlelerine (= metnine) bu durum yansır. Kur'ân Metni de (Mushaf da), Arap (Kureyş) coğrafyasını, kültürünü, bilgi birikimini, dünya görüşünü, yaşayış biçimini dikkate alarak, hesap ...

YAZI ARACI OLARAK KALEM

Bizim bildiğimiz kalem, bizim icadımız; değişken ve dönemsel; dün bu, divitti; bugün, kalem ve klavye; yarın, başka bişey olabilir. Kalemi ve Levh’i (= kalemin yazdığı levhayı) anlamak için biraz Tasavvuf literatürüne bakmak gerekiyor. Allah, Nûn’a ve satır satır yazan kaleme yemin ediyor. (68/1. 96/4. 3/44 ve 31/27) Nûn, harf olarak hokka gibi; kalem de divit gibidir; hokkada, şimdiki kalemlerin içinde mürekkep var; klavyede bu mürekkep, elektronik ve digitaldir. Ressamın kalemi, boya, fırça ve tuval; müzisyenin kalemi, nota ve enstrümandır, vs... 68/1 ve 96/4’de sözü edilen Kalem, Allah’ın Kalemidir; Allah, o Kalemle yazmış, o Kalemle yaratmıştır. Âlemdeki (= kâinattaki) her şey, Allah’ın Kalemi ile yazılmış/yaratılmıştır. Her ne kadar  “kalem kırıldı, mürekkep kurudu” deseler de, hayat = yaratma devam ettiğine göre ben, o Kalemin hâlâ yazmaya devam ettiğine inanıyorum. Vahyin ilk âyetleri bize, bu Kalemin yazdıklarını okumayı tavsiye eder. “İqra! Bismi (bi İsmi) RabbiK-ellezî ha...

KÂL ve HÂL-2

Kâl, bir hâl tercümesi mi, yoksa bir kurgu mu?! Kâl, Arapça kâle/قال/söylemekten, söz. Kâle, kavvele’ye ve kavle’ye de dönüşebilir. Kavl, söz/beyanât; kavilleşmek, sözleşmek; mukavele, karşılıklı konuşarak sözleşme yapmak. Arapçada söz karşılığında : kelâm, lafz, hatb (hutbe), nutk (söylev), va’d (söz verme) ve ahd (sözlü ahit) kelimeleri de var; bunlar da söz. Kâlellahu Teâlâ = Allah Söyledi. Kâle Rasülüllah = Allah Rasulü söyledi; makamlar yüksek olduğu için buyurdu.  Allah ve Rasülü, kimin hâline göre söyler/konuşur?!. Biz muhataplarının. Muhatap olmasa, söze (demeye/kâleye) ihtiyacımız olmaz ki. Rabbimiz Allah, 610 ilâ 632 arasında Rasülü ile konuştuğunda (kelâm ettiğinde), Rasülünün de içinde bulunduğu toplumun hâline göre konuşuyordu. Allah, hâşâ hayâlî ve sanal muhataplara konuşmaz, kurgu kurmaz, konuşurken eğlenmez. ... Yaşanan = reel hayata dokunmayan söz, kurgudur; kurgu ise, bir tür masaldır, hurafedir. Söz, yaşanan = reel hayatı tahrif de eder, düzeltir de. Bu, söz söyl...

BİLMEK, İNANMAK ve TEVEKKÜL ETMEK

Neyle, ne zaman karşılaşacağımızı bilemeyiz = gelecekte ne olacağını bilemeyiz. Bilgimiz, düne ve bugüne dairdir; dünde ve bugünde olan her şeyi de bilemeyiz; günü geldiğinde bildiğimiz şeyler de sınırlıdır. Böyle bir bilgiye (bilgimize) güvenebilir miyiz?!. Hiçbir şey bilmemekten iyidir. Daha iyi bi şey var mıdır?!. Her şeyi = dünü, bugünü ve yarını Bilen Bir’ine, O’nun biz ve her şey hakkındaki bilgisine güvenmek, inanmak ve O’na tevekkül etmek; yoksa, çıldırırız. Bilenlerin ama inanmayanların çoğunun çıldırdığına şahit oluyoruz.

