Kayıtlar

Kasım, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GELECEK

Gelecek de bir gün gelecek. Eski adı ile âqıbet, gelecek. Dünya zamanında gelecek, zamanın henüz gelmemiş bölümü. Dünya zamanında “gelecek için”, önceden plan yapmak (= irade kullanmak) gerekmektedir. Bu cümledeki “gelecek”, hem bu dünya hem öte dünya. Bu dünyada da öte dünyada da gelecek, gelecek; ama öte dünyadaki gelecek gelince, artık gitmeyecek, yâni geçmiş-gitmiş olmayacak. Hani, bu dünyada da “bazı ânların”! geçmek bilmediği gibi. (Bu ânlara, 28 Kasım tarihli ‘Uykuda Zaman’ yazımda kısmen değindim.) “Gelecek” geldiğinde ve de artık geçmek bilmediğinde, yapacak bişeyimiz de olmayacak!. Şimdi elimizde, “gelecek” için bişeyler yapma (= irade kullanma) fırsatımız varken, bişeyler yapmanın tam zamanı!. Bu fırsat kaçarsa, bir daha gelmeyecek. Ne demişti Hz. Ömer?!. Dört şey geri dönmez. Atılan ok. Harcanan para. Kaçan fırsat. Geçen zaman. (Bknz. 27 Kasım tarihli ‘Zaman Hakkında’ başlıklı yazı.) Burada (= Dünya zamanında), bir oku atınca, aynı oku ikinci defa atamıyoruz ama başka bir o...

DÎNÎ DÜŞÜNCENİN DÖNÜŞÜMÜ

Dinin (kendisinin) dönüşümü değil, dini anlamanın, dolayısıyla da yaşamanın dönüşümü. Bu dönüşümün ana ekseni (= aksı) siyasettir. Bu dönüşümü, bizzat siyasetçilerin kendileri değil, dinle ilgilenen din âlimlerinin siyasetle ilişkileri belirlemiştir. Dinle ilgilenen din âlimlerinin siyasetle ilişkisi iki biçimde şekillenmiştir : Siyasete/siyasetçilere yakın duranlar = siyasetten beslenenler. Siyasetle aralarına belli bir mesafe koyanlar. Bu dönüşüm, daha çok, siyasete yakın duranlar = siyasetten beslenenler eliyle olmuştur. Bunlar dini, siyasetçilerin isteği doğrultusunda yorumlayan adamlardır. Siyasetle aralarına belli bir mesafe koyanlar ise, dinin ruhuna uygun yorumlar yaptıkları için siyasetçiler tarafından, ya kıyıya-köşeye itilmişler ya da “aforoz” edilmişlerdir. Ayrıntıya girmiyorum. İlgilenenler İslâm tarihine bakabilirler. Avamın din algısı ise, başlangıçta “gönüllü aforoz” olan tasavvuf yolu ile şekillenmiştir. Başlangıçta tasavvuf, bir geri (= inzivaya) çekilme, siyasetin gü...

HIFZ

Hâfız, muhafız, muhafaza, mahfuz. Hıfz : Hem muhafaza etme = koruma, kaydetme; hem de ezberleme = hıfzetme. “Zikri (= Kur’ân’ı/Kitâb’ı) Biz indirdik ve kesinlikle Onun koruyucusu da Biziz.” اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (15/Hicr, 9.) HFZ (= حفظ), kelimesi, türevleri ile birlikte Kitâb’ta 44 yerde geçer. ‘Hafaza Melekleri’ de ismini bu kökten alır. “Zikir (= Kur’ân/Kitâb), kıyamete kadar korunacaktır, Onu kimse, lafzen ve ma’nen (= ma’na olarak) tahrif edemeyecektir. O, tahrif edilmiş yorumları düzeltme kudretindedir. Yeter ki Ona “temiz olanlar” dokunsun. = Onu “temiz olanlar” okusun. “lâ yemessuHû ille-l mutahherrûn.” (56/79.) Bir başka Kitâb, Onun gibi korunmamıştır, korunamaz. ... Bu notu, bir arkadaşıma gönderdiğimde, bana “emin misin?!” dedi. Sonradan kastının Risâle-i Nurlar olduğunu anladım. Risâle-i Nur okuyucuları da Risâle-i Nurların tek harfini bile değiştirmiyorlar. Sanki Risâle-i Nurlara “Kitâb”! muamelesi yapıyorlar, diyor. Yapsınlar. Onlar...

OTORİTE

Otoritenin İngilizcesi, authority; author, yazar. Otorite, kural/yasa koyan (= emir veren) kişi ya da kişiler. Kural, düzen (= din) kurmak ve o düzeni (= dini) sürdürmek için konu/lu/r. Emirler de, yap! ve yapma! şeklinde tezahür eder; bunlar da kişilerin davranışına yansır. Çağımızda kuralları/yasaları devletler (= parlementolar) koyuyor, yapıyor. Parlementolara (= meclislere) üyeleri (= milletvekillerini) de “halk” (?!) seçiyor.  Parlementoların koyduğu kurallara/yasalara uymayanlar, ya para cezasına çarptırılıyor ya da hapse atılıyor.  Günümüzde devletler öyle rafine ve sofistike (= ince ayar) çalışıyorlar ki, kültür-sanat-edebiyatla ve medya (= tv, internet, film, vb.) ile davranışlarımız yönlendiriliyor = manipüle ediliyor. Ben buna, “davranış teknolojisi veya zihin kontrolü” diyorum. Kullandığımız (= piyasaya sürülen) her âlet, belli bir davranışı da beraberinde getiriyor. Bu âletler, belli bir amaç için kullanılıyor; amaç dışına çıkılınca da kişiler cezalandırılıyor. Ne...

İSTEME

Eski adı ile talep etme. (Tâlib, talebe, vb.) Kişi, bi şeyi yapmayı, bi şeyin olmasını kendi de isteyebilir, onu bi başkasından da talep edebilir. Amirler, yapılmasını, olmasını istedikleri şeyleri bizzat kendileri yapmazlar, yaptırırlar. Ben, kendinin amiri olan istemeden söz edeceğim. Kendinin amiri olmak ne demek?!. Kendi isteklerini kendine yaptırmak; yapamadığı (= gücünün yetmediği) zaman da birilerinden yardım/destek istemek. Birilerinden yardım/destek istemenin, iki, hatta üç yolu vardır : Üstlerden, astlardan ve eşitlerden. Üstlerden yardım isteme, astın işidir. Astlardan yardım isteme, üstün işidir. Eşitlerden yardım isteme ise, dayanışmadır.  Bir Müslüman için en üst “Üst”!, -- Dikkat! Bu Üst, astlardan yardım istemeyen bir Üst -- Tanrı olduğu için, bu istemeye duâ deniyor. O “Üst”!, bize : Ben’den başkasından istemeyin. = “ve lâ ted’u meallahi ilâhen âhar” (28/88), diyor. Bu isteme, yalvarma-yakarma, duâdır.  Üstlerden, astlardan ve eşitlerden isteme, aslâ bu isteme...

