MÛSÂ-HIZIR KISSASI
Bu kıssa, Kehf Sûresinin 60 ilâ 82. âyetleri arasındadır.
Buradaki Mûsâ’nın, İsrailoğullarına gönderilen ve kendisine Tevrat indirilen Elçi Mûsâ b. İmrân olduğuna dair genel bir ittifak vardır.
Kıssada Hızır’ın adı geçmez, ‘kendisine tarafımızdan ilim ve rahmet verdiğimiz bir kul/umuz’ olarak sözü edilir.
Mûsâ, genç arkadaşı ile uzun bir yolculuğa çıkar. Amacı : “iki denizin birleştiği” yere varmaktır.
Ne var orada?!.
Bu yazı, bu soruya cevap aramak (vermek?!) için kaleme alındı.
Mûsâ öğrenmeye “aç” biri. Kendisine Tevrat (= vahy) verilmiş ama hâlâ “doymamış”! biri. Çünkü Tevrat’ta “şeriat ilmi” var, Hikmet ise örtük/tü; O, âyetlerin arkasına “gizlenmiş, örtülmüş”!. Şeriat ilmi (zâhirî hıkuk/ilim) ile İsrailoğullarını yönetiyor; işin (= hayatın) sonunu (= âqıbetini) merak ediyor. Uzun ve yorucu bir “yolculuğa” bu yüzden çıkmış. Belki de bu yolculuğun öbür ayağı, içinde. Sizce Mûsâ'nın içinde böyle bir istek olmasa, o uzun ve yorucu “yolculuğa” çıkar mıydı?!.
Musâ’nın niyeti safdı, temizdi. Arkadaşı ile azıklarını da alarak bu uzun yolculuğa çıkmışlardı. Acıktıklarında ve yorgunluktan bîtap/bîtab (güçsüz, halsiz) düştüklerinde Mûsâ arkadaşına : Biraz dinlenelim, bu arada da yemeğimizi (= ğadâenâ) yiyelim, der. Yemekleri balıktır. Arkadaşı : Aa, hani daha önce bir kayanın üstünde dinlenmiştik ya, orada ben balığı (yemeğimizi = ğadâmızı, gıdamızı) unuttum, der; sonra da, ‘bunu bana, şeytan unutturdu’ diye ekler.
Âyetin devamı şu şekilde : o, şaşılacak bir şekilde (= acebâ) denizde kendine yol buldu = “... vettehaze sebîlehu fil bahr.” (18/63.) Bunu, ‘balık canlandı, anavatanına kavuştu’ şeklinde okuyanlar da var.
Mûsâ, bunu bir “işaret” olarak okur ve hemen oraya yönelirler. Ve orada Hızır ile karşılaşırlar.
Mûsâ Hızır’a : Sana öğretilen ve rüştü gösteren ilimden Bana da öğretmen için Sana tâbî olabilir miyim?!, der.
Hızır Mûsâ’ya : Sen Benimle olmaya sabredemezsin. (Çünkü, çoğu şeyin iç yüzünü bilmiyorsun.)
“Hubr’unu kavrayamadığın şeylere nasıl sabredebilirsin?!.” = وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْراً
Kilit, hubr’da.
Hubr ne?!.
Hızır, Mûsâ’ya bunu öğretecek.
(Bu kilidi açtığımda, dünya benim olmuş kadar sevindim; meğer, ben bu kilidi arıyormuşum.)
Hubr, haber, ama bu, bizim bildiğimiz haber değil; aslında o habere benzer bir haber.
Fark nerede?!.
Bizim bildiğimiz haber, olup-bitmiş = geçmişte yaşanmış bir haber. Bu haber = hubr ise, daha/henüz neticelenmemiş = sonu (âqıbeti) görünmemiş = nasıl bir sonla/etki ile sonuçlanacağı henüz bilinmeyen bir haber.
Bizler hükmü, olup-bitmiş = geçmişte yaşanmış haberlere (= kesin sandığımız bilgilere) göre veriyoruz; hubr’daki hüküm, ileride yaşanacakları da içeriyor. Meselâ : Hâbil-Kâbil kavgasını biz bitti sanıyoruz; elbet o kavga, Hâbil ve Kâbil için bitti, ama bizlerdeki etkisi hâlâ sürüyor. Sokrates öldü ama söylediklerinin etkisi sürüyor. İbrâhîm, Mûsâ, İsâ ve Muhammed (aleyhim’üs selâm) öldüler ama getirdikleri mesajların etkileri hâlâ sürüyor; kötüler (= kötü söz ve davranışlar) için de bu böyle. Bana birinin 50 yıl önce söylediği kötü sözün bendeki (= benim yetişmemdeki, kişilik oluşumumdaki) etkisi, çocuklarımda ve muhatap aldığım herkeste hâlâ etkili olmaya devam ediyor, edecek...
Herkesin âkıbetinin ne olacağına dair kesin sonucu = kesin kapanışı = nihâî hesabı henüz görmedik.
Bu kapanışı kıyâmet yapacak. Ve ondan sonra da yeni bir hayat (= âhiret) başlayacak.
Bu kıssa bize, üç olay (= gemi, çocuk ve duvar) üzerinden bunu öğretiyor.
Olayların (= kıssanın) ayrıntısına girmiyorum; bu kadarı kâfî. Umarım, doğru anlamışımdır; yanlışlık varsa benden; isâbet Rabbimden. Umarım bu bakış, istismar edilen “masum çocuk katli”! meselesine bi nebze de olsa ışık tutar.
Yorumlar
Yorum Gönder