İLİMDEN İRFANA GEÇMEK

İlim, aklen bilmekle; irfan, kalben bilmekle; ilimden irfana geçmek ise, bilmeyi, daha doğrusu Bildiren’i sevmekle ve bildirdiği ile amel etmekle olur. Buradaki ve bağlacı, çook önemli; kuru kuru sevmek olmaz; kişi, sevdiğinin dediğini de yapmalı; ki, O/onun kim olduğunu bilmeli ve tanımalı; işte buna, ma’rifet diyoruz. Kul, Rabbinin ne dediğini ilim ile bilir ama ilim ile Rabbini tanıyamaz; tanıma için irfan sahibi olmalı, ma’rifet ile tanışmalıdır. İlme dayanan amelde “şüphe/kuşku” oluşabilirken, ilim, yanlışlanabilirken; ma’rifetle yapılan amelde şüphe olmaz, ma’rifet yanlışlanamaz. İlim, iman etmeyi = inanılana güvenmeyi gerektirir; iman, ma’rifet ve mubabbettir; ilimsiz iman ise taklittir; mukallit mü’minde ma’rifet ve mubabbet yoktur. İlim, bir başkasına dille; ma’rifet, bir başkasına hâlle aktarılabilir. Sahabe, Efendimizin hâlini görerek sahabe oldu; o hâl, bize dille (sözlerle = Hadislerle) aktarıldığı için, bizler bugün çook zorlanıyoruz. Ona ilimle (= dille) ulaşmaya çalışan...

TEHACCÜR ve RECM

Tehaccür (تحجر), hacera’dan, hacer’den, taşlaşma, betonlaşma; recm, taşlama, taş atma, demek; ‘tehaccür-ü kalb’, kalbin taşlaşması, betonlaşması, katılaşması. Şeytan taşlama (= رجم, cemerât), kalbi taşlaşmışa taş atmadır; zâhiren/görüntüde, taşı taşlamadır. Attığımız taş, taşladığımız taştan küçüktür. Pekiî, kalbi taşlaşmış olanların attığı taş, taşladığı taştan büyükse, kime taş atarlar, kimi taşlarlar?!. Kitâb, kalbi taşlaşmış olanları, 7 yerde ‘kaset kulubühüm veya kâsiyet kulubühüm’ şeklinde niteler; kök : قسى dır. Bu fiilin isim ve mastar hâli de kasvettir. Biz kasveti : Gam, sıkıntı, tasa, üzüntü karşılığında kullanırız; meselâ, ‘çok kasvetli görünüyorsun’ veya ‘hava bugün çok kasvetli’ deriz; oysa, dinde kasvet, (şeytan gibi) haktan/hakikatten uzaklaşınca, Rabbin emrine karşı gelince oluşan bi şeydir. Velî (Allah dostu) kullarda kasvet olmaz; kasvetli bir adam, kasvetli birini (şeytanı) taşlamak (= kovmak) istemez; aksine onu yakınında tutmak ve onunla derdini paylaşmak ister. Ş...

ZORUNLULUK & GÖNÜLLÜLÜK

Zorunluluk, dışardan = dış şartlardan ve içerden = insanın kendi içinden olabilir, doğabilir. Dış bir güç, bize zor kullanarak “bunu yapmalısın”! diyor, bize bişeyi emrediyorsa; bizim de ona isyan etme, o işi/o emri başka türlü yapma/yapabilme imkânımız ve gücümüz yoksa = yapmak zorundaysak, buna dış, dışsal zorunluluk diyoruz. Bir işi, içimizdeki güçle ve kendi isteğimizle yapıyorsak, o işi de gönüllü yapıyoruz, demektir.  Soru şu : Her işin, bizim istediğimiz şekilde yapılması doğru mu ve bu mümkün mü?!. Her işi istediğimiz şekilde yaparsak, (herkes böyle yaparsa), işler birbirine girmez, Arap saçına dönmez mi?!. Biliyoruz ki, etrafımızda gücümüzün yetmediği, aslâ da yetemeyeceği bir sürü iş yapılıp-duruyor. Güneş, her gün doğuyor, ısı ve ışık yayıyor. Yağmur yağıyor; bu sayede toprak bize ekin-ekmek veriyor. Yeni insanlar doğuyor, doğanlar ölüyor, vs... ve bütün bu işler, doğru bilgi ve büyük güç gerektiriyor. Bizler de, bütün bu işleri yapan Bir’inden “görüş alarak” düzgün ve u...