ELE VERİR TALKINI, KENDİ YUTAR SALKIMI

“İnsanlara birri (= iyiliği) emrediyorsunuz da kendinizi unutuyor musunuz?!. Halbuki Kitâb’ı da okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı (doğru-dürüst) kullanamayacak mısınız?!.” اَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ (Bakara, 44.) 40. âyetten 46. âyete kadar pasaj okunduğunda, muhatapların İsrailoğulları olduğu görülür; ama, pasaj “derin okunduğunda” bu pasajın (= tüm pasajların, tüm Kur'ân’ın) bizi de muhatap aldığı anlaşılır. Önce, pasajdaki anahtar kelimeleri vereyim : Zikir. Nimet (fiil hâli, en’amte de dâhil). Ahd. Ahde Vefâ ve Rehb. (40. âyet.) İman. İnzal. Tasdik. Kâfir. Âyetleri az bir bedele/pahaya satış = İştirâ’. Taqvâ. (41. âyet.) Hak. Bâtıl. İltibas. (= Hakkı bâtılla iltibas/örtme veya karıştırma. Elbise/libas da aynı kök.) Ketm. (= Eğip-bükme. Hakkı yamultma.) İlm/İlim. (42. âyet.) Namazı/Salâtı ikâme. Zekâtı verme. Rukû’ edenlerle rukû’ etme. (43. âyet.) Emr/etme. Birr. (= Çoğulu ebrâr. İyilik.) Nesiye. (= ...

UYKUDA ZAMAN

Uyku ve Zaman başlığı daha genel olurdu, bu yüzden Uykuda Zaman dedim. Uykuda geçen zamanı fark eder miyiz?!. Etmeyiz, değil mi?!. Zaman, biz uykuda iken de geçer; hatta geçerken, bize etki de eder. Bizi dinlendirir ve yaşlandırır. Uyanınca, zamanın geçtiğini (= dinlendiğimizi ve yaşlandığımızı) fark ederiz. Acaba, tüm zamanımız “uykuda” mı geçiyor?!. Yooo, yarı uyku, yarı uyanık.  Tam uyanık yaşayanlar = zamanın tümünün = tüm/tam zamanın farkında olanlar yok mudur?!. Yoktur, kalmamıştır, sanırım.  ... Uyanıkken, zamanın geçtiğini ne kadar fark ediyoruz?!. İbn-i Haldun’a başvurursak, daha çok üzüntülü, sıkıntılı zamanlarımızda mı; yoksa sevinçli, neşeli zamanlarımızda mı zamanı = zamanın geçtiğini fark ediyoruz?!. Psikologlar da, üzüntülü, sıkıntılı zamanlarımızda, zamanın geçmek bilmediğini; sevinçli, neşeli zamanlarımızda da çok çabuk geçtiğini, oysa insanın böyle zamanlarda, zaman hiç geçmesin, bu sevinçli, neşeli zamanlar hep aynı kalsın, ebeden/ebedî sürsün, dediğini/iste...

ZAMAN HAKKINDA

Zaman hakkında söz söylemek kolay değil. İbn-i Haldun’a zamanı sormuşlar : “Bekleyince yavaşlar, gecikince hızlanır, üzülünce can yakar, mutlu olunca kısalır, sıkılınca uzar, acı çekince bitmek/geçmek bilmez.” demiş. Augustinus : (yaklaşık olarak, İtiraflarım’dan mealen) “Sorulmasa bildiğim, sorulunca bilemediğim bişey.” demiş. Zaman, her şeyin ilâcı imiş. “Vakitlerle (= zamanla) yâkutlar elde edilir ama yâkutlarla vakitler elde edilmez.” Hz. Ali. “Dört şey geri dönmez : 1) Atılan ok. 2) Harcanan para. 3) Ele geçen fırsat. 4) Geçen zaman.” Hz. Ömer. “Allah Tealâ buyuruyor ki : Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet verir. Halbuki Ben dehrim (= zamanın yaratanıyım). Her şey Benim elimdedir. Geceyi, gündüzü Ben idare ederim.” (Kutsî Hadis. Buharî, Tefsir 45.) “İnsan (henüz) anılmaya değer bir şey değilken, onun (= insanın) üzerinden dehr’den bir hîyn (= zaman) gelip geçmedi mi?!.” (Âyet : 76/1.) هَلْ اَتٰى عَلَى الْاِنْسَانِ ح۪ينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْـٔاً مَذْكُوراً ... Ö...

DÜŞMAN KİMDİR?!.

Düşmanın ne olduğunu biliyoruz ama kim olduğu hakkında tereddütlerimiz (= şüphelerimiz) var; bazılarımız da yanlış kişileri düşman biliyor/belliyor. Düşman : Bizim aleyhimize (= bizim kötülüğümüz için) çalışan, bizim iyi olmamızı istemeyen “herkes”!. Bu herkes kim?!. Herkes, çoğu zaman bütün insanlara ve hiç kimseye karşılık da kullanılıyor. Herkes, herkese düşman olursa; kimse, kimseye dost olmaz; ortada bir düşmanlık da kalmaz. Dost/luk yoksa, düşman/lık da yoktur.  Öyleyse, dost kim, düşman kim?, bunu iyi bilmeli ve ona göre davranmalıyız. Düşmanlarımızı iyi bilirsek, (bize yardım eden, yanımızda olan) dostlarımızı da iyi biliriz. Düşman tanımımızı ve algımızı, “bizim tarafımız”! belirler. Bize göre (biz A isek), B bize düşman; C dostsa; D’ye, E’ye, ... göre, B dost, C düşman olabilir. Filistin’lilere göre İsrail düşman = İsrail’lilere göre Filistin’liler düşman; ama Alman’lara ve Amerikan’lara (= hükümetlerine) göre Filistin’liler düşman, İsrail/liler dost; Türkiye’ye ve Türkiy...

HUZUR

Çağın insanı huzursuz, huzur arıyor!. Oysa huzurlu olmak, Huzur’da olmaktır. Huzur’da olmayan, huzurlu olamaz!. Çoğumuz, Huzur’da olmanın sadece namazda/namazla mümkün olduğunu sanıyor; ama namazda/namazla bile huzurlu olamıyor!.  Huzurlu olmak için, namaz bir başlangıçtır. Namaz, “huzur bilincinin” anahtarıdır. O anahtarla kapıyı açamayanlar, “huzur ülkesine” giremezler!. Namazla/namazda “Huzur’una çıktığımız”! Allah, her ân, her yerdedir. O’nun Huzur’una sadece namazla/namazda çıkılmaz!. Namaz bize, her yerde ve her ân (= her zaman) O’nun Huzur’unda olduğumuzun “bilincini = şuurunu” kazandırır. Bu bilinci/şuuru kazanan/lar, her yerde ve her zaman (= her ân) huzurludur/lar. Namazla/namazda huzur bulamayanlar ve bu huzuru her ânlarına taşıyamayanlar için huzur hayaldir. Namazla/namazda huzur bulanlar ve bu huzuru her ânlarına taşıyanlar ise, her ân Huzur’unda oldukları Rablerinin istemediği hiçbir işi yapmazlar. Hiç, Huzur’da, Huzur’unda Olunan’a “saygısızlık” yapılır mı?!. Huzur a...

ŞEYLERİN İNTERNETİ

Mesele anlaşılmamış; nedir bu şeylerin (= nesnelerin) interneti diye soruluyor. Evlerimizdeki elektronik âletler; fabrikalardaki robotlar, elimizdeki telefonlar, kolumuzdaki saatler, bankaların ATM’leri, daha bir çook şey. Evlerimizdeki elektronik âletlerden sadece iki tanesinden söz edeceğim. Robot süpürgeler ve akıllı yataklar. İlki, evimizi cm’sine kadar tarıyor; ikincisi, vücut ve yatak odası ısımıza ve de kan basıncımıza (= nabzımıza) kadar bizi tanıyor.  Bu bilgiler (her yerden her bilgi), Wİ-Fİ bağlantısı ile birilerine gidiyor.  Dikkat!, biz bu cihazlara (konforumuz için) bir avuç dolusu para ödüyoruz. Yani, konfor satın alıyoruz diye “özel hayatımıza” ait bilgilerimizi bedavaya satıyoruz. Bu bilgiler, daha sonra bize “bi şekilde”! tekrar dönüyor. Bu dönüşler de bizi, o bilgileri işleyenlere tutsak (= mahkûm) ediyor. Şeylerin (= nesnelerin) internetinin arkasındaki “düşünce”! bu. Bize sunulan konfor (= rahatlık), aslında çook pahalı bir yem;, ve bu yemi, maalesef çoğum...

SOFRA

Biraz günlük, gündelik hayat. Her gün 2-3 kez aç karnımızı doyurmak için sofraya oturuyoruz. Yediğimiz-içtiğimiz yiyecek ve içeceklerin nasıl soframıza geldiğini düşünüyor (= biliyor) muyuz?!. Müslüman, yemeye-içmeye başlarken “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlar. Bu, Rabbi hatırlama veya bilinç (= farkındalık) ifadesidir. Anlamı ise : Ya Rabbî, bütün bu nimetlerin yaratıcısı Sen’sin; bu, Sen’in Rahmâniyetin ve Rahîmiyetindendir, Seni hatırlamadan (= anmadan) bunları yemem-içmem Sana “nankörlük” olur, demektir. Soframızdaki nimetlerin hangi birini ele alalım. Hangisini ele alırsak alalım; onların var olması için bu mükemmel kâinatın var olması da şart. Her şey, her şeyle; her şey de Allah ile ilişkili/irtibatlı. Yağmurun yağması, Güneşin doğması, toprağın onlara “ana” olması, ... yiyebiliyor-içebiliyor, yediklerimizi-içtiklerimizi sindirebiliyor (= sağlıklı) olmamız... Aldığımız seküler eğitim, yaşadığımız modern hayat, önce bu “halkayı” daralttı, sonra da kopardı. Topraktan, doğadan...

AKILLI ...

Akıllı adam, demek isterdim ama diyemiyorum. Akıllı telefon, akıllı bina, akıllı şehir, vb. Sanki insanlar akıllarını telefonlara, binalara, şehirlere, nesneler/şeylere (= nesnelerin/şeylerin interneti) vermek için, her yere kameralar ve sensörler yerleştirilmesine göz yummuşlar; buralardan birilerine veriler gönderiyorlar = 'biz buyuz'! diyorlar; o verileri (= bilgi ve görüntüleri) alanlar da o binalarda ve o şehirlerde yaşayan insanları (= bizleri) yönetiyorlar.  O verileri ellerinde bulunduranlar (= depolayanlar), bu verilerden “bilgiler” üretiyorlar, hem bu bilgileri şirketlere (ve devletlere) satarak müthiş paralar kazanıyorlar hem de bizleri yönetiyor, yönlendiriyorlar. Nasıl?!. Bize, veri sağlama araçlarını (= telefon, bilgisayar, kamera, sensör/lü, buzdolabı, klima, GPRS’li araba, vb.) satarak ve o cihazları satanlara reklâm ve ürün desteği vererek. Bu adamlar, bizim her ânımızı, gelirimizi-giderimizi takip ediyorlar; bizim nasıl davranacağımızı (= neyi, ne zaman satın ...

IŞIK HIZI

Işık hızı, saniyede yaklaşık 300.000 km/sn’dir. Kütlesi (= bedeni) olan hiç bir “cisim” bu hızı geçemez; geçerse, “yanar”!, kütlesi yok olur. Bu yazıda ben sizi, 20/Tâ-Hâ, 109. âyet bağlamında “hayalen” bu hızda hareket ettirerek öte dünyaya götürüp-getireceğim!. Önce âyeti vereyim. “O gün, Allah’ın izin verdikleri ve sözünden râzı (= hoşnut) oldukları hariç, kimse şefaat edemez.” (20/109) Yoğunlaşmamız gereken kavram, şefaat. Bu âyete göre, şefaatte “tam yetkili” Allah, ve Allah, başkalarının şefaatini de iki şarta (aslında tek bir şarta) bağlıyor : 1) Şefaat yetkisi vereceği kişiden râzı olması. 2) Şefaat yetkisi vereceği kişinin sözünden râzı (= hoşnut) olması. Ben, “oradaki” bu iki şartı, “bura” ile bağlantılı görüyorum; bu yüzden bu “hayalî ışık hızı yolculuğunu” önemli sayıyorum. 1) Oradaki rızâ, burada kazanılır. = Rızânın kazanılma yeri burasıdır. 2) Bu rızâ, burada kazanılırsa, o rızâyı kazananın her sözü burada şefaat olur; ve, o sözü dinleyene = o söze itaat edene, o sözü sö...

KORKU

Psikolojinin korkusu ile dinin korkusu aynıdır, ikisi de insanî duygudur. İki türlü korku vardır : 1) Kişinin, tehlikeden (= kendisine zarar verecek olandan) korkması. 2) Kişinin, sevdiğini kaybetmekten korkması. Müslümanın Allah korkusu, ikinci tür korkudur. Kâfir, zaten Allah’a inanmadığı (= güvenmediği, O’nu sevmediği) için O’ndan korkmaz,  korksa da onun korkusu, birinci tür korkudur. Dinde korku : Havf. Hîyfe. Haşyet. Rehb. Vecl. Taqvâ kelimeleri ile karşılanır; bunların en “kapsamlısı” taqvâdır. Taqvâ, Allah’ın Sevgisini (= Rızasını, İlgisini) kaybetme korkusudur ve Allah’a karşı sorumluluk duygusudur. Bu tür bir sevgide korku yoksa, veya bu tür bir korkuda sevgi yoksa, o kişide, birinci tür korku egemendir. Birinci tür korku, patolojiktir, kişinin ruh (duygu) durumunu alt-üst eder. İkinci tür korku ise, insanı dengeler. Korkusuz sevgi, kişiyi şımartır; sevgisiz korku, kişiyi delirtir/çıldırtır ve anksiyeteye sebep olur. Taqvâ, Allah Sevgisinin ve Muhabbetinin eseridir.

EĞİTİM

Bu yazıda eğitimi, millî-dînî (hadi seküler-dînî de diyelim!) diye ayırmadan ele alacak; toplam eğitim ordusuna da (= öğretmen, akademisyen ve din görevlilerine de) kısmen değineceğim. Bu ülkede 1.4 milyon öğretmen, (bunun 200 bini üniversitelerde); 130 bin din görevlisi (= imam, müezzin-kayyım ve vaiz) var. Toplam : 1.5 milyon. Ülke nüfusu yaklaşık 85 milyon. Bunu 1.5 milyona bölünce, 55-56 kişiye bir eğitimci düşüyor. Bu, rakamsal tespit. İçerik tespiti ise, içler acısı. Bunu, 25 yıldır iktidarda olan hükümet de itiraf ediyor : “Eğitim ve kültürde istediğimiz düzeyi/seviyeyi yakalayamadık.” Ya adâlette?!. Ve kalkınmada (= ekonomide)?!. Bu iki alanda küresel sisteme entegre olduk. Eğitim ve kültürde “geri” kaldık!. Eğitim ve kültürde de mi, küresel sisteme entegre olmalıydık?!. Oraya doğru hızla gidiyoruz. Ekonomide, endüstri 5.0, RFID, nesnelerin interneti, e-ticaret, e-devlet, vb. uygulamalar devrede, tıkır tıkır (= sorunsuz) işliyor. Adâlet de UYAP’la bu işe soyundu. Eğitimde, uzak...

BUGÜNE ÖZEL

Bugün, 24 Kasım, Öğretmenler Günü.  Bugün öğretmenlik hakkında (öğretmenler hakkında değil) yazayım istedim.  Öğretmen, öğrenciye (= talebeye = talep edene) bilgi öğreten, ona bilgiyi sevdiren, ve bunu meslek edinen adamdır. Öğretmen, öğrencilere rehberlik eder. Bunu, sadece “rehber öğretmenler”! yapmaz, her öğretmen yapar. Ülkede 1.200.000 öğretmen var. 200.000’e yakın da akademisyen var. 60 kişiye bir öğretmen düşüyor ve toplumun hâli ma’lum. Neden?!. Büyük ihtimalle, ya öğretmenlik “sıradan bir meslek” olmuş, ya da öğretmenlerdeki aşk (öğrenme, öğretme ve rehberlik etme sevdası) kaybolmuş!. Yoksa, bir (1) kişi = bir öğretmen, --- bırakın hayat boyu --- bir yılda, altmış (60) kişiden en az 30-40 kişiyi “adam”! eder/di; ve bu toplum böyle çürümezdi.

DOĞUM-ÖLÜM

Doğum, dünyaya gelmek; ölüm, dünyadan gitmek. Bu gelme ile gitme arasına dünya hayatı diyoruz. Bu hayat, aslında çook kısa, ama bize uzun geliyor. Hani ilkokulda çağları öğrendiğimiz bir çizelge (= çizgi) vardı. İki ucu açık olan bu çizgiyi/çizelgeyi hatırlayın. Bu çizginin sol yanından sağ yanına doğru, tarih öncesi çağlar, ilk çağ, sonra orta çağ, sonra yeni çağ, sonra da yakın çağ yazılıydı. Tarih öncesi çağ/dönem, M.Ö. 800.000’lerde başlıyor, 3200’lerde yazının icadıyla sona eriyordu. İlk çağ da M.Ö. 3200’den M.S. 375, kavimler göçüne kadar sürüyordu. Orta çağ, M.S. 375’den, 1453 İstanbul’un fethine kadar; yeni çağ, 1453 ilâ 1789 Fransız İhtilaline kadar; yakın çağ, 1789’dan şimdiye kadar devam ediyordu, hâlâ da devam ediyor... Pekiî biz neredeyiz?!. Yakın çağın = bu çizginin küçücük (görünmez) bir noktasında = aralığında. Bu çizgi/çizelge sonsuz; biz de bu çizginin küçücük bir aralığındayız. Bu küçücük aralığın başında doğuyor, bitişinde ölüyoruz. Bu küçücük aralık (70-80 yıl), in...

BİLGİ ve İRADE BAĞLAMINDA İNSANIN GELECEĞİ

Bilgi ve irade bağlamında insanlığın geleceği de denilebilir. Bilgi, bilmenin; irade, karar vermenin karşılığıdır. Bilen, her zaman karar veremeyebilir. Karar verenler de her zaman “nihâî karar/ları” veremeyebilir. Çünkü, ellerindeki bilgiler, “nihâî karar/ları” vermeye yeterli olamayabilir.  Bugün, kimin elinde daha “çok” bilgi var, bu bilgileri niçin ellerinde tutuyorlar, bu bilgileri, nereden ve nasıl elde ediyorlar?!. Elimizdeki telefonlardan ve bilgisayarlardan, teknolojik her cihazdan, kameralardan, kartlardan, vs. Bu cihazlara (= telefonlara ve bilgisayarlara) yüklediğimiz her bir App (= application = uygulama) onlara veri sağlıyor. Ne satın almışız, kaç adım atmışız (S. Health), nereye girmişiz (= Konum, Haritalar), kime ne mesaj yazmışız (Whatsapp, Mesajlar, vb.), hangi siteyi ziyaret etmişiz?!, ... biliniyor. ... Ben çalışırken, kütüphanelerin digitalleşme oranı %50 civarında idi; veri tabanlarına (= bilgi bankalarına) üyelik, üniversitelerde yeni yeni yaygınlaşıyordu. Şi...

UYARI = İKAZ

“Söz, ağızdan çıkar.”, diye bir atasözümüz var; verilen sözün tutulması anlamına geliyor. Ahzab sûresinin 4. âyeti ile (= “... bu, sizin ağızlarınızdaki sözlerdir = lâflardır = kavillerdir...”) bu atasözünü karşılaştırsak, nasıl bir sonuca varabiliriz?!. Söz : Kâle’den kavl. Bu âyetteki kavl, kalpte bir yeri olmayan, kökünün/kaynağının sadece ağız olduğu söz. Âyet, zıhardan söz ediyor. Zıhar ne?!. Eşi, anaya benzetmek. Eş, anaya benzer mi?!. Zahiren benzer; kadın, kadına benzer; ama, kişiyi doğuran kadın (= ana), eşten farklıdır. Bu fark, nereden gelir?!. Yürekten = Kalpten. Allah, bir kişiye iki yürek/kalp/gönül vermez, vermemiştir. Bu ne demek?!. Bir kalp, bir kişiyi iki türlü sevemez. Bir kalpte herkesin sevgisinin düzeyi, çeşidi ve yeri ayrıdır, farklıdır. Kalpteki sevgiler hiyerarşiktir; en çook = eşed sevilen, ilâhtır; ilâh edinilmiştir. = “...eşeddü hubben lillah...” (2/165) Kişi, aynı anda, bir çook şeyi veya kişiyi sevilebilir ama bu sevgiler çatışmaz. Eğer bir kişide iki kalp...

CEMEAT

Cemeat : Cemea (= جمع )’dan cem’ olmak, toplanmak. Belli bir amaç için toplanan, bir araya gelen topluluk. Câmii, toplanma yeri. Cem’ evi de. Cemiyet de, câmia da aynı kök. Toplanmanın maksatlarına (= amaçlarına) göre cemeatler çeşitlenir. Kelime dinde, daha çok namaz kılmak için toplananları ifâde eder. Sosyolojinin cemaati, toplumdur; sosyoloji, cemeatle cemiyeti ayırır; cemiyet daha çok, toplulukların oluşturduğu kurumsal yapıları (dernek, vakıf vb.) ifâde eder. Asabiyet (= usbe) de, kavimlerden oluşan toplulukların, toplumların aralarındaki bağdır. Millet = ulus = ırk, bunun biraz daha geniş ölçekli olanıdır. Cemeatin en genişi, ümmettir; ümmet, bütün kavimleri ve ırkları taqvâ ( = din) temelinde toplar. Irkçılığın kökünde asabiyet vardır, ama benim konum bu değil. Cemeatle kılınan namazın 27° (= derece; kat demek isteniyor!) daha faziletli olduğu. Toplanan topluluk, “cemeatse”, o toplulukla kılınan namaz (= salât), elbette 27° faziletli olur, âmennâ; o topluluk cemeat değil de top...

KIRMIZI ÇİZGİ

Kırmızı çizgi, sınırdır, haddir, geri veya ileri adım atılamazlığı ifâde eder.  Herkesin bir kırmızı çizgisi vardır; devletlerin de. Ama o kırmızı çizgiler aşılıyor gibi!. 40 yıldır aşılmaz (= geri adım atılmaz) denen sınır aşılıyor veya aşılmak üzere!. Aşılmamalı mı?!. Elbette aşılmalı; 40 yıl süren bu terör belâsı bitmeli, sona ermeli; insanlar ve ekonomi rahat bi nefes almalı. Nasıl?!. Taraflar, Allah’ın koyduğu kırmızı çizgilere (= hadlere = ‘hududullah’a) çekilerek, her türlü ırkçılığa son vererek. ‘Hududullah’ da aşılırsa, her şey (= doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin) birbirine karışır.

PARA = KAPİTAL

Nedir, uğruna bunca emek verdiğimiz, saatlerce çalıştığımız bu para?!. Bu parayı kim, neye göre basar, paranın değerini kim, neye göre belirler?!. Devlet/ler. Piyasalar (= ticaret) serbest olunca, paralar da konvertibl oluyor; devletler de paralarını uluslararası ticarete göre “dalgalı” hâle getiriyorlar (= dalgalı kur). Büyük küresel oyuncular (= şirketler; şirketlerin arkasındaki devletler), piyasa yapıyor. Onların yaptığı piyasayı bozanlar, bozguncu addediliyor; gerekirse, onlarla savaşılıyor. Bu savaş, önce ekonomik (= ambargo) ve siyasi olarak (= darbe) başlatılıyor, sonuç alınamazsa, askerler ve silahlar (= ordular) devreye giriyor. Dünya sistemi böyle işliyor. ... Para, devletlerin ekonomik itibar bayrağı gibi addediliyor. Bu yüzden devletler, fazla (= karşılıksız) para basarak itibarlarını düşürmek istemiyorlar. Bastıkları paralara “ekonomik bir karşılık”! göstermek istiyorlar. Bu karşılık, II. Dünya savaşına kadar altındı. Şimdi, dünyada basılan tüm paraların “her hangi bir ka...

İ'TİRAF

İ'tiraf : Suçlunun, işlediği suçtan pişman olarak, suçunu söylemesi, kendisine verilecek cezaya razı olması. Vicdanlı adam, suçunu i’tiraf eder; işlediği suçtan pişmanlık duyar. Vicdansız adam, “bir çıkar yol varsa”!, suçunu bir garibanın üzerine yıkar ve suç üstüne suç işler. Pekiî, ötedeki i’tiraflarımız?!. Orada da işlediğimiz suçları, bir garibanın üzerine yıkabilir miyiz?!. ... İ’tirafın kökü, ARF (= عرف). Ârif, a’raf, ma’ruf, ta’rif, taarruf (= tanışma), örf (= urf) ve arraf da aynı kök. ... İkinci ve üçüncü paragrafı biraz açmalıyım. Burada işlediğimiz suçları, burada = sağken, tek tek i’tiraf (= tövbe) etmezsek = o suçlardan pişman olmazsak = “pişmanlık (= tövbe) yasasından” yararlanmazsak; üstüne üstlük, o suçları başkalarının (bir garibanın veya şeytanın!) üzerine yıkarsak, ötede, en ufak bir çıkışımız = kurtuluşumuz olmayacak!. Orada, kaçacak yerimiz yok, bütün suçlarımızı i’tiraf etmek “ZORUNDA”! kalacağız. ... İçinde i’tiraf geçen iki âyetle sözü sonlandırıyorum.  “Ded...

MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ

Müşteri, bir malı veya ürünü satın alan; bir hizmeti kullanan, o hizmetten yararlanan kişi. Kelime Arapça; iştirâ’dan (= اشترى) müşteri; memnuniyet, hoşnutluk. Müşteri, alıcı. Alıcı varsa, satıcı da var. Kim, kimin müşterisi?!. Kim satıcı, kim müşteri/alıcı?!. Kim, ne alıyor, ne satıyor; ne kazanıyor, neyin ticaretini yapıyor?!. KALICI kazanç ne; nihâî (= KALICI) memnuniyet nerede?!. 19 Kasım’daki Ahlâk yazımda, Tövbe Sûresi 111. âyete değinmiştim; orada ve daha 24 yerde iştira (= satın alma) fiili kullanılır. Bunlar : 1) Doğruluğu ve hidâyeti satıp; azgınlığı, sapıklığı satın alma. 2) Hakkı (= hakikati, doğruyu, dini) az bir bahaya (= değere) satma. 3) Âhireti satıp, dünyayı alma. 4) Kâfir olma = kendini satma = kâfirlerle iş ve güç birliği yapma. 5) Allah (rızasını kazanmak) için kendini satma!. (2/207). 6) İmanı satıp küfrü alma. 7) Adam satma. (Yusuf’un köle olarak satılması). 8) Boş lâf satma ve satın alma. (2/102.) Hayatta bi çok şey alıp-satıyoruz. Aldığımız ve sattığımız “mal v...

İHTİYAR-LIK

İhtiyar kelimesinin iki anlamı var : • Yaşlı. Kocamış. • Yaşadığı tecrübeler sonucunda doğru tercih/irade (= ihtiyar) kullanmayı öğrenmiş. İhtiyar Heyeti bu anlamdadır; bu insanlara eskiden, “aksakallılar” denirdi. Bi insan, yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış = hayatın feleğinden (= çemberinden) geçmiş ama hâlâ aklını ve iradesini kullanmayı öğrenememişse, o kişi, ya hâlâ toydur ya da aklını ve iradesini başkasına kiraya vermiştir.  Yaşlanma da iki anlamlıdır.  • Bedenin zamanla kuruması, kocaması, kartlaşması, zayıflaması, çökmesi.  • Kuru karşıtı, diri/lik. Kuru ağaç × Yaş ağaç. Bu anlam, bedene değil, ruha (akla ve iradeye) yöneliktir. Yaşlının (= ihtiyarın) aklı ve iradesi, yaşadığı hayat tecrübesinden dolayı diridir, canlıdır, yaştır; bu kadar tecrübeye rağmen hâlâ diri değilse = dirilmemişse = aklı başına gelmemişse, o insan “bunamıştır”!. ... Materyalist dünya görüşü ve yaşam (biçimi), ihtiyarları, gençlere (toylara) öğüt vermesinler diye ya hayatın dışına it...

ECEL

Aslında, “ecel-ün müsemmâ”. Müsemmânın düz, ilk  (= kelime, etimolojik) anlamı, isimlendirilmiş; ikinci, buradaki anlamı belirlenmiş, kendisine belli bir zaman (= ömür) verilmiş, demek. Demek ki isim verme ile belirleme veya süre verme arasında bir ilişki var. Her bir isim, belirli bir varlığa karşılık kullanılıyor. Varlıklara isim verilirken, belirleyici (= onları birbirinden ayırıcı ve birleştirici/benzer) özellikleri dikkate alınıyor. Zaman da bu özelliklerin bir parçası olmalı. Bize (hatta tüm varlıklara) verilen zaman da (= ecel de) farklı olmalı. Bu ecel (= bize verilen bu zaman kredisi) bitince, insanlar (herkes, her şey) ölmeli, ölüyorlar da. “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir ân ertelenir ne de bir ân öne alınırlar.” وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ (7/34.) Tam zamanında ölürler. Eceli gelenin zamanı kalmıyor, tamamen bitiyor ve ölüyor; ölen kişi, artık zamansızlaşıyor veya zamansız ya...

AHLÂK'IN KAYNAĞI ve MAKSADI

Ünlü, meşhur İlâhiyat Profesörü M.Ö., YouTube’daki son videosunda ahlâk’ı konu almış ve Tövbe Sûresinin 111. âyetini merkeze alarak, İslâm Ahlâk’ını ödül-ceza (= tedbir, ihtiyat) ve çıkar ahlâkına dayandırmış!. Önce âyet.  “Allah, kendi yolunda savaşarak ölen ve öldüren Mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur'an’da da gerçek olan (= geçen) bir söz vermedir. Allah’tan daha iyi, sözünde duran kim olabilir?!. O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte büyük kazanç = başarı budur.” • Malı geçtik, can satın alınınca, ortada bir can = insan kalır mı; kalırsa, o can ne olur, nereye gider?!. • Mal ve can, “gerçekte” kimindir?!. Allah’ınsa; Allah, Kendi malını ve canını bizden niye satın alır?!. Beyefendi, Kantçı imiş; çıkarcı (= teleolojik) ahlâk taraftarı değil, ödev ahlâkı (= deontolojik ahlâk) taraftarı imiş!. Ödev ahlâkı (= deontolojik ahlâk), otonom ahlâk imiş. Otonom/i, özerklik, muhtariyet...

İSMİN HÂLLERİ

İsim, ad. Varlığın, varlıkların “kendi/si” değil, adı, adları. Somut ya da soyut, her varlığın “yerine” kullanılan. “Kendi gitti, adı kaldı yâdigâr" cümlesinde olduğu gibi; isim, “şey/ler/in” (= varlığın/varlıkların) kendisi (= zâtı) değildir. "Allah İsmi" de öyledir. İsmin hâlleri nelerdir?!. • Yalın hâli.  • i-hâli. (= Belirtme) Evi. Ali’yi, vb. • e-hâli. (= Yönelme) Eve. Ali’ye, vb. • de-hâli. (= Bulunma) Evde. Ali’de, vb. • den-hâli. (= Ayrılma) Evden, Ali’den, vb. Pekiî,  “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. = innâ lillah-i ve innâ ileyhi râciûn.” (2/156) ne demek?!. Buradaki Allah da bir Ad, bir İsim midir?!. Hayır. O, her ismin “kaynağı” (= arkhesi, öncesi, evveli) ve âhiri, sonu!. = “Hüve-l Evvel-ü vel Âhır-u vez Zâhir-u vel Bâtın.” (57/3.) Herkes ve her şey, O’ndan geldi, O’na gidecek, dönecek. Burada bulunuşumuz “geçici” bir bulunuş; hepimiz “bilsek de bilmesek de” O’na yöneliyoruz, O'na dönüyoruz; O’na “bilerek” yönelenler, O’nun Cemâl Hâline (=...

İFÂDE

İfâde, bi fayda hâsıl olsun diye söylenen söz. (Sanki, fâide/fayda ile ifâde aynı, yoo kırık kökten/memeden besleniyorlar.) İfâde, dile gelendir. O, dile gelmeden önce nerededir?!. Düşüncede (= akılda). Kalpte.  Pekiî akla veya kalbe nereden gelir?!. Dün, parka gezinirken, dalından düşmüş yaprakları düşündüm. O yapraklar, 2-3 ay önce ağacın dallarında idi; 4-5 ay önce ağacın “gizli yerlerinde tohum” idi... 3-5 yıl önce veya sonra ne idiler, nerede idiler?!... ve bugün, yaprak olarak (benim) dile (dilime) geldiler!... sanki ifâdeler de b/öyle!. Oysa, bu yapraklardan kim, kimler ne faydalar gördü ama onlar şimdi ayaklarımın altında. Hiçbir yaprak (hiçbir şey) faydasız değil ama bir çook söz (ifâde) faydasız. Elbet, herkes, her şeyden faydalanacak diye bir kural yok, ama üretilen her şey bi fayda için üretilmeli, söylenen her söz, bi fayda için söylenmeli. Sözü (= ifâdeyi) söyleyen, söylediği sözden bi fayda gör(e)memişse, o sözü söylememeli. Bu, şu anlama da gelmeli : Amelle test edi...

SANKİ, ÖTELEME

Veya erteleme; ertelerken de basite indirgeme. İmtihandan, hayat sınavından söz edeceğim. Sanki, bu sınavı ölüm sonrasına, kabre veya kabirde sorulacak Münker-Nekir sorularına erteliyor; yaşarken sınavda olduğumuzu unutuyoruz. Sınavın soruları, biz yaşarken, her ân, her iş veya eylemlerimizle bize soruluyor, bu sorulara verdiğimiz cevaplar da amel defterlerimize her ân kaydediliyor. Bunu unutur da bu sınavı, kabirde sorulacak üç-beş basit soruya (= Rabbin kim, dinin ne, Kitâb’ın ne, ...) indirgersek, bu soruları ezberler ve sınavı kolayca/kolaylıkla geçeriz!!!. Gözün aydın, geçtin; cenneti hak ettin; ne mutlu sana!. Sizce, bu iş bu kadar basit mi?!. Bu muazzam kâinat, bu hayat için, bu insan için yaratılmış olsun, insan da üç-beş basit soru ile bu sınavı geçsin ve çook daha muazzam bir yeri = cenneti hak etsin!. Bu sorular elbet sorulacak, ama Allah-u A’lem, bu şekilde değil, şu şekilde sorulacak : Dünyada şu kadar ömür geçirdin, bu süre zarfında Rabbin kim/di =  seni kim terbiye e...

BEN'İ SORARLARSA ...

“Kullarım, Ben’i Sana = Sana Ben’i sorarlarsa, Ben onlara yakınım... = ve izâ seeleke ıbâdî annî, feinnî karîb ( = قريب)...” (2/186) Bu yakınlık nasıl bir yakınlık?!. Metrik veya geometrik bir yakınlık mı, yoksa etik veya ontik bir yakınlık mı?!. Metrik veya geometrik yakınlık, fizikî, somut, görünür olma; etik veya ontik yakınlık, metafizik, soyut ve görünmez olma demektir. Rabbi göremiyorsak, bu yakınlık, metrik veya geometrik değil. Pekiî, etik veya ontik mi?!. Bence o da değil. Ya ne?!. Özel, hem de çook özel bir yakınlık.  “Ben, Ban’a duâ edenin, duâsına karşılık veririm = icâbet ederim. O halde onlar da Ban’a (= Ben’im çağrıma) icâbet etsinler, uysunlar ve Ban’a gerçek anlamda iman etsinler. Böylece doğru yola erişsinler = mürşit (= yerşüdûn) olsunlar.” (2/186.) “Kuşkusuz Allah’ın rahmeti muhsin olanlara yakındır.” (7/56.) “Can boğaza dayandığında, siz çaresizce bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız fakat siz göremezsiniz.” (56/83-85.) ... Yakının kökü kurb (= ﻗﺮﺏ); a...

TAT-LAR

Tat, nedir; sadece dilin tattığı bişey midir?!. İnsan, sadece dilden ibaret midir?!. Maddî olarak, ağzımıza aldığımız, dilimizin, aslında damağımızın hissettiği, acı, tatlı, tuzlu, ekşi, mayhoş, kekre (= acımsı, ekşimsi), lezzetli, zevkli “duygulanımlara” tat diyoruz. Duyulanıma = duymaya/duyuya mı demeliydim; çünkü tatma, beş duyudan biri. Ama, göz de tadar; gözün de zevki vardır. Kulak da tadar; siz, sizi seven birinden duyduğunuz ‘seni seviyorum’ sözünün zevkini biliyor olmalısınız. Güzel koku da burnun tat almasıdır. Akıl da tadar; bilme, aklın tat almasıdır. İman = inanma da kalbin tat alması = mutmain olmasıdır... Hâsılı kelâm, maddî tatlar (= hazlar, zevkler) kadar, belki de onlardan çok daha fazla, manevî tatlar da (= hazlar, zevkler de) vardır. Kötü, çook kötü tatlar da. (= hazlar, zevkler de.) Maddî tatlar (= hazlar, zevkler), insanı kendinden geçirir; manevî tatlar (= hazlar, zevkler) ise, insanı kendine getirir; yâni biri (= maddî olanlar) bayıltır; öbürü (= manevî olanlar)...

FEDAKÂRLIK

Fedakâr adam, başkasını kendinden yeğ (= üstün veya evlâ) tutan adam; fedakârlık da, bunu eylemle (= fiil ile, fiilen) gerçekleştirme. Onlar, o fedakâr adamlar, kendileri yemeyi, içmeyi, gezmeyi, giyinmeyi, bilgilenmeyi, yönetmeyi ve benzeri şeyleri sevdikleri hâlde, yemez, içmez, gezmez, giyinmez değiller; yer, içer, gezer, giyinirler, bunların zevklerini bilirler ama önce, kendileri değil, başkaları yesin, içsin, gezsin, giysin/giyinsin isterler. Yemenin, içmenin, gezmenin, giyinmenin, bilgilenmenin, yönetmenin zevkine var(a)mayanların = bunların nasıl bişey olduğunu bil(e)meyenlerin, yedirmesinin, içirmesinin, gezdirmesinin, giydirmesinin,  bilgilendirmesinin, yönetimi bibaşkasına devretmesinin bir “değeri” yoktur. “Onlar, yemeği sevdikleri hâlde, yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (76/8.) Çünkü onlar, Allah’ı daha çok severler. = “eşeddü hubben lillah” (2/165). Allah (sevgisi = rızası) için diğer sevdiklerinden vazgeçerler. Allah’ı sevdikleri için yakınlarına, yetimlere, yok...

HAKİKAT DEĞERLİDİR.

Hakikat, değerli olduğu için korunmalı, saklanmalı, giz-lenmelidir. Giz, hakikatin aslî vasfı ve özelliğidir.  Pekiî, hakikatin gizi hiç aralanmamalı; o, hiç kimse ile paylaşılmamalı mıdır?!. Peşinden söyleyelim, hakikati enforme etmek, onu bir ölçüde, belki de büyük ölçüde deforme etmektir. Eğer hakikat, bir “bilgi” ise; bu bilginin, paylaşılmadan = dile dökülmeden önceki hâli, çook daha değerli görülmelidir. Bu yüzden hakikati paylaşanlar (= tebliğciler), onu dile dökerken (= konuşurken veya yazarken) çook dikkatli, çook hassas olmalıdırlar ve onu enforme ederken, deforme etmemek (çarpıtmamak) için azamî gayreti göstermelidirler. Dil, hakikatin sembollere (seslere/sözlere ve harflere) dökülmüş hâlidir. Hiçbir sembol (= dil), hakikati tam ifâde edemez. Dil, böler. Bölüneni, birleştirmek (bütünleştirmek) ise, zihnin, daha doğrusu kalbin işi/işlevidir. Modern bilim, hakikati, çok farklı (= bir çok) disipline bölmüş, parçalamıştır. Eğer hakikat, parçalanamaz bir bütünse, bilimde/bilm...

DEĞER

Değer, bizi felsefeden etiğe taşır; etik de, değer/ler üzerinde yükselir. Değerler, uğrunda belli bir bedel ödenen maddî ve manevî “şeylerdir”!. Değerler, bizim için kıymetlidir; çünkü onları elde etmek için emek-zaman veya onlar için can veririz. Para, değerlidir. Para, kazanılmak için zaman ve emek harcanıyorsa ve o para ile ekmek alınıyorsa; kimse, paranın değersiz olduğunu söyleyemez. Değerler, maddîden ma’neviye doğru sıralanır, hiyerarşiktir. Para, maddî bir değerdir ama o bizi manevî değerlere de taşıyabilir.  Bilgi bir değerdir; çünkü, kişinin bilerek/bilinçli iş yapmasını sağlar ve onu diğer insanlar nezdinde değerli kılar. Bir de ağzımıza sakız ettiğimiz millî ve ma’nevî değerler var. Tüm çabamız, bu değerlere uyan veya sahip çıkan nesiller yetiştirmek. Millî kelimesindeki anlam kaymasını daha önce yazmış olmayım. Eskiden millî, dînî idi; bu iki kelime sonradan ayrıldılar. (Şimdilerde kurulan ittifakla birbirlerine yakın duruyorlar ama sanki bu yakınlık sahici değil; mill...

ACELE-CİLİK

İnsanoğlu çok aceleci bir varlık. Her şey/i hemen olsun ister. Kendisine yardım etmesi için Rabbine dua etmişse veya birine beddua etmişse, hemen kabul edilsin diye bekler. “... kâne-l insân-ü acûlâ.” = İnsan, çok acelecidir. (17/11.) Sözü uzatmayacağım, bir Yahudi fıkrası ile bitireceğim.  Moşe sinagogda Tanrı ile konuşur.  - Tanrım, Senin katında bin yıl nedir? - Bir saniyedir. - Tanrım, Senin katında bir milyon dolar nedir? - Bir senttir.  - Tanrım, şu kuluna bir sent lütfetsene!. - Bir saniye bekle!. (Aktaran, Gözel, Özkan. Varlıktan Başka. s. 323.) Zaman, bizi aldatıyor. Zaman öncesine ve zaman sonrasına (= ebediyete) göre (düşünmeli ve) yaşamalıyız. Zaman, buraya; zamansızlık, öteye ait. İnsanoğlu, zamanın yok olduğu (olmadığı) bir dünyayı düşünemiyor!. 60 yaşına gelmiş bir adam, geçen 60 yılı/nı/n çook çabuk geçtiğini görüyor ama önündeki 3-5 veya 10-15 yılı (günü), onun da gelip-gelmeyeceğini bilmediği hâlde, çook uzun sayıyor, bekleyemiyor = sabredemi...

KEVSER

Kevser, Kitâb’taki 108. Sûrenin adı. “innâ ea’tayneke el-kevser” (108/1.) Biz, sana Kevser’i verdik. Nedir Kevser?!.  İyi bişey olmalı!, ki,  Sen de Bize, sadece Bize, yâni Rabbine salât et! = “fesalli li-rabbike venhar” ve nahr et!. (18/2.) deniyor. Bu âyet, neredeyse bütün meallerde ‘namaz kıl ve kurban kes’ diye karşılanıyor. Bu meal/anlam, verileni (= Kevser’i) karşılar mı?!. Kevser’in kökü, KSR (كثر); kevser, bu kökün ‘mübalağalı’! kullanımı. Ekser değil, kevser. Ekserden daha çook, daha bol kevser. Kesîr, çok, bol, çok bol demek. Ekser, çok çok bol, çok çok fazla. Kevser, bitmeyen/bitirilemeyen, bitirilemez, tükenmeyen/tüketilemez olan, kaynağı hiç kesilmeyen bol ve çok. Sonsuz. Sınırsız. Hesapsız ikramlar veya nimetler.  “ve izâ raeyte semme raeyte naîmen ve mülken kebîrâ” (76/20) Nereye bakarsan bak, orada sınırsız nimet ve büyük bir mülk görürsün. Her baktığın yer, nimetlerle ve mülkle dolu. Kullan kullan bitmeyecek, tükenmeyecek, kullandıkça artacak nimetler, mü...

YERLİ & YABANCI

Yerli : Bir yerde uzun süre/zaman ikâmet eden = mukîm. Yabacı : O yere geri dönmek üzere yeni gelmiş = misafir.  Aslında hepimiz misafiriz; buraya = bu dünyaya yabancıyız. Geldiğimiz yerin güzelliğini unuttuğumuz için, burayı, bu 'bayağı= denî'! yeri sahipleniyoruz. ‘Ben, Ankara’nın veya İstanbul’un yerlisiyim; Suriyeliler gibi göçmen değilim.’, dediğimizde, Ankara’da veya İstanbul’da (= dünyada) ne kadar kalacağımızı, Ankara’ya veya İstanbul’a ne zaman ve nereden geldiğimizi hesap ediyor muyuz?!. Ölüm, bizi de dünyadan ayırmayacak mı, biz de bu dünyada “geçici” bir süreliğine misafir (= yabancı) değil miyiz?!. Bu dünya kime kalmış?!. Kimler geldi bu dünyaya, kimler gitti bu dünyadan. “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya, bize mi kalacak?!.” ... Vatanımızı savunmayacak, sahiplenmeyecek miyiz?!. Elbette sahiplenecek, savunacağız; eğer içinde yaşadığımız vatan (= memleket), bize sıcak (= âdil) bir “yuva” olursa! ve bu yuvaya misafir kabul edeceksek, hem sahiplenecek hem de savunacağ...

ALLAH-U TEÂLÂ

Allah’ın Müteâllığı, Sübhân’lığı, Aşkınlığı. Allah hakkında her ne düşünürsek, O, ondan ötedir, başkadır. O’nun başkalığı, “bambaşka Başka’dır.” Bu “bambaşka Başka”, Levinas’ın kullanımıdır. Levinas O’nu, varlığın dışına, ötesine “iter”; O’nunla ilişkiyi de etik ilişkiye “hapseder”!. O’nunla ilişki, insanla, insan olan öteki ile ilişkidir; O’nunla ilişki, insanla kurulan etik ilişki yoluyla kurulur. İnsanın yüzünde, “O’nun Yüz’ü içkindir.”!. Levinas, bu ilişkiyi 'ben-Sen' ilişkisi değil, “ben-O” ilişkisi olarak anlar; buna da Hüve’den Hüviyet der. Levinas, iyi bir Tevrat yorumcusu ve şârihidir. Onun bu (Yahudiliğe yaslanan) Tanrı tasavvuru (yorumu), İslâm’ın Tanrı tasavvuruna ne kadar uyar, uyar mı?!. İslâm’da da Tanrı, Levinas’ın söylediği gibi “bambaşka Başka’dır”, hiçbir başkaya (= şeye) benzemez. = “leyse kemislihî şey’ün.” (42/11.) ama, çoook uzakta veya “ulaşılamaz” da değildir. Kişiye, kendinden = şahdamarından daha yakındır. (50/16.) Kişi ile kalbi arasına girer. (8/24....

MAKÂSID

Makâsıd, maksadın çoğulu. Makâsıd konusu, İslâm fıkhının ve kelâmının ana konusu; dinin de asıl, esas, temel ve nihâî sorusudur. Bu işi, neden/niçin yapıyorum; neden varım, neden yaşıyorum?!. Her iş bir maksatla (= amaçla, gaye ile) yapılır. Çalışma, para kazanma (= mâişet giderme) içindir. Okuma, bilgilenme içindir. Konuşma veya yazma, bilgi verme içindir, vs. Yaşama, ne içindir?!. Yaşamada, maksatların maksadı saklıdır. Maksatların maksadı bilinmezse, yaşama/yaşam, boşa düşer, anlamsızlaşır. Nedir maksatların maksadı?!. Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, her maksadın sonunda oluşan bir süreç değil; her maksadın bizzat içindedir. Kul, ne iş yaparsa yapsın, yaptığı her işi, her ân, Allah’ın Rızasını gözeterek yapmalıdır. Sırf para kazanmak (= mâişet elde etmek) için para kazanılmaz. Parayı helâlinden kazanmaktan tutun da, kazanılan paranın bir kısmını infak etmeye kadar varan süreç, maksatların maksadı ile ilişkili bir süreçtir. Okumak, sırf bilgilenmede, diploma veya ünvan almada kalı...

YETERSİZLİK

Yetersizlik, kifâyetsizliktir. Zıttı, yeterlilik, kâfîlik. Mükâfât da aynı kök (= kefâ); ödül ve ceza verme. Yeterlilik, aynı zamanda mükemmellik = “tam” kemâldir; yetersizlik ise kemâldeki eksikliktir. Tanrı dışında hiç kimse (tam) kâmil değildir; herkesin bir eksik/li/ği vardır; ve bu eksik/li/ğini tam mükemmel/kâmil OLAN’dan ister. Çünkü O, Samed’dir. Her şey ve herkes O’na muhtaç; O hiçbir şeye ve hiç kimseye muhtaç değildir. İnsan, her ne kadar, zaman zaman kendini boş bulunup da tam zannetse de, belli bir zaman sonra içindeki boşluğu fark eder ve bu boşluğu doldurmak için arayışa geçer. Çoğu insan, içindeki bu boşluğu kendi gibi eksik olanlarda (= kendi gibi arayış içinde olanlarda) arar, onlarla doldurmaya çalışır. Bunlar, mala/paraya, zevke, eğlenceye, makam-mevkîye, sevgi ve bilgiye sahip insanlardır. Her insan, bu duraklara uğrar, ama oralarda uzun süre kalırsa veya oraları (= o durakları) daha mükemmelin aranışı/aranması için kullan/a/mazsa, onların hepsi birer sahte tanrıya...

AİLE

Aile kelimesinin Arapça Âl (= آل)’den mi, yoksa AYL (= عيل)’den (= عاءلة) mi geldiği tartışmalı; EHL (= اهل) kelimesi de aileye karşılık olarak kullanılır. Âl-i İmrân, İmrân ailesi; Âl-i Lût, Lût ailesi; Âl-i Firavun, Firavun ailesi, gibi. AYL veya Âil, bağımlı, fakir, tek başlarına kendi kendilerine yetersiz insanlar demektir. Ehl, “ve’mur ehleke bi-ssalâti = ehline/ailene namazı/salâtı emret!” (20/132)’te olduğu gibi, aile anlamındadır; Ehl-i Beyt, Efendimizin ailesi için kullanılır. Aile, eş (= ana-baba) ve çocuklardan oluşur; toplumun en küçük prototipidir. Aile, nikâhla (= sözleşme, anlaşma, akd ile) kurulur. Aile, karşıt iki cinsin “birlikteliğidir”!. Ailede iki kişi = iki eş “bir” olur, “birleşir” ama “bütünleşmezler”, “birbirlerinde erimezler”, kendi “özlerini, kendi kimliklerini” kaybetmezler!; cem’ olurlar, cima’ ederler ama kaynaşmazlar, birbirlerinde kaybolmazlar, ittihat (= birlik) gerçekleşmez, sadece cima’ (= orgazm) anında kendilerini kaybederler. Ailede geçim, eşlerin